“Serbest piyasa” ve tekelci egemenlik

Piyasa. Kuşkusuz “serbest piyasa”…
Mali piyasalar. Para piyasası. Döviz piyasası. Menkul kıymet piyasası. Günümüzde en gözde piyasalar bunlar. Ticari piyasalar zaten öteden beri biliniyor ve işlevsel. Ama para (kredi, faiz), yabancı para (döviz) ve borsa (menkul kıymet ya da değerli kâğıt) gibi yönleri, bileşenleri ya da “alt başlıkları” ile sermaye piyasası ya da bağlantıları içinde tüm yönlerini belirtmek üzere sermaye piyasaları; bilinen anlamıyla piyasayı -ticari içerikli piyasa- çoktan ikinci plana itmiş bulunuyor.
Değişimin gerçekleşmesinin, şu ya da bu görünümüyle “değerlen” ile çakışmak üzere, kuşkusuz içinde toplumsal emek içerilmiş toplumsal ürünlerin ancak birbirleri ile ilişkileri içinde ve birbirleri karşısında fiyatlanmalarını düzenleyen “mekanizma” olarak piyasa; sadece meta ve sermaye ilişkilerinin değil ama tüm toplumsal ilişkilerin oluşma “merkezi” vurgusuyla çoktan kutsallık katına yüceltilmişti. Tüm toplumsal yaşamın, yalnızca ekonomik değil ama en insani yönleriyle bütün bir yaşamın hesabını piyasa tutuyordu.
“Tanrı”nınki gibi niteliklere sahip olduğu varsayıldı! Her şeyi, toplumsal ve yaşamsal olanın bütününü, hiçbir sorumluluk üstlenmeksizin ama tam yetkiyle ve kendiliğinden belirliyordu. A. Smith ve D. Ricardo, zamanında, henüz gelişmenin dinamiği olarak hızla dünyaya yayılırken, kapitalizmle kopmaz bağını kurmuşlardı. Ama giderek “öncesiz ve sonrasızlığa” kavuşturuldu; kapitalizme özgülüğü de unutturuldu. Kimi “tarihin sonu” diyerek sonrasızlığını yüceltti, kimi dünyanın kuruluşunu bile piyasalarla açıklamaya girişti. Ticaretin kökleri kuşkusuz çok eskilerdeydi. Gorbaçov’a yaklaşan günlerde, aslında epey daha öncelerinden, “piyasa sosyalizmi”ne dair icatlarda bile bulunuldu.
İlk kez, feodal parçalanmışlığın ticaretin gelişmesi önüne çıkarmakta olduğu engeller karşısında önem kazandı ve takip ederek İngiliz sanayi kapitalizminin sömürgelerden toparladığı hammaddeleri işleyen bir “fabrika” işlevini yüklendiği atak döneminde, 1700’lerin ikinci yarısıyla 1800’lerin son çeyreğine gelinceye kadar doruk yaparak sömürge siyasetine bağlandı; onun önünü açmanın ilkesi kılındı. Kuşkusuz en başta kapitalist gelişmenin ilkesiydi. Feodal kısıtlamaların yanı sıra himayecilik ve gümrükler vb. yoluyla korumacılık karşısında “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kendiliğindenliğinin yüceltisi olarak liberalizm, serbest ticaretin ve kuşkusuz onun mekanizması olarak serbest piyasanın kutsallaştırması işlevini üstlendi. Hammadde ve mamul madde sevkıyatının, değişimin önünde engel olmamalıydı. Hakkını teslim etmek gerek: tüm kırıp dökmesine, sömürgelerin tüm zenginlik ve insan kaynaklarının talan edilmesine karşın, ilerletici, geliştirici bir rol oynadı; egemenliğini ilan ve kabul ettirdiği tarihsel koşullarda başka bir gelişme yolu da henüz olanaklı değildi.
İkinci “tarihsel” atılımını ise, geç bir dönemde ve bekleneceği gibi salt ideolojik biçimde, neoliberalizm adıyla, artık nesnel temelinin neredeyse bütünüyle ayağının altından kaydığı koşullarda, “demokrasi”, “barış”, “refah” gibi ezilenlerin yüreğini umutla doldurmaya ve aldatmaya temel sağlayacak “serbesti” unsuru olarak gündeme alındığı son 25–30 yıllık dönemde gerçekleştiriyor. Şimdi yine “serbest piyasa”nın önünde secdeye varmanın zorunluluğuna ilişkin teori ve uygulamalar moda. Sorunun aldatıcı yanının ötesinde, kuşkusuz yine bu aldatıcılığa bulanmış olarak, şimdi, sermaye hareketlerinin (akışkanlığının) önündeki tüm engellerin kaldırılması, sermaye ilişkilerinin, üretim, değişim (ve hatta dağıtımı da kapsayarak) gibi yönlerine ilişkin olarak tüm kısıtlayıcılıklardan kurtulması ihtiyacı, “serbest piyasa” yüceltisinin hareket noktası oluyor.
Kapitalizmin yüceltilmesinin ötesinde piyasa tapınması, şimdi artık tekellerin egemenliğine tapınmanın örtüsü durumundadır. Artık milyarla ifade edilebilen dünya işsizlerinin işgüçlerini kiralama “serbest pazarlığı”nı bile yapamadığı, “serbest piyasadan kendi paylarına düşebilen köleleşmeyi bile gerçekleştiremeyerek açlığın pençesine itildikleri koşullarda “serbesti” ya da “piyasa” adına günümüz kapitalizminin olumlanması tamamen aldatıcı içeriklidir.
Yüz yılı aşkındır bir başka toplumsal düzen bakımından olgunlaşmış, çürüme halindeki kapitalizm son aşamasını yaşamaktadır. Kapitalizm, tekelci kapitalizm biçimini almıştır. Bunun, piyasalar bakımından anlamı, artık sorunun, piyasa ve kapitalizmin olumlanması/olumlanmaması çerçevesinde ele alınmasının yetersizleşmesidir. Piyasa ve kapitalizm, her halükârda olumlanamaz; ancak günümüz kapitalizmi, tekelci kapitalizm, yeni bir toplumsal düzenin, sosyalizmin koşullarının olgunlaşmasıyla -konumuz açısından- aynı anlama gelmek üzere, tersi yüceltiye karşın, “piyasa”nın tabu olmaktan çıkması, “dokunulmazlığının bizzat kapitalizmin kendi gelişmesiyle “delinmesi”, “sorumluluk” ve “yetkileri”nin budanmasıdır. Artık “serbest piyasa”, o her şeyi düzenleyici mekanizma olarak eski mutlak rolüne sahip değildir.
Tekeller ve mali sermayenin egemenliği, tekelci kapitalizm, birçok şey gibi “serbest rekabet” ve “serbest piyasa”yı da tahtından etmiştir.
Eskiden, 19. yüzyılda, piyasa yüceltisi, kapitalist patronları ve kapitalizmi, sömürü ve zorbalığı örtüleyen bir işlev görür, kapitalist egemenliği gizler; kötülük ve haksızlıkları soyut bir “piyasa”nın sorumluluğuna bağlayarak tek tek kapitalistleri ve kapitalizmi “kurtarıcı” rol oynardı. Suç, görünür olduğunda, ne somut kapitalistlerin ne de devletlerinin, kapitalist sistemin suçu olmazdı ya da “kör” piyasa egemenliği korkuluğu sallanarak boğuntuya getirilirdi. Kısaca, iyi zamanlarda “demokrasi”, “barış”, “refah” gibi talep ve özlemlerin ayrılmaz parçası ve temeli olarak gösterilen “serbest piyasa”, kapitalistlere, zor zamanlarında da, sömürü ve zorbalığıyla sistemlerini örtüleyen bir “günah keçisi” olarak hizmet ederdi.
Şimdi, günümüz tekelci kapitalizminde ise, “serbest piyasa” yine “demokrasi”, “barış” gibi hayallere temellik etmek üzere onlarla bir arada bir propagandif “değer” olarak kullanılmaya devam edilirken, örneğin demokrasi ile olan bağıntısını tümden yitirmiştir. Örtüleyici özelliği ise, artık tamamen tekelci büyük patronların, birkaç düzine tekelin egemenliğinin, mali sermaye hükümranlığının gizleyiciliği işlevine bürünmüştür. Artık “serbest piyasa” övgüsü ve onun üzerinden temellendirilen her görüş, başka şeylerin yanında, aldatıcıdır ve tekellerin azgın sömürüsünü, mali sermaye egemenliğini ve yanlarına yenilerini katıp eskilerini ağırlaştırdığı kapitalizmin tüm çelişkilerini gizlemeye hizmet etmektedir.

SERBEST REKABET, PİYASA VE TEKELLER
Doğal ki, piyasa yüceltisi ve liberalizme ilişkin söylenenlerden, piyasanın, kapitalizm koşullarında değişimin ve buradan hareketle üretimin düzenleyicisi olarak değersizliği sonucu çıkarılamaz.
Tekeller ve mali sermaye egemenliği koşullarında piyasanın eski gücünün kalmadığı, bir tür “plan”ın, giderek daha çok merkezileşen bir planın piyasanın etki alanını daralttığı ortadadır. Kapitalist örgütlülük ve planlamacılık, her geçen gün artarak piyasanın kör egemenliğini geçersizleştirmekte, onu eski egemenlik alanlarının bir bir dışına itmektedir. Bu, aslında, kapitalist sınıfı, üretici güçlerin toplumsal niteliklerini -kuşkusuz kapitalist ilişkiler çerçevesinde olanaklı olduğu ölçüde- tanımak zorunda kalışları, kapitalizmin sosyalizm için giderek daha olgun hale gelmesi anlamına gelmektedir. Ve zaten bu nedenle, tekelci kapitalizm, Lenin’in deyişiyle, bir “geçiş kapitalizmi” niteliği kazanmıştır.
Konumuzu oluşturan “piyasa”nın bu işlev kaybı süreci içinde bulunuşu, kapitalizmin gelişmesinin, rekabetin, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasına ve bunun da tekele götürmesinin doğal sonucudur. Ama işte “serbest piyasa”, tam da serbest rekabetin tekele götürmesine bağlı işlev kaybına uğramasının ürünü olarak etkisizleşme durumundadır. Tekelleşme ilerledikçe, etkisizleşmesi artmaktadır.
Ancak “piyasa” övgücü ve tapıcıları, tam da günümüzde, her geçen gün daha çok kolunun kanadının kırıldığı koşullarda, piyasanın “kutsallığına dair öteden beri ortaya atılmış ne varsa tümünden yararlanarak yeni bir kutsamacılık atağına kalktılar. Bunun elbette nedenleri var; ama hem piyasa yüceltileri sahtedir hem de piyasanın kendisi, artık ona tapınanların ileri sürdükleri niteliklere sahip değildir.
Örneğin önce Kasım’da sarsılıp ardından Şubat’ta çöken IMF Programı’nın temel bir ayağı, “kur çıpası” olarak tanımlanan, Türk Lirası’nın döviz karşısındaki fiyatının belirli dönemler için sabitlenmesi değil miydi? Bunca piyasa övgücüsü, övgücülerin en başındakiler ve yol göstericileri, bu “çıpa”yı “piyasanın düzenleyiciliği”nin neresine sığdırabildiler? “Piyasa”, bugünkü “dalgalı kuru” tanıyabilir, kurların, piyasa dalgalanmaları içinde gerçek değerine oturması beklenir. “Piyasa”, bu demektir. Ama piyasanın ötesinde bir “irade” kurlara dur diyorsa ve “çıpa” uygulama şansı buluyorsa, piyasanın belirleyiciliği ve onca yüceltilmesi nerede kalır? Açık sahtekârlıktır!
Peki, piyasa her şeyin düzenleyicisi ise, doğrudan “ilişkilere” dayalı olarak ve “piyasa” değerinin çok altında, yok pahasına gerçekleştirilen özelleştirmeler, neyle açıklanacaktır? “Piyasa”dan üstün “irade”nin varlığı ve geçerliliği ortadadır.
Tekstilciler, Amerikan “kotalarından yakınırlar. Ama onlar da sonuna dek “piyasacıdırlar. Ama serbest rekabet, piyasanın koşullandırıcısı ve ayrılmaz parçasıdır. Zamanında piyasanın sahip olduğu düzenleyici rol, kapitalizmin rekabet yasalarının doğrudan sonucuydu. Peki, kotalar, serbest rekabet ve piyasa övgücülüğü ile ne denli uyuşma halindedir? Aynı şey, ülkemizde uygulanmakta olan pancar, tütün vb. kotaları açısından da geçerlidir. Verdiğimiz tüm kota örnekleri, üstelik -ya doğrudan ya da IMF, DB vb. aracılığıyla- piyasa tapınmacılığını yayan merkez durumundaki ABD emperyalizmi kaynaklıdır.
Demek ki, “kur çıpası”nı, piyasa değerinin çok altında el değiştirmeleri, “kotaları” vb. içerebilen, mutlak bir düzenleyici olmaktan çoktan çıkmış bir “piyasa” ile karşı karşıyayız.
Denebilir ki, “zaten sorun, ‘serbest piyasa’nın önündeki engelleri kaldırmaktır”, “küreselleşmeci politikaların amacı, zaten küresel ‘serbest piyasa’nın gerçekleşmesidir”, “himayecilik, ‘ithal ikamecilik’, korumacılık vb. karşısında piyasanın egemenliğinin sağlanması hedeflenmektedir” vb! O halde, en çok “piyasa” övgüsü yapanların, piyasanın düzenleyiciliğini geçersizleştiren “önlemler”in asıl gücü ve uygulayıcısı oluşlarına ne demeli?
Ve asıl sorun: himayecilik, korumacılık gibi bir dizi doğrudan türevleri ile birlikte, serbest rekabetin yanı sıra piyasanın düzenleyici rolünü önemsizleştiren, bizzat tekellerdir.
Lenin, “emperyalizmin ekonomik özü sorunumun kavranmasına yardımcı olması amacıyla kaleme aldığı Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm adlı önemli eserinde, konuyu ele alır; hatta hareket noktası edinir:
“Emperyalizm genel anlamda, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişimi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıktı. Fakat kapitalizm ancak belirli, gelişiminin çok yüksek bir aşamasında; temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığında, kapitalizmden daha yüksek bir ekonomik toplumsal yapıya geçiş sürecinin özellikleri, her alanda oluşup belirdiğinde, kapitalist emperyalizm haline geldi. Ekonomik açıdan bu sürecin en temel özelliği, kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekelin almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliğidir. Tekel ise serbest rekabetin doğrudan karşıtıdır; ama serbest rekabet gözlerimizin önünde tekele dönüşmeye başladı.”(Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 2. baskı, sf. 118)
Kapitalizmin “temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığında”, sürecin “en temel öze iliği” olarak “kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekellerin alması”na varıldığında, emperyalizm ya da kapitalizmin en yüksek aşaması ve günümüz kapitalizmi olan tekelci kapitalizmle yüz yüze geliyoruz. Ya da tekelci kapitalizmde, kapitalizmin temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşüyor; sürecin en temel özelliği olarak, serbest rekabetin ve dolayısıyla düzenleyici mekanizma olarak piyasanın yerini tekeller alıyor.
Sorunu, kapitalizmin temel çelişkisini oluşturan emeğin ve üretimin toplumsallaşması ama mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki uyuşmazlık açısından ele alan Engels, daha 1800’lerin sonlarında, serbest rekabet ile tekel arasındaki “karşıtına dönüşme”ye bütün açıklığıyla vurgu yapmıştı:
“İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal niteliklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar. Sanayinin canlanma dönemi, büyük üretim araçları yığınını, kredinin sınırsız şişkinliği ile olduğu denli, çöküşün kendisi ve büyük kapitalist kurumların yıkılışı ile de toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan türlerine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolları gibi öylesine büyüktürler ki bütün öteki kapitalist işletme biçimlerini dıştalarlar. Ama gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zorla elde ederler. Ama bu tröstler işlerin kötüye gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha da yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: Tüm sanayi kolu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet yerini bu tek şirketin tekeline bırakır; 48 büyük fabrikanın hepsinin birleşmesinden sonra, şimdi 120 milyon marklık bir sermaye ile tek elden yönetilen bir tek şirketin elinde bulunan İngiliz alkali üretiminde, daha 1890’da bu iş böyle olmuştur.
“Tröstlerde serbest rekabet, tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz kapitalistler yararına.” (Anti-Dühring, Sol Yay. 3. Baskı, sf. 396–397)
Engels’in koyduğu bir kayıt var: Serbest rekabet, hisse senetli şirketler ve tröstlerde tekele dönüşüyor. Aynı kaydı, Lenin de koymaktadır: “Aynı zamanda tekeller, bağrından çıktıkları serbest rekabeti yok etmezler, tam tersine onun üzerinde ve yanında varlıklarını sürdürürler ve böylece bir dizi çok keskin ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratırlar. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir.” (Emperyalizm, sf. 118) Üstelik görüldüğü gibi, Lenin de, tıpkı Engels gibi, rekabetin tekele dönüşümünün, tekelin, üretimin toplumsallaşmasına bağlı olarak, kapitalizmin, üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasına zorlanması ve “kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiş” anlamına geldiğini belirtiyor.
Tekelci kapitalizm, kuşkusuz kapitalizmdir, onun gelişmesinin zorunlu olarak vardığı yerdir. Ancak aynı zamanda, kapitalizmin belirli bazı özellikleriyle, üstelik temel bazı özellikleriyle birlikte başkalaşması ve sosyalizme geçişe hazır hale gelmesidir de. Emeğin ve üretimin toplumsallaşması o düzeye ulaşmıştır ki, artık toplumsal üretici güçler, üretim ilişkilerinin oluşturduğu “kabuğa” sığmamaktadır. Özel mülkiyet ilişkileri, artık bu ilişkilerin toplumsallaşmış içeriğine uygun düşmemektedir ve çürümekte olan, ortadan kalkışı kaçınılmazlaşan bir “kabuk” durumundadır.
Serbest rekabet, piyasa ve tekele ilişkin tartışmanın bu genel çerçevede yürütülmesi zorunludur. Sadece olur olmaz “piyasacı” yaklaşımlardan kaçınmak açısından değil ama rekabet, piyasa ve tekel arasında doğru bir ilişki kurabilmek açısından da bu çerçeve gözden kaçırılmamalıdır.
Bu noktadan itibaren, 1) Tekelin serbest rekabet ve piyasanın düzenleyici rolünü geçersizleştirici etkisinin kavranmasını da kolaylaştırmak üzere, tekel öncesi serbest rekabet ve piyasanın rolü, kapitalizmin buna ilişkin yasaları, 2) Serbest rekabet ve piyasanın düzenleyiciliğini geriye iterek, onların üzerinde ve yanında yer alan tekellerin, serbest rekabet karşısındaki konumu açısından, Engels ve Lenin zamanına göre bu konumlarını sarsacak ya da sağlamlaştıracak ne türden bir gelişme yaşandığı ve 3) tekellerin egemenliği koşullarında rekabetin görünümleri sorunlarını ele alabiliriz.

SERBEST REKABET VE PİYASA
Kapitalist üretim biçimi, feodal toplumun bağrında ortaya çıktı. Küçük özgür köylülerle toprak kölelerinin tarımı ve kentlerin küçük çaplı zanaatçılığının ortasına düşen bir ateş topu gibi, basit işbirliği, manifaktür ve büyük sanayi (fabrika) aşamalarından geçerek gelişen kapitalist ilişkiler, köylü ve zanaatkârların elindeki küçük bireysel üretim araçlarının bir araya toplanıp genişletilmesi ve toplumsallaştırılmasına dayanarak egemen hale geldi. Bireysel üretimin yerini toplumsal üretim ve kuşkusuz bireysel emeğin yerini toplumsal emek aldı. Giderek daha çok sayıda, ürünü karşısında yabancılaşmış işçi, tek tek işletmelerde toplandı ve kapitalizm giderek daha büyük üretici güçleri harekete geçirdi. Rekabetin zorlu yasası daha başında işlemekteydi. Köylü ve zanaatkârlar, tarımla zanaat arasındaki doğal işbölümünün temel üretim biçimi olduğu ve kendi tüketimleri için üretimlerinin yanı sıra bu işbölümüne uygun olarak ürünlerini karşılıklı değiştiren ve dolayısıyla meta üreticileri olarak görünen bireysel üreticiler durumundaydı. Meta üreticileri toplumuna sızan kapitalizm ise, bu yöntemsiz, örgütsüz, doğal işbölümünün karşısında işletmelerin örgütlülüğü ve toplumsal üretim üzerinde yükselen yöntemli işbölümüne dayanıyordu. Piyasa, meta üretiminin ilk sahneye çıkışından bu yana işlevseldi. Metalar, sunuldukları “pazar”da ya da piyasada değer yasası uyarınca ve görece uzun sürede değerleriyle çakışmak üzere fiyatlanırlardı. Birbirine rakip olan bireysel üreticilerle kapitalistler piyasa aracılığıyla hesaplaştılar: hesaplaşmada bireysel üreticilerin ezilmesi mutlaktı. Benzer ürünlerin, eşit ya da aşağı yukarı eşit fiyatlarla alınıp satıldığı pazarların oluşturduğu piyasada, bireysel üreticilerin örneğin bir birim ürününün karşısında, aynı emek-zamanda üretilmiş 5, 10 ya da daha fazla birim ürünle, yani 5, 10 ya da daha fazla kat ucuza mal edilmiş ürünle yer alan kapitalistler, kısa sürede onları sildiler. Toplumsal üretim hızla gelişti, ancak ürünlerin mülk edinilmesi eskisi gibi özel nitelikte kaldı. Bu, sonraki süreçte, kapitalizmin tüm dayatıcı yasalarının çalışmasını koşullandırdı.
Üretim toplumsaldı ve tek tek işletmelerde -manifaktür sonrası en son fabrikalarda- örgütlüydü. Ama toplumsal üretimin tümü bir arada -bir merkezi plana vb. dayalı- bir örgütlülükten yoksundu. Toplumsal üretimin birbirinden ayrı parçalarının, sektörlerin, işkollarının ve tek tek fabrikaların biriyle diğerinin, diğeriyle tümünün bağlantısını olduğu kadar tümünün üretiminin gerçekleşmesini sağlayan değişimdi. Meta üretimi ve işgücünün de metalaşmasına dayanan kapitalist üretim, bu nedenle, değişim için üretim, pazar için üretimdir. Bu nedenle kapitalizmde tüm metalar, değişim değerleridir. Değer yasası, kapitalizmin (ve meta üretiminin) yön vericisidir ve değişimin tek aracı, tüm metaların ve fiyatlarının karşılıklı olarak “uçuştuğu” pazardır, piyasadır.
Bu nedenle, kapitalizm, tarih sahnesinde görünmeye başladığı andan itibaren, değişimin önüne dikilmiş engelleri yıkmaya, yine aynı nedenle feodal imtiyazlarla, gümrükler, harçlar, kısıtlamalarla çatışmaya yönelmiştir. Yerel ve ardından ulusal pazarını oluşturup az çok kararlı hale getirdikten ve ulusal devletlerine sahip olduktan sonra kapitalizm, yine aynı pazar ihtiyacı nedeniyle, dünya pazarını fethe çıkmıştır.
Ancak pazarın ya da piyasanın, aynı anlama gelmek üzere toplumsal üretimin bütününün, tek tek fabrikaların ötesinde örgütlü olmayışı, kapitalizmin temel çelişkisinin bir görünümü olarak, kapitalistler arasındaki ölümüne rekabete ve bu rekabetin gerçekleşme alanı olarak piyasaya, üretim anarşisini düzene koyucu zorlu bir rol yüklemiştir.
Toplumsal üretimin yalnızca tek tek fabrikalarda örgütlü oluşu ama üretimin bütünü açısından örgütsüzlüğü, üretim anarşisinin egemenliği anlamına gelir ki, bu, piyasa koşullan ve değer yasasının işleyişinden başka “düzenleyici”ye sahip olmayan kapitalizmin temel bir özelliğidir.
Meta üretiminin genelleşmesinden başka bir şey olmayan kapitalizmin pençesine aldığı toplumlarda, sadece üretim araçlarından kopan ve ürününe yabancılaşan işçi değil ama küçük üretici ya da kapitalist de kendi öz toplumsal ilişkileri üzerindeki egemenliklerini kaybetmişlerdir. Kendi emeklerinin sonucu olan (küçük üretici) ya da işçilerin sırtından gasp ettikleri (kapitalist) ürünlerin mülkiyetine sahip olmakla birlikte, üretimin sonuçları ve ürününün akıbeti üzerine onlar da, bırakın egemen olmayı, fikir sahibi bile değillerdir. Çünkü bireysel üretimden farklı olarak toplumsal üretim ya da genel olarak meta üretimi, kendi tüketimi için değil ama değişim için üretimdir, pazar için üretimdir. Bilinmeyen bir pazara yönelik yapılan üretim. Dolayısıyla, üretimin bütününün örgütlü olduğu, pazarın (ya da bu halde, doğru deyişle tüketicinin, halkın) ihtiyaçlarının toplumsal üretime yön verdiği planlı sosyalist üretim dışında, hiçbir koşulda, hiçbir üretici üretim anarşisinin egemenliğini aşamaz. Üretim, kendi hesabına yapılır. Üretim araçları ve diğer kaynaklar, toplumsal ihtiyaca göre dağıtılmamıştır. Bireysel kapitalistler, tek tek fabrikalarında rasgele elde edilmiş üretim araçlarını bir araya getirmişlerdir. Kuşkusuz bu bir araya getirişte belirli bir amaç vardır ama bu, bireysel amaçtır ve neden şu değil de bu üretim aracının bu belirli fabrikada bulunduğu ya da bulunmadığının, toplumsal üretimin toplumsal yararına uygun bir yanıtı yoktur; sermaye birikiminin o fabrikaya özgü tarihsel biçimlenişi ve bunda mülk sahibi kapitalistin özel amacı, tek yanıttır. Ve her üretici, değişim ihtiyacı ile buradan sağlamayı tasarladığı kazanç (kâr) için üretir. Ama işte bu koşullarda her bireysel üretici ve kapitalistin karşısına bir heyula dikilir: “pazar” ya da “piyasa”. Kapitalist piyasaya kendi ürettiği üründen ne kadar geleceğini bilmez. Başkalarının (tüketicinin) ya da kapitalizm koşulunda aynı anlama gelmek üzere piyasanın o ürüne ne miktarda ihtiyacı olduğunu, hatta ihtiyacı olup olmadığını da bilemez. Aynı şekilde, ürününün piyasada nasıl değerleneceğini, örneğin maliyetini kurtarıp kurtarmayacağını ya da hatta satılıp satılmayacağını bile bilmesi olanaksızdır.
Bireysel üreticiler, üretimin bu anarşik niteliği karşısında tamamen korumasız halde yok olmaktan kaçınamadılar. Kapitalistlerin tek dayanağı ise, üretimin fabrikalardaki örgütlülüğü oldu. Fabrikaların sahipleri kapitalistler, önce bireysel üreticileri sildiler, ardından, üretimlerinin fabrikalardaki özel örgütlenmesini mükemmelleştirerek (işbölümünü ilerletip emek üretkenliğini artırarak, sermaye bileşimlerini yeniden ve yeniden düzenleyerek) birbirleriyle rekabette ayakta kalmaya çalıştılar. Üretimin anarşik niteliği karşısında ayakta kalmalarının tek yolu ya da kaldıracı, üretimin fabrikalardaki bu örgütlülüğü ve durmaksızın gelişebilme özelliği oldu.
Anlaşılacağı gibi, birbirinden tecrit durumundaki üreticiler ve kapitalistler arasındaki toplumsal ilişkinin varlığını sürdüren tek biçimi değişimdi, işgücünü kapitaliste kiralayan ama kapitalizmde başlıca üretici olan işçiler de, kuşkusuz bu ilişki biçiminin kapsayıcılığının dışında kalamazdı, kalamadı. Buradan tüm toplumsal ilişkinin para ilişkisi haline gelişi türedi. Ama bir başka şey daha buradan çıktı: kapitalist biçimi de içinde olmak üzere tüm meta üretimini düzenleyen yasalar, rekabetin zorlayıcı yasaları, kendilerini değişim üzerinden, dolayısıyla piyasa aracılığıyla dayattılar. Bunlardan en belli başlı ikisi; emek-değer yasası ile piyasa fiyatlarının üretim maliyetlerine eşitlenmesi yasasıdır.
Emek-değer yasası biliniyor, uzunca üzerinde durmak gerekmiyor. Kapitalist üretim, üretim anarşisinin egemenliğindedir; ancak bu, kuşkusuz hiçbir yasaya bağlı olmadan gelişip gerçekleştiği anlamına gelmemektedir. Tersine ne kadar üretildiği ve ne kadar tüketileceği, kaça satılıp kaça alınacağı belli olmayan ürünlerin (metalar) ve sahiplerinin ancak değişim aracılığıyla birbirine bağlanması, değişimin kendisinin emek-değer yasası uyarınca düzenlenmesi yoluyla gerçekleşir. Bir metanın diğeriyle hangi ölçüye göre değişilebilir olduğu, onların değerini belirleyen aynı yasa tarafından gösterilmektedir. Ölçü, emek miktarıdır. Kuşkusuz belirli bir miktardaki herhangi emek değil, ama toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı ya da bu miktardaki emeğin uygulanması için gerekli emek zamanı, belirli bir metanın değerinin büyüklüğünü belirlemektedir. Metalar birbirleriyle bu ölçüye göre değişilirler. Ancak bu ölçüyü her gün her saat ölçen bir tartı ya da böyle bir teraziyi her an kullanan bir “üstün irade” doğal ki yoktur. Emek zamanı ölçüsü ve emek değer yasası kendisini, binlerce ve milyonlarca alım-satım işleminin belirli bir zaman sürecinde (örneğin bir yılda) birbirini dengeleyen ortalaması olarak kabul ettirir.
Burada ikinci yasanın işleyişine geliyoruz; çünkü emek-değer yasası üretim anarşisi içinde değişimi düzenleyerek toplumsal üretimin yolunu açar; ama milyonlarca ve milyonlarca alıcı ve satıcıyla binlerce düzensizlik etkeninin (iklim farkları, iletişim yetersizlikleri, bölgesel eşitsizlikler vb. gibi faktörler de içinde olmak üzere başlıca arz ve talep ve bundaki oynamalar) varlığı koşullarında, tek tek her alım-satım işleminin bu yasa uyarınca eczacı terazisi ile tartılırcasına düzenlenmesi beklenemez. Metalar kimi zaman ve yerde, kimi durumlarda değerinin altında kiminde de tersine üstünde değişilir; piyasa, tek tek her durumda mutlak doğrulukla çalışmaz. Ama piyasanın “kendi bildiğince”, herhangi bir yasaya bağlı olmadan işlediği de görülmemiştir. Burada, piyasa fiyatlarını üretim maliyetlerine eşitleyen yasa, değer yasasının “yardımına koşar”. Uzunca bir süreçte ve milyonlarca işlemin ortalaması olarak fiyatların üretim maliyetiyle çakışması ya da değişim değerinin emek ölçütüyle belirlenmesi, onun aracılığıyla düzenlenmiş olur.
Kuraklık, kıtlık ve bir ölçüde kriz koşulları dışta tutulursa, piyasada fiyatlar, alıcılar ile satıcılar arasındaki rekabet ya da arz ve talep arasındaki ilişki tarafından belirlenir. Üç yönlü rekabet yaşanır: satıcılarla satıcılar arasında, alıcılarla alıcılar arasında ve satıcılarla alıcılar arasında. Satıcının doğal olarak pahalıya satma isteği çok sayıda satıcının varlığı ile dengelenirken, alıcının ucuza alma isteği de yine çok sayıda alıcının varlığı ile dengelenir. Ucuza almak isteyen alıcı ile pahalıya satmaya uğraşan satıcının çabaları, diğer iki rekabet türünün de katılımıyla, belirli bir sonuca bağlanır ve bu sonuca bağlanma her an yinelenip süre-gider. Satıcılar arasındaki rekabet fiyatın düşmesine, alıcılar arasındaki rekabet yükselmesine yol açar. Her iki yandaki rekabetin şiddetine, dolayısıyla arzın ve talebin yüksekliğine göre, alıcı ya da satıcı isteklerini birbirlerine kendileri için daha elverişli koşullarda dayatırlar. Talep karşısında arz az ise, satıcılar birbirleriyle dalaşma ihtiyacını pek duymayacak ve piyasada yüksek fiyatlar oluşacaktır. Tersine talep az arz çoksa, satıcılar amansız bir rekabet içine girecek ve fiyatlar düşecektir.
Metaların değerinin piyasada mutlak eşitlikle gerçekleşmemesi, kimi zaman değerinin altında kimi zamansa üstünde satılması, piyasa fiyatının değerle çakışmaması ve üretim maliyetinden bu farklılığı; aslında, üretim maliyetinin piyasa fiyatlarına eşitlenmesi yasasının tersten söylenişidir.
Bir metanın fiyatı düştüğünde, zarar etmekte olduğunu ya da yeterince kazanamayıp rakipleri karşısında elverişsiz duruma düştüğünü gören kapitalist, sermayesini bu metanın üretiminden çekip yüksek fiyatla satılmakta olan başka bir metanın üretimine yatıracaktır. Bu, arz fazlalığı nedeniyle fiyatı düşen metanın arzını talebe uygun hale getirici rol oynayarak, arzla talebi eşitleme yönünde etkide bulunurken, düşük fiyatın da yükselerek üretim maliyetine eşitlenmesine götürecektir. Ancak arzla talebin tam dengelendiği optimum noktanın, geçişler dışında, yakalanabildiği ve hele kalıcı olabildiği de hiç görülmemiştir. Dolayısıyla, metaların piyasa fiyatları her zaman üretim maliyetinin (gerçek değerinin) üstünde ya da altında bulunur. Düşük fiyatlı metanın üretiminden kaçan sermaye, hangi noktaya kadar kaçacağını kuşkusuz saptama araçlarına sahip değildir, genellikle kaçış gereğinden fazla olur ve bu kez, eskiden düşük fiyatlı metanın arzı talep karşısında azalır ve piyasa fiyatı üretim maliyetinin üzerine çıkar. (Domateslerin denize döküldüğü bir dönemin ardından bu kez aşırı pahalı domatesle karşılaşıldığı hatırlansın!) Bunun üzerine yine arz ve talep arasındaki ilişkiye bağlı olarak piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar devam eder.
Ancak arz ve talepteki, dolayısıyla piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar, sürekli olarak, yeniden ve yeniden metaların piyasa fiyatlarını üretim maliyetleriyle çakıştırıcı etkide bulunur. Ve bütün bu dalgalanmalarla yükseliş ve düşüşler karşılıklı olarak birbirlerini dengelerler. Mevsimlik oynamalar, sanayideki atılım ve düşüş dönemleri vb. birlikte hesaba katıldığında, belirli bir zaman diliminde, sonuç olarak metaların değerine uygun olarak değişildiği ve piyasa fiyatının üretim maliyetiyle eşitlendiği ve onun tarafından belirlendiği görülür.
Toplumsal üretim, olanca dalgalanmalar, inişler, çıkışlar olarak kendisini ortaya koyan üretim anarşisi içinde gelişmektedir; bu anarşi, tümü birbirinin rakibi durumundaki çok sayıda kapitalist arasındaki dişe diş rekabet olarak görünmektedir. Piyasa, ancak alçalmanın yükselme ve yükselmenin de düşüşlerle dengelendiği kapitalist üretimin anarşisi içinde çalışır. Bu dalgalanmalar rastlantısal olmadığı gibi, yıkıcıdırlar da. Ve bütün bu düzensizlik, kapitalizmin “düzeni” durumundadır.
Buradan çıkacak bir sonuç, “piyasa”nın baş tacı edilecek bir olgu değil ama yıkıcı anarşizan bir dalgalanmalar toplamı olduğudur. Bir diğer sonuç ise, kapitalist üretimin ilerleyişinin bu piyasa dalgalanmalarından başka bir yolu bulunmamakla birlikte, arz-talep ve sair dalgalanmaları içinde değeri asıl belirleyenin, değer yasasına da anlamını veren metanın üretimi için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı olduğu ve kapitalizmde, piyasanın ancak, değer yasasının işleyişinin koşullarını sağladığıdır. Kendi başına “piyasa”, kapitalist üretim anarşisinin neden olduğu dalgalanmalarının yıkıcılığıyla sivrilir ve değer yasasının işleyişine katkıda bulunmayacak olsa, geriye bu yıkıcı anarşizminden başka bir şey kalmayacaktır! (Ancak kuşkusuz, değer yasasının kendisi de piyasaya ihtiyaç duyar ve ancak piyasanın varlık koşullarında geçerli olabilir.) Değer yasasını ve hele emeğin değer yaratıcılığını hiç tanımayan sermayenin küreselleşmeci “piyasa” tapınıcılarının, sonuç olarak yüceltmiş oldukları, bu anarşizm olmaktadır.
Ancak serbest rekabet ve piyasanın analizi bakımından bu söylenenlerle yetinilemez.

REKABET, MAKİNELEŞME, EMEK ÜRETKENLİĞİ VE ORTALAMA KÂR ORANI
Kapitalizmde meta değişimi, değer yasası ve aslında onun bir görünümü olan piyasa fiyatlarının üretim maliyetlerine eşitlenmesi yasasıyla düzenlenmekle birlikte; biliyoruz ki, bu düzenleniş, kapitalistler arasında piyasada süren kıran kırana rekabet üzerinde yürür. Ve kapitalizmde, piyasa fiyatının (ya da üretim fiyatının) üretim maliyetinin (değişim değerinin) üstüne çıkıp altına inen dalgalanmaları, kuşkusuz arz (kapitalistlerin toplam toplumsal üretimleri) ve talebe (pazarlar) bağlıdır; ancak, 1) son derece elverişli durumları oluşturan anlık kesitleri değil de, üretken sermayenin büyümesi ve kapitalist gelişmenin toplamı açısından bakıldığında, pazarların genişlemesi hemen hiçbir zaman sermayenin büyümesine denk düşmez, onun gerisinde kalır ve dolayısıyla, arzın talebe göre yüksekliği, kapitalistler arasındaki rekabeti tırmandırır ve 2) kapitalistler, bu nedenle, sürekli piyasa fiyatının altında üretme çabası içinde olurlar ve kapitalistlerin çoğunun birbirinin alıcısı (pazarı) olması, onlar arasındaki rekabeti ve ürünlerini piyasa fiyatının altında satma, ama bu nedenle de daha ucuza mal etme çabalarını artırır.
Bir kapitalistin rakibi olan bir diğer kapitalisti kendi alanından sürüp atması ve giderek onun pazarını (iflasa zorlayarak vb.) ele geçirmesinin tek yolu, ürettiği ürünleri rakibinin satamayacağı kadar ucuza satmasıysa, bunu kendisi batmadan gerçekleştirebilmesinin tek koşulu, maliyet fiyatını aşağı çekmesidir. (Üretim maliyeti ya da değeri ile maliyet fiyatı, birbirinden tamamen farklı iki büyüklüktür. Üretim maliyeti; sermayenin, hammaddelere vb. yatırılmış ve makinelerin yıpranma payı olarak değere katılan sabit sermaye kısmı ile işgücünü karşılayan değişen sermaye ve bu işgücünün yarattığı artı-değerin toplamıdır. Meta değerinin artı-değerden oluşan kısmı, karşılığı ödenmemiş emeğin sonucu olarak kapitaliste hiçbir şeye mal olmadığı için, kapitalist bakımından, maliyet fiyatı, metanın gerçek maliyeti olarak görünür. Maliyet fiyatının içinde, kapitalistin üretim için yaptığı gerçek harcamalar yer alır. Buna göre, metanın değeri, maliyet fiyatı+artı-değer olur.) Bunun da yolu tektir: emek üretkenliğinin artırılması.
Kapitalistin emek üretkenliğini artırarak düşürmeye çalıştığı, gerçekte metanın üretim maliyetidir. Ancak kapitalist, artı-değeri zaten elde ettiği “kendi hakkı” sayması ve zaman zaman bir kısmından vazgeçerek maliyet fiyatının üstünde ama değerin altında satmaya razı olması dışında, genel olarak kârından vazgeçmeyi aklının köşesinden geçirmemesine (bu durumda, kapitalist, kapitalist olmaktan çıkardı) rağmen, kârının, piyasa fiyatının oluşmasının bir öğesi olarak piyasa aracılığıyla düzenlenmesi nedeniyle, maliyet fiyatını düşürme eğilimi içinde olur; hesabını bunun üzerinden yapar. Kapitalist, yatırımlarına, gerek hammadde ve makinalara yatırdığı sermayesinin bölümüne gerekse işgücüne ödediği sermayesinin diğer bölümüne hâkimdir; onları artırıp azaltabilir, birbirlerine göre oranlarını yeniden belirleyebilir. Ama üretim fiyatının unsuru olarak kârı, kendi özel üretim alanından bağımsızdır; burada, toplumsal üretim nedeniyle piyasa devreye girmiş ve kârı, kendi üretim alanında kendi sermayesi tarafından belirli bir sürede üretilmiş artı-değere eşit kâr oranından farklılaştırmaktadır. Metaların maliyet fiyatı, tamamen kendilerinin üretim alanındaki sermaye yatırımlarına bağlıyken, ürünlerin sahibi kapitalistin kârı, “toplumsal üretime yatırılan toplam toplumsal sermayenin kesirli bir kısmı olarak, belli bir sürede her bireysel sermayeye ortalama olarak düşen kâr kitlesine bağlıdır.” (K. Marx, Kapital, Üçüncü Cilt, sf. 144, Sol Yay. 3. Baskı)
Böylece kapitalist, düşürmeye çalıştığı maliyet fiyatının üzerine eklenecek ortalama kâr oranınca belirlenen yüzde biçimindeki bir kârın toplamından ibaret üretim fiyatı (piyasa fiyatı) ile satacaktır. Bu fiyat, yine arz ve talebin diğer nedenlerle dalgalanmasıyla nispeten oynasa ve zaman zaman tersine eğilimler gösterse de, kapitalizmde asıl olarak, kapitalistler arasında arzda yaşanan rekabet nedeniyle aşağı çekilmek durumundadır. Ancak bu, toplumsal ortalama olarak aynı emek üretkenliği derecesine yükselinceye kadar, yüksek emek üretkenliğiyle üreten bireysel kapitalistin ürününü değerin altında üretmesine ya da maliyet fiyatını aşağı çekerek kendi üretim alanında ortalama kâr oranının üstünde bir ek kâr elde etmesine yol açarak ilerleyen bir süreçtir.
Birim zamanda daha büyük meta kitlesi üretilmesine, dolayısıyla metaların toplam fiyatları aynı kalsa bile, birim fiyatlarının ve kuşkusuz maliyet fiyatlarının düşmesine götüren daha gelişkin işbölümü, makineleşme ve emek üretkenliğinin artışı; bu nedenle, kapitalistler arasındaki rekabetin asıl unsuru olarak rol oynar. Bu, piyasa fiyatının oluşmasında rol oynayan ortalama kâr oranı ne olursa olsun, metalarda içerilmiş gerekli emek-zamanının kısalması ve artı-değer ve bireysel kapitalistin gerçek kârının artışının kaynağı olarak ek-emek zamanının artması anlamına gelen emek üretkenliğindeki artışın doğrudan sonucudur. Bu üretkenlik artışının kaynağı, söylendiği gibi, tektir: -tek tek fabrikalarda örgütlülüğün bir ifadesi olarak bireysel üretim alanlarında görülen, ortalamaya göre- gelişkin bir işbölümü ve makineleşme ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin yüksekliği.
Dolayısıyla, tüm kapitalistler aynı ürünü aynı piyasa fiyatından satmak zorundayken; a) sermayesi, teknik olarak, sermayenin organik bileşiminin toplumsal ortalamasına denk düşen bireysel kapitalistler, ancak ortalama kâr oranını tutturup ürünlerini yaklaşık olarak değerinden satma durumunda olacak, b) sermayesinin organik bileşimi, toplam toplumsal sermayenin organik bileşiminin altında olan kapitalistler, ortalama kâr oranına ulaşamayarak, belki maliyet fiyatının üstünde ama meta değerinin altında “kârdan zararla” ya da bir kısmı maliyet fiyatının da altında düpedüz zararla satmak zorunda kalacak ve c) sermayesinin organik bileşimi toplumsal ortalamanın üstünde olan kapitalistler ise, ortalama kâr oranının üstünde bir ek kâr sağlayarak ürünlerini değerinin üstünde satacaktır.
Üstelik ek kâr elde edebilen, yani üretim maliyeti ve kuşkusuz üretim fiyatını aşağı çekebilen kapitalistler, ürünleri piyasa fiyatının bir miktar altında satmaya yönelerek rakiplerini zararına satmak zorunda bırakıp pazardan sürüp çıkarma ve pazarı ele geçirme fırsatı yakalamış olacak, kuşkusuz bunu deneyeceklerdir.
Görüldüğü gibi, kapitalistler arası rekabet açısından yine piyasa rolünü oynamakta; gerek ortalama kârın oluşması gerekse piyasa fiyatının meta-değerden farklılaşması, bunu ifade etmektedir.
Ancak bireysel kapitalist ya da kapitalistler, sermayelerinin organik bileşimini ve dolayısıyla emek üretkenliğini artırarak rekabette elverişli bir durumu elde edip ürünlerini değerinin altında satma olanağı yakaladıklarında, bu pozisyonlarını sonsuza kadar koruyamazlar. Arz ve talebe uygun olarak, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalara benzer bir dalgalanma, bu kez, kâr oranlarının genel ortalamaya oturmasına yönelik bir dalgalanma olarak yaşanır. Bunun en belirgin yolu; sermayenin akışkanlığının artışı aracılığıyla gerçekleşenidir: sermaye, kâr oranının düşük olduğu alanlardan çekilir ve kâr oranının daha yüksek olduğu alanlara akar. Sermayenin düşük organik bileşimi ve dolayısıyla düşük emek üretkenliğiyle üretim yapan kapitalistlerden bir kısmı iflas ederken, diğer bir kısmı ise, emek üretkenliğini yükseltmeye ve sermayelerinin organik bileşimlerini artırmaya yönelirler. Sonuçta düşük olan bireysel kâr oranları ortalamayı tutturmak üzere artar. Eskiden ek kâr elde etmiş olanlar, şimdi ortalamaya gelmişlerdir ve yeniden sermayelerini teknik açıdan organize etme zorunluluğuyla karşı karşıyadırlar. Bu, böyle gider ve kapitalistler arasındaki amansız rekabet sürer. Ama şu söylenmelidir ki, hem kâr oranları eşitlenme ve ortalama bir oran olarak belirme yönünde eğilim gösterirler hem de buna bağlı olarak piyasa fiyatları değerle çakışma yönünde. Üstelik kâr oranlarındaki bütün dalgalanmaların ötesinde, toplam toplumsal sermayenin örneğin yıllık kâr oranı, ortalama kâr oranı kadardır ve toplam toplumsal ürünlerin piyasa fiyatları, şu ya da bu ürünün fiyatları değerin altında ya da üstünde dalgalanmış olmakla birlikte, meta değerleri toplamına eşittir. Bu, piyasanın, tüm fiyat ve kâr oranı dalgalanmalarının, kapitalistler arasındaki rekabetin arenası ve aracı olmasına rağmen, piyasa fiyatlarının sonuçta değerle çakışmasının gösterdiği gibi, asıl kapitalist üretimin düzenleyicisinin değer yasası olduğu ve her şeyin, emeğe göre belirlendiği anlamına gelir. Değer yasası, ancak piyasa aracılığıyla hükmünü icra edebilmektedir.
Ama yine de, piyasanın mekanizmasını sağladığı bütün dalgalanma ve çatışmaların sonuçları yok değildir. Bunlar başlıca; 1) Ortalama kâr oranının altında kâr oranlarıyla üreten kapitalistlerin ve en başta küçük üreticinin yok oluşu ve mülksüzleşerek proleterleşmeleri, piyasa aracılığıyla gerçekleşir, 2) İşçi sınıfına yönelik azgın saldırının aracılığını yine piyasa yapar; sermayenin organik bileşiminin yükselişine bağlı olarak yedek işçi ordusunun oluşumu ve hiçbir zaman emek üretkenliğinin artışına paralel artmayan ücretlerin görece düşüklüğü, işçilere piyasa üzerinden dayatılır, 3) Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş, piyasaya sunulan ürün (meta) kitlesinin sürekli büyümesi anlamına gelir, bu ise, sürekli yeni pazarlara olan ihtiyacı körükler. Ama kapitalizm, yalnızca kârı gözeterek üretim demek olduğundan, pazarların (en başta işçi ve emekçilerin) satın alma gücünün yükselişiyle tamamen ilgisizdir. Hızla artan ürün arzıyla pazarların genişlemesi arasındaki çelişki, aşırı üretim bunalımlarına götürür. Krizler, kapitalizmin kaçınamayacağı yol arkadaşlarıdır. 4) Sermayenin organik bileşiminin durmadan yükselişi, kimi kapitalistler ortalamanın üzerinde ek kârlar sağlasalar da, genel ortalama kâr oranının düşmesi eğilimine yol açar. Kâr oranlarının düşmesi, bu nedenle, kapitalizmin bir yasasıdır ve yeni pazar arasıyım tahrik eden başlıca dürtüyü oluşturur. 5) Gerek pazar ihtiyacı ve gerekse kâr oranlarının düşmesi, kapitalist sınıfı, yeni pazar arayışlarına götürür, bu birinci olarak sömürge siyasetine ve ikinci olarak paylaşım savaşlarına yol açar. Piyasanın, bunlardan “sorumlu” olduğu söylenebilir.

REKABET, TEKEL VE PİYASA
Marx, daha Kapital’i yazarken tekel durumunun, serbest rekabeti geçersizleştirerek piyasanın düzenleyici rolünü önleyici bir etken olarak sözünü etmişti.
Bunlardan biri; fiyat dalgalanmaları yoluyla, piyasanın, meta fiyatlarının meta-değerleriyle, yaklaşık olarak ya da tersine eğilimlerinin birbirlerinin etkilerini giderip nötralize ederek, çakışmasına aracılık etmesi açısından tekele yaptığı atıftır:
“Metaların değişim fiyatlarının, bunların değerlerine yaklaşık olarak tekabül etmesi için, yalnız şunlar yeterlidir: (1. ve 2. madde olarak Marx, değişimin genelleşmiş ve pazarın oluşmuş olması ile gereksinimleri karşılayacak yeterli miktarda meta üretimine ulaşılması koşullarını sayar -K.Y.) … ; ve 3) satışı ilgilendirdiği kadarıyla, taraflardan hiç birisine, metalarını kendi değerlerinin üzerinde satmalarını sağlayacak ya da bu değerlerin altında satmaya zorlayacak doğal ya da yapay bir tekel kurulmuş olmamalıdır.” (Kapital, C. 3, sf. 160) Yani, piyasanın işlevsel olabilmesi, tekellerin varlığını ve hele egemenliğini dışlamaktadır.
Ve örneğin bir diğeri; yine piyasa fiyatlarının dalgalanmaları içinde, bu fiyatların ürün değeriyle çakışmalarının, farklı kâr oranlarının bir ortalamada eşitlenmesi yoluyla gerçekleşmesinin koşullan sayılırken, tekelin sözünün edilmesidir:
“Devamlı sapmaların (ortalama kâr oranından sapmalar -K.Y.) sürekli bir biçimde dengelenmeleri, 1) sermaye ne kadar hareketli ise, yani bir üretim alanından bir diğerine ne kadar kolay kaydırılabilirse; 2) emek-gücü, bir alandan diğerine, bir üretim bölgesinden diğerine ne kadar kolay kaydırılabilirse, o kadar çabuk olur. Birinci koşul, toplumda tam bir ticaret özgürlüğünü ve doğal olanların dışında kalan, yani kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan bütün tekellerin kaldırılmasını gerektirir. (Marx, kredi sisteminin gelişmiş olması gereği gibi diğer koşulları sayarak devam eder. -K.Y.)…” (Age, sf. 175) Yani, kâr oranlarının bir ortalamada eşitlenmesi ve buradan piyasa fiyatlarının değerle çakışmaya yönelmesi, kısacası, piyasanın başlıca işlevinin gerçekleşebilmesi, sermaye ve emek akışkanlığının engeli tekeli ve hele tekellerin egemenliğini dışlamaktadır.
Görülüyor ki, daha kapitalist tekelin embriyon halinde bile ortaya çıkışından önce, Marx tarafından işaret edildiği gibi, tekel, kuşkusuz “kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan” tekel, hem kâr oranlarının piyasa aracığıyla ortalamayı tutturmasının ve hem de dolayısıyla piyasa fiyatlarının meta değerleriyle çakışmasını önleyici ve sonuç olarak piyasayı geçersizleştirici başlıca etken durumundadır. Bu etkisiyle tekelin, kapitalizmin “temel özelliklerinden bazılarının” “kendi karşıtlarına dönüşmesine” yol açması anlaşılır olmalıdır.
Tekel, serbest rekabete son vermekte, piyasanın işlevini dinamitlemektedir. Petrol sektörü açısından örnek verilecek olursa; doğrudan ya da petrol fiyatları örneğinde olduğu gibi, üretimi kısıp yükselterek vb. fiyatları düzenleyen, maliyeti ne olursa olsun “kendi” fiyatından satan tekel, fiyatları belirleme olanağı demektir. Tekel; kaynakların, petrol yataklarının kontrol edilmesi aracılığıyla, bu alandaki üretime rakiplerin sokulmaması ve rekabet olanağının dışlanması demektir. Yine tekel; örneğin uluslararası “piyasaca düşerken, iç “piyasa”da petrol fiyatlarını yüksek tutmak üzere, pazarda denetim kurma olanağıdır. Enerji koridorunun, yani ulaşım ve taşıma araç ve yolları üzerinde denetim aracılığıyla, petrolün pazarlara sunulması tekele, fiyat dikte etmenin yanında rakiplerini saf dışı etme olanağına kadar pek çok avantaj sağlar. Vb. vb. Dolayısıyla tekel durumu, serbest rekabet ve piyasadan geriye pek bir şey bırakmaz.
Ve bu tekel, toprak tekeli vb.den farklı olarak, giderek ve doğrudan rekabetin dayatmasıyla üretkenliği artan emeğin ve organik bileşimi hızlı bir artış gösteren sermayenin ve dolayısıyla üretimin yoğunlaşmasının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İşletmelerin gönüllü olarak ya da birbirini yutarak (zorla) birleşmesi ve dev tekeller haline gelmeleri, kapitalizmin doğal gelişmesinin bir ürünüdür.
Üretim ve sermayenin devasa yoğunlaşması üzerinde büyüyen, üstelik birleşmelerle daha da büyüyen dev işletmeler, hisse senetli şirketler, holding ve tröst ya da kartel biçimleriyle tekel; rekabette üstün bir pozisyon kazanmakla kalmaz; ama hammaddelere el konulması, fiyatların belirlenmesi ve dolayısıyla pazar ya da piyasa üzerinde egemenlik ve üstelik pazarların buna dayanarak paylaşılması, aynı tekelleşmenin bankacılık sektöründe yaşanması ve sanayi ve banka sermayesi ve tekellerinin iç içe girmesiyle oluşan mali sermayenin egemenliğine bağlı olarak kredi koşullarının dayatılması ve kredinin tekel “ilişkileri” ile yönlendirilmesi vb. gibi yönleriyle, bu tekel durumu, serbest rekabet ve piyasanın üzerinde ve kuşkusuz yanında egemenliğini dayatır.
Fiyatları tekel dayattığında piyasa düzenleyici işlevini nasıl yerine getirecektir? Hammaddeler -kuşkusuz fiyatları da içinde olmak üzere- tekellerin eline geçince, piyasa fiyatlarının oluşumunun bu doğrudan girdisi “serbestîsini yitirince, piyasaya ne olacaktır? Tekel, ürünlerini değerinin üzerinden ya da piyasanın küçüklerinden başlayarak büyüklerine doğru rakipleri aradan çıkarmak üzere, zaman zaman onların dayanamayacakları ölçüde değerin altında düşük fiyatlarla satma “özgürlüğü”nü elde ettiğinde, ortalama kâr nasıl oluşacak ve piyasa fiyatı meta-değeriyle nasıl ortalama olarak çakışacaktır? Tekel durumunun, her şeyden önce, pazarı kontrol edebilen ve hammaddelere el koymuş bulunan, dolayısıyla değerin üzerinde fiyat dikte edebilen tekele, dalgalanmalarla ortalamadan sapışının dengelenmesi olanağı kalmayan serbest rekabetin geçici ek-kârını, artık -tekel durumu devam ettikçe- kalıcı tekel-kârı olarak sağlayacağı ortadadır. Serbest rekabet ve piyasanın ayrılmaz parçası olan ortalama kâr oranı yine oluşacak; ama bu kez, bu tekel kârının ortalamayla çakışmak üzere giderilemediği koşullarda, tekele, ancak tekel durumu tarafından belirlenebilecek “aslan payı”nın aktarıldığı koşullarda eşitsiz bir ortalama olarak oluşacaktır. Bu, fiyatlarla değerlerin eşitsizliği bakımından da geçerlidir ki, tekel ek-kârını, ancak bu farklılıktan sağlayacaktır. Dolayısıyla bu açıdan da piyasa varlığını sürdürmekle birlikte, tekel, piyasada, onun üstünde bir pozisyon tutacak, bu kez piyasa, tekelin bu üstün ve dikte edici pozisyonuyla birlikte, onu gideremeden ve ona tabi olarak rolünü oynayabilecektir.
Ama piyasa, tekel karşısında tümüyle teslim bayrağını çekmemiştir. Bu, sadece tekelin yanında ve ona tabi olarak varlığını sürdürebilmesi anlamında değildir. Ama tekel-kârı ve tekelin ürünlerini değerinin üzerinde satışlarının sınırı, yine piyasa tarafından çizilmiştir; bu sınırlar, olağan koşullarda işlevsel gibi görünmese de, tekellerin fiyat dayatmaları ya da değerinin üzerinde satışlarıyla tekel kârının yüksekliği, sonuçta pazarın genişliği ve talep ile sınırlıdır ve bu sınırın zorlanması aşırı üretim bunalımına götürmeden edemez. Yine de bu sınırlar içinde tekel, serbest rekabeti kendi ilişkileri dışına atmak üzere yok etmiştir, ancak kendi dışında tanır ve örneğin yıllık toplumsal kâr kitlesini, piyasanın düzenleme durumunda olduğu ortalama kâr oranı üzerinden diğer “rekabetçi” işletmelerle paylaşmaz, tekel kârını, bu ortalamanın üzerinde bir orandan alır; ya da “piyasa” düzenleyici işlevini ancak bu sınırlarla -tekele, tekel-kârını sunarak- gerçekleştirir. Fiyatlar da, genellikle değerin üzerinde tekel fiyatları olarak dikte edilir, tekelin bu gücünü dengeleyecek bir mekanizma bulunmaz, piyasa geçersizleşmiştir; ya da ancak, söylendiği gibi sınırı çöküşe götüren krizlerle çizilen, tekelin dikte ediciliğine uyarlanan bir piyasa işlevselleşir.
Söylenenlerden anlaşılacağı gibi, artık tekel, rakipleriyle rekabetin başlıca yolu olan, emek üretkenliğinin artırılışı ve sanayiye yeni teknikler uygulanması (sermayenin teknik bileşiminin durmadan yenileştirilmesi) açısından “özgürleşmiştir”; çoğu yeni buluş, yeni yatırımları gereksindiği ve yeterince kârlı bulunmadığı için sanayiye uygulanmaz. Çok sayıda patent tekeller tarafından satın alınıp çekmecelerde biriktirilir. Tekel, bir çürüme ve durgunluk eğilimine yol açar. Serbest rekabet koşullarında düşünülemeyecek bu uygulama, tekel durumunun doğal bir sonucu ve tekelin, tekel-kârını, kaynak ve pazarlar üzerindeki egemenliğinden sağlamasının göstergesidir. Ama piyasanın, burada da, bir noktadan sonra işlevselleşeceği bir sınır vardır. Elbette, tekel, tek bir dünya tekeline (bu aslında, sosyalizmden başka bir şey değildir, kapitalist bir dünya tekeli pratik olarak olanaksızdır) götürmemiş olduğundan, dünya pazarındaki rekabeti tamamen ya da uzun sürelerle ortadan kaldıramaz. Serbest rekabet yenilmiştir; ancak tekniği geliştirmeyen bir tekelin karşısına yeni teknik donanımlarla bir diğerinin çıkması olasılığı büyüktür; bu, tekeller arasında rekabetin sürmesine ve belirli sınırlamalarla da olsa, piyasanın rolünü oynamasına götürür. Kapitalizm, tekellerin egemenliği altında, bu nedenle, yol açtığı bütün durgunluk eğilimi ve çürümesine karşın, Lenin’in belirttiği gibi eskisinden daha hızlı gelişmeye devam eder. Çoğu sanayiye uygulanmamasına rağmen, yalnızca uygulama alanı bulan teknik yenilikler, kapitalizmin baş döndürücü bir ilerleyişi için yeterince ön açıcıdır. Emek üretkenliğini yükseltici yeni işbölümü türleri ve üretim teknikleri gelişir gider: Fordizmi, esnek çalışma ve kalite çemberleri izler; bilgisayar yüksek düzeyde sanayiye uygulanır vb. Tekeller arası rekabet, buradan da hız alarak, keskinleşir. Piyasa, artık tekellerle birlikte ve onların egemenliği koşullarında düzenleyicidir.
Piyasanın bu tür düzenleyiciliği, tekelin düzenleyiciliği önünde secdeye geliştir ve eski bilinen anlamıyla piyasaya; tekelin müdahalesine göre kendisini yeniden “düzenlerken”, tekellerin, küçükleri ve tekel karşısında “küçük” kalan büyükleri bile yok oluşa ya da tamamen tekelin egemenliğine girerek onların yan sanayiciliğine, bayiliğine ya da şubeliğine sürükleyişini “onaylamak” düşer. Küçükler ya da orta boy işletmeler kendi aralarında serbestçe rekabet edebilirler, aralarında piyasa kuralları tamamen geçerlidir; ama artık “kural koyucu” piyasa başkalaşmış, tekellerin müdahaleleriyle yeniden düzenlenmiştir. Kendisi yeniden düzenlenen bir “düzenleyici”: piyasa, artık böyledir. Ve piyasaya kutsallık yüklerken kendilerinden geçen piyasa tapınıcıları, anlaşılmış olmalıdır ki, artık eski liberaller gibi gerçekten ticaret özgürlüğü vb. savunuculuğu peşinde değillerdir ve yerleşik tanımıyla piyasayı da övmemektedirler. Yaptıkları, tekellerin ve tekelci egemenliğin övgücülüğüdür. Çünkü artık ne ticaretin ne de başka bir piyasa kuralının “serbest” olmadığını, fiyatların, kâr oranlarının vb. “kendi halinde” dalgalanmaları içinde piyasada bir ortalama “huzur”a kavuşmadıklarını; tüm ortalamaların, tekellerin dayatmalarıyla, serbest olmadan gerçekleşebildiğini piyasa tapınıcıları da görüyor ve biliyorlar, işte övdükleri bu durumdur. Şimdi “ticaret özgürlüğü” ya da “serbest piyasa”yı neoliberalizm adıyla yeniden kutsarken, tekellerin egemenliğini kutsadıklarının sadece farkında olmakla kalmıyor, ideolojik aldatıcılıklarıyla, bu egemenliği sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.

YOĞUNLAŞMA VE TEKELLERİN BUGÜNÜ
Abartıyor muyuz? Lenin, Emperyalizm kitabında üretimin yoğunlaşmasından hareketle tekeller ve mali sermaye egemenliği üzerinde dururken ve Marx, üretimin yoğunlaşmasının zorunlu olarak tekele götürdüğünü ileri sürer, Engels de, bunun ilk belirtilerinden hareketle kapitalistlerin üretici güçlerin toplumsal niteliklerini kapitalistçe tanımaya zorlandıkları ve bunun kapitalizmin sonunun ilanı demek olduğunu söylerken yanılmışlar ya da örneğin rastlantısal ve gelip geçici bir olguya mı işaret etmişlerdi?
Marx’tan yaklaşık bir buçuk ve Engels’le Lenin’den yine yaklaşık bir asır sonra üretimin yoğunlaşması ve tekellere bir göz atmak her halde yararlı olacaktır.
Amerikan iktisat dergilerinin her yıl yayınladıkları “dünyanın en büyük 500 şirketine ilişkin 1998 verilerine göre, bu 500 şirket, dünya çapında toplam sermayenin yüzde 42’sini ellerinde tutuyorlar. Dünyanın en güçlü 100 ekonomisi, yarı yarıya bu ülkelerin elinde. En büyük 10 şirket ise, 100 küçük ülkede gerçekleşen toplam cironun üzerinde bir ciroya sahip. Tek başlarına Shell ya da Exxon petrol tekellerinin dünya çapında gerçekleştirdikleri ciroyu 27 ülke geçebilmektedir. Shell’in petrol yataklarını garantiye almak üzere eline geçirmiş olduğu arazilerin toplamı 400 bin km2 ve bu rakam 144 ülkenin yüzölçümünden daha büyük. Aralarında otomotiv, uzay, havacılık, elektronik, çelik, petrol, bilgisayar ve medya sektörleri olmak üzere dünyanın en önemli 12 sanayi kolunun yüzde 40’ı sadece 5 tekelin elinde. Ve dünya gıda ticaretinin hemen hemen tümünü 10 tekel elinde bulunduruyor.
Belki kısa ama çarpıcı rakamlar. Hem üretimin yoğunlaşmasına ve hem de tekelci egemenliğin boyutlarına işaret ediyorlar.
Ve BM Kalkınma Programı’nca hazırlanan ’98 Raporu benzer bir yoğunlaşma ve tekel egemenliğine işaret ediyor: Dünyanın en zengin üç kişisinin servetleri, 48 ülkenin milli gelir toplamını aşıyor. Önemlisi, yoğunlaşma son derece hızlı ilerliyor. 1960’da az sayıda zengin ülkede yaşayan nüfus ile yoksul ülkelerin nüfusu arasındaki gelir farkı 30 katken, bu, 1995’te 82 katına çıktı.
’96 verilerine göre, ABD’nin toplam şirket sayısının ancak yüzde 0,0078’ini oluşturan 500 büyük şirketi, toplam işçi sayısının yüzde 26’sını çalıştırmaktadır. 500 şirketin 5 trilyon dolar olan toplam ciroları, 5,8 trilyon dolar olan ABD ulusal gelirine neredeyse eşit ve bazı gelişmiş ve “gelişmekte olan” ülkeler bir yana, bu ciro toplamı, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa gibi dünya devlerinin gayrı safi yurt içi hâsılalarından kat kat fazla.
Üstelik bu 500 şirket içinde göze çarpan yoğunlaşma hiç de küçük değil. ’93 rakamlarına göre, 500 büyük içindeki ilk büyük 100 şirket, toplam cironun yüzde 70,7’sine sahipken, sonuncu 100 şirket, bu cironun sadece yüzde 2,9’unu temsil edebiliyor. Yıldan yıla yoğunlaşma ise, hızla ilerliyor. ABD’deki tüm şirketlerin en büyük yüzde 5’lik bölümü, tüm şirket gelirlerinin 1920’de yüzde 79’unu sağlarken, bu rakam 1970’lerde yüzde 87’ye ulaşıyor, bugünse daha yüksek.
ABD otomotiv sektöründe 3 tekel, toplam üretimin yüzde 70’ine yakınını elinde tutuyor. Diğer sektörlerde pazar payları biraz daha düşük olmakla birlikte, çoğunda üretimin yarısından fazlası 3 ya da 4 tekelin elinde bulunuyor. En büyük 200 tekel ABD toplam üretimin 1947’de yüzde 30’unu, ’60’larda yüzde 38’ini ve 70’lerde ise yüzde 43’ünü sağlıyorlar. Bu rakam 1996’da yüzde 57’ye ulaşmıştır.
Toplam toplumsal üretimin ortalama büyüklüğünden fazlasını kontrolleri altına alan, pazarların yarısından fazlasını ele geçiren bu tekeller, hangi ortalamayı “takarlar”, tersine kendi “ortalamaları”nı herkese kabul ettirmelerinden daha doğalı olur mu?
Üstelik bu tekeller, tek tek şu ya da bu üretim dallarıyla sınırlı da değillerdir. Örneğin 50 ülkede üretim yapan General Motors, finans ve bankacılık sektörlerine, medya ve uydu yayınma, sigortacılıktan lokomotif üretimine kadar pek çok alana yayılmıştır. General Electric ise, daha da yaygındır, 13 ana bölümü ile 83 sektörde faaliyettedir ve 250 çeşitten fazla mal üretmektedir. Her iki tekel, büyük bankalarla içice geçmiş ve büyük banka gruplarıyla birbirlerine karşılıklı yatırımlarla bağlanmışlardır. Diğer ABD şirketlerinin durumu da farklı değildir. Oluşmuş ve gelişmekte olan tekellerin egemenliğidir ve bu, üretimin dev bir yoğunlaşmasına dayanmaktadır. Rekabette “serbesti”yi kovarak tekelci dayatmayı geçerli kılan, tam da bu gelişmenin kendisidir. Geriye tekeller arası rekabet kalmaktadır ki, bu, gerek tek tek ülkeler içinde ve gerekse uluslararası ölçekte kıran kıranadır. Ülke pazarlarının paylaşılmasından dünya pazarlarının paylaşılmasına, yeni paylaşma dayatmalarına ve füzyonlarla dev tekellerin birleşmelerine ya da birbirlerini yutmalarına varmaktadır. Örnek vermek gerekirse, General Electric, ’90’lı yıllar boyunca sadece Avrupa’da 76 şirketi yutmuştur ve yıllık cirosunun yüzde 40’ından fazlası yurt dışı yatırımlarından gelmektedir. Mal varlığının yüzde 30’undan fazlası yurt dışındadır ve önemlisi, yurt dışında içerden üç misli hızla büyümektedir. Bu genel olarak da doğrudur: 1975’te dünya ölçeğinde 282 milyar dolarlık bir büyüklükte olan doğrudan yabancı yatırımlar, 1993’te 2 trilyon 125 milyar dolara ulaşmıştır ve yoğunlaşma bu alanda da sürmektedir; bu yatırımların üçte biri, dünyanın en büyük 100 şirketinin elindedir.
Rakama boğup anlaşılır olmanın zorlaşmasından kaçınmak için, ABD’deki ve oradan uluslararası alana yansıyan durumun, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya gibi belli başlı emperyalist ülkeler açısından benzer olduğunu söylemekle yetinelim. Bu ülkelerde yoğunlaşma ve tekellerin durumu ile ilgili bilgiler için dergimizin 85, 86, 88 ve 93’üncü sayılarına başvurulabilir.
Tüm rakamlar, Marx, Engels ve en son Lenin tarafından Emperyalizm adlı eserinde ortaya konulan görüşleri ve yapılan değerlendirmeleri desteklemekle kalmamakta, sürecin çok daha ilerilere geliştiğini göstermektedir. Lenin zamanında tekellerin egemenliği bir birim kabul edilirse, bugün en azından on birime ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla “serbest rekabet” e kalan yer o ölçüde daralmış, tekeller kendilerini piyasaya o ölçüde fazla dayatmış ya da piyasa tekellere göre yeniden şekillenmiştir.

TEKELCİ KOŞULLARDA REKABET
Konunun çeşitli yönlerine yazı boyunca değinildiği için kısa bir özet yapmakla yetineceğiz.
Serbest rekabetin yalnızca küçük ve orta boy işletmeler arasında, o da, tekeller tarafından güdümlenip yönlendirildiği koşullarda gerçekleştiği tekellerin egemenliği altında yaşanan belli başlı rekabet biçimleri şöyledir:
1. Tekellerle tüm bir tekel-dışı sermayedar kesimi arasındaki rekabet olarak yaşanan, tarafları son derece eşitsiz bir rekabet türü, küçüğünden büyüğüne doğru, tüm tekel-dışı kesimin tekeller tarafından boyunduruk altına alınmasına götürmüştür ve götürmektedir. Yoğunlaşmaya ilişkin aktarılan rakamların gösterdiği gibi, üç-beş büyük tekel tüm ekonomik yaşamı egemenlikleri altına almışlar ve küçüklere kendi karşılarında rekabet şansı tanımayarak, geniş bir küçük üreticiler, esnaf vb. kesimini iflasa sürüklemektedirler. Bu kesime, tekellerin henüz doğrudan kendi aygıtlarıyla girmemiş bulunduğu, ekonominin pek fazla gelişmemiş olduğu alanlarda hayat hakkı bulunmaktadır. Bu alanlarda da fiyatlar, kredi vb. yollarıyla kendilerine dayatılmış koşullarda varlıklarını korumaya çalışan küçük üreticiler ve esnaf son derece zor durumdadır, çünkü tekelci ilişkiler her geçen gün bütün alanlara daha fazla yayılmaktadır. Örneğin, Türkiye tarımının, yeni yasalarla da desteklenerek, tekeller lehine küçük üreticisizleştirilmesi süreci hızlandırılmıştır.
Orta büyüklükteki işletmeler de, tekeller karşısında rekabet şansına sahip değillerdir. Tekelci fiyatlarla, pahalı hammadde, yakıt vb. baskısı altında, kredi bulamama ya da faizini karşılayamama nedenleriyle iflasa sürüklenmekte; ya da tekellerin kendileri açısından daha kârlı bulmaları durumunda, onların gösterdiği yan sanayi, bayilik vb. türden işleri, tamamen tekellere bağımlı halde üslenerek yaşamaya yönelmektedirler. Çoğu kez büyük işletmeler, hatta tekelci olanlar da bu akıbetten kurtulamamaktadır.
2. Tekeller işçiler arasındaki rekabeti arttırmışlardır. İşgücü arzı ve talebini düzenleyen piyasaya egemen olan tekeller, hem bu nedenle ve hem de emek üretkenliğinin artışı üzerinden doğdukları ve bu artışı daha da hızlandırdıkları için, işçiler karşısında dayatıcı güçlü bir pozisyon kazanmışlardır. Genel olarak işçi sınıfının durumu, bu nedenle kötüleşir ve mücadele koşullan zorlaşırken, öte yandan yedek işçi ordusu büyümekte ve işgücü arzının artmasının yanında işgücü talebinin bir avuç tekelci tarafından yönlendirilmesi, toplam olarak işçi sınıfı içindeki (işçiler arasındaki ve işçilerle işsizler arasındaki) rekabeti sertleştirmektedir. Bu aynı koşulların, işçileri mücadeleye daha çok iten koşullar olması da, kuşkusuz sorunun bir diğer yanıdır. Tekeller, işçi sınıfı ve genel olarak emekçilerle sermaye arasındaki çelişkinin alabildiğince keskinleşmesine yol açmaktadır.
3. Tekeller arası rekabet, tekellerin egemenlik koşullarının asıl rekabet türü olarak görünür. Tekeller, yalnızca ekonomik “piyasa” güçleriyle değil ama tüm ilişkileri üzerinden birbirleriyle çatışırlar. Hammadde kaynakları ve pazarların güç ile elde edilmesi ve elde tutulması, tekeller arasındaki çatışmanın asıl konusudur. Bu, tekel öncesi dönemde olduğu gibi, yalnızca daha ucuza üreterek rakibi pazardan sürmeye çalışmakla elde edilemez. Belirli bir hammadde alanı ya da pazar üzerinde egemenlik kurmuş, örneğin belirli alanları mülkiyetine geçirmiş ya da belirli bir devlet tarafından sömürgeleştirilme-sini sağlamış rakibi, bu alanlardan düpedüz sürüp çıkarmak ihtiyacı oluşmuştur. Ekonomik güç önemli olmaktan kuşkusuz çıkmamış, ancak siyasal, askeri güçler ve kaynaklar ve pazarlar üzerinde oluşturulmuş tekel durumunun sağladığı güçle birleşen topyekûn güç ve ilişkilerin toplamı, tekeller arasındaki rekabetin gelişmesine yön verir olmuştur. Siyasi ve askeri güç dâhil, barışçıl ya da zora dayalı her türlü biçiminin rolünü oynayabileceği bu güce dayalı olmaktan başka, tekeller arası rekabeti çözüme bağlayabilecek hiçbir şey yoktur. Fiyatlar, hammaddelerin kullanımı ya da pazarların paylaşımı üzerine anlaşmalar yapma ve birlikler oluşturma, bu rekabetin barışçıl görünümleri ve “ateşkesleri” gibidir, rekabet sürer gider. Dev tekellerin belirli alanlarda tek bir büyük tekel oluşturmak üzere birleşmeleri mümkündür, kartel ya da tröst oluşturma durumunda rekabet bunların içinde sürer, sonunda birinin diğerini yutmasına ulaşılır; nadiren anlaşmalar kalıcı “ortaklıklar”a dönüşür. Her halükarda, tekeller yalnızca “kendi” sektörleri ve ülkelerini değil ama dünyayı ekonomik olarak ele geçirmeye ve paylaşmaya, “güçleri” değiştikçe ve yeni güçleri oranında yeniden ve yeniden paylaşmaya yönelik bir rekabeti sürdürürler. Anlaşıldığı gibi, bu rekabet, serbest rekabet gibi dişe diştir, ama yalnızca onun kurallarıyla yürütülmez.
4. Emperyalist devletlerarasındaki rekabet, tekeller arasındaki rekabetin bir görünümü olarak sürer. Tekeller, uluslararası bağlantıları içinde “ulus-ötesi” bir görüntü verseler de, en azından henüz belirli “ulusal” devletleri (ve onların ekonomilerini) merkez edinmişlerdir. AB, NAFTA vb. türünden ülkeler arası uluslararası ekonomik ve giderek siyasal birliklerin oluşması eğilimine karşın, henüz, büyük emperyalist devletler, arkalarında bir dizi dev tekel olmak üzere, birbirleriyle çekişme ve daha çok bir “bloklaşma” eğilimi göstermektedirler. Ekonomik paylaşımla sınırlı tekeller arası rekabet, başlıca büyük emperyalist devletlerarasında, ekonomik alanı da kapsamak üzere, siyasal-askeri alanda rekabet olarak sürer. Küçük ya da orta “boy” emperyalist devletler, bu başlıca devletlerden birinin ya da diğerinin peşine takılma eğilimi gösterirler.
Büyük emperyalist devletlerarasındaki tekelci rekabetin konusu, dünyanın toprak olarak paylaşılmasıdır. Bu açıdan nükleer güç tekeline varıncaya kadar bütün güçler seferber edilir. Nüfuz alanları edinme, hammadde kaynakları ve pazarları rakip emperyalist güçlere kapatma vb. amaçlarıyla, “paylaşılması tamamlanmış olan” dünyanın yeniden paylaşımını değişen güç oranlarına göre zorlama, bu rekabetin özünü oluşturur.
Burada, küçük ülkelerin payına düşen, paylaşılma konusu olma ya da şu ya da bu büyük emperyalist devlete bağlanmadır. Ve zaten piyasa tapıcıların dillerine doladıkları “serbest piyasa” ve “serbest ticaret” türünden lafların anlamı, küçük üreticiler ve orta işletmeler karşısında olduğu kadar, küçük devletler karşısında da, kaynaklar ve pazarların, tekeller ve emperyalist devletlerin egemenliğine tamamen boyun eğilmesinin unsuru olarak, tekeller ve büyük devletler önündeki tüm kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Burada “serbestlik”leri savunmanın bir anlamı vardır: “ulusal ekonomi”nin tamamen boyunduruk altına girmesi için gümrüklerin kaldırılması, sermaye transferinin ve ülke parasının dövizle değişilebilirliğinin serbestleştirilmesi ya da “serbest ticaret bölgeleri”nin kurulması gibi. Bu açıdan anlamlı olan “serbestlik” savunusu, sömürgeleşmenin savunulmasıdır.
Bir geçiş kapitalizmi olan tekelci kapitalizm, ekonomik özünü tekellerin oluşturduğu emperyalizm, bu nedenlerle, küçük üreticiler ve orta sınıflar üzerinde mali sermayenin amansız bir boyunduruğu demekken, dünya halkları ve milyarlarca insanın sefalet içinde yaşadığı çok sayıda gelişmemiş ülkenin ve hatta birçok gelişmiş ülkenin birkaç büyük emperyalist ülke tarafından köleleştirici boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi, tekellerin egemenliği koşullarının rekabet türlerinde, “piyasa”, aşağı yukarı “süs” gibidir; kuşkusuz tümünün piyasayla bir bağlantısı vardır, ancak kesinlikle piyasa ilişkileri ve kurallarıyla sınırlı gerçekleşmezler.

Eylül 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑