Son 5–10 yıldır, bir “yeniden yapılandırma”dır gidiyor. Öyle ki, “yeniden yapılanma” ya da “yeniden yapılandırma” her derde deva olacakmış gibi sunuluyor.
Sermayenin güç odaklarının sözcüleri, her köşedeki propagandacıları ve ideologları “dün”e ait yedikleri bütün haltları, sömürü ve soygun için kurdukları ve kullandıkları kurumları, egemenlik aracı olarak kullandıkları örgütleri eleştiriyor, hatta suçluyorlar. Sanırsınız ki, örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan düzeni kapitalistler değil de sosyalistler, Marksistler kurmuş! Sanırsınız ki, “ithal ikameci” ekonomi, devletin hantal işleyişi, sosyal güvenlik kurumlarındaki yolsuzluklar, ekonominin mafyalaşması, KİT’lerin burjuva düzen partilerinin arpalığına dönüştürülmesi, teknolojik gerilik, verimliliğin düşmesi, polis devleti uygulamaları, işkence, insan haklan ihlalleri, etnik ve dinsel azınlıkların ezilmesi, burjuva siyasetindeki çürüme, devletin çete organizasyonlarıyla içli dışlı hale gelmesi, hazine yağmacılığı, banka hortumculuğu, kontra faaliyetleri gibi şeyler egemen sınıfların, kapitalistlerin, onların düzenlerinin marifeti değil de; sosyalistlerin, işçilerin, emekçilerin marifetidir!
Aslında söz konusu olan, demagojik bir kampanyadır. “Krizsiz, barış içinde refahın paylaşıldığı, demokrasinin tüm dünyaya egemen olduğu bir dünya kuruyoruz” iddiasıyla 10 yıl önce yola çıkan kapitalist-emperyalist dünyanın güç ve egemenlik merkezleri; bugün vaatlerinin tam tersine bir tablo çıkarmışlardır karşımıza. Kurdukları dünya on yıl öncesine göre daha büyük krizlerin pençesindedir; barış, refah, demokrasi gibi kavramların karşılığı olan ilişkiler her gün daha geriye gittiği gibi, sistemin bugünkü doğrultusunda ilerlediğinde; dünyanın bugünkü durumunun bile mumla aranacağını, bir kaosun kaçınılmaz olduğunu kapitalizmin az çok aklı başında savunucuları da kabul etmektedirler.
Ne var ki, kapitalist sistemin sürmesi; emperyalist ülkelerin ve tekellerin egemenliği altında bir dünyanın başka türlü şekillenme olanağı da yoktur. Bu yüzden de, emperyalist-kapitalist güç odakları bu vahşi sömürü dünyasının “yeniden yapılandırılması” adı altında sömürü ve baskı sistemini geliştirmektedirler. Eskisiyle hiç ilgisi olmayan, onun kusurlarını taşımayan bir kapitalist dünya kurulduğu, kurulmak istendiği havası verilmek istenmektedir.
‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ VE TARİH
Aslında gizemli bir havada ve “tarihte ilk kez yapılıyor” gibi sunulan “yeniden yapılandırma”ya bir yalan ve demagoji propagandası eşlik etmektedir. Çünkü böylece kapitalistler; son yüzyıl içinde şekillendirdikleri ilişkileri, kapitalist yönetim ve baskı kurumlarını kendilerinin şekillendirmediğini, onları sınıf niteliği ve kime ait olduğu belirsiz bırakılan bir “tarihten devraldıklarını” öne sürerek, şimdi artık kendi istedikleri gibi, “barış ve refah içinde bir dünya” kurabilecekleri tezlerine inanılırlık kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Gerçekte ise; son yüzyıl içinde kapitalist dünya, daha önce de iki kez “yeniden yapılandırma” operasyonlarına sahne olmuştur.
Söylenenlerin ve bugün olup bitenlerin anlaşılması için “yeniden yapılandırmadın geçmişte ne anlama geldiği ve nasıl yapıldığına, burada kısaca da olsa değinmek gerekir.
Geçtiğimiz yüzyıl içinde ilk yeniden yapılandırma girişimi 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve 1917 Ekim Devrimi tarafından altüst edilen eski dünya ilişkilerinin yeniden kurulması içindir. Ve dünya “iki güç” tarafından “yeniden yapılandırılmak” istenmiştir.
Dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerden birincisi işçi sınıfıdır. SB’nin şahsında ilk kez gerçek somut bir devlet olarak da tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı, kapitalist dünyayı, sömürüsüyle, savaşlarıyla, ezen ve ezilen olarak kurulmuş tüm ilişkileriyle tarihe gömüp, gerçekten yeni bir dünya; sömürünün, ezenin ve ezilenin olmadığı, baskının olmadığı, nimetlerinden herkesin “eşit” yararlandığı bir dünya olarak, dünyayı yeniden kurmak istemektedir. Kısacası işçi sınıfı, elbette işçi Sınıfı Enternasyonalizmi ilkesi doğrultusunda, sosyalist bir dünya kurmayı amaçlamaktadır. Ancak bu son amaca giden yolda, eski dünyanın “zayıf halkalarımdan koparılması, sömürgelerin kurtuluşu ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme bağlanması yolundan ilerlenmesi gerekecektir. Ve bunun için 3. Enternasyonal (Komintern) ve SB, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesini, tartışılmaz bir ilke olarak ilan eder.
Bu, sömürgeciliğe, hegemonyacılığa vurulabilecek en ağır darbedir. Bu, yeni bir dünya kurma stratejisi; bağımsızlığı için savaşa girecek ulusların, emperyalist sistemin temel dayanaklarından olan sömürgeciliği dağıtacağı, sömürge ve yarı sömürge ulusların bağımsızlık mücadelelerinin emperyalist sisteme ağır darbeler vuracağı, yeni dünyanın kurulmasının yolunun açılacağı görüşüne dayanır.
Kapitalist dünyanın sahipleri de, bir yandan sosyalizm, öte yandan savaş tarafından tahrip edilen, bundan da öte yükselen emperyalistlerin dünyanın paylaşımından pay isteklerini karşılamak için, dünyanın “yeniden yapılandırılması” ihtiyacındadırlar. Ve yeni emperyalist güç, savaştan en kazançlı çıkan ülke ABD’dir. ABD, eline geçirdiği fırsatla, İngiltere başta olmak üzere sömürgeci ülkelerin tarihsel dayanağı olan sömürge sistemini yıkarak, yeni koşullarda kendi hegemonyasını kuracağı bir dünya sistemine dayanak olacak (kapitalizmin emperyalizm aşaması, ekonomik bakımdan sömürmek için, daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi askeri işgali gerektirmeyecek kadar gelişmiş, sermaye ihracının mal ihracının önünde önem kazandığı bir aşamadır) bir tez öne sürerek. Ve o da; 3. Enternasyonal ve sosyalist SB gibi; kendi dünya hegemonyasının, dünya egemenliği stratejisinin merkezine UKKTH’yi tanımayı koyar. Savaş sonrası Avrupa’daki “barış antlaşmasının (Almanya ile yapılan Versay Antlaşması ya da Osmanlı ile yapılan Sevr Antlaşmasının) ilkelerinin ifadesi olan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen ilkelerin merkezinde UKKTH ilkesi vardır. (Wilson İlkeleri, ya da “Wilson Doktrini” olarak bilinen ilkeler, 1. Dünya Savaşı sonrasına dünyaya ABD’nin çıkarları doğrultusunda yön vermek için dönemin ABD Başkanı W. Wilson tarafında öne sürülmüştür. Sonraki yıllarda ABD bu ilkelere dayanarak, sömürgelerin ayaklanmasında sömürge halkların destekçisi gibi görünerek, İngiltere, Fransa sömürgeciliğinden bıkan halkları yavaş yavaş kendi himayesine almış; kimi yerde ise, örneğin Kore’de, Vietnam’da olduğu gibi, sömürgecilerin yerine geçerek, sosyalizme bağlanacağını düşündüğü kurtuluş mücadelelerini bastırmaya çalışmıştır. Ama elbette yine “bağımsızlık”, “demokrasi” uğruna! Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında cuntaları, faşist diktatörleri SB’ye karşı desteklemesinin kılıfı da yine bu ilkeler olmuştur.) Böylece sömürgeler ve yarı sömürgeler sömürgecilere başkaldıracak, Osmanlı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki uluslar ve milliyetlerle, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İspanya gibi sömürgeci ülkelerin sömürgelerinin dağılmasına da yeşil ışık yakılmış olmaktadır. Ya da Rus Çarlığı’nın sınırları içinde olan ama artık genç SB ile eşit ilişkiler kurarak kendi kaderini tayin hakkını elde eden ulusların kışkırtılması da, elbette “Wilson İlkeleri”nin amaçları dâhilindedir ve sonraki yıllarda bu, tek amaç haline gelecektir.
Klasik sömürgecilik döneminden sömürgelere sahip olmayan ABD, bu ilkeler doğrultusunda sömürgelerin başkaldırılarını desteklemiştir. Böylece ABD, mazlum ulusların gözünde “özgürlük yanlısı”, “halkların destekçisi” gibi görünme imkânını elde etmiştir. Hem de pek çok bakımdan “yardıma” ihtiyaç duyan bu ülkeleri avucunun içine alarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında tanık olunacak tarihin en vahşi imparatorluğu olan Amerikan imparatorluğumun temellerini atmıştır.
Burada konumuz açısından ilginç olan şey; dünyayı sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda yeniden kurmak isteyen 3. Enternasyonalin de, ABD emperyalizminin de dünyayı yeniden kurma stratejisinin “aynı ilke”de ısrar etmesidir: UKKTH!
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi, 1. Emperyalist Savaşı’nın sonrasındaki dünyanın yeniden paylaşımının bu sefer savaş yoluyla kurulması çabasıdır ama bilindiği gibi; savaş, yeni paylaşım talep eden emperyalist güçlerin, faşist kampın çöküşüyle biter. Ama aynı zamanda 2. Paylaşım Savaşı, bu savaştan devasa şekilde güçlenerek çıkan ABD’nin 1. Paylaşım Savaşı’nda güttüğü amacı gerçekleştirmesi için bütün imkânları da olağanüstü hazır hale getirir, İngiltere, Fransa ve öteki sömürgeci ülkelerin savaşta yıkılmaları, ekonomik ve askeri bakımdan büyük kayıplara uğramaları ve sömürgelerdeki koşulların kötüleşmesi Afrika ve Asya’daki sömürge ulusların art arda ayaklanmalarını getirir. Çin, Hindistan, Orta ve Kuzey Afrika gibi başlıca sömürge bölgelerinde sayısız yeni ulusal devlet ortaya çıkar.
Öte yandan İkinci Paylaşım Savaşı sonrası koşullar; savaşta en çok tahrip olan, en çok insan kaybına uğrayan ama dünyayı faşizmden kurtarma savaşında en önemli role sahip olan SB’nin önderliğinde kurulmak istenen sosyalist bir dünya programı için de sınırsız imkânlar sunar. Doğu Avrupa ülkelerinde, Çin, Kuzey Vietnam ve Kuzey Kore’de SB ile dostluk ve dayanışmayı esas alan halk cumhuriyetleri kurulur. Hemen bütün kurtuluş mücadeleleri içinde kendisini sosyalist, komünist ilan eden fraksiyonların etkisi yükselirken, Fransa, İtalya gibi büyük kapitalist ülkelerde 3. Enternasyonal’e bağlı komünist partiler son derece güçlenir, iktidara aday hale gelirler. Dahası ABD, İngiltere gibi en emperyalist ülkelerde bile komünist ve gerçek demokrat güçlerin etkinliği artar. Küçük burjuva ya da ulusal burjuvaların iktidarda olduğu pek çok sömürge ya da yarı sömürgelikten kurtulma yoluna girmiş ülkede, SB’ye, sosyalizme yakınlık, uluslararası planda SB ile yakınlaşma başlar. Çünkü bu ülkeler, ancak SB ile yakınlaşarak “kendi kaderlerini tayin hakları”nı koruyabileceklerini düşünmektedirler.
Aslında savaş sonrasında ortaya çıkan “kapitalist sistem” ile “sosyalist sistem” arasındaki mücadele politika alanında “halk demokrasisi” ile “burjuva demokrasisi” arasındadır. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında UKKTH sorunu, ya sosyalist sistemle dayanışarak gerçek bir bağımsızlığa, ulusun kaderini tayin hakkını gerçekten kullanabileceği bir ekonomik bağımsızlıkla desteklenmeye ya da emperyalizmin uluslararası çıkarlarına bağlanarak, bir süre sonra ABD kuklası hükümetler aracılığı ile yeni sömürgeciliğe evrilecek bir soruna dönüşmüştür.
Nitekim ABD ve müttefikleri, Yunanistan’da, Kore’de, Vietnam’da “demokrasiyi korumak” için savaştıklarını iddia ederken, en kanlı diktatörleri, azılı gericileri, en zalim cuntaları işbaşına getirmesini, “demokrasiyi”, “demokrasi dünyasını korumak” ihtiyacı ile açıklar. SB de, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden ülkelere, bu ülkelerde halkın istediği yönetimlerin gelmesi için destek verir. Kore, Vietnam, Çin devrimleri, Doğu Avrupa’nın halk cumhuriyetleri bunun için desteklenir.
Söylem açısından bakıldığında, ABD ve öteki emperyalistlerin “kurulmak istenen dünya”, “dünyanın yeniden yapılandırılması” için kalkındıkları tez, lafız olarak sosyalizminki ile aynıdır. Ama bu iki görüşün bağlandığı dünya görüşü ve kurmak istedikleri dünyanın temelleri ve varmak istedikleri toplumsal amaç tamamen zıttır.
Sovyetler Birliği, sömürüşüz, baskısız, ebedi barışın egemen olduğu, sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünya kurmak isterken ABD ve emperyalist ülkeler “demokrasi” ve “özgürlük” laflarını ederken, sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkeleri yedekleyerek, dünya halklarını özgür bir dünya kuracaklarına inandırmayı, azgın kapitalist sömürüyü, emperyalist hegemonyayı pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Belki tek yenilik, İngiliz ve Fransız egemenliği yerine ABD’nin emperyalist-kapitalist dünyanın patronu olarak sivrilmesiydi.
Dolayısıyla burada asıl önemli olan “yeniden yapılandırma” lafı değil, neyin yeniden yapılandırılacağı; nasıl yapılandırılacağı, yapılandırılacak dünyanın nasıl bir dünya olacağıdır. “Demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “bağımsızlık” gibi kavramlara karşılık gelen değerleri ifade eden politikaların hangi amaca dayanak yapıldığıdır. Örneğin Doğu Avrupa’ya özgürlük, demokrasi, bireysellik gibi motifler arkasında gerçekleştirilen “yeniden yapılandırma”, bölgede sadece açlık ve yoksulluğu değil üretici güçlerin tahribini ve nihayet ülkelerin iç savaşlara ve dış müdahalelere sürüklenmesini, kapitalizmin en aşağılık ahlaki ve kültürel değerlerinin toplumları çözüp altüst etmesini beraberinde getirmiştir.
Oysa 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında bu ülkeler; “yeniden yapılanırken” yine demokrasi ve özgürlük için, yine kardeşlik için mücadele etmişler, tarihlerinde görmedikleri kadar uzun bir barış ve ekonomik-kültürel kalkınma dönemi yaşamışlardı.
SERMAYENİN ‘YENİDEN YAPILANMA’SI NEYE HİZMET EDİYOR?
Demek ki “özgürlük”, “demokrasi”, “bireysellik”, “kardeşlik”, “dayanışma” vb. gibi politikaların kendi başlarına bir önemi yoktur ve hangi amaca bağlanmış oldukları asıl belirleyici yanlarıdır.
Son 10 yıldır (aslında 20 yıldır), uluslararası sermaye güçleri; dünyayı “yeniden yapılandırmak” iddiasında. Bu yeniden yapılandırma; bir yanıyla, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tarif edildi ve bu düzenin temelinde de “serbest piyasa ekonomisinin olacağı ilan edildi. Serbest piyasa ekonomisinin “serbestçe” işleyeceği koşulların genelleştirilmesi temelinde dünyanın “yeniden yapılandırılacağı”, böylece, barış içinde, demokrasinin serbestçe gelişip evrensel bir sistem olacağı bir dünya düzeninin kurulacağı ilan edildi. Ve dünyanın pek çok bölgesindeki savaşlar, iç kargaşalar, ülkelerin bölünüp parçalanması, dünyanın servetlerinin yağmalanması, ulusal ekonomilerin çökertilmesi, ülkelerin IMF-Dünya Bankası himayesine alınması hep böyle bir “düzenin kurulması”nın bahanesi yapıldı. Yugoslavya’yı, Irak’ı emperyalist ordularla parçalamak, Orta Afrika’daki ırk kırımları, Kafkasya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan bölgedeki iç karışıklılar, 100’den çok ülkenin IMF kontrolüne alınıp ekonomik operasyonların hedefi yapılması, hep böylesi “güzel”, barış ve refah içinde bir dünyayı kurmak için yapılan girişimler olarak sunuldu.
Ama bunlar gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü gerçek, iddianın tam tersiydi. Çünkü kurulmak istenen düzen; gerçekte, eğer illa ki bazı ilkelere indirgenirse şu ilkelere dayanıyor: 1. Uluslararası tekellerin dünya ölçüsünde faaliyetlerine engel olan her kuralın (gümrük, ulusal çıkar, ulusal ekonomi, ülke çıkarı, halk sağlığı, toplum çıkarı, çevre gereği, devlet çıkarı vb.), her engelin kaldırılması; 2. Dünya ölçüsünde ve ülkeler bazında servetlerin en büyüklerin elinde toplanmasının önündeki tüm engellerin (anti-tröst önlemler, sosyal güvenlik, kazanılmış hak, ulusal ya da başka engeller) ortadan kaldırılması; 3. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin sermaye karşısında örgütsüz, gelecek güvencesiz, sermayeye hizmetten vazgeçtiğinde çaresiz bir biçimde ortada kalacağı bir yığına dönüştürülmesi için ekonomik ve sosyal güvencelerin (sendikal örgütlülük, TİS, yasalara geçmiş haklar vb.) kaldırılması.
Kapitalist dünyanın en büyük patronlarının ve iktisatçı namlı sermayenin akıl hocaları; tekellerin, sermayenin ancak bu koşullar yerine getirildiği ölçüde ayakta kalabileceğini, aksi halde tam bir çöküşe sürükleneceğini iddia etmektedirler. ABD başta olmak üzere dünya hegemonyasını ellerinde tutan emperyalist güç odakları; kurmak istedikleri bu sisteme dâhil etmek istedikleri ülkeleri “yeniden yapılandırmaktadırlar. Yani, bütün ülkelerin ekonomileri; “küreselleşme”ye katılmak için, en büyük tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun ekonomik, sosyal, siyasal bir yapıya kavuşturulmak istenmektedir. Bunun için de, duruma göre kimi ülkelerde “Maastricht Kriterleri”, NAFTA, AB dayatmaları (daha çok gelişkin ülkelerde) devreye sokulurken, kimi ülkelerde IMF vesayeti şart koşulmaktadır (Türkiye dâhil, 100 dolayında ülke bu durumda). Kimi ülkelerde ise, askeri güç kullanımına gidilmekte, bu ülkeler (İran, Irak, Yugoslavya vb.) hizaya getirilmeye, “küreselleşmeye entegre olma”da problem çıkaramaz duruma getirilmeye çalışılmaktadır.
Bütün 20. yüzyıl boyunca emperyalist kapitalist blok, “demokrasi”yi sosyalizme karşı bir demagojik silah olarak kullandı. Ve “demokrasiyi”, genel oy hakkı, çok parti, çoğunluğun iradesinin ülke yönetimine egemen olması gibi bir vitrin arkasında “özel mülkiyetin ve hür teşebbüsün dokunulmazlığı” üstüne kurdu.
Son 10–15 yıldır da emperyalizmin ideologları ve politikacıları; “demokrasi”yi, “azınlığın haklarının korunması” olarak (ilk bakışta bu çok radikal ve ileri bir demokrasi tarifi gibi de görülür) tarif etmektedir. Böylece etnik, dinsel, mezhepsel vb. ayrımlar mutlaklaştırılıp, bu tali ayrımlar, “temel ayrımlar” olarak öne çıkarılarak teşvik edilmekte; sınıfların ve ulusal devletlerin çözülmesi, en azından kargaşaya sürüklenmesi temelinde bir “yeniden yapılandırma” stratejisi izlenmektedir.
Böylece, örneğin Türkiye gibi bir ülkede, “demokrasi” azınlık haklarının korunmasına indirgenince, Kürtlerden Alevilere, eşcinsellerden şeriatçılara kadar kapitalist sistem tarafından baskı altında tutulan bütün “azınlıkların sempatisi kazanıldığı (buna yedeklenmesi demek daha doğru) gibi, aynı zamanda özellikle ulusal haklar, UKKTH’den “etnik azınlık hakkı”na geri çekilerek ulusal mücadelelerin, ulusal bağımsızlık fikrinin altı da oyulmakta, emperyalizme karşı mücadelede ulusal mücadele bir bileşen olmakta çıkarılmaktadır. Dahası, mezhep, tarikat ayrımları, mesleki inançsal farklar gibi tüm “sivil farklar”, yerel ayrımlar kışkırtılarak ülkelerin çözülmesi, iç kargaşaların çıkarılması ya da çıkan çatışmaların kontrol altına alınması çocuk oyuncağı olmaktadır. Üstelik bu ayrımlar bütün öteki sınıfsal, ulusal ayrımların ve birliklerin önüne geçirilerek, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların birleşmesinin önüne yeni engeller olarak çıkartabilmektedir. Ve böylece, ulusların çözülmesi, sınıf örgütlerinin kaosa sürüklenmesi amacına adım adım varılmak istenmektedir.
Ve elbette demokrasi güçleri ve emek hareketi için bu durumda, sadece sermayenin hak ve özgürlük mücadelesini nasıl kullandığını, hangi hainane amaçlar için bu çelişkileri istismar ettiğini açıklamak yetmez. Gerçek bir demokrasi için uluslar ve milliyetler arasında hak eşitliğine dayanan gönüllü bir birlik, tüm mezhepsel, bölgesel azınlıklar üstündeki baskılara son verilmesi, en önemlisi de işçilerin ve emekçilerin böylesi bir demokrasi için, eğitilip örgütlenmesi, her din ve mezhep, her milliyetten emekçilerin birliği için onların azınlık taleplerinin kendi demokrasi programını başına yazması ön koşuldur. Aksi halde sermaye güçleri, devasa medya gücüne de dayanarak, bu ayrımları her gün yeniden üreten bir stratejiyi hayata geçirmek için bütün güçlerini seferber etmiş bulunmaktadır.
Kısacası bugün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iki karşıt “yeniden yapılandırma” tutumu vardır. Birisi, sermayenin “küreselleşme” olarak ifade edilen, uluslararası sermayeye entegrasyon programıdır ki, sermaye çevrelerinden gelen “demokratikleşme”, “şeffaflık”, “insan hakları”, “çevrecilik”, özelleştirme, “yeni anayasa” vb. girişimler bu programın başarısı için basamak yapılmakta, emekçiler, ezilen halklar bu programın dolgu maddesi yapılmak için talepler istismar edilmektedir. Bu yüzden de, bu amaç anlaşılmadan, bu amaca hizmeti görülmeden kendi başına bir demokratikleşme, insan hakçılığı, vs. sadece sermayenin amaçlarına hizmet anlamına gelmektedir. Emekçilerin sisteme karşı mücadelesi, işçi sınıfının kendi dünyasını kurma mücadelesi ile bağlantılı olarak demokrasi mücadelesi, bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesi ve bu doğrultuda ilerlenerek, sömürüsüz, sınıfsız “yeni bir dünyanın kurulması” mücadelesine bağlanan anti-emperyalizm, demokrasi, insan hakları, UKKTH, çevrenin korunması, kalkınma, özelleştirmeye karşı olma vb. gibi konular apayrı bir anlam taşır. Ve bilinçli işçi, emekçi bu farkı gördüğü, bugünkü taleplerle yarın arasında, bugünkü çıkarlarla emekçilerin dünyasının kurulması arasındaki ilişki arasında bir içsel bağlantı kurabildiği ölçüde her şeyi yerli yerine oturtabilir, sermayenin yedeklemelerine, emekçileri aldatma girişimlerine karşı gerekli uyanıklığı koruyabilir. Çünkü sermayenin dünyasına karşı emekçilerin dünyası, sermayenin Türkiye’sine karşı emekçilerin Türkiye’sinin kurulması fikrine bağlanmayan ekonomik ve siyasal “acil talepler”, elbette ki her tür savrulmaya, sermayenin demagojik yeniden yapılandırma girişimlerine, onların emekçileri kendi programlarının dolgu maddesi yapmalarına dayanak olabilir.
TÜRKİYE’DE ‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ NEYE HİZMET EDİYOR?
İşte emperyalist-kapitalist sermayenin işbirlikçilerin yönetimi ellerinde tuttuğu Türkiye’de “yeniden yapılandırma”, Türkiye’nin “küreselleşmeye entegrasyonu” için IMF’nin ve Dünya Bankası’nın dümende olduğu tavizsiz, sermaye güçlerinin eklindeki tüm imkânlarını devreye soktukları bir operasyondur. Bunun içindir ki, sermayenin asıl ve yedek güçleri IMF denetimi ve yönetiminde yürürlüğe sokulan “yeniden yapılandırma” programının arkasında toplanmıştır. Ve bu güçler, ellerindeki devlet ve hükümet gücünden olduğu kadar medya gücünden de yararlanarak, gerçek amaçlarını saklamakta, “eski düzene”, bugüne kadar nimetlerinden yararlanarak akıl almaz servetler edindikleri yağma düzenine sert eleştiriler yöneltmekte, mevcut ekonomik ve siyasal yapıyı, hantal, yağmayı teşvik eden, etnik azınlıkları, azınlık mezhepleri ezen, despotik, statükocu, anti-demokrat, bireyin değil devletin hakkını savunmayı ön plana almış, vs. vs. kötü çağrışım yaptıracak her kavramla kendi sistemlerini eleştirmekte, suçlamaktadır. Ve böyle çürümüş düzenin yerine bir başka düzen; şeffaf bir devlet yönetimine, verimli bir ekonomiye sahip, demokratik, Kürt sorununu çözmüş, şeriatçılığı sistemle uzlaştırıp sorun olmaktan çıkarmış, yağmacılığa, vurgunculuğa fırsat vermeyen ekonomik ilişkiler kurmuş, siyasi partilerin rant bölüşümü partisi olmadığı, isteyen herkesin “sivil toplum kurumlarında” örgütlendiği, ulusal geliri 20 bin doları aşmış, köyle kent farkının kalmadığı vs. vs. bir Türkiye kuracaklarını iddia etmektedirler.
Bu propaganda sadece medya ve sermayenin medyadaki sözcüleri aracılığı ile değil, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri, sermaye partileri içindeki rafine fraksiyonlar, localar, patron sendikaları, burjuva bilim ve kültür adamları tarafından, sadece bugün değil tarih de çarpıtılarak sahte gelecek tabloları çizilip bir dayatma olarak topluma sunulmaktadır. Ve sermaye çevreleri, “Rapor” adı altında hazırladıkları “anayasa taslakları” ve “programlarda, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi cumhuriyetin en kronik sorunları dâhil her sorunda o sorunun taraftarını memnun edecek, popüler formülasyonlar yapıp piyasaya sürmekte; böylece, bir yandan Kürtleri, öte yandan şeriatçıları, bir başka yönden Alevileri, hatta demokrat çevreleri. “Anayasacı demokrat” çevreleri ilerici ana tutum olarak belirlemişlerdir. Bu amaçlarını elde etmek için kendi sistemlerini, kendilerine on yıllardır hizmet eden partileri, o partilerin liderlerini, gece gündüz sermayeye hizmet aşkıyla yanan hükümetlerini, ömrünün son demini bile sermayeye feda etmiş cumhurbaşkanı eskilerini, başbakanları, bakanları, mabetleri olan Meclis’i topa tutmaktan, ayakaltına alıp üstünde tepinmekten çekinmemektedirler.
Ve bu çevrelerin bugüne kadar raporlarında yer vermedikleri, bu yanıyla da yedeklemeyi en azından şimdilik düşünmedikleri bir kesim işçiler ve çeşitli emekçi çevrelerdir. Bunun içindir ki, “akla gelen her konuda çözümler” getiren “TÜSÎAD Anayasası” ve öteki sermaye örgütlerinin çeşitli “raporlarında, emekçilerin hak mücadelesinden, haklarının sınırlanmış olmasından ya hiç söz edilmemekte ya da bu mücadelelerin rekabeti, “verimliliği”, “gelişmeyi” önlediğinden yakınılmaktadır. Bu nedenle de emekçileri emekçi oldukları için; emeğin çıkarlarını savunan taleplerle değil, ama Kürt oldukları için, Çerkez, Çeçen, Arap oldukları, Alevi oldukları, şeriata yakın oldukları için vb. bölerek, sınıf çıkarları dışındaki talepleriyle yedeklenmek istenmektedir.
(Ancak burada, işçilerin ve çeşitli emekçi kesimlerin sendikal bürokrasi ve değişik emek örgütlerinin sınıf işbirlikçisi yöneticileri aracılığı ile sermayenin çıkarları doğrultusunda yedeklenmeleri ve emek hareketinin bir iktidar mücadelesine giremeyecek kadar siyasetten uzak olmasının da sermayenin bölücülüğü, emekçi sınıfların sınıf olarak güçlerini küçümsemesinde rolü olduğunu da görmek gerekir.)
Bir bütün olarak bakıldığında sistemi yeniden yapılandırmak isteyen sermaye güçleri, herhangi bir Kürt siyasi çevresi kadar Kürt hakkı savunuculuğu, Fazilet kadar İslamcı, Marksizm’den rücu etmiş bir zamane solcusu kadar solcu, herhangi bir Anayasa demokratı kadar da demokrat olmakta bir sakınca görmemektedir. Tersine, böyle olmayı, “dört eğilimi birleştirme” sevdasındaki çevreler gibi ama onlardan çok daha gerçekçi bir biçimde sürdürmektedirler. Dolayısıyla da; örneğin Diyarbakır HADEP’in temsilcileri, Emek Platformu ile işbirliği yerine TÜSİAD’ı tercih edebilmekte, eski Marksistler; “TÜSİAD devrimci”, “Sermaye artık demokrat oldu” diye sloganlar haykırmakta, en yoksul kesimleri din istismarı, din kardeşliği sloganlarıyla peşine takan Fazilet ve benzeri kesimler, sermaye ile içli dışlılıklarını onların “laiklik” anlayışlarının kendilerini de kapsadığını göstererek savunabilmektedir.
Peki, bugüne kadar, cuntalarla emek hareketini, halkın tepkilerini ezerek ilerleyen, demokrasi adına ne kazanım varsa onun kökünü kazımayı en tarihsel görevi olarak gören, Kürtlere karşı “Takrir-i Sükunları, yıllarca süren sıkıyönetimleri, süresiz OHAL’leri destekleyen, işine gelince şeriatçılığı en büyük düşman ilan ederek asker ve sivil “laik” kesimin tam desteğini alan TÜSİAD ve öteki büyük sermaye çevreleri bugün neden birden “makas değiştirmişler, son 10 yıl içinde giderek “daha demokrat” olmayı tercih etmişlerdir? Ne olmuştur bunlara; bir yeni bilinç sıçraması mı yaşamışlardır yoksa gökten “vahiy” mi gelmiştir?
Bir bilinç sıçraması olmamıştır elbette. Çünkü sermaye güçleri hemen her dönemde kendi sınıf çıkarlarının gereği olan en üst bilinç düzeyinde olmuşlardır. Bir “vahiy” geldiği gerçektir. Ama “vahiy” gökten değil, ABD ve uluslararası sermaye merkezlerinden gelmiştir. Yukarıdan onlara, küresel dünyaya entegre olmanın bir aracı olmanın ötesine geçmediği sürece, “demokrasi”den, “Kürtlere hak tanımak”tan, İslamcılarla içli dışlı olmaktan bir zarar gelmez denmiş, tersine bütün bunlar emek hareketini, ulusal sanayi ve tarımı çökertmenin, emekçileri bölen ve onların sisteme tepkilerini sermayenin “yeniden yapılandırma programına” bağlayan bir unsur olabilir politikası öğütlenmiştir.
Nitekim süreç içinde, kendisini Marksist sayan Kürt siyasi çevreleri de dâhil hemen bütün Kürt çevreleri bölgede emperyalizmin çıkarlarına karşı mücadele etmeyi, kendi mücadelelerinde emperyalizmin bölge hegemonyasını bozacak taktikler geliştirme fikrini çoktan terk etmişler, bunun yerine “TÜSİAD Anayasası kadar özgürlük” istemekle kendilerini bağlamışlardır. Daha üç beş yıl öncenin batı kapitalizmi, batı emperyalizmi karşıtı din üstünden siyaset yapan çevreler sinmiş, ABD ve AB’nin icazetine sığındıklarını, Fransa’daki kadar, İngiltere’deki gibi laiklikten öte bir şey istemediklerini açıkça ilan etmişlerdir. 10’ar yıl geriye gidildiğinde, demokrat, sosyalist, Marksist, Marksist-Leninist olan ve bugün de “demokrat” denildiğinde ne yazık ki hâlâ ilk akla gelen çevreler; her gün daha büyük bir imanla TÜSİAD’ın artık devrimci, demokrat olduğuna dair daha çok kanıt keşfetmektedir. Atalarının “Avrupa’dan demokrasi bekleyen” tutumlarının aynısını, “Türkiye AB’ye girerse, demokrasi kesintiye uğramadan gelişecek” garantisi uğruna tüm eski inançlarını feda etmişler, TÜSİAD’a sığınmışlardır, uluslararası sermayeye entegrasyon ile işçi sınıfı enternasyonalizmini bir ve aynı şey olarak yorumlayarak, emekçileri de peşlerinden sürüklemeyi amaçlamışlardır.
Böylece Türkiye’nin egemen sınıfları; 3–5 yıl önce kendilerine karşı olan, onların politikalarına karşı bir pozisyonda yer alan üç önemli kesimi yedeklemiş bulunmaktadırlar. Örneğin Kıbrıs-Ege politikası, AB’ye giriş, Kürt sorunu gibi son derece önemli konularda uluslararası sermayeye entegre olmayı amaçlayan büyük sermaye kesimleri, Kürt siyasi çevrelerini, ilerici demokrat bilinen kesimleri, eski solcu çevreleri, din üstünden siyaset yapan Faziletçi, Fethullahçı, Nakşî vb. dinci siyasi çevreler ve kitleler üstünde ağırlığı olan başlıca tarikat çevrelerini kendi hattına çekmiş, dünya kapitalizminin birleşmesinin programı olan “yeniden yapılanma programı”na yedeklemiş bulunmaktadır.
Bütün bunlara karşın, egemen sınıfların önündeki engeller azalmamış, artmıştır. Şimdi onların zorlukları başlıca iki yandan gelmektedir. Bunlardan birincisi; “borçlanma” ve “borç ödeme” kıskacına girmiş ekonomiler, alınan bütün önlemlere karşın sürekli bir kriz tehdidi altındadır ve uluslararası sermaye için tatlı spekülasyon alanı olmaktan gelen bir istikrarsızlık tarafından sürekli kanatılmaktadır. Hükümet ve burjuva iktisat çevrelerinin faiz, borsa, döviz ile ilgili verilere bakarak, pembe tablolar çizmelerine karşın, Türkiye nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan emekçi kesimler mutlak olarak yoksullaşmakta, 2. Paylaşım Savaşı’ndan beri ilk kez açlık somut ve mutlak bir olarak milyonlarca emekçinin kapısına dayanmış bulunmaktadır, ikincisi ise, emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurumun hızla büyüyerek, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçileri, zanaatkârlar ve köylüleri de kapsayacak biçimde tüm emekçi sınıfları birleşmeye, aralarında ortaklık kurmaya zorlayan bir köşeye sıkıştırmıştır. Bu durum, bir yandan emekçiler arasında sermaye karşısında ortak bir kadere sahip oldukları fikrinin gelişmesi ortamını hazırlarken öte yandan toplumun en geri politikalara alet olmuş kesimleri olan esnafları ve köylülüğü de miting ve gösterilerle haklarını savunmak zorunda kalacakları bir mücadele hattına itmiştir. Böylece emekçi sınıf hareketi, esnaf ve zanaatkârlar ile köylülük gibi Türkiye nüfusunun çok geniş bir kesimini kapsayan emekçi yığınlarla birleşme, onları egemen gerici güçlerin yedeği olmaktan kurtulacakları çok önemli bir imkâna sahip olmuşlardır.
Elbette ki, büyük patronlar, burjuva düzen partileri ve sermayenin çeşitli kesimleri, somut hedefleri olan IMF programı etrafında birleşmiştir. Ama yukarda sözü edilen “yeniden yapılandırma programı” söz konusu olduğunda, aralarında henüz birleşemedikleri önemli sorunlar vardır. Örneğin Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi pek çok temel konuda sermayenin çeşitli fraksiyonları “ana eğilim”lere ayrılmakta, aralarında çatışmaktadır. Dolayısıyla sermaye güçleri süreç ilerledikçe de aralarında çatışmaya devam edecek olup, bu da onların bir diğer zaafı olarak, elbette ki emek güçleri için bir avantaj olarak ortaya çıkmaktadır.
EGEMEN SINIFLARIN KRİZ KOZU YA DA KRİZİN ‘KRİZLE BİRLİKTE YAŞAMAYA ALIŞMALIYIZ’ AŞAMASI
Büyüme, istihdam, yatırım gibi ekonominin gerçek verilerine bakıldığında Türkiye’nin son yarım yüzyıl içindeki en önemli krizlerden birini yaşadığını herkes kabul etmektedir.
Egemen sınıfların propagandacıları ve iktisatçıları nasıl ve ne zaman çıkacaklarını çok da kestirmedikleri krizin büyüklüğünü kabul etmekte, kabul etmekle de kalmayıp onu emekçi sınıflara karşı bir koz, bir saldırı dayanağı olarak kullanmaktadırlar.
IMF-Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye merkezlerini de arkalarına alan Türkiye’nin egemen sınıfları, onların hükümetleri, açıkça krizin kendileri için bir “şans” olduğunu ilan etmiş; krizin yükünü kabul etmek istemeyen emekçileri, krizin sürmesini istemekle suçlayarak sindirmiş, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, emekçileri krizin yükünün altına sokmayı başarmışlardır, en azından şimdilik böyle bir avantaj elde etmişlerdir. Kamu sözleşmelerinin kaosa sürüklenmesi, bir önceki yıl imzalanan özel sektör TİS’lerini yok sayarak sözleşmeyi çiğneyen dayatmalarda bulunmaları ve sendikaları bu şartlara razı etmiş, esnaf ve köylülerin sokaklara dökülen tepkilerini yatıştırmış olmaları ve IMF programı etrafında sermayenin çeşitli fraksiyonlarını yeniden birleştirmiş olmaları gibi avantajlarla egemen sınıflar yollarına devam etmektedirler.
Bunlara ek olarak, olağan koşullarda çıkaramayacakları, çıkarsalar büyük badirelere sürüklenecekleri tütün yasası, şeker yasası, elektrik piyasası yasası, kamu bankalarının özelleştirilmesine dair yasa, Telekom yasası gibi “Derviş yasaları” olarak da bilinen emperyalizme kölelik ve ülkeye ihanet yasalarını çok kısa bir zamanda çıkarmışlardır. Vergiler, zamlar, “krizden çıkmanın başka yolu yok” gerekçesi arkasında pervasız bir biçimde uygulamaya sokulmuştur.
Bütün bu olup bitenler açısından bakıldığında, kapitalizmin ideologları ve iktisatçılarının bu krizden çıkmayı pek istemeyecekleri de söylenebilir. Nitekim kapitalizmin rafine iktisatçıları, ekonomilerin artık sürekli bıçak sırtında olacağını söyleyerek, “eylülde, ekimde yeni bir kriz olabilir” diyerek; “krizle yaşamaya alışmalıyız” safhasına yönelmiş bulunmaktadırlar. (Özal ve Özalcılar, 1979’lardan ’80’lerin ortalarına kadar “enflasyon en büyük düşmandır” propagandası yapmış, ama enflasyonun “sürekli zam”la yenilemeyeceğinin emekçiler tarafından görülmesi üzerine, bu sefer, yeni zam ve vergi koymak, ücret ve maaşları düşük tutmak için enflasyonu yok etmenin zorunluluğuyla yinelenmiş ama propagandanın esası, “enflasyonla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz”e evrilmiştir. Bugün de, kısa bir süre sonra, “Krizle yaşamaya alışmalıyız” kampanyaları başlatılır ve “bu kadar krize rağmen batamama”, “Türk’ün başka uluslarda bulunmayan hasletlerinden birisi” olarak sunulursa şaşılmamalıdır.) Bunun içindir ki gerçek nedenlere ya da spekülasyona bağlı yeni 21 Şubatların olması kaçınılmaz görülmektedir. Böylece egemen sınıflar ve uluslararası sermaye mihrakları, “ülke batıyor”, “herkes bir kez daha fedakârlık yapmalı”, “IMF’nin isteklerine boyun eğmeliyiz” propagandasıyla sonuç alabilmektedirler. Ve bütün bunlardan öte, sermayenin en rafine sözcüleri daha şimdiden “bu kriz koşullarında ayakta kalmayı başaran bir kapitalizm dönemi”nden söz ederek ne zaman krizle yüz yüze geleceği belli olmayan bir “kapitalizm aşamasını”, sistemin yeni bir erdemi olarak sunmaktadırlar.
Ancak, kriz dönemleri “iki yanı da keskin bıçak” gibidir. Bir yandan sermaye için fırsatlar sunar, ama öte yandan da emekçiler için olağan koşullarda düşünülemeyecek büyük fırsatların ortaya çıktığı bir döneme karşılık gelir. Son altı ay içinde, esnaf-zanaatkârlar ve köylülüğün kendi talepleri için on binlerle ifade edilen kitleler halinde sokaklara dökülmesi, hükümet ve düzen partilerine karşı tepkilerin boyutları ve bütün düzen partilerinin halk indindeki itibarlarının sıfırlanmaya gitmesi, emekçi yığınlar içinde mücadele örgütlerinin gelişmesinin önceki dönemlere göre olağanüstü bir kolaylık olabilme imkânlarının artması, krizin emekçilere sunduğu yeni imkânlar kategorisindedir. Dahası krizin yarattığı hoşnutsuzluk, sık sık yeni sarsıntıların gündeme gelme ihtimali demek, bir biçimde denetim altına alınan emekçi sınıfların eylemlerinin önündeki setlerin yeniden yıkılma ihtimali anlamına gelmektedir.
EMEK MÜCADELESİ, EMEK PLATFORMU VE EMEK PROGRAMI
Son birkaç yıldır emek mücadelesi denildiğinde ister istemez akla gelen örgütlerden birisi de Emek Platformu’dur. Emek Platformu’nun nispeten uzun aralıklarla sahneye çıkıp sonra da sahneden çekilmesi gerek sol çevrelerde, gerekse kimi ileri işçi, emekçi kesimlerinde Emek Platformu hakkında “olumsuz” duyguları, buna bağlı olumsuz propagandayı öne çıkarmaktadır. Ama şu da bir gerçek ki; Emek Platformu, sonuçta var olan emek örgütlerinin sorunlarını, çelişkilerini, zaaflarını yansıtan bir platform olarak da, bu koşullarda bundan daha “ileri olması oldukça zor olan” bir platformdur.
Bir kere şunu anlamak gerekiyor ki, bugün Emek Platformu’nu oluşturan emek örgütlerinin yönetimleri, son birkaç yıldır bir bilinç sıçraması geçirdikleri için Emek Platformu kurulmamıştır. (Tabii kimi sol çevrelerde iddia edildiği gibi, sermaye tarafından emek hareketini çökertmek için kurulmuş bir komplo örgütü de değildir) Ama sermaye güçlerinin kendi çıkarları etrafında birleşerek tüm emek güçlerini açıkça düşman gören programları ve politikaları hayata geçirmesi karşısında emekçi sınıflar içindeki tepkinin bir yansıması olarak Emek Platformu kurulmak zorunda kalınmıştır. Yani bu platform, bir yandan son 10 yılın mücadelelerinin birikimi ile emekçi sınıflar içinde gelişen birleşme ve dayanışma eğilimleri ile sermayenin açıkça emekçileri dışlayan politikalarının etkisiyle şekillenmiştir. En önemli zaafı ise, Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi Emek Platformu’nu oluşturan örgüt yöneticilerinin sermaye ile işbirliği, hareketi bölmek için fırsat bekleyen bir pozisyonda olması yanı sıra, DİSK, KESK gibi örgütlerin üst yönetimlerinin ise, Emek Platformu’nda bulunan örgütlerle bir iş yapılamayacağı, onların gerici olduğu fikri sabitini aşmakta zorlanmalarıdır.
Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, birer birer ele alındığında, Emek Platformu bugün sınıf hareketinin ileri atılımı için çok önemli bir dayanak olabilecek pozisyondadır, buradan ilerleyerek sınıf hareketini ileri mevzilere taşıyabiliriz deyip; bunun gereği gibi davranan, platformu emeğin sorunlarının tartışıldığı ve bu sorunların ağırlığı ile platformu disiplin altına alarak önderlik etmeye soyunmuş bir emek örgütü yoktur. Buna rağmen de Emek Platformu zaman zaman ortaya çıkıp kararlar almakta, bu kararların bir bölümü ise uygulanmaktadır, içindeki örgütlerin yöneticilerinin niyet ve tutumlarına karşın, Emek Platformu’nun platformda yer alan kişi ve çevrelerin iradesini aşan bir pozisyon kazanması bile bu platformun; sınıfın, emekçilerin nesnel pozisyonlarını yansıttığının göstergesidir.
Kuşkusuz ki, Emek Platformu gibi bir örgütün böyle zaman zaman ortaya çıkıp sonra ortadan kaybolması, hareketi iyi izlemeyen ve hareketin olanakları ve zaaflarını görmeyenler için çok anlaşılır değildir. Oysa Emek Platformu siyasi bakımdan bir bütünlüğe, en azından aralarında anlaşmamış, amaç birliğine sahip olmayan kişilerden (yönetimlerden) oluşmaktadır; bu nedenle de bir “cephe örgütü”nün siyasal tutum ve sürekliliği ile karşılaştırılamaz. Bunun için de şu istediği için toplanıp, bu istemediği için dağılan bir irade gösterememektedir. Özellikle de Türk-İş gibi en büyük işçi örgütünün en zayıf halkalardan olması, bu iradesizliği kışkırtmaktadır.
Var olan haliyle Emek Platformu, sınıflar mücadelesi tarihinde ancak sınıfın talepleri genişleyip bir heyecan dalgasının her yanı kapsamaya başladığı, mücadele eğiliminin hayli yükseldiği dönemlerde ortaya çıkan örgüt tiplerine daha çok benzemektedir.
Emek Programı’nın da altına imza atılan ama hiçbir örgütün arkasında ciddi olarak durmadığı bir siyasi çerçeve haline gelmesinin nedeni de, Emek Platformu’nun bu karakteri ile doğrudan bağlantılıdır.
Öğretim üyelerinin programın kaleme alınmasındaki katkıları, EMEP’in her platformda programı tartışmaya açıp sahiplenilmesi için teşvik etmesi, TMMOB’nin programın arkasında durma çabaları gibi iradi çabalar bir yana bırakılırsa, Emek Programı, emek örgütleri tarafından, o günün heyecanı içinde kabul edilmiş, önemsendiği ilan edilmiş ama daha mürekkebi kurumadan da sendikal bürokrasi tarafından çiğnenmeye başlamış, unutulmaya terk edilmiş bir belge olmuştur.
Ancak, Emek Platformu’nun sınıf hareketini her an arkadan hançerleyecek olanların çoğunlukta olduğu bileşimi, iradi plandaki bütün bu olumsuz nitelemelere karşın, emekçi sınıf hareketi, bir bilinç sıçramasıyla daha ileri örgüt biçimleri ve daha ileri talep ve programlar etrafında birleşmeye yönelmedikçe; bugün ortadan kaybolmuş görünen Emek Platformu hareketin yeni bir yükseliş trendine girdiği koşullarda yeniden ortaya çıkacaktır.
Emek Programı da, Keynesyen-sosyal devletçi kabuğu ve demokratikleşmeye ilişkin zaaflarına karşın, yarın Emek Platformu’nun yeniden sahneye çıktığı koşuklarda yeniden gündeme gelecektir. Bu yüzden de; sınıf partisi, sınıftan yan partiler ve emekçilerin ileri kesimleri; sınıf içindeki gerici partilerin, sendikal bürokrasinin etkisini kırmak, emek örgütlerinin yeniden örgütlenme çabalarını teşvik etmek, özellikle sendikaların sınıfın mücadele örgütleri olmaları için çaba harcamayı kesintisiz sürdürmek yükümlülüğündedir. Önümüzdeki dönemde Emek Platformu’nun daha nitelikli emek örgütlerinin bir araya geldiği bir platform olması, ortak bir siyasi iradeye sahip olması, bu çabanın gerektiği düzeyde gerçekleştirilmesi ile yakından ilgilidir. Yine aynı biçimde Emek Programı’nın bilinen eksiklerinin giderilmesi, Emek Programı’nın nasıl olursa birleştirici bir rol oynayacağının ortaya çıkarılması ve yeniden gündeme geldiğinde o günün ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde geliştirilmiş olması için emekçiler arasında siyasi çalışmaya hız vermek, direniş ve mücadele odaklarında emekçilerin siyasal birliğinin sağlanması, Emek Programı’nın yeniden ortaya çıktığında hareketi daha ileriden tarif edecek bir gelişkinliğe sahip olması, emek hareketinin istikrar kazanması ve ileri bir atılım için son derece önemlidir.
İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE VE ‘YENİDEN YAPILANMA’
Kendi sistemlerini “tu-kaka” yapan, emekçilerin şikâyet ettiği ne varsa onlardan daha yüksek sesle şikâyet eden sermaye propagandacıları, tam bir ikiyüzlülükle, yoksulluktan yolsuzluklara, yağmadan çeteleşmeye, her konunun sorumlusunun, sisteme emekçilerin, uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin zoruyla girmiş kimi emekten yana yasa ve uygulamalar olduğunu iddia ederek, gerçekleri tersyüz eden bir taktik izlemektedir. Bu gerçekleri tersyüz ederek yığınları aldatma taktiği krizin sonuçları üstünden de sürdürülmektedir. Ecevit, Derviş ikilisi ve ortakları faizcilerin, dolar milyonerlerinin, borsacıların, spekülatörlerin keyiflenmesine bakarak pembe tablolar çiziyorlar; “ekonomi iyileşiyor”, “piyasaların tepkisi olumlu”, “yapısal reformlar başarılı oldu”, “başka bir ülke böyle bir krizden bu kadar çabuk çıkamazdı” gibi aforizmalarla halkla alay ediyorlar. Ama milyonlarca emekçi için ekonomi iyileşmiyor, her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Ekonomiyi iyileştirmek adına yapılan zamlar, ek vergiler, özelleştirmeler, isçi kıyımları halkın ekonomisini beterin de beteri haline getiriyor. Geçen yıl bu aylarda 154 dolar olan asgari ücret şimdi, bu ay yapılan 5 milyonluk zamma karşın 85 dolara gerilemiştir. Ulusal gelir son sekiz ayda yüzde 20 azalmıştır. Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan mekanizma önceki aylara göre daha hızlı dönmekte; emeğiyle geçinen toplumsal kesimlerin ücret ve gelirlerinin düşmesinin yanı sıra işsizler ordusuna yeni yüz binler katılmaktadır. Dahası yoksullaşma mutlak bir olgu haline gelmiş, açlık ise artık milyonlarca emekçi için “somut ve yakın tehlike” olarak kapıya dayanmıştır.
Haziran 2001 sonunda toplanan MGK’ya sunulan raporda “bir sosyal patlama tehlikesi”nden söz edilmesinin nedeni de, halkın hızla yoksullaşmasına bağlanmaktadır.
Kuşkusuz ki, “sosyal patlama tehlikesi” saptaması MGK’nın gündemine bundan böyle de girecek, ilerleyen aylarda “savunma konsepti”nde emekçilerin sisteme karşı toplu tepkisi sorununun tehlike sıralamasındaki yeri birkaç basamak yukarı tırmandırılacaktır. Bu yüzden de örneğin sonbahar aylarında krizin emekçilerin yaşamlarını daha derinden etkileyen sonuçları karşısında geliştirebilecekleri tepkilerle birlikte, şeriatın (son MGK toplantısında bir ilginçlik de, şeriat tehlikesinin nedeni olan tarikatların ve şeyhlerin devletle yakınlaştığı saptamasının yapılmasıdır) yerine “baş tehlikelerden birisi olarak “sisteme yönelmiş emek başkaldırısını geçireceklerini söylemek bir kehanet sayılmaz.
Demek ki, kimileri için ekonomi “iyi”ye giderken kimileri için kötüye gitmektedir. Patronlar ve aşağılık yalakaları ne kadar “aynı geminin içindeyiz” yaygarası yaparsa yapsınlar, milyonlarca emekçi patronlarla emekçilerin ayrı gemilerde olduklarını her geçen gün kendi yaşamlarıyla öğrenmektedirler.
Sistemi yeniden yapılandıranların amaçlarının, emekçilerin ekonomik ve sosyal durumlarını düzeltmek gibi bir amaçlarının olmadığı, tam tersine zenginliklerin daha az kişide, daha dar bir sermaye kesiminde toplanması için “sistemi yeniledikleri” düşünülürse; önümüzdeki aylarda “sosyal patlamaların gündeme gelmesinin koşullarının artacağını söylemek sadece çıplak gerçeği ifade etmek olur.
Kuşkusuz ki; “sosyal patlama” eğer emeğin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılacak Türkiye fikrine ve eylemine bağlanamazsa, sadece bir “patlama”, “kriminal bir vaka” olarak da kalmaz, sermayenin “yeniden yapılandırma programına şiddet unsur ve yöntemlerinin katılmasının da dayanağı haline getirilir. Bunun için de; sosyal patlamaları gündeme getirecek kadar yoğunlaşan emek ve sermaye arasındaki çelişmenin emek güçlerinin sisteme karşı ortak mücadelesinin dayanağı haline getirilmesi elbette ki, sınıf partisinin, emekten yana odakların, emekçilerin ileri kesimlerinin görevidir. Ve konu bu yanıyla da bu kesimlerin gündemine girip, emekçilerin Türkiye’si mücadelesi ile bugün olup bitenler arasındaki ilişkinin kurulmasını yeniden ele aldıracak kadar, somut bir çalışma, yoksulların, işsizlerin, emeklilerin, işsiz gençlik kesimlerinin, ev kadınlarının, örgütlenmesi, bunların güçlerinin halen bir işe sahip olan işçi ve emekçi kesimlerin mücadelesiyle birleştirilerek sisteme karşı güç oluşturulmasının sorunlarının hızla çözülmesi gerekmektedir. Çünkü krizin sonuçları milyonlarca emekçi için yaşamı daha çekilmez kılarken, açlık da dâhil her belanın zincirlerini çözmüş bulunmaktadır. Bu belalara karşı savaş, bağımsız ve demokratik bir Türkiye, emekçilerin dünyası ve Türkiye’sini kurma mücadelesiyle birleştiği ölçüde emekçiler yenilmez bir güç olarak birleşip ilerleyecektir.
Temmuz 2001