Son 20 yıldır inişli-çıkışlı ilerleyen, bazen de sanki aralarında hiçbir sorun ve uyumsuzluk yokmuş gibi uzlaşma içinde sürüpgelen emperyalist devletler arasındaki çelişki ve bloklaşmalar, Suriye ve Ukrayna üzerinden sürdürülen paylaşım hesapları ve çekişmeleriyle yeni bir dönemece girmiş görünüyor. Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna üzerinde Batılı (ABD-AB) emperyalistlerle Rus ve Çinli emperyalistler arasında ortaya çıkan gerilim hem emperyalist devletler arasındaki saflaşmayı öncesine göre alabildiğince belirgin hale getirdi, hem de Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bittiği ilan edilen “Soğuk Savaş” yıllarının ardından ilk kez bu ciddiyette bir gerilim oluşmuş bulunuyor. Öyle görünüyor ki; bu saflaşma bundan sonra değişik bölgelerde ve uluslararası kurumlarda derinleşerek sürecek.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, SSCB’nin ve onun varisi Rusya’nın etkisi altındaki bölge ve ülkeleri kontrol altına alma süreci başlatan ABD ve Avrupalı emperyalistler, planlarını daha çok etnik temelde çatışmalar çıkararak hayata geçirdiler. Bunun en acı ve açık tablosu Yugoslavya’da yaşandı. Yüzyıllar boyunca bir arada yaşayan halklar, Yugoslavya’nın ele geçirilmesi adına Batılı emperyalistler tarafından birbirine kırdırıldı. Ardından da NATO eliyle işgal seferleri düzenlendi. Eskiden tek devlet çatısı altında yaşayan halklar, şimdi sekiz ayrı küçük devlet halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sırbistan’ın uzun süre AB’ye teslim olmaması üzerine devam eden gerilimin ardından, yeni bir bölünmeye daha gidilerek, Kosova önce işgal edilmiş, sonra da Batı tarafından bağımsız devlet olarak tanınmıştı. Tanıyanların başında Almanya geliyordu. Yugoslavya örneği, emperyalizmin kendi politikasını hayata geçirmek ve en küçük bir alana sahip olabilmek için bölüp parçalamayacağı ülke, birbirine düşman etmeyeceği halk olmadığını yalın bir şekilde göstermişti.
Eskinden SSCB’nin sınırları içinde olan Cumhuriyetler ile Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, “Soğuk Savaş”ın bitmesinden kısa bir süre sonra, Avrupa Birliği (AB) ve NATO üyesi yapılarak, Batılı emperyalistlere sıkı bir şekilde bağlandı. Daha somut ifade etmek gerekirse; “SB’nin eski devlet sınırları etrafında 14 Batı yanlısı devlet oluştu, dahası eski Doğu Blok’unun 10 devleti de NATO üyesidir şimdi. Buna rağmen, Gürcistan’daki kısa süreli askeri müdahale dışında, bu eski büyük gücün 20 yıldan fazla süren çöküşü kansız cereyan etti.”
NATO ve AB tarafından bu ülkelere dayatılan şartlar, tam anlamıyla teslim almayı içeriyor. Dolayısıyla bu ülkelerin gelecekte NATO ve AB’den ayrılması ancak güçlü bir mücadele ve köklü bir değişimle mümkündür. SSCB’nin dağılmasından kısa bir süre sonra Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin AB ve NATO’nun himayesine girmesinin, Batı kapitalizmi için yeterli olmadığı ve olmayacağı açıktı. Zira yeryüzünde halen Batı kapitalizminin kontrol edemediği, sözünü geçiremediği ülkeler vardı ve bunların da en kısa zamanda ele geçirilmesi gerekiyordu… Nihayetinde, başta ABD olmak üzere, Batılı kapitalist emperyalist ülkelerin nihai hedefi, “Doğu Bloku”nun yenilgiye uğramasının verdiği zafer sarhoşluğuyla, kontrol edilemeyen, teslim alınamayan bütün ülkelerin sırasıyla teslim alınmasından başka bir şey değildi.
Bu temelde ilk göze batan ülkelerin başında Taliban tarafından şeriat kurallarıyla yönetilen Afganistan geliyor. 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, Afganistan, bütün emperyalist devletler tarafından el birliğiyle “gönüllüler koalisyonu” halinde ve uzlaşma içinde, “önleyici savaş doktirini”ni ortaya atılarak birkaç gün içinde işgal edildi. Bu işgal sırasında bütün emperyalist ve işbirlikçi devletler, ABD’nin belirlediği rota üzerinde birleşmiş göründüler. ABD ise, saldırıya uğramanın yarattığı mağduriyetle bütün ülkeleri etrafında toplamanın hazzını yaşıyordu. Nihayetinde, bütün ülkeler, ABD’nin zamanı ve gerekçelerini belirleyip kendilerine dayattığı bir işgal hareketine katılmak zorunda kaldılar.
Ne var ki; bu çok uzun sürmedi. 2003’teki Irak işgali öncesinde emperyalist devletler iki ayrı kampa bölündü. ABD ve İngiltere’nin Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmadan da Irak’ı işgal hareketini başlatmalarına Almanya, Fransa, Rusya ve Çin karşı çıktı ve işgale katılmaya yanaşmadılar. Irak, ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde kurulan “gönüllüler koalisyonu”yla işgal edildi, ancak ABD ve İngiltere için tam anlamıyla bir bataklık oldu, olmaya da devam ediyor. Benzer bir durum Libya’da da oldu. Ancak, emperyalist kamplaşma, bu sefer Irak’takinden farklı oldu. Fransa, açıktan ABD-İngiliz ittifakına dahil olup vurucu güç haline gelirken, Almanya ekonomik ve siyasi çıkarları gereği “orta yol” siyaseti izledi; askeri olarak sürece dahil olmadı, ancak siyasi açıdan destekledi. Rusya-Çin ekseni ise, BM Güvenlik Konseyi’nde işgal konusunda çekimser kaldı, işgali sadece lafta eleştirmekle yetindi. Böylece, emperyalistler arasındaki çelişkiler Libya’da gerilimin düşük olduğu bir uzlaşmayla geçiştirilmiş oldu. Kaddafi barbarca öldürüldü, petrol başta olmak üzere ülkenin yeraltı kaynakları talan edildi ve Libya halkı yeni bir belirsizliğin içerisine sürüklendi. İstikrar adına yapılan işgalin ardından ülkeye istikrarsızlık hakim oldu ve olmaya da devam ediyor…
Ne var ki, Batılı emperyalistler Libya’yı almakla yetinmemiş, bir sonraki durak olarak Suriye’nin üzerine çarpı işareti konulmuştu. Suriye’nin işgali için Mart 2011’den itibaren başlatılan süreç, gelinen aşamada, Rusya-Çin ekseninin geri adım atmaması üzerine, masa başında yapılan hesapları alt üst etmiştir. Kısa bir süre içinde işgal edileceği sanılan Suriye’de beklenenin aksine hem Rusya-Çin ekseni hem de Esad rejimi büyük bir direnç göstermiş, dahası Batılı emperyalistlerin Esad rejimini devirmek için silahlandırdığı gruplar bu kez Batı’yı da tehdit edecek derecede güçlenmiş, bu nedenle de bunlara verilen destek kesilmek zorunda kalınmıştır. Denilebilir ki; Rusya’nın bir mevzi olarak Suriye’yi teslim etmemek için izlediği politikalar şimdilik sonuç vermiş ve Batılı emperyalistler ve onların bölgesel işbirlikçileri açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Uzlaşma amacıyla başlanan Cenevre 2 görüşmeleri de, beklendiği gibi, sonuçsuz kalmıştır. Ancak bu, Suriye’nin işgal edilmesi ve işbirlikçi bir rejimin işbaşına getirilmesi planlarının bundan sonra devreye sokulmayacağı anlamına gelmiyor. Tersine, fırsat bulundukça, Suriye’nin Rusya ekseninden çıkarılması planları yeniden devreye konulacaktır. Suriye’deki Kürtler ise, bu kaos ve belirsizlik ortamından yararlanarak, Rojova’da özerklik ilan etmeyi başarmış, ardından da halkın özyönetimiyle kantonların kurulmasına geçilmiştir.
YENİ HEDEF: UKRAYNA
Asıl hedefini “kontrol edilemeyen ülkelerin ele geçirilmesi” üzerine kuran ABD ve Avrupalı emperyalist devletler, Kasım 2013’te AB ile Ukrayna arasında imzalanması planlanan “Ortaklık Anlaşması”nın Rusya’nın baskısıyla son anda imzalanmaktan vazgeçilmesi üzerine, bu kez bir kez daha yönlerini Ukrayna’ya çevirdiler. 2004’te gerçekleştirilen “Turuncu Devrim” ile mevzi kazanan Batılı güçler, 2010’daki seçimlerde bu mevziyi yeniden Rusya yanlılarına kaptırmış, yeni bir hamle için asıl olarak 2015’teki Başkanlık seçimlerine göre planlar yapmışlardı. Ancak, AB ile Ortaklık Anlaşması’nın son anda Rusya’nın baskısıyla Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç tarafından imzalanmaması fırsat olarak görüldü ve süreç hızlandırıldı. AB bayraklarıyla aylarca “Maidan” Meydanı’nda bir araya gelen AB ve ABD yanlıları, Rusya yanlısı Yanukoviç’i devirmek için kitlesel eylemler düzenlediler, barikatlar kurarak çatışmalara girdiler, kamu binalarını işgal ettiler.
Buna rağmen, istediklerini kısa bir sürede alamayacaklarını fark eden işbirlikçi güçler bu kez silahlı ayaklanmaya başvurup, seçimle işbaşına gelen Hükümeti ve Devlet Başkanı’nı devirerek, Batı’nın desteğiyle açıktan bir darbe yaptılar. 18 Şubat’ta Kiev’deki Maidan Meydanı’ndan parlamento binasına doğru yürüyüşe geçen göstericilerle polis arasında çatışmalarda, Ukrayna Sağlık Bakanlığı tarafından verilen bilgiye göre, 77 kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında en az 6 polis de bulunuyordu. Böylece, SSCB’nin dağılmasından sonra, Ukrayna’da en kanlı olay gerçekleşmiş oluyordu. Ancak olaylardan kısa bir süre sonra, AB Dışpolitika Sözcüsü Catherina Ashton ile Estonya Başbakanı Bakan Urmas Paet arasında yapılan ve internete düşen telefon görüşmesine göre, bu katliamın Batı yanlısı güçler tarafından yapıldığı ifade edildi. Görüşmenin kayıtları her iki politikacı tarafından yalanlanmazken, içeriğine itiraz edildi. Kayıtlarda Estonyalı bakanın Ashton’a, “Yeni koalisyonun gerçekte neler olduğunu araştırmak istememesi rahatsızlık verici. Bu da keskin nişancıların arkasında Yanukoviç değil de, yeni koalisyondan birilerinin olduğu ihtimalini giderek kuvvetlendiriyor” dediği yer alıyordu.
İşbirlikçi güçler ve Batı medyası ise katliamın Yanukoviç’e bağlı “Berkut” polis gücü tarafından yapıldığını ifade ederek, Devlet Başkanı ve Hükümet’in istifa etmesini istedi. Bu katliamdan sonra Yanukoviç’i destekleyen oligarklar ve milletvekilleri cephesinde büyük bir kopuş oldu ve hızla istifalar başladı. Hal böyle olunca, Rusya yanlısı rejimin ayakta durması artık mümkün değildi ve Yanukoviç 22 Şubat’ta ailesiyle birlikte Rusya’ya kaçtı.
Halbuki, bu olayların ortasında Ukrayna’ya giden Almanya, Polonya ve Fransa Dışişleri Bakanlarının katıldığı toplantılarda bir “uzlaşma” sağlanmıştı. Buna göre, 2015’te yapılması planlanan Başkanlık seçimlerinin Aralık 2014’e çekilmesi, bütün kesimleri içerisine alan bir uzlaşma hükümetinin kurulması taraflarca kabul edilmişti. Ancak, bunu yeterli görmeyen faşist partilerin desteğiyle parlamentoya doğru bir ayaklanma başlatıldı ve sonunda darbe gerçekleştirildi.
BATI DARBESİ VE İŞBİRLİKÇİLER
Son darbenin Batı tarafından önceden planlandığına dair pek çok veri bulunuyor. Parlamento binasına yapılan yürüyüşten bir gün önce, “muhalefet liderleri” diye takdim edilen Kliçko/Yazenyuk ikilisi Berlin’de Başbakan Angela Merkel tarafından bizzat kabul edilerek, her türlü destek vaadi bir kez daha yinelendi. Zira, Merkel’in partisi CDU’ya bağlı Konrad Adenauer Vakfı’nın bu ekibi maddi olarak desteklediği, siyasi olarak eğittiği biliniyor. Hal böyle olunca, ‘Kiev ayaklanması’nın Berlin ziyareti sırasında planlanıp planlanmadığı sorusunu akıllara geliyor. Aynı şekilde, ABD de, doğrudan veya dolaylı olarak daha çok Batı Ukrayna’da taban bulan partiler, örgütler ve çeşitli kurumlara, faşist çetelere her türlü maddi ve politik destek verdi. Çeşitli kaynaklara göre, darbe için ABD tarafından toplamı 100 milyon dolar para aktarıldı.
Özetle, ABD ve Batı Avrupa bağlantılı “sivil toplum” görünümlü ve gayri resmi/örtük yapılanmalar tekrardan sahneye çıkmak suretiyle, üç aylık dönemde sivil-faşist darbe ile neticelenen süreç için milyonlarca dolar yatırım yaptılar. Kiev’in merkezi meydanına kurulan dev sahnede, ABD, Almanya ve diğer Batılı ülkelerin büyükelçileri, bakanları ve politikacıları boy göstererek, darbenin yapılmasına imkan sağladılar.
Açıktır ki; Ukrayna’da AB ve ABD tarafından faşist bir darbe gerçekleştirilmiştir. İçeride dayanak olarak kullanılanların başında boksör Vitali Kliçko, Rus doğalgazını satarak zenginleşen Yulia Timoşenko ve partisi “Anavatan” ile faşist “Swoboda” (Özgürlük) Partisi geliyor. Eylemler sırasında, Hitler faşizminin Ukrayna’yı işgal ettiği yıllarda Kızıl Ordu’ya karşı Alman faşistleriyle aynı safta yer alan Stepan Bandera ve onun ırkçı terör örgütü Ukraynalı Milliyetçiler Örgütü’nün sembolleri ve bayrakları Maidan’da sıkça boy göstermiştir. Komünistlere, Yahudilere ve Ruslara karşı açıktan düşmanlık yapan Swoboda Partisi ve lideri Oleg Tjagnibok, Batılı emperyalistler tarafından el üstünde tutulmuş, vurucu güç olarak kullanılmıştır. Bu faşist parti, daha sonra kurulan geçici hükümette de etkili bir şekilde yer almıştır. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin tanınmış simalarından ve eski başkan adayı John McCain de Swoboda lideriyle bizzat görüşmüş, güçlenmesi için destek verilmiştir. Özetle, açıktan ırkçı-faşist bir anlayışa sahip olan Swoboda, Batı tarafından “normal” bir “muhalefet partisi” olarak değerlendirilmiş ve darbe sürecinde önemli rol oynaması sağlanmıştır. Eylemler sırasında Swoboda’nın askeri kanadı “C 14” Ukrayna Komünist Partisi’nin merkezini basmış, duvarlara gamalı haç işareti yapmış ve Rus azınlığına karşı düşmanca mesajlar vermiştir.
Bütün bunlar, Ukrayna halkına, Batı tarafından, faşist-oligarşik bir sınıfın Yanukoviç’e alternatif olarak dayatıldığını yeterince ortaya koyuyor olsa gerek.
Darbenin ardından kurulan yeni hükümetin Başbakanı Timoşenko’nun sağ kolu banker Arseni Yazenyuk, Yardımcısı da Swoboda partisinden Olexandr Siç oldu. İçişler Bakanlığı koltuğuna ise hakkında yolsuzluk soruşturmaları açılan multi-milyarder Arsen Avakov oturdu. Yine Maidan gösterilerini maddi olarak destekleyen oligarklar, Petro Poroşenko, Volodimir Groisman da Bölgesel Politikalar Bakanlığı yardımcıları olarak atandılar. Ulusal Güvenlik Dairesi’nin başına ise, faşist Sosyal-Milliyetçi Parti’nin kurucu üyesi Andriy Parubi getirildi. Böylece, yeni yönetici kliğin faşist-oligark karışımı olduğu kendiliğinden görülüyor.
Batılı emperyalistlerin, faşistlere dayanarak Ukrayna’yı kendi denetimi altına almak için izlemiş olduğu politikaların arkasında, elbette, hem bu ülkenin jeostratejik önemi, hem de bu ülkedeki yönetimin halen Rusya’nın etki alanı içerisinde olması vardı. SSCB döneminde sanayi, yeraltı kaynakları, gemi ve uçak yapımı, silah ve çelik üretimi konusunda önemli bir yere sahip olan Ukrayna, bugün de bu özelliklerini korumaya devam ediyor. Ayrıca, Rus doğalgazının Doğu Avrupa’ya ulaştırılmasında Ukrayna koridor niteliğinde. 45 milyon nüfusuyla Doğu Avrupa’nın en büyük pazar alanlarından biri olan ülkede siyasi bölünme sermaye gruplarının çıkarlarına göre şekillenmiş; Rus nüfusunun yoğun olduğu ülkenin doğu ve güneyinde sermaye gruplarının Rusya ile yoğun ticari ilişkileri bulunuyor, batıdakiler ise daha çok AB ile ticaret ilişkisi içerisinde.
Ayrıca, Ukrayna’nın Rusya ile Batı Avrupa arasında bir “tampon bölge” ve “enerji koridoru” olması da, tarafların geçmişten günümüze birbiriyle girdikleri savaşlarda hep önemli oldu. Dolayısıyla günümüzde bu ülkenin hangi güç tarafından kontrol edildiği ya da edilmek istendiği, aynı zamanda ülkenin geçmişiyle de ilgili.
Başka bir deyişle, Ukrayna, geçmişten günümüzde kadar “Doğu” ile “Batı” arasında; açıkça görüldüğü gibi Rusya-Çin ekseniyle, ABD ve AB üyesi Almanya ve Polonya başta olmak üzere, bölge üzerine “tarihsel” emeller besleyen ülkelerin en aktif taraflarını oluşturdukları güçlerin mücadelesinin alanlarından birini oldu. Bu konumdaki bir ülke üzerine kavga, içeride salt farklı kliklerin işbaşına gelmesiyle sonuçlanamayacak denli derin.
Bu nedenle Ukrayna’daki gelişmeler” uzunca bir süredir Ukrayna’nın bir “iç sorunu” olmaktan çıkmış, emperyalist ülkelerin paylaşım planlarının parçası haline dönmüştür. Çok sayıda insanın canına mal olan “ayaklanma” ve çatışmanın asıl nedeni, AB ve ABD’nin ülke üzerinde egemen olması çabasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla Ukrayna’daki egemen güçler, oligarklar kadar halk da, ülke içerisindeki sorunlar üzerinden değil, emperyalist devletlerin planlarına göre bölünmüş ya da böldürülmüştür. Eğer bölünme, ülke içerisindeki ekonomik-sosyal sorunlar temelinde olmuş olsaydı, ilerici güçler daha avantajlı çıkabilir, buradan geleceğe dair umutlu bir sonuç alınabilirdi. Ne var ki, farklı emperyalist güçler arasında Ukrayna üzerinde süren egemenlik mücadelesi, milyonlarca işçinin, emekçinin ekonomik-sosyal sorunlarının üzerine kalın bir perde çekmiş, geniş yığınları emperyalist planlar ve mücadele ortamına sıkıştırmıştır. Halbuki, ülkede güçlü bir ekonomik altyapı olmasına rağmen, yoksulluk kimi kentlerinde yüzde 60’a kadar dayanmış, Ukrayna’nın geniş ve zengin topraklarının önemli bir bölümü 1991’den sonra uluslararası tekellere özelleştirme adı altında peşkeş çekilmiş, Ukrayna halkı tarafından işletilememektedir.
Örneğin, şu anda Ukrayna’da Çin’e ait 100 bin hektarlık toprak var. Bunun aşamalı olarak 3 milyon hektara çıkarılması planlanıyor. Bu miktar, Avrupa’nın en büyük ülkesi olan Almanya’nın ekili arazisinin dörtte birine (12 milyon hektar) denk geliyor. Ayrıca eskiden milyonlarca işçinin çalıştığı büyük fabrikaların çoğu yine ya oligarklara ya da uluslararası tekellere kelepir fiyatına satılmış, emekçilerin ailelerini geçindirebilecek bir iş bulmaları imkanı da ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunlar, Ukrayna halkı için kurtuluşun “içeride değil dışarıda” olduğu görüşünün yayılmasına, AB’ye girişin tek seçenek olarak görülmesine vesile olmuştur. AB ile ortaklık ya da yakın ilişkinin geniş kitleler arasında bu denli popüler olmasının arkasında asıl olarak bu sosyal-ekonomik nedenler bulunuyor.
BATI CEPHESİNDE GÖRÜŞ FARKLILIĞI VE BÖLÜNME
Kabaca bakıldığında Ukrayna eksenindeki gelişmeler karşısında ABD ve Batı Avrupalı emperyalist devletler aynı safta görünse de, ayrıntılı bakıldığında bunların arasında farklılıkların olduğu da görülecektir. Rusya ile ticari ilişkileri az olan ABD ve İngiltere, doğrudan bir “izolasyon” politikası izlenmesini savunurken; Almanya-Fransa ekseni, ticari ilişkilerin yoğunluğu nedeniyle, Rusya ile açıktan ilişkilerin koparılması ve yaptırımların uygulanmasına karşı çıkıyor. Bu temelde olağanüstü toplanan AB zirvelerinden Rusya’ya yönelik sınırlı yaptırım kararları çıktı. Kararlar, daha çok, Yanukoviç rejimi döneminde Ukrayna’da görev yapanların banka hesaplarının dondurulması ve Rusya ile yapılması öngörülen vize kolaylığının durdurulmasına yönelik bulunuyor. Bu nedenle, özellikle Almanya her ne kadar aynı cephede görünse de, tam olarak aynı şeyi savunmuyor. Dahası Almanya, “çok katmanlı Ukrayna sorunu”nda büyük bir açmazla karşı karşıya kaldı. Alman sermayesinin bir bölümü, ekonomik çıkarlar gereği Rusya’ya daha yakın durmanın gerektiğini açık bir şekilde dile getirdi.
Bu nedenle, Ukrayna’daki darbeye her açıdan destek veren Almanya, ABD ve İngiltere gibi Rusya ile açıktan karşı karşıya gelmekten yana değil. AB’nin Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımları gündeme getirmesi ise, şimdilik beklenmiyor. Çünkü bu durumda asıl zararlı çıkanın AB olacağı ifade ediliyor. Rusya AB’nin üçüncü; AB de Rusya’nın birinci ticaret ortağı. Almanya ve AB ülkeleri, öncelikli olarak Rusya’ya ağır sanayi makineleri, kimyasal maddeler ve tarım ürünleri; Rusya ise AB ülkelerine ağırlıklı olarak doğalgaz ve petrol satıyor. Özellikle Rusya’nın yaptırımlara karşılık vermesi durumunda, doğalgaz ve petrol konusunda Rusya’ya bağımlı olan ülkelerin önemli ölçüde zararlı çıkacağı ifade ediliyor. Bunların başında ise Almanya geliyor.
Almanya ile Rusya arasında 2013’te toplam 76,5 milyar Euro’luk ticaret yapıldı. Rusya Almanya’ya 40,5 milyar Euro’luk, Almanya ise Rusya’ya 36 milyar Euro’luk mal sattı. Basında yer alan haberlere göre, Rusya’da 6 bin Alman firması iş yapıyor ve bu firmalara bağlı 300 bin kişi çalışıyor. Bu da, Almanya-Rusya ticari ilişkilerinin sarsılması durumunda her iki ülkenin kaybının büyük olacağı anlamına geliyor. Almanya, ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgazın üçte birini Rusya’dan karşılıyor. Doğu Avrupa ülkelerinde bu oran, yüzde 100’e kadar çıkıyor. Bu durumda, Rusya’nın petrol ve doğalgaz satışını durdurması ya da fiyatları artırması, AB ve Alman ekonomisinde büyük sarsılmalara yol açacak gibi görünüyor.
Bu nedenle, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’i devirmek için canla başla çalışan AB ülkeleri, Rusya’nın yaptığı Kırım hamlesi karşısında tam anlamıyla zora düştü. Süddeutsche Zeitung’da Nico Fried’in yorum yazısında, Merkel’in Ukrayna politikası şu şekilde eleştiriliyordu: “Bir şey açık: Merkel suçlu. Başbakan şunu bilmeliydi ki, Ukrayna ile AB arasında imzalanması planlanan işbirliği anlaşması Rusya için provokasyondu. Bu demektir ki, Putin pek dikkate değer görülmedi.”
Gerçekten de Almanya, Ukrayna’daki darbenin ardından Rusya’nın nasıl bir tutum göstereceğini fazla hesaplamadan hareket etti. Sonradan, ortaya çıkan durum karşısında yeni bir politika belirleme yoluna gitti. Halbuki; Merkel, Ukrayna’da başından beri taraftı. Dengelerin Rusya’nın aleyhine dönmesi için elinden geleni yaptı. Ve öyle anlaşılıyor ki, gerilim ortamında, Rusya, kısa bir süre içerisinde önce Ukrayna’ya, sonra da Avrupa’ya karşı “doğal gaz silahı”nı kullanacak. Gazporm Başkanı, Ukrayna’ya uygulanan yüzde 30 indirimin kaldırılacağını açıkladı. Bu demektir ki, Ukrayna Rusya’dan doğalgazı artık daha pahalıya satın alacak. Bunun, zaten ekonomisi iflas durumunda olan Ukrayna’da pek çok soruna yol açacağı açık.
RUSYA’NIN KIRIM HAMLESİ
Batılı emperyalist devletlerin bütün Ukrayna’yı denetim altına almak için gerçekleştirdiği darbeye, beklendiği gibi, Rusya’nın yanıtı sert oldu. Dünya kamuoyunun oluşan yeni dengeler çerçevesinde Ukrayna’nın bölünüp bölünmeyeceğini tartıştığı sırada, Kırım Parlamentosu, 6 Mart’ta, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı ve bu temelde 16 Mart’ta referandum yapılacağını ilan etti. Ayrıca Sivastopol kenti de, Kırım ile birlikte Rusya’ya katılmak istediğini duyurdu. Geniş yankı yaratan bu kararın ardından yapılan referanduma yüzde 83’lük oy kullanma oranıyla katılan Kırım halkının yüzde 96.8’i Ukrayna’dan ayrılma ve Rusya’ya bağlanma yönünde karar verdi. Ve Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, 18 Mart’ta Kremlin’de düzenlediği şatafatlı bir törenle Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılma başvurusunu kabul edip onay için gereğin yapılmak üzere parlamentoya havale etti. Böylece, hızlı gelişmelerin ardından, eğer tüm doğu ve güney bölgelerine, Harkov ve Donetsk’e kadar yayılmaz bu haliyle kalırsa, kısa bir süre içerisinde Ukrayna bölünmüş oldu.
2001 nüfus sayımına göre 2 milyon 33 bin 700 kişinin yaşadığı Kırım Özerk Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 60’nı Ruslar oluşturuyor. Ruslar’dan sonra yüzde 24 ile Ukraynalılar ikinci, yüzde 12 ile Kırım Tatarları üçüncü sırada yer alıyor. Aynı şekilde Kırım Yarımadası’nda yer alan Sivastopol kentinde yaşayan 328 bin kişinin de yüzde 72’sini Ruslar oluşturuyor. Ayrıca, Rusya’nın Karadeniz Donanması’nın merkezi de bu kentte.
Hem nüfusunun çoğunun Rus olması, hem de sanayi ve stratejik önemi bakımından Rusya için vazgeçilmez önemi olan Kırım Yarımadası’nın Rusya topraklarına dahil edilmesi, bir taraftan Putin yönetiminin Batı karşısında artık geri adım atma niyetinde olmadığını gösterirken, diğer taraftan ise, Batı’nın Rusya’nın Kırım hamlesi karşısında çaresiz kaldığını da gösterdi. Bu, aynı zamanda, Rusya’nın bir süreden beri uluslararası ilişkilerde sürdürdüğü aktif dış politikanın zirve yapması anlamına geliyor.
Kırım, tarihte daha önce de egemen devletlerin paylaşmakta zorlandığı ve bunu için savaşlar yaptığı bir yarımada. “İlk zamanlar Kırım’da Kimmerler, Antik Yunanistan, İskitler, Gotlar, Hunlar, Bulgarlar, Hazarlar, Kiev Rus devleti, Bizans Yunanlıları, Kıpçaklar, Osmanlı Türkleri, Altınordu Tatarları ve Moğollar hakimiyet kurmuştur. 13. yüzyılda Venedikliler ve Cenevizliler tarafından kısmen kontrol altına alındı, bunu izleyen dönemde, sırasıyla 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Kırım Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Rus İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler faşizmi ve daha sonra 20. yüzyılın geri kalanında Sovyetler Birliği içinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı.”
Kırım Yarımadası, 1954’de, Kuruçev tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içerisinde dahil edilmişti.
Kırım üzerinde günümüzde süren paylaşım mücadelesinin bir benzeri, 1853-56 yılları arasında yaşanmıştı. Yarım milyon insanın canına mal olan Kırım Savaşı’nda devletlerin dizilimi ve öne sürülen gerekçeleriyle, aradan 160 yıl geçmesine rağmen değişen fazla bir şeyin olmaması dikkat çekici.
Osmanlı’nın Rus ve diğer azınlıklara yönelik baskılarına tepki gösteren Çarlık Rusya’sı, Kırım’a askeri operasyon düzenledi. Rusya’nın batıya doğru ilerlemesinden endişe eden Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa ve Sardunya Krallığı (İtalya), Osmanlıyla birlikte savaşa dahil oldu. Prusya (Almanya) ve diğer Avrupa devletleri ise, tıpkı bugün olduğu gibi, bir taraftan Batı kampında yer alırken, diğer taraftan Çarlık Rusya’sıyla arayı bozmamaya çalışıyordu. 160 yıl önceki Kırım Savaş’ından bugüne geldiğimizde, Osmanlı’nın yerini Ukrayna almış, bir de, o zamanlar bu denli güçlü olmayan ABD sürece aktif dahil olmuş. Bunların dışında işbirliği yapan güçler ve bunların hesapları konuşanda değişen fazla bir şey yok. Gerilim, tıpkı bugün Ukrayna ile Rusya arasında bir çatışmayla sınırlı olmadığı gibi, o zaman da, Osmanlı ile Rusya arasındaki bir savaştan ibaret değildi; bölgeye kimin egemen olacağıyla ilgili genel ve önemli bir savaştı. Asıl savaş, o zaman da, Rusya ile Batılı kapitalist devletler arasındaydı.
Yüz binlerce insan hayatını kaybettiği üç yıl süren savaş, her ne kadar müttefik güçlerin Çarlık Rusya’sına karşı “zaferi”yle sonuçlansa da, Osmanlı, asıl kaybeden taraf olmuştur. Ekonomisi, tıpkı bugünkü Ukrayna gibi iflas aşamasındaydı ve savaşı yürütebilmek için diğer müttefikler tarafından alabildiğince borçlandırılmış, savaş sonrasında müttefik güçlerin sömürgesi haline gelmişti. Osmanlı için kullanılan “hasta adam” tanımlaması, ilk kez Kırım Savaşı sırasında ortaya atılmıştı. Açıktır ki, Avrupa’nın “hasta adamı” şimdi Ukrayna’dır. Ve öyle görünüyor ki, Osmanlı’yı tam sömürge haline getiren Kırım Savaşı, şimdi de Ukrayna’yı sınırsız şekilde Batılı emperyalistlerin sömürgesi haline getirecek. Bu nedenle, Kırım ikinci kez dünya tarihinde önemli bir dönemecin adresi olmuştur.
RUSYA’NIN YENİDEN YÜKSELİŞİ YA DA “ÇAR PUTİN”
Batı Avrupalı emperyalist devletlerle ABD’nin Ukrayna’da gerçekleştirdiği faşist darbe, gelinen aşamada, Ukrayna’yı bölmüş bulunuyor. Taraflar arasında gerilimin başladığı ilk aylarda “bu gidişle ülke bölünür mü?” şeklinde yöneltilen ve düşük bir olasılık olarak görülen bu öngörü şimdi gerçeğe dönüşmüş durumda. Bunda, elbette, Rusya’nın izlemiş olduğu kendine güvenli ve uzlaşmaz tutumun önemli bir payı bulunuyor.
Rusya ve lideri Putin, yeniden kazanılması zor görülen Ukrayna’yı kaybettiği gerçeğini gördükten sonra, Kırım hamlesiyle, en kıymetli bölgesini koparak kendi topraklarına dahil etti. Hem de ABD ve Batı Avrupalı devletlerin tehdit ve şantajlarını hiçe sayarak.
Kırım ve Sivastopol’da 16 Mart’ta yapılan referandumda halkın ezici çoğunluğunun Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etmesinin ardından Kremlin’de düzenlenen imza töreni, bu nedenle Putin ve Rus sermayesi tarafından tam anlamıyla gövde gösterisine dönüştürüldü. Şimdilik, görünürde kazanan Rusya, kaybeden Ukrayna’daki işbirlikçi-faşist çevreler ve onların asıl destekçileri olan Batılı emperyalist devletler olmuştur. En azından politik ve moral açısından tablo bundan ibaret görünüyor. Ancak bu durum siyasi bakımdan “yarısı suyla dolu bardak”tan başka bir şey değildir. Rusya, bardağın dolu tarafını göstererek, bütünü kaybetmek yerine Kırımı kurtarmanın sevincini yaşıyor. Halbuki, bardağın boş tarafına bakıldığında, Rusya, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna’nın batısını kaybetmiş, NATO ve AB’nin gelip sınırına dayanmasını engelleyememiştir. Kırım ve Sivastopol’u da elinde tutan NATO denetimindeki bir Ukrayna ise tam anlamıyla felaket anlamına gelecekti. Bu nedenle, mevcut dengeler ve ittifaklar açısından bakıldığında, Rusya’nın tek ve son çare olarak, Ukrayna’nın en kıymetli bölümünü kendi topraklarına dahil etmesi başarı olarak görülebilir.
Batılı güçler ise, Ukrayna’yı bütün olarak ele geçirmenin ve şüphesiz bölmeden kontrol etmenin hesaplarını yapıyordu. Ancak Putin’in beklenmedik ileri hamlesi onları hazırlıksız yakaladı. Bu nedenle, Ukrayna’nın bölünmeden kontrol edilmesi hayali gerçekleşmeyen Batı cephesi açısından bu bir yenilgi görünebilir. Ne var ki; Yanukoviç devrilmeden önce ülke üzerinde ciddi etkisi bulunmayan Batı cephesi, şimdi, her açıdan kontrol edebileceği bir Batı Ukrayna’ya sahiptir. Bardağın yarısı bu açıdan Batı için dolu görünüyor. Dahası, Batı Ukrayna üzerinde kurulacak egemenlikle NATO ve AB’nin sınırları bir adım daha doğuya doğru kaydırılmış, nihayet Rusya sınırına dayanmıştır. Ancak, Batı’nın kazandığı Batı Ukrayna’nın ekonomik açısından değeri, Doğu ve Güney Ukrayna’ya göre çok çok düşüktür. Dolayısıyla bölünmüş ve zayıflamış bir Batı Ukrayna’nın Batı cephesi için ileride her açıdan sorun olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Bu da, Batı cephesi açısından bardağın boş tarafı demektir.
Putin, Kırım ve Sivastopol temsilcilerini de çağırarak düzenlediği imza töreninde yaptığı konuşmada, asıl olarak NATO’nun Rusya sınırına dayanmasından ve füze savunma sisteminin Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmesinden rahatsız olduğunu belirttikten sonra, şöyle devam ediyordu: “Bugün de bize karşı bir çok yaptırım tehdidinde bulunuyorlar. Biz zaten bir çok sınırlamayla karşı karşıyayız. Örneğin Soğuk Savaş yıllarında ABD ve diğer ülkeler, SSCB’den belli teknoloji ve silahların satın alınmasını yasaklamıştı. Bu sözde Comecon Listesi’nde yer alıyordu. Bugün bu sadece biçimsel olarak değişmiştir, gerçekte ise geçmişteki yasak bugün de devam ediyor. Sürekli bizi bir köşeye sıkıştırmaya çalıştılar, çünkü bizim bağımsız bir tutumumuz var. Ama her şeyin bir sınırı var. Ve Ukrayna olayında Batılı partnerlerimiz şeytanla hareket ederek, ağırdan alarak, sorumsuzca ve amatörce davrandılar.”
Putin, konuşmasında, Batılı emperyalist güçlerin Rusya’nın çıkarlarını zedeleme konusunda “sınırı aştığını” ve gereken yanıtın verildiğini ifade ederek, Rus emperyalizminin bundan sonra nasıl bir siyaset izleyeceği konusunda önemli ipuçları veriyordu. Gerçi bu konudaki ipuçlarını daha önce de vermişti. 2007’de, Münih’teki NATO Güvenlik Konferansı’nda açık bir şekilde “ABD sınırlarını aştı. Şiddeti yayıyor” demişti. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra, Ağustos 2008’de, Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Gürcü ordusunun yaptığı müdahaleye Rusya askeri yanıt vermiş ve Güney Osetya ve Abhazya’yı himayesine almıştı. Böylece askeri açıdan ilk ciddi çıkışını Gürcistan’a yaptığı müdahaleyle gösteren Rusya, Kırım’da da benzer bir taktik izledi.
Siyasi ve askeri olarak, komşularını bu denli tehdit eden Rusya, ekonomik açıdan ise, son yıllarda bazı ülkelerle “entegrasyon” süreci başlattı. Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan ve Moldavya’nın katılımıyla AB’ye benzer Avrasya Ekonomik Birliği’nin kurulması öngörülüyor. Son gelişmelerle birlikte Ukrayna’nın bu birliğe dahil olmayacağı artık görülüyor.
Soğuk Savaş’ın bittiği ilk yıllarda Yeltsin tarafından Batılı emperyalistlere peşkeş çekilen Rusya, Putin döneminde toparlanmış ve kendisini savunacak güce erişmiş görünüyor. Putin, törende yaptığı konuşmada, Kırım ve Sivastopol’un Nikita Kruçov tarafından 1954’te, hem de halka sorulmadan Ukrayna’ya hediye edilmesi şeklindeki yanlışı şimdi düzelttiklerini söylerken, eski SSCB Cumhuriyetlerinde yaşayan Rus azınlığın haklarının koruyucusu olduklarını da ilan ediyordu. Bu açıklamanın ardından, bu kez, Rus azınlığın yaşadığı Moldavya’nın Trans-Nistrien Bölgesi’nin de, Kırım gibi, Rusya Federasyonu’na katılabileceği gündeme geldi. Bütün Rusların koruyucusu olduğunu ilan ederek, içeride Rus milliyetçilerinin de açık desteğini alan Putin, diğer emperyalist devletler gibi, kendi ülkesinin sermayesini ve emperyalist ihtiyaçlarını gözetip korumanın planlarını yapıyor.
Ama belirtmek gerekiyor ki, Putin, göreve geldiği günden bu yana, eski Çarlık Rusya’sının ve SSCB’nin gücüne hep göndermelerde bulundu ve Rusya’nın düştüğü durumdan memnun olmadığını da ifade etti. Dolayısıyla Rusya’nın ve Rusların bu şekilde yaşamaya devam etmesini onaylamıyordu. “SSCB’nin dağılması 20. yüzyılın jeopolitik felaketidir” diyen Putin’in bu nedenle geçmişe yönelik yaptığı göndermelerinin çoğunda dile getirdiği, aynı zamanda günümüz Rusya’sının eski nüfuz alanlarını yeniden kazanması, her yönüyle güçlenmesine duyduğu özlemden başka bir şey değil.
Bütün bunlardan ötürü, Putin’in Rus sermayesinin çıkarlarını korumak için izlemiş olduğu dış politika, Batılı emperyalistler tarafından da uzunca bir süredir rahatsızlıkla izleniyor. Zira, taraflar arasındaki gerilimin hep düşük yoğunluklu geçmeyeceği açıktı ve bundan sonra da daha sert ve keskin dönemeçler yaşanacak. Bunda Batı basını tarafından kişisel olarak Putin’in belli özellikleri daha çok öne çıkarılıyor. Hatta ABD eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, hızını alamayarak, işi Putin’i Hitler’e benzetmeye kadar vardırdı. Almanya Başbakanı Merkel ise, Rusya’nın Kırım hamlesini, “Putin, başka bir dünyada yaşıyor” diyerek anlamakta zorlandığını ifade etti.
Halbuki ortada anlaşılmayacak bir durum yok! Nasıl ki Almanya, ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Ukrayna’yı kendi denetimlerine alıp etki alanlarını genişletmeyi ve Rusya’yı çevrelemeyi amaçlıyorlarsa, Putin de, eskiden sahip olduğu alanları korumak için karşı hamleler yapıyor. Bu eksenden bakıldığında, Batılı emperyalistlerin saldırı, Rusya’nın halen savunma hattında olduğu söylenebilir. Anlaşılan o ki, Batı cephesi bu sert savunma politikasını beklenmiyordu ve bundan duyduğu şaşkınlığı da gizleyemiyor.
Ama, kapitalist dünyanın gerçekleri, uzun yıllar bölgesinde önemli bir güç olan Rusya’nın daha fazla geri adım atmasının koşullarının kalmadığını gösteriyor. Kendi sınırları içerisine hapsedilecek bir Rusya’nın da bir gün Batılı emperyalistler tarafından paylaşılmak üzere masaya yatırılacak olması dikkate alınması gereken bir ihtimaldir.
Öyle görünüyor ki; Putin savunma hattını genişletip yeni müttefikler bulmadığı taktirde günün birinde Batılı emperyalistler tarafından Rusya’nın paylaşılmasının da gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Rusya içerisinde son bir kaç yıldır ortaya çıkan ve “demokrasi hareketi” diye tanımlanan güçler, tam da, Rusya’yı Ukrayna gibi ele geçirme hesaplarının önemli bir parçasıdır. En önemlisi de, ülkede, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi, açıktan bir faşist hareket örgütlenmiştir ve sıkça boy göstermektedir. Unutmamak gerekiyor ki; Batının desteklediği liberaller, sosyal demokratlar, sözde komünistler, radikal milliyetçiler, daha önce, St. Petersburg’da “Milyonların Yürüyüşü” adı altında büyük bir eylem düzenlemişlerdi.
Hepsi, Putin’in temsil ettiği oligarşik yönetimi eleştiriyor. En önemlisi de tepki gösterenlerin sayısı gün geçtikçe büyüyor. Gorbaçov’la başlayan Batı emperyalizmine entegrasyon süreci, Yeltsin’le Rusya’nın geçmiş ekonomik birikim ve kazanımlarının Batı sermayesinin talan ve yağmasına dönüşmüş, halkın refah düzeyi düşmüştü. Putin döneminde bu ilişki bütünüyle sona ermiş olmaktan uzaktır; ancak ülke zenginliklerine el koyan Rus burjuvazisi büyümüş, dünya pazarlarına açılmasına özel olarak destek verilmiş, palazlandırılmıştır. Gelinen aşamada, Rusya; petrol, doğal gaz ve enerji kaynakları üzerinde kıyasıya rekabetin sürdüğü, gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyüdüğü, hem milyarderlerin hem de yoksulların arttığı klasik kapitalist bir ülke haline gelmiştir. Resmi kaynaklara göre, yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 20 milyonun üzerinde. Gerçekte ise, 30 milyona yakın. En çok da gençler işsizlik ve yoksulluktan etkileniyor. Seçimlerden önce, bu dönem, en önemli hedefi olarak yoksullukla mücadeleyi önüne koyan Putin, bugüne kadar somut bir adım atmış değil. Bütün bunlardan ötürü, bir süreden beri Rusya’da kendisini “Anti-Putin” hareketi olarak dışa vuran toplumsal huzursuzluğun bir bölümü Batı tarafından desteklenen liberal kesimlerden oluşurken, diğer bir bölümü sosyal sorunlardan ötürü biriken öfkenin ifadesinden başka bir şey değil. Ancak, yine de Putin Rus ekonomisini önemli ölçüde derleyip toparlamış durumdadır ve eskisinden farklı politikalar izlemeye yönelmiştir.
İçeride zenginliği bir grup azınlığın emrine sunan Putin ve ekibi, dış politikada ise emperyalist politikaları yeniden etkili şekilde devreye koymuş bulunuyor. Suriye ve Ukrayna’daki gelişmelerde de görülebileceği gibi, Rusya, artık diğer emperyalist güçlerle rekabet ve hegemonya çatışmasına girmekten çekinmiyor. Bu çıkıştan ötürü olmalı ki, ABD’de yayınlanan dış politika dergisi “Forbes”, 2013’de, Putin’i “dünyanın en güçlü lideri” ilan etti. Bu da, Putin’in son yıllarda izlemiş olduğu politikalarla hem içeride hem de dışarıda güçlendiğini ve çara dönüştüğünü yeterince ortaya koyuyor.
Bugünkü politikaları ve yönelimi, Rusya’nın, “pes” etmek bir yana, kendi çevresinden başlayarak dünyanın paylaşımı için Batılı emperyalistlerle dişe diş çekişmekten kaçınmayacağını göstermektedir.
SONUÇ: BLOKLAŞMALAR BELİRGİNLEŞTİ, ÇELİŞKİSİ DERİNLEŞECEK
Denilebilir ki, Rusya, Kırım hamlesiyle, son 10 yıldır olup bitenlerden yola çıkarak, tarihsel nedenlerin de etkisiyle bütününü daha fazla kontrol etmesinin artık mümkün olmadığını gördüğü Ukrayna’yı kendi çıkarları açısından bölmenin en yararlı adım olduğuna karar vermiş ve buna göre bir plan hayata geçirmiştir. Burjuva diplomasisinde sonda atılması gereken adımı en başta atarak elini güçlendirmiş ve ona göre pazarlık kapısını açık bırakmıştır. Başka bir deyişle, Rusya, önce diplomatik girişimleri başlatıp Kırım’ı kurtarma yoluna gitme yerine, ilkin askeri müdahaleyle kendi topraklarına katmış, sonra diplomasiye açık olduğunu ilan etmiştir.
“Ukrayna ve onun özerk bölgesi Kırım’da tüm etkinliğini yitirmiş bir Rusya diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturabilir miydi? Bu durumda diplomasi çıkmaz bir yoldu ve bitip tükenmeyen müzakereler ve oyalamalar sürecinin ardından mevcut durumun Rusya tarafından kabul edilmesi istenecek, belki bunun için önemsiz tavizler verilecekti. Şimdi ise Rusya Kırım’ı kontrolü altına alarak diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturuyor. Üstelik çok gelişmiş balistik bir füzenin denemesini yapmış olarak! Yani bugünün uluslararası politikasına yön veren belli başlı emperyalist ülkeler arasındaki temel kurallar yürürlükte ve bundan sonra da pazarlıklar böyle yürüyecek.”
Rusya’nın Kırım hamlesinin ardından Batılı emperyalist devletlerin yapacağı fazla bir şey kalmamıştır. Bunun içindir ki, 18 Mart’ta Kremlin’de Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılması için yapılan tören, tam anlamıyla Putin ve Rus emperyalizminin küllerinden dirilerek gücünü dünyaya göstermesinden başka bir şey değildir. Dahası, daha güçlü olduğunu ifade eden Batı’nın Rusya’ya karşı “düşük yoğunluklu” yaptırımlardan başka yapacağı fazla bir şey olmamıştır. Doğu ve güney Ukrayna Kırım’ın yolundan yürümeyecek olsa bile, Kırım ve Sivastopol’un bundan sonra da Ukrayna topraklarına yeniden dahil olması mümkün görünmüyor. Bunu zorlayıcı politikalar ya da girişimlerin olması durumunda en azından bölgesel bir savaşın gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz.
Ve bu olasılık çok da küçümsenebilir değildir. Zira, Ukrayna’yı kanatları altına alan Batılı kapitalistler, her fırsatta Kırım’ın rövanşını almak için plan yapacaklardır. Bunun için ise, öncelikli olarak Ukrayna’nın AB ve NATO üyesi olması gerekiyor. Bu gerçekleştirildikten sonra, Ukrayna’ya verilecek “açık çekle” yapılacak provokasyonların ardından, tıpkı 160 yıl önceki Kırım Savaşı’na benzer bir savaşın çıkması ihtimali yok sayılamaz. Zira, Batı, bununla asıl olarak Rusya’yı güçten düşürme, haddini bildirme ve yükselişini durdurmayı amaçlayacaktır. Ne var ki; Putin liderliğindeki Rus burjuvazisi, son gelişmelerle birlikte bundan sonra kolay bir şekilde diğer emperyalistlere teslim olma ve nüfuz alanlarından vazgeçme niyetinde olmadığını ilan etmiş ve daha dirayetli bir tutum içerisinde olacağını göstermiştir. Bu, Putin ve Rus burjuvazisinin “antiemperyalistliği”nden değil, kendisinin de güçlü bir emperyalist olmasından kaynaklanıyor. En önemlisi de, kendisinin etki alanını daraltmaya çalışan emperyalist devletlere karşı çıkarken tarihsel mirası ve sembolleri de kullanmaktan tereddüt etmiyor.
Bütün bu politikadan ötürü, dünya, “Soğuk Savaş” yıllarını aratmayacak şekilde, yeniden bir gerilim sarmalı içerisine girmiştir ve bunun yeniden normalleşmesi şimdilik zor görünüyor. Tersine gerilim ve silahlanma bundan sonra daha hızlı sürecek.
Bu yönüyle Ukrayna’daki gelişmeler, emperyalist devletler arasındaki ilişkiler ve çelişkilerde olduğu gibi, baskı altında tutulan halkların özgürlüğü, ulusların bağımsızlığı sorunlarına da yeniden ayna tutmuştur. Halkların bölgesel ya da daha geniş alanlardaki yeni savaşlarda kırılmasının engellenmesi, ancak gelişmelerin nereye doğru gittiğini görmek ve ona tavır almakla mümkündür. Aksi taktirde emperyalistler arası rekabet ve savaşta her zaman olduğu gibi fatura emekçilere çıkacaktır.
UKRAYNA KRONOLOJİSİ
21 Kasım 2013: Ukrayna Hükümeti, AB ile imzalanması planlanan ortaklık anlaşmasını imzalamamayı kararlaştırdı.
24 Kasım: On binlerce kişi Kiev’de bir araya gelerek kararı protesto etti.
1 Aralık: Muhalefet tarafından düzenlenen AB yanlısı gösteriye iddialara göre yüz birlerce insan katıldı. Çatışmalar çıktı, 300 kişi yaralandı. Devlete ait kurumlar işgal edilmeye başlandı.
8 Aralık: Irkçılar tarafından Kiev’de Lenin heykeli yıkıldı.
11 Aralık: AB Dışişleri sözcüsü Chaterine Ashton ve ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa Bölümü sorumlusu Victoria Nuland, Kiev’de göstericilerle buluştu.
17 Aralık: Rusya Devlet Başkanı Putin, Moskova’da Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç ile görüştü ve 15 milyar dolarlık kredi ve ucuz doğalgaz sözü verdi.
17 Ocak 2014: Ukrayna Parlamentosu, gösteri yasasını kısıtlamayan bir düzenlemeyi onayladı.
19 Ocak: 200 bin kişinin katıldığı hükümet karşıtı bir gösteri yapıldı.
18 Şubat: Kiev’de toplanan binlerce kişi parlamento ve başkanlık sarayına doğru yürüyüşe geçti. Çatışmalar çıktı. Onlarca kişi hayatını kaybetti.
22 Şubat: Devlet Başkanı Yanukoviç, Başkanlık sarayından ayrılarak, Rusya’ya kaçtı. Muhalefet geçici hükümeti kurdu ve 25 Mayıs’ta erken seçimlerin yapılmasını kararlaştırdı.
28 Şubat: Rusya yanlısı bir grup Kırım’ın başkenti Simferopol Havaalanı’nı işgal etti.
1 Mart: Kırım Hükümet Başkanı Sergej Aksyonov, Rusya devlet Başkanı Putin’den yardım talebinde bulundu. Rusya Parlamentosu, Kırıma asker gönderme kararı aldı.
6 Mart: Kırım Parlamentosu, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı. Bu konudaki referandumu 30 Mart’tan 16 Mart’a çekti.
16 Mart: Yapılan referandumda halkın yüzde 95,5’i Rusya’ya katılmadan yana oy kullandı.
18 Mart: Rusya Devlet Başkanı Putin, Kırım ve Sivastopol’un bağımsız bir devlet olarak Rusya Federasyonu’na katılma kararını kabul ettiğini açıkladı ve katılım için yasal sürecin başlatılmasını istedi.
20 Mart: Ukrayna Donanması Kırım ve Sivastopol’u terk etti.