Latin Amerika’nın “en zengin ve en yoksul” ülkelerinden biri olan Venezüella’da geçtiğimiz ay içinde yaşananlar, önemli dersler içeriyor. Tek sözcükle özetlenecek olursa; ABD tarafından planlanan ve yürürlüğe konulan askeri darbe, Venezüella halkının oluşturduğu barikatlara çarparak darmadağın oldu.
11 Nisan darbesi ve onun ardından oluşturulan kısa ömürlü cunta rejimi, ABD emperyalizminin Latin Amerika ve genel olarak dünyada izlediği politikanın nasıl bir seyir alacağının önemli bir göstergesiydi. ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice, darbecilerin bozguna uğratılmasının ardından savurduğu tehditle, “vazgeçmeyeceklerini” açıkça ortaya koyuyordu: “Chavez’e ikinci bir şans tanındı. Bu şansı iyi kullanmalı.” Bu durumda, gelecekte benzer veya farklı biçimlerde “tekrarlanacağı” bu kadar açıkça ifade edilen darbenin nasıl gerçekleştirildiğini, “ibret olsun” diye yakından incelemekte fayda var.
Bu noktada, geçmiş askeri darbelere oranla çok ilginç bir farklılığa dikkat çekmek gerekiyor: Venezüella darbesinin benzetildiği Şili’deki 1973 darbesinin nasıl gerçekleştirildiği, darbeden çok sonra ortaya çıkmıştı. Aradan otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, darbeyle ilgili bugüne dek gizli kalmış gerçekler, hâlâ merak ediliyor. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in sorgulanabileceğine ilişkin haberler, hâlâ gazetelerde kendisine yer bulabiliyor. Şili darbesinin ABD tarafından örgütlendiği kesinleşmiş durumda, ama bu “operasyon”un nasıl yapıldığına dair sis perdesi, incelmesine karşın varlığını sürdürüyor. Venezüella’da ise, darbenin hazırlığından hangi yöntemlerle gerçekleştirildiğine kadar pek çok bilgi, daha cunta rejimi yıkılmadan önce ortaya çıkmıştı. Üstelik bütün bunlar, sözde “kamuoyunu bilgilendirme” amacını taşıyan uluslararası medyaya rağmen öğrenildi. Ortaya çıkan “medya-halk çatışması” öyle belirgindi ki, darbenin “medya yönü”, veya medyanın darbedeki rolü, daha uzun süre tartışılacak.
Bu yazı; Venezüella’daki darbeyi ve darbenin püskürtülmesinin gelişim sürecini eksen alıyor. Ancak önce, devrilmek istenen Devlet Başkanı Hugo Chavez ve hükümetinin nasıl iktidara geldiğine, neler yaptığına bakmak gerekli.
ABD’NİN PETROL DEPOSU
Venezüella, ABD’ye en çok petrol satan ülkelerden biri; Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten sonra üçüncü sırada geliyor. Onun hemen ardından, Irak var. Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü OPEC’in dönem başkanlığı da, “dünyanın en büyük ikinci ham petrol üreticisi” unvanı da, Venezüella’nın elinde.
Yeraltı-yerüstü kaynakları açısından çok zengin olan her ülkede görüldüğü gibi, Venezüella’da da korkunç bir yoksulluk hâkim. 24 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor; yüzde 50’sinden fazlası ise “aşırı yoksul” konumunda. Nüfusun üçte birinin “kayıt-dışı sektör” ile yaşayabildiği ülkede “kayıtlı sektör” ise, ülkenin bağımsızlığına kavuşmasından bu yana, bir avuç aile tarafından denetleniyor. 146 milyar dolarlık milli gelirin çok büyük bir bölümü, bu oligarşi tarafından denetlenmekte. Aynı gelirin üçte biri, petrol sektörü tarafından yaratılıyor.
ABD tarafından sıkı “gözetim” altında tutulan Venezüella, 1957’deki “son askeri cunta”nın yıkılmasından bu yana, iki siyasi parti tarafından “sırayla” yönetilmekteydi. Her iki parti de (Demokratik Eylem ve COPEI), oligarşinin siyasi alandaki temsilcileri olarak, ABD’ye bağımlılığın sürdürülmesini temel amaç olarak benimsemişlerdi.
1957–90 arasındaki çalkantılı yıllar boyunca Venezüella, ABD’nin Latin Amerika’daki en “güvenilir” uşağı olmayı sürdürdü. Bu uşaklık, en belirgin bir biçimde, petrol piyasalarına yaptığı etkiyle görülüyordu. Bir OPEC üyesi olarak, bugün Suudi Arabistan’ın üstlendiği role sahipti: Fiyatlar yükseldiğinde üretimi artırmak ve fiyatı yeniden, Batı piyasalarını hoşnut edecek seviyeye çekmek.
Oligarşi, böylece bir yandan ülkenin petrol gelirlerini düşürüyor, diğer yandan ise OPEC içinde bir “Truva Atı” rolü üstlenerek, petrolün Batı’ya karşı bir siyasi manivela olarak kullanılmasını engelliyordu. Petrol gelirlerinin düşük ya da yüksek olmasının halk kitleleri açısından pek bir anlamı yoktu; çünkü gelir, çeşitli yollarla sermaye gruplarının kasalarına akıyordu. Onlar da, fiyatları düşük tutmanın karşılığında, ABD tarafından çeşitli rüşvetlerle beslenmekteydiler. Chavez’in verdiği rakamlara göre, Venezüella’nın 1960–98 arasında petrol ihracatından elde ettiği gelir, “15 Marshall Planı” kadardı. Venezüellalı lider şöyle diyordu: “Tek bir Marshall Planı ile 2. Dünya Savaşı’nın tahrip ettiği Avrupa yeniden yapılandırıldı. Ama Venezüella’da 15 Marshall Planı’nın tek sonucu, bazı yoz kişiliklerin dünyanın en büyük servetini elde etmesi, halkın çoğunluğunun ise yoksulluk içinde kalması oldu.” (Aktaran Ignacio Ramonet, 17 Nisan, El Pais)
CHAVEZ’İ İKTİDARA GETİREN KOŞULLAR
Bağımlı ülkeler açısından tipik olan bu ilişki, 1970’lerden itibaren bozulmaya başladı. Özellikle ordudaki alt kademeler içinde ciddi rahatsızlıklar baş gösterdi. Asker olmak, Venezüellalı yoksullar için “tek çıkış yolu” olma özelliğine sahipti; diğer yandan Venezüella Komünist Partisi’nin “orduda etkili olma” politikası, generaller açısından ciddi bir rahatsızlık kaynağı olmuştu. (Chavez’in de, parti üyesi ebeveynleri tarafından, 10 yaşında askeri okula verildiği belirtiliyor.)
1980’lerde, ürkek bir “anti-ABD’cilik” temelinde bir araya gelen “solcu askerler” arasında, Hugo Chavez de bulunuyordu. Chavez, 1992’de, dönemin sağcı Carlos Andres Perez hükümetini yıkmak için bir darbe girişiminde bulundu ve başarısız oldu. Cezaevine atıldı, ancak bu hamle, onu yoksul kitleler nezdinde bir “ulusal kahraman” haline getirmişti.
Chavez, cezaevinden çıktıktan sonra, “bağımsız aday” olarak görkemli bir seçim kampanyası yürüttü ve 1998’de, kimsenin beklemediği bir zaferle devlet başkanı seçildi. Alt ettiği iki geleneksel sermaye partisi; sokaklara inmeye cesaret dahi edemez ve “medyatik” bir kampanyayla yetinirken; o, bütün kampanyasını yoksullar üzerine kurmuştu. Sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük vaat eden bir “Bolivarcı Platform” sunuyordu. Zafer, her iki partinin de sonu oldu ve Venezüella oligarşisi, ilk kez “siyasi parti”den yoksun kaldı. Bu rol, daha sonra “başka gruplara” verilecekti.
‘KURTARICI’NIN AŞİL TOPUĞU
Chavez’in kampanyasının önemli bir unsuru, “hepsinin de soyguncu” olduğunu söylediği siyasi partilere karşı çıkmak adına, “parti düşmanlığı” idi. İşçi ve emekçilerin örgütlenebileceği, onların çıkarlarını savunan bir parti öngörmüyordu o; siyasi perspektifi, bir “kurtarıcı” olmaktan ibaretti. Ancak “kurtarıcı” pozisyonunu elde ettiği andan itibaren, elinde ülkeyi “halkın istediği gibi” yönetecek ne bir araç, ne de kadro olmadığını gördü. Bu andan itibaren, ölümcül bir hata yaparak, ülke yönetimini “asker arkadaşları”na teslim etmeye başladı. Sorun, “sivil organ”ların askerlere teslim edilmesi değildi. Pek çok beceriksizliğe neden olsa da, “ülke yönetiminden anlamayan komutanların” iktidar organlarına getirilmesi de. Asıl sorun, Venezüella ordusunun karakteriydi.
Venezüella’da ordu, diğer kurumlar gibi, kaba hatlarla ikiye bölünmüştü: Bir yanda yoksul kökenli asker ve alt-orta düzey subaylar, diğer yanda ise ABD eğitimli, zengin ailelere mensup generaller. Komuta kademelerinin bu özelliğinden hareket eden siyaset bilimci Anibal Romero şöyle diyor: “Chavez, askeri kadrolardan bir siyasi parti inşa etmeye kalktı ve kötü bir hata yaptı. Çünkü Venezüella ordusu, ayrıcalıklı bir gruba mensup olması nedeniyle muhafazakârdır ve mesleki nedenlerle, ABD’yle bağlantılıdır. Ordudaki istisna Chavez’di, komutanlar değil.” (Washington Post, 21 Nisan)
VENEZÜELLA’NIN PINOCHET ADAYI
Chavez, mevki dağıttığı komutanlarda iki özellik arıyordu: “Bolivarcı hükümete bağlılık” ve verilen işin üstesinden gelebilecek beceri. Ne yazık ki, bu ikisinin bir arada olduğu söylenemezdi. Tercih, “beceri”den yana yapıldı ve çeşitli üst düzey görevlere atanan askerlerin “gözlenmesi” ile yetinildi. Bu askerlerden biri, Chavez tarafından Kasım 2000’de Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirilen Amiral Carlos Molina idi. Daha sonra darbenin liderliğini yapan Molina, Washington Post gazetesi tarafından “açık tenli” olarak tanımlanıyor. Bu nitelendirme, kökleri İspanyol sömürgecilere dayanan Venezüella oligarşisi için yapılır. ABD ve Avrupa’da eğitim almış olan Molina, siyaset bilimci Romero’ya göre bir “aristokrat”. Ama kişisel özellikleri nedeniyle göz ardı da edilemez: iki master yapmış, dört dil biliyor ve her şeyden önemlisi; sinyal istihbaratı, anti-denizaltı savaşı ve firkateyn/destroyer silah sistemlerinde bir uzman. Bu sistemler, Venezüella donanmasının ana gövdesini oluşturuyor. Molina, göreve getirildikten sonra Başkanlık Sarayı’nda bir “istihbarat merkezi” oluşturdu. Chavez yönetiminin “ülkedeki toplumsal durumu gözlemesi”nin araçları, ondan soruluyordu. Sekiz ay sonra, görevden alındı. Darbedeki öncü rolü nedeniyle yargılanması beklenen Molina, o dönemi şöyle anlatıyor:
“Ben güvenilir bir adamdım, ama sadece göreli olarak.” Bu alaycı sözler de gösteriyor ki Chavez, ABD’den gelebilecek bir tehdide karşı kurduğu merkezin başına, bizzat ABD’nin uşaklarından birini getirmiştir! Molina reddetmiyor: “ABD desteğiyle hareket ettiğimizi hissediyorduk. Burada komünist bir hükümete izin veremeyiz. ABD, henüz bizi yüzüstü bırakmış değil. Bu mücadele devam edecek, çünkü (Chavez hükümeti) yasadışıdır.” (Washington Post, 21 Nisan)
Kısacası; Chavez’in sırtını yasladığı ordu, en azından üst kademelerde, darbenin planlanmasında aktif rol oynadı. Washington Post gazetesi, “askeri kaynaklara” dayanarak, darbede “en az 3000 askerin rol oynadığını, bunlar arasında 60 general ve 20 amiralin de bulunduğunu” belirtiyor. Bu rakamların doğruluğu tartışılabilir, ancak Chavez’e yönelik tehdidin sona ermediği açıkça ortada.
Hatasını fark eden Devlet Başkanı, son birkaç yıl içinde, kendisine yeni bir dayanak olarak bir tür milis gücü oluşturdu. “Bolivarcı Gruplar” adıyla bilinen ve esas olarak işçi ve emekçilerden seçilen bu grup, darbe karşıtı gösterilerin örgütlenmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak darbenin gelişimini engelleyemediler ve “bir dahaki sefere” daha uyanık bir rol oynayıp oynayamayacakları bilinmiyor.
Peki, Chavez, “komünistlik” ile suçlanacak kadar ne yapmıştı? Uygulamalarına bir bütün olarak baktığımızda, halka verdiği vaatleri önemli ölçüde tuttuğunu görüyoruz.
‘BOLİVARCI DEVRİM’ PLATFORMU
Chavez hükümeti; IMF’yi küplere bindiren bir dizi toplumsal reform programı başlattı. Unutulmuş gecekondu mahallelerine okullar ve sağlık ocakları kuruldu, yerli halka yardımcı olacak projeler geliştirildi, küçük esnafa kredi açıldı, topraksız köylüleri rahatlatan bir toprak reformu uygulamaya konuldu. Venezüella ekonomisinin büyük ölçüde bağımlı olduğu ABD’deki krize rağmen, işsizlik düşürüldü.
Chavez, icraatlarını şöyle anlatıyor: “450 binden fazla yeni iş yarattık. Son iki yıl içinde, BM İnsani Kalkınma Endeksi’nde dört sıra yukarı çıktık. Eğitim gören çocuk oranı yüzde 25 arttı. Daha önce okula gitmeyen 1,5 milyon çocuk şimdi okuyor. Onlara giysi, kahvaltı, öğlen ve akşam yemeği veriyoruz. Nüfusun marjinalize edilmiş sektörleri için dev aşı kampanyaları başlattık. Bebek ölümleri düştü. Yoksul aileler için 135 bin konut yapıyoruz. Kredi sağlamak için bir Kadın Bankası kurduk. 2001 yılı içinde büyüme oranımız yüzde 3 ile kıtanın en iyi oranlarından biri oldu.” (agy)
Chavez, “Bolivarcı Devrim” platformu olarak nitelendirdiği bu politikalarıyla eşzamanlı olarak, Aralık 1999’da yeni bir anayasa hazırlayarak halkoyuna sundu. 31 Temmuz 2000’de ise, yeniden seçildi. Her iki oylamaya da halkın katılımı çok yüksekti ve Chavez’in aldığı oy oranı, olağanüstüydü. Seçimleri izleyen gözlemcilerin hiçbir kusur bulamaması, ABD’nin Chavez’e “Saddam muamelesi” yapmasını güçleştirdi. Eklemek gerekiyor ki bütün bunlar, Aralık 1999’daki korkunç sel ve toprak kaymalarına rağmen gerçekleştirildi. Başkenti mahveden bu selin verdiği zarar, 15–20 milyar dolar olarak hesaplanıyor.
Chavez’in icraatları bununla da kalmadı:
– ABD’nin Afganistan saldırısını “terörizme karşı terörizm” olarak nitelendirdi ve “terörle mücadele” adı altında yürütülen uluslararası haçlı seferine katılmayacaklarını belli etti. Bush yönetimi, bu sözlerinin ardından Caracas Büyükelçisi’ni geçici olarak geri çekmişti. Chavez ayrıca, ülkedeki Arap azınlık hakkında CIA’ya istihbarat vermeyi reddetti.
– Küba ile ilişkileri geliştirdi, ABD ambargosu altındaki bu ülkeye ihtiyaç duyduğu petrolü ucuz fiyata sattı.
– Chavez’in savunma bakanı, Venezüella’daki kalıcı ABD askeri misyonundan, Caracas’taki karargâhı boşaltmasını talep etti. Bakan, ABD askeri varlığını “Soğuk Savaş artığı” olarak değerlendiriyordu.
– Bölgeyi felakete sürükleyecek olan Washington patentli “Plan Kolombiya” ile işbirliği yapmadı. ABD’nin sözde “uyuşturucuyla mücadele” amaçlı keşif uçaklarına, hava sahası vermedi.
– Küreselleşme ve neoliberalizme karşı çıktı, IMF ve Dünya Bankası “tavsiyeleri”ni dinlememeye başladı.
– ABD’yi dışlayan bölgesel bir “serbest ticaret bloğu” önerdi. Bu öneri, ABD güdümlü FTAA’ya (Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması) karşı önemli bir tehditti. Latin Amerika’daki petrol üretiminin, ABD ekonomik egemenliğinden kurtarılması için planlar sundu.
– Irak, Libya ve Iran hükümetleri ile iyi ilişkiler geliştirdi.
– Petrol üretimini artırmayı reddederek, OPEC üretim kotalarını çiğnemedi. Aksine, fiyatın yüksek tutulması için elinden geleni yaptı. Dahası, petrol gelirlerinin çok büyük bir bölümünü, yoksulluğu azaltmayı hedefleyen sosyal programlara aktarmaya başladı. Bu faaliyetin ilk sonuçlarından biri, asgari ücretin yüzde 20 artırılması olmuştu.
– “Serbest piyasa kanunlarını” çiğneyerek, 6 yıllık sosyal-ekonomik kalkınma planları hazırladı.
– Oligarşi ve ABD’yi kızdıran 47 adet ekonomik yasayı onayladı. Darbenin “kısa ömürlü” diktatörü Carmona’nın ilk icraatı, bu yasaları “geçersiz kılmak” olmuştu.
BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA
Bütün bu icraatlardan ABD’yi en çok kızdıranlarının, FTAA girişimlerinin zayıflatılması ve Plan Kolombiya’ya muhalefet olduğu söylenebilir. Venezüella, komşusu Kolombiya’nın, Pastrana diktatörlüğünün işbirliği ile yeni bir Vietnam’a çevrilmesine karşı çıkıyordu. (Bir iddiaya göre Chavez, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ne destek veriyor, ancak bu konuda hiçbir kanıt yok.) Latin Amerika’ya yönelik ABD askeri müdahalesine yeni bir boyut katacak olan Plan Kolombiya’nın ABD’nin istediği gibi yürümesi için, komşu Ekvador ve Venezüella’ya boyun eğdirilmesi, her iki ülkenin de Amerikan üsleriyle doldurulması şarttı. ABD’nin “düğmeye basması”na vesile olan olay ise, petrol şirketinin (PDVSA) yönetiminin değiştirilmesiydi. Chavez, şirketin başına ABD tekellerine değil, Venezüella hükümetine bağlı kişiler getirmeye çalışarak büyük bir suç işliyordu!
Washington, kendisine karşı işlenen bu affedilmez suçu, Chavez rejimini anti-demokratik göstermeye çalışarak kamufle etmeye girişti. Venezüella liderinin eski bir darbe girişimcisi olması, bu iddialara kısmen de olsa zemin hazırlıyordu. Oysa ABD’nin yönelttiği tüm “otoriterlik” suçlamalarına rağmen, Chavez yönetimi altında Venezüella, insan hakları ve basın özgürlüğü alanında Latin Amerika’nın en ileri ülkelerinden biri haline gelmişti, insan Hakları İzleme Örgütünün 2000 raporuna göre Venezüella, insan haklarının iyiye doğru gittiği tek Latin Amerika ülkesiydi. Dahası, oligarşinin denetimindeki medyanın bütün saldırılarına rağmen, tek bir gazeteci bile tutuklanmamıştı.
Muhtemelen Chavez, halk nezdinde hiçbir itibarı kalmamış olan medya gruplarının “sorun çıkartamayacağını” düşünüyordu. Oysa bu, fazla iyimser bir tahmindi.
Burada bir parantez açarak, Chavez yönetimine karşı suçlamalar getiren tek “gazetecilik örgütü”nün, merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) olduğunu hatırlatmak gerekiyor. CPJ, Chavez’in medya patronlarını hedef alan demeçlerini beğenmemiş olacak ki, bu demeçlerin “basın özgürlüğüne tehdit” olduğunu öne sürüyordu. Oysa Chavez, söz konusu demeçlerde, patronların rüşvetçiliğini, diğer yatırımlarını korumak ve güçlendirmek için medyayı bir silah olarak kullanmalarını eleştiriyordu. Bu sözler, CPJ’yi yönlendiren şeflerin kanına dokunmuş olacak!
DÜĞMEYE BASILIYOR…
Venezüella’da “bir şeyler” olacağı aylar öncesinden belliydi aslında. Uluslararası ajanslar, ABD gazeteleri, sürekli Chavez’in “halkta büyük rahatsızlık yarattığı” ve “bir diktatöre dönüştüğü”ne dair uydurma haberler yapmaktaydılar. Moon tarikatına ait olan Washington Times gazetesi, 2001 sonlarında, kendisine “Ulusal Diriliş Cuntası” diyen bir grubun açıklamasına yer vermişti. Bazı Venezüellalı komutanların ağzından çıktığı izlenimi veren açıklamada, “Hükümetin desteklediği komünist bir müdahale ve işgal ile karşı karşıya bulunuyoruz. Hazırlanan yeni çalışma hayatı planı, Venezüella işçisini mağdur ederken, kapıları Kübalı ve Çinli ajanlara açıyor ve ulusal güvenliğimizi tehlikeye atıyor. (…) Chavez, ülkemizin tarihi ve vatanın sembolleri yerine Che Guevara, Mao Zedung gibilerinin figürlerini yerleştirmeye çalışıyor” gibi, klasik anti-komünist sloganlar göze çarpmaktaydı (aktaran Guido Proano, 24 Şubat, Evrensel).
Narco-News adlı internet sitesinin editörü Al Giordiano, hazırlık aşamasının “kritik” noktasını 19 Mart olarak saptıyor. Başını New York Times’tan Juan Forero’nun çektiği bir grup medya mensubu, aynı anda, Chavez’e karşı yoğun bir salvoya başladılar. ABD gazetelerinden bütün dünyaya yayılan “haber”lerde; Chavez’in “kiliseden medyaya, orta sınıflara dek neredeyse her kesimin canını yaktığı” söyleniyor, “Kolombiyalı Marksist gerillalar ve Castro ile ittifak kurduğu” öne sürülüyordu. (Forero, oldukça ilginç bir gazeteci. Geçtiğimiz yıl Kolombiya’dan yaptığı haberlerde, ABD özel ordu şirketlerine bağlı askerlerle görüşmüştü. Bu haberlerini, ABD’li yetkililere okutup, gönüllü bir biçimde sansürden geçirttiği, sonradan ortaya çıkacaktı.)
Ardından, “askeri kuvvetlerin Chavez’e karşı çıkmaya başladığı” haberleri geldi. Forero’nun konuştuğu bir Albay, “Halka, ordunun Chavez’le birlikte olmadığını söylemek istiyorum” diyordu. Bir emekli amiral ise, “bazı subayların daha aktif bir çizgi izlemek istediklerini, bazılarının, Chavez’e karşı bir darbeden bile bahsettiğini” anlatmaktaydı. Bu emekli asker, “Temasta olduğum aktif subaylar, toplum örgütlenmek için gereken adımları atmadığı sürece, denetimi kendi ellerine almak zorunda olduklarını söylediler” diyordu. Adı verilmeyen bir “üst düzey subay” ise, “Ordu, tarihe askeri darbeyle geçmek istemiyor. Yapmak istedikleri, protestolar gerçekleştiren sivil toplumu desteklemek” diye konuşmaktaydı. Böylece darbenin rengi açığa çıkmıştı: Sözde “sivil toplum” ve “halk isyanı” görünümü ile planlanacak, klasik bir askeri darbe.
Şubat ayından itibaren, Washington’dan da, “kötü işaretler” gelmeye başladı. 5 Şubat tarihinde, Dışişleri Bakanı Colin Powell, Senato Dış İlişkiler Komitesi’ne yaptığı açıklamada, “Chavez’in demokrasiden saptığını” söyledi. Bir gün sonra Senato İstihbarat Komitesi önünde konuşan CIA şefi George Tenet ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Cari Ford, “Venezüella’da bir kriz ortamı” olduğunu söylediler. Nihayet, 7 Şubat’ta, Albay Pedro Soto, kamuoyu önünde Chavez’i açıkça suçladı. “Ordunun yüzde 75’ini temsil ettiği” iddiasıyla ortaya çıkan bu albay, aslında CIA’yı temsil etmekteydi. Soto, darbe günü, CIA bağlantılı bir kuruluşun davetlisi olarak, dünyanın dört bir yanından diktatör ve işkencecilerin sığınma bulduğu Miami’de bulunuyordu, ifadelere göre, darbe haberini Kübalı karşı-devrimci çete şefleriyle kutlamıştı.
DARBECİLERİN MOLOTOF KOKTEYLİ
Aynı dönemde Venezüella’daki medya tekelleri de, hükümete karşı giderek daha saldırgan bir çizgi izlemeye başlamışlardı. Bunun nedenlerinden biri, medya patronlarının, ülke tarihinde ilk kez vergi vermeye zorunlu bırakılmasıydı! El Universal gazetesi, Radio Caracas, Globovision ve Venevision televizyonları, darbenin “bir medya-ordu darbesi” olarak adlandırılmasını haklı çıkaracak, hummalı bir faaliyet içindeydiler.
Darbecilerin “molotof kokteyli” içinde; patronlar örgütü Fedecamaras, ağırlıklı olarak petrol işçilerinin örgütlü olduğu CTV konfederasyonu (Latin Amerika’nın en çürümüş sendikal örgütü olarak biliniyor), Katolik Kilisesi, Ticaret Odaları ve hatta Opus Dei adıyla bilinen Vatikan içindeki “kontra” örgütlenmesi de yer alıyordu. Elbette, orkestra şefi, çeşitli kurum ve yetkilileriyle, Washington’du.
Darbenin ilk kıvılcımı, Fedecamaras ve CTV (Venezüella İşçi Konfederasyonu) tarafından çakıldı. Ülkedeki işçilerin yüzde 12’sinin örgütlü olduğu bu konfederasyon, ABD’deki AFL-CIO’ya en yakın sendikal örgütlerden biri. Chavez’in iktidara gelmesinden sonra, AFL-CIO’ya bağlı Amerikan Uluslararası işçi Dayanışması Merkezi (ACILS), Venezüella’da giderek daha aktif bir rol oynadı. ACILS; 1960 ve 70’lerde Brezilya, Şili, Uruguay darbelerine önemli katkı sağlayan AIFLD (Amerikan Hür işçi Kalkınması Enstitüsü) adlı kötü ünlü örgütün devamı. Bizzat USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) tarafından kurulan örgüt, CTV şeflerine, Chavez’le “başa çıkmaları” için “teknik danışmanlar” göndermişti. Chavez, olası bir darbe merkezi olan petrol şirketinin yönetimini değiştireceğini ilan etmişti. Yani Fedecamaras’ta örgütlü patronlar, ülkenin en önemli gelir kaynağı üzerindeki denetimini yitirmekle karşı karşıyaydı. Dahası Chavez, CTV Konfederasyonu yöneticilerinin, işçiler tarafından yapılacak “adil seçimlerle” göreve gelmesini istemişti! Patronlar ve sendika bürokrasisi, bu adımlar karşısında “genel grev” ilan ettiler.
Chavez, ABD tezgâhının farkındaydı: “Genel grev, bana ve Bolivarcı devrime karşı büyük Kuzey Amerikan saldırısının sadece bir aşaması. Daha pek çok şey uyduracaklar. Yarın, Bin Ladin’in Venezüella’da olduğunu söylerlerse şaşmayın. Bin Ladin ve El Kaide teröristlerinin Venezüella dağlarında olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkarırlarsa şaşmayın. Bir darbe hazırlıyorlar. Başaramazlarsa, bir saldırı hazırlayacaklar.”
GENEL GREV ALDATMACASI
9 Nisan’da başlayan genel grev, aslında, Venezüellalı patronların fabrika ve işyerlerinin kapısına kilit asmasından ibaretti. Böylece, işçilerin çalışması engellendi. Chavez’in yanıtı, “uzlaşma çağrısı” oldu. Patronlar, sendika bürokratları ve Kilise yetkilileri ile bir araya gelen devlet başkanı, programından bazı tavizler vermeyi kabul etti. Toprak reformu programı askıya alınacak, petrol şirketini kimin yöneteceği ise “tartışılacaktı”. Perşembe sabahı, televizyon ve radyo kanalları, başkentteki “büyük” Chavez karşıtı yürüyüşe çağrı yapmaya başladılar. Petrol işçileri sendikasının 40 bin üyesi vardı; Katolik Kilisesi dahi eyleme çağrı yapmaktaydı. Ama 2 milyon nüfuslu Caracas sokaklarında, 100 bin civarında bir kitle toplanabildi. Gösterinin “resmi” hedefi, petrol şirketi ofislerine yürünmesi ve “görevden alınmak istenen yöneticilere destek sunulması” idi. Ama kalabalık toplandığında, yürüyüş, kanlı bir provokasyonun gerçekleştirileceği Başkanlık Sarayı’na doğru yönlendirildi. Burada, birkaç bin Chavez destekçisi gösteri yapmaktaydı. Göstericiler karşı karşıya geldiğinde, çatılarda mevzilenmiş “meçhul” kişiler aşağı ateş açtı ve çıkan kargaşada 10 ila 30 kişi öldü, 100 civarında insan yaralandı. Bu olayın ardından medya, “Chavez’e bağlı güçlerin halka ateş açtığı” yönünde “flaş haberler” vermeye başladı. Ölen ve yaralananların çoğunun Chavez yanlıları olduğu sonradan ortaya çıkacaktı.
ABD’deki School of Americas’ta eğitim gördükleri belirtilen darbeci generaller kendilerine bağlı birlikleri Başkanlık Sarayı’na sevk edip Chavez’i tutuklarken, uluslararası ajanslar, devlet başkanının “istifa ettiği” haberini geçiyorlardı. Oysa Chavez, istifa falan etmemiş, bir askeri üsse götürülmüştü. Gece saatlerinde, darbeciler ve medya, Chavez’in “Küba’ya iltica etmek istediği” yalanını geçtiler. Wall Street Journal’in haber ajansı Dow Jones Newswire, tam dokuz kez, “Chavez Ülkeyi Terk ederken Görüldü” haberini verdi. Bu da yalandı; belki kırk kez geçselerdi gerçek olabilirdi!
Chavez, göreve döndükten sonra, hücresinin dışında bir ABD uçağı gördüğünü söyleyecekti. Sonradan anlaşıldı ki bu, onu “istediği ülkeye” götürecek olan bir uçaktı ve sahibi, Venevision kanalının patronu Gustavo Cisneros’tu! Ama Chavez, ne istifa etti, ne de ülkeyi terk edeceğini söyledi. Tanıklara göre, “Halk beni kurtaracaktır” diyordu ve bu güveninde haklı çıktı.
CARMONA ZAFER SARHOŞU
Halk devlet başkanına ne olduğunu merak ederken, generaller, “patronların patronu”, petrol şirketi sahibi Pedro Carmona’yı devlet başkanı ilan ediverdiler. Carmona, zafer sarhoşluğuyla kritik bir hata yaptı ve önce meclisi, ardından Yüksek Mahkeme’yi feshetti. Ülkenin adındaki “Bolivarcı” kelimesini çıkardı ve emekçiler lehine çıkarılan 40’a yakın yeni yasayı “iptal ettiğini” açıkladı. Seçimle gelen bir lider generaller tarafından devrilmişti ve sıra, anayasal yollarla oluşturulan kurumların yok edilmesine gelmişti. ABD ve medyasına göre bütün bunlar “demokrasinin yeniden tesisi” adına yapılıyordu! Darbenin arkasındaki asıl isim olan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Otto Reich, Nikaragua, Küba ve El Salvador’daki tecrübeleriyle olsa gerek, Carmona’yı uyarmıştı aslında. Darbenin ardından Carmona’yı aramış ve “meclisi hemen feshetmemesini” istemişti. Tecrübeli kontra şefi, böylesi bir “aşırı” hareketin, halkı sokaklara dökeceğinden korkuyordu. Ama Carmona, zaferi kazandığından emindi ve tam da halkı sokaklara dökecek olan şeyi yaptı. Evlerinde, kahvelerde oturmuş, televizyon ve radyolardan “bilgi” edinmeye çalışan emekçiler, sonunda bilgiyi “kendileri almaya” karar verdi ve Chavez’in tahmin ettiği gibi, gecekondulardan şehir merkezine akmaya başladılar. Bazı subaylar ve askerlerin çok büyük bir bölümünün de kendilerine katılmasıyla, bir anda yüz binler sokakları dolduruverdi. Komuta kademesindeki çatlak yukarılara kadar uzandı ve neredeyse askersiz kalmış olan cuntacılar, pes ettiler. Chavez, bir helikopterle ve halkın sevinç çığlıkları arasında, başkanlık sarayına döndü.
Chavez, ABD’yi açıkça karşısına almamaya özen gösterdi. “Bana karşı girişilen bu komplonun köklerinin ABD’de olduğunu söylemedim” diyordu alayla. Söylemesine de gerek yoktu zaten! Ama bu arada, hükümet yetkilileri ve kalemini satmamış gazeteciler, ABD’nin perde arkasında neler yaptığı hakkında epey bir bilgi edinmişlerdi.
BİR BİLMECEM VAR…
Latin Amerika’da, yıllar sonra yeniden popüler olan bir bilmeceyi hatırlatalım.
Soru: ABD’de neden hiç askeri darbe olmaz?
Yanıt: Çünkü orada ABD Büyükelçiliği yoktur.
Onlarca askeri darbenin deneyimini barındıran bu acı bilmecenin gösterdiği gibi, Venezüella’daki darbenin merkez üssü, Caracas’taki ABD Büyükelçiliği idi. Narco-News’in haberine göre; darbeyi örgütleyen, mali kaynağını sağlayan ve yürürlüğe koyan, MİL GROUP adıyla bilinen büyükelçilik bürosuydu. ABD büyükelçiliklerindeki askeri birim olan MİL GROUP, darbe öncesinde personelini önemli ölçüde artırmıştı. Birimin doğrudan Pentagon’a bağlı olması, darbenin arkasındaki gücü gösteriyordu.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Ajansı yetkilisi Wayne Madsen’in ortaya çıkardığı bilgiye göre, ABD Donanması, Karayipler’de yaptığı COMPTUEX ve JTFEX adlı tatbikatlar sırasında, darbeci generallere istihbarat ve iletişim yeteneklerini sundu. Donanma’ya bağlı SIGNIT gemileri ise; Caracas’taki Küba, Libya, Iran ve Irak diplomatik misyonlarının iletişimini takip ettiler. Dört ülke de, Chavez’e desteklerini çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdi.
Yine Madsen’in aktarımına göre; darbeye verilecek desteğin kapsamı; Bush’un Mart ayında Peru ve El Salvador’a yaptığı ziyaretlerde belirlendi. ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), merkezi Florida’da bulunan ABD Güney Komutanlığı Ortak Ajanslararası Görev Gücü-Doğu adlı askeri birim aracılığıyla, darbeyi yönlendirdi. NSA’nın Porto Riko ve Teksas’taki ispanyolca uzmanları ve sinyal dinleme personeli, ABD ordusu ve yetkililerine, darbenin seyri hakkında gerçek zamanlı bilgi ilettiler. Bu sırada, CIA ve ABD askeri yetkilileri, Doğu Kolombiya’da, darbe şeflerine “lojistik destek” vermek üzere hazır bekletildi. Bu ekibin faaliyetleri, Marandua Havaalanı ve Venezüella sınırı boyunca yürütülüyordu. Ekvador’daki Manta hava üssü de, ek istihbarat desteği sağladı. Porto Riko açıklarında bulunan ABD savaş gemileri de, darbenin başarısız olması halinde çıkacak olası bir kargaşada ABD vatandaşlarını tahliye etmek için bekliyordu. Bu gemiler arasında uçak gemisi USS George Washington ile destroyerler USS Barry, Laboon, Manan ve Arthur W. Radford da bulunuyor.
KİLİT İSİM: OTTO REICH
Bütün bu faaliyetlerin baş örgütçüsünün, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Otto Reich olduğundan şüphelenmek için yeterli kanıt bulunuyor. Carmona ile telefon görüşmeleri yaptığını kendisi de kabul eden Reich, 1980’lerdeki İran-Kontra skandalındaki rolünün açığa çıkmasıyla görevden alınmıştı. Ancak o dönemdeki “kader arkadaşları” Elliott Abrams ve John Negroponte ile birlikte Bush yönetimi tarafından en üst düzey görevlere getirildi.
Reich’in görevden alınma sebebini hatırlamakta fayda var. Fidel Castro yönetimine karşı “takıntı” düzeyinde bir kini olduğu açıkça ifade edilen bu kontra şefi, bizzat ABD makamları tarafından “örtülü propaganda” yapmaktan suçlu bulunmuştu. Propaganda, Nikaragua’daki demokratik Sandinist hükümeti “şeytanlaştırmaya”, ABD finanslı ölüm mangalarını ise “hürriyet savaşçıları” olarak göstermeye yönelikti. Bu faaliyetin sürdüğü 1980’li yıllar içinde ABD medyasında yer alan birçok sözde haberin arkasında, Otto Reich isminin bulunduğu anlaşılacaktı. Soruşturmalar sonucunda; örneğin Miami Herald gazetesi tarafından yayınlanan “Sovyetlerin Nikaragua’ya kimyasal silah verdiği” ve Newsweek’te yayınlanan “Sandinistlerin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı” yönündeki yalanların bizzat Reich tarafından hazırlandığı ortaya çıkıyordu.
Emperor’s Clothes’tan Jared Israel’in bildirdiğine göre, Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) de, darbede önemli bir rol oynadı. Bu örgüt, NED ve USAID adlı ABD ajanslarının bir kolu niteliğinde. Kurulduğu 1984 yılından bu yana “uluslararası operasyonlar” yürüten IRI, biraz erken hareket etmiş ve darbenin ardından, kendi uğursuz rolünü açığa çıkaran beyanlarda bulunmuştu: “IRI, uzun vadede, Venezüella’nın parçalanmış siyasi sisteminin yeniden inşasında ve ülkeye demokrasinin geri getirilmesinde yardımcı olmaya devam edecektir. 1994’ten bu yana Venezüella’da demokrasinin güçlendirilmesi için çaba gösteren enstitümüz, Venezüellalıların… yeni bir demokratik gelecek kurması için ülkedeki siyasi partiler ile bütün sivil toplum grupları arasında bir köprü işlevi görmüştür. Cesur Venezüella halkı ile ortaklığımızı sürdürmeye hazırız.” (12 Nisan tarihli basın açıklaması) IRI şeflerinin bahsettiği “demokrasi yanlısı siyasi partiler” ise, JP (Justicia Primero)’den ibaret. Hıristiyan Demokrat COPEI’nin devamı olarak kurulan bu parti, 165 üyeli mecliste sadece 6 sandalyeye sahip!
IRI, petrol şirketi Venoco’nun patronu Perez Recao ve kardeşini de “sivil güçler” arasında saymayı unutmuş olsa gerek. Cuntacılara çok büyük bir mali destek sağlayan, darbe anında sokaklara kendi özel ordusunu salan bu iki kardeş, şu anda ABD topraklarında, Miami sahillerinde bulunuyor. Muhtemelen, nerede hata yaptıklarını düşünüyorlar!
TEKELCİ MEDYANIN SUÇ ORTAKLIĞI
Nerede hata yaptıklarını düşünenler arasında, ABD’nin medya devleri de olmalı. Sözde “demokrasi yanlısı”, etkili ve saygın yayın organları, darbecilere büyük bir lojistik destek sağladılar. New York Times, 15 Nisan tarihli başyazısında şöyle diyordu: “Devlet Başkanı Hugo Chavez’in istifasıyla, Venezüella demokrasisi, diktatör olacak bir adamın tehdidinden kurtulmuş bulunuyor.”
Washington Post da farklı değil: “Chavez’in perşembe gecesi görevden alınmasına yol açan demokrasi ihlali, ordu tarafından değil, Bay Chavez’in kendisi tarafından başlatılmıştı..” (Başyazı, 15 Nisan) Başyazar devam ediyor: “Eğer Venezüella benzer bir sonuçtan gelecekte sakınmak istiyorsa, ülkenin siyasi kutuplaşmasını vurgulayan değil, hafifleten bir geçişi biçimlendirmelidir. Bir sonraki hükümet, Chavez’in kullandığı, ama gidermeyi başaramadığı yoksulluk ve eşitsizliğe karşı atak bir biçimde harekete geçmelidir.”
Bütün bu satırları yazanların, sonradan pişman olduğunu tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor. Ancak Venezüella, uluslararası medyanın kimin güdümünde hareket ettiğini, çok ilginç bir örnekle daha göstermişti. Biz buna “AP Olayı” diyelim. Dünyanın en büyük haber ajanslarından Associated Press, 13 Nisan’da, askeri darbenin ardından sokaklara dökülen Chavez yanlısı emekçiler üzerinde estirilen polis terörüne dair: “Caracas hastanelerinde acı çığlıklar, hüzün, ölmekte olanlar ve ölenler”.
Selsky imzalı ikinci haberde başlık, “Binlerce kişi sokaklarda Chavez’in iktidara dönmesini istedi, geçici devlet başkanı istifa etti”
İkinci haberde; “Chavez’in kalelerinden olan Catia gecekondu mahallesinden silah sesleri duyulduğu” belirtiliyor. Oysa ilk haberde, bu silahlı saldırının sorumlusunun, halka ateş açan polis güçleri olduğu açıkça belirtiliyor.
Yine ikinci haberde; “Yeni hükümet, başkentte en az 20 küçük olay yaşandığını bildirdi” deniliyor.
Böylece, Chavez’in devrilip tutuklanmasına karşı muhalefetin sınırlı olduğu izlenimi yaratılıyor. Oysa ilk haberde; insanların başkentin dört bir yerinde sokaklara döküldüğü; ama polisin saldırısına uğradıkları kaydediliyor.
Chavez yanlısı göstericilerden Edgar Paredes ve yaralı kardeşine ilişkin bölümlerde de, önemli farklılıklar var. Toothaker imzalı ilk haberde bu bölüm şöyle başlıyor: “Giysileri kana bulanmış Edgar, yaralı kardeşini taşırken ‘Protesto etme hakkımız var, ama bize ateş açıyorlar’ dedi. Luis’i kimin vurduğunu bilmiyor. Polis, cumartesi günü başkentin gecekondu mahallelerine sürekli ateş açtı. Şehrin en yoksul bölgelerinde hastaneler, yaralılarla dolu.”
İkinci haber ise şöyle: “Giysileri kana bulanmış Edgar, yaralı kardeşini taşırken ‘Protesto etme hakkımız var, ama bizi vuruyorlar’ dedi. Luis’i kimin vurduğunu bilmiyor, muhtemelen hiç öğrenemeyecek. Buradaki bütün şiddet gösterileri gibi, her taraftan, her an ateş açılabilir.” Görüldüğü gibi Selsky, cunta hizmetindeki polisin halk üzerinde estirdiği terörü gizlemiş ve “kimin kimi vurduğu belli olmayan bir kargaşa” ve “şiddetli gösteriler” manzarası çizmiş. Ama Toothaker, gösterilerin “şiddet içerdiğini” falan bildirmemişti. Tam aksine, polis birliklerinin yoksul gecekondu mahallelerine saldırdığı bir “devlet terörü” görüntüsü çiziyordu.
Toothaker; polisin saldırılarını, hastanelerin durumunu anlatarak da vurgulamıştı. Haberin bu bölümünde; Margarita Delgado adlı hemşire ile Juana Chirinos adlı emekçinin durumları anlatılıyor, sözlerine yer veriliyor. Chironos, şöyle demiş: “Biz ardı ardına ölülerimizi taşırken, doğudaki zenginler içki içip yelpazeleniyor.”
Haberin “yenilenmiş” halinde, ne Delgado, ne de Chirinos’un görüşleri yok.
Emperor’s Clothes’tan Jared Israel’in yaptığı titiz çalışmaya göre, ertesi günkü gazetelerin tümü, bu “yenilenmiş” versiyonu kullandı. Orijinal haberi de almış olmalarına rağmen, tercihini bu yönde kullanan tek bir yazı işleri yoktu!
WASHINGTON PATENTLİ YALANLAR
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın darbe ile ilgili açıklaması da ilginç. 12 Nisan tarihli açıklama, Sözcü Philip T. Reeker imzasını taşıyor. Başlık, “Venezüella: Hükümet Değişimi”. Yani darbe falan değil! Açıklamada, darbe adeta gerekçelendirilerek, şöyle denilmiş: “Ülkede demokrasinin temel unsurları, son aylarda zayıflatılmıştı.” ABD’ye göre Chavez, şirketin başına “ABD tekellerine değil, Venezüella hükümetine bağlı” kişiler getirmeye çalışarak, dahası, Küba’ya ucuz fiyatla petrol satarak “demokrasiyi zayıflatmış”tır!
Aynı açıklamada, ortada hiçbir kanıt yokken şunlar da belirtiliyor: “Chavez taraftarları, aldıkları emir üzerine, silahsız ve barışçıl protestoculara ateş açmıştır. Sonuçta 100’den fazla insan yaralanmış veya öldürülmüştür… Bu provokasyonların sonucunda, Chavez başkanlıktan istifa etmiştir. İstifasından önce, Başkan Yardımcısı’nı ve kabinesini görevden almıştır. Oluşturulan geçici sivil hükümet, erken seçim vaat etmiştir.”
ABD, burada tam anlamıyla “tongaya basıyor” ve darbenin başarılı olduğuna duyduğu güvenle, “sallıyor”.
Bugün herkes bilmektedir ki:
1. Sokaklardaki göstericilere ateş açılması, darbe için zemin yaratan bir provokasyondur. Başkanlık Sarayı önünde açılan ilk ateşte ölen ilk 4 kişinin Chavez karşıtları değil, onun taraftarları olduğu açıklığa kavuşmuş bulunuyor.
2. Chavez istifa etmemiştir. Cuntacılar tarafından tutuklanarak bir askeri üsse götürülmüştür.
3. “İstifasından önce” kimseyi görevden almamıştır.
4. “Geçici sivil hükümet” denilen hükümet, generaller tarafından oluşturulmuştur. Bu generaller, devlet başkanlığına, patronlar örgütü lideri Carmona’yı getirerek, darbenin niteliği hakkında hiçbir şey gizlemediklerini göstermişlerdir.
5. Carmona, erken seçim falan vaat etmemiştir. Yaptığı ilk “icraat”, Venezüellalı yoksullara fayda sağlayan yasaların iptal edilmesi, petrol şirketinin ABD uşağı eski yönetiminin göreve getirilmesi, ülkenin adındaki “Bolivarcı” sözcüğünün çıkarılması, anayasanın feshedilmesi, meclisin ve eski hükümetin dağıtılması olmuştur. Bütün bunları yaparken dayandığı hiçbir kanuni yetki yoktur.
Kısacası, ABD Dışişleri açıklamasının tek kelimesi bile doğru değil. Oysa darbe başarılı olsaydı; bugün ABD ve diğer ülkelerdeki medya, bu yalanları hâlâ “doğru” diye yutturuyor olacaktı.
VENEZÜELLA MEDYASI İŞBAŞINDA
Venezüella medyasının aldığı tutumu da biraz açmakta fayda var. Ülkede, nesnel haber kaynağı olarak tek bir “tarafsız” gazete ve bir de devlete ait televizyon kanalı bulunuyor. Darbe sırasında devlet kanalının yayını durduruldu. Diğer bütün medya organları ise, darbecilerin yalanlarını tekrarlayıp durdular. Cumartesi günü, darbeci lider Carmona ile ilk görüşenlerden biri, medya patronlarıydı. Carmona’nın hükümeti daha yemin bile etmemişti.
Chavez yanlısı on binlerin kent merkezine döküldüğü saatler boyunca medya, olaylardan tek bir kelime bile bahsetmedi. Bütün Venezüella televizyonları, elbette kapalı bulunan devlet kanalı hariç, Hollywood filmleri ve yemek programları gösteriyordu.
Darbenin mimarlarından olan Venevision televizyonu ile yerel Direct TV, Univision ve Caracol kanallarının sahibi olan Cisneros Grubu’ndan bir yetkili, kendilerini şöyle savunuyor. “Elimizde bilgi vardı, ama görüntü yoktu. Haberin yarısını veremezdik, bu sorumsuzca olurdu.” (17 Nisan, Washington Post)
Medya, yalanlarla halkın kafasını karıştırmayı ve onları evlerinde tutmayı başaramadı. Emekçiler, on binler halinde, Caracas’ın eteklerindeki gecekondulardan şehir merkezine akmaya devam ettiler, içlerinden biri, 32 yaşındaki Mariana Bustamante, şöyle diyordu: “Cumartesi oldu ama hâlâ hiçbir şey bilmiyorduk. Neler olduğunu anlamamız gerekiyordu, biz de olay yerine kendimiz gelmeyi tercih ettik.” (agh)
Union Radyo’nun deneyimli muhabiri Maria Lilibeth Da Corte, “Bu bir medya darbesiydi” diyordu. “Editörlerim, darbeyle ilgili yaptığım bütün haberleri sansürledi.” Sansürlenen haberler arasında, cumartesi sabahından itibaren darbenin çatırdamaya başlaması da bulunuyordu. Başkanlık Sarayı’na yürüyen kitleler, darbe hükümeti mensuplarının bir yeraltı tüneline girip saraydan kaçması… Gazeteciler bunları biliyordu, ama haberleştiremediler. Bir fotoğrafçı şöyle diyordu: “Diğer muhabirler konuşurken duydum. Patronları onlara ‘Bu hafta boyunca gazeteci olduğunuzu unutun, artık hepimiz hükümet için çalışıyoruz’ demiş.” Da Corte ekliyor: “En kötüsü de, patronların görüşlerini paylaşan gazeteciler olmasıydı. Neler olup bittiğine dair ciddi bir iç soruşturma yapılmalı. Aksi takdirde, Venezüella’da gazetecilik bitmiştir.” Chavez, bütün bunların ardından, medyanın darbedeki rolünü “psikolojik terörizm” olarak nitelendiriyordu.
CAN YAKAN BİR DARBE
Washington darbesinin püskürtülmesini sağlayan bir dizi etkenden söz etmek mümkün. Ancak en önemlisi, yüz binlerce işçi ve emekçinin Chavez’e sahip çıkması elbette. Medya ve paranın gücüyle, Amerikan emperyalizminin sınırsız desteğiyle istedikleri her şeyi yapabileceklerini zannedenler, fena halde yanılmış bulunuyor. Venezüella halkı, kara propaganda akan televizyon ve radyolardan neler olup bittiğini anlayabilmek için bir süre bekledi ve sonra, hayranlık veren bir kararlılık ile duruma el koydu.
Chavez’in halka güvenmesi ve “istifa et”, “iltica et” baskısına pabuç bırakmaması da, önemli bir etken elbette. O gözaltındayken Küba hükümetinden gelen “cuntaya karşı direniş” çağrısı da, kuşkusuz, halka umut aşılamıştır. Bush, Reich, Carmona ve adamlarının, kendi yalanlarına inanıp Venezüella’daki durumu “lehlerine” zannetmesi, halkın koyun sürüsü gibi darbelerini izleyeceğini varsaymaları da, ölümcül bir hata oldu.
Bu noktada, bir avuç Latin Amerikalı gazetecinin cesur çabalarını anmak gerekiyor. Kıtada giderek güçlenen “Gerçek Gazetecilik” akımının öncüleri bunlar: Vheadline.com sitesini yöneten Roy S. Carson ve Narco-News.com editörü Al Giordiano. Biri ameliyattan çıkmış, hasta yatağında yatmakta olan bu iki gazetecinin dakika dakika dünyaya ve Venezüella’ya geçtiği haberler, yaptıkları analizler, propaganda perdesinin yırtılmasına mütevazı ama önemli bir katkıda bulundu. Herhalde bu olaydan sonra sadece tekelci medyanın demokrasi düşmanlığı değil, bir alternatif haber kaynağı olarak internetin rolü de, yeniden tartışılacaktır.
Venezüella halkı; emperyalizmin merkezi sinir sistemine, öldürücü değil ama epey can yakıcı bir darbe indirdi. Bundan sonra hâlâ “kapitalizmin askeri darbelerden yana olmadığını”, “sermayenin önsel olarak demokrasiden yana olduğunu” ve nihayet, şu meşhur “ekonomik serbestlik ile siyasi serbestliğin yan yana ilerlediği” tezlerini savunanlar, hâlâ varlarsa eğer, iki kere düşünmek zorunda kalacaklardır.