Fransız mali sermayesinin yapısı üzerine notlar

Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında “Alman Mali Sermayesinin Yapısı Üzerine Notlar” başlıklı bir inceleme yazısı yayınlandı. Bu yazıda haklı olarak belirtildiği gibi, “Alman mali sermayesinin yapısını ortaya koymakla, bir yerde mali sermayenin bugünkü bazı genel karakteristik özellikleri” de açıklanmış olmaktadır. Ancak bu durum, belli başlı büyük emperyalist ülkelerdeki mali sermaye örgütlenmesinin kendilerine has özgünlükler taşıdıkları gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Dünya ölçeğinde ele alındığında her ne kadar Anglo-Amerikan, Alman ve Japon modelleri yörüngesinde bir kutuplaşma ve yapılanmadan söz etmek mümkünse de, örneğin Fransız mali sermayesinin şekillenişinde ayrışan yanların bulunduğu muhakkaktır ve bunlara dikkat çekilmesi gerekmektedir. Fransa, özellikle Avrupa’daki gelişmeleri anlamak bakımından Almanya ve İngiltere ile birlikte özel bir yer tutmaktadır. Tekellerin ‘birliği’ olarak gerçekleşen ve inşasının hayli ileri bir evresine varmış olan Avrupa Birliği (AB)’nin ana omurgasını bu üç ülke teşkil etmektedir. Büyük patronluk Almanya’nın payına düşmekle birlikte, tarihsel, askeri-stratejik ve hatta ekonomik nedenlerden dolayı Almanya-Fransa ekseni -en azından şimdilik- AB’nin yoluna sağ salim devam edebilmesi için olmazsa olmaz bir zorunluluk durumundadır.
Fransız mali sermayesinin yapısı üzerine notlar şeklinde hazırlanmış olan bu yazı, dergimizin geçen sayısında Alman mali sermayesi üzerine yayınlanmış olan araştırmanın bir nevi devamı niteliğinde olduğundan, meselenin teorik çerçevesi ile ilgili yanlarına mümkün olduğunca girilmeyecek ve tekrardan kaçınılacaktır. Esas olarak Fransız mali sermayesinin yapısında son yıllarda yaşanan hızlı değişimler, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde varılan boyutlar ile bütün bu süreçte Fransa’ya özgü olan yanlar üzerinde durulacaktır.

GELENEKSEL OLARAK DEVLETİN KORUYUCU HİMAYESİNE DUYULAN İHTİYAÇ
Avrupa’nın diğer önde gelen uluslarına göre kapitalizm çağma nispeten daha erken giren Fransa, 18. yüzyılda Avrupa’nın ve dolayısıyla da dünyanın en güçlü ekonomisine sahip ülkesiydi. 1900’lü yıllarda Sanayi Devrimi hamlesiyle birlikte hızlı bir yükselişe geçen İngiltere’nin gerisinde kalmasına rağmen, 19. yüzyıl boyunca da Avrupa ve dünya ekonomisinin ilk iki ülkesinden biri olmaya devam etti. 1800’lü yılların son çeyreğinde yaşanan büyük bunalımla birlikte ise, önce yeni yükselişe geçen güçlerden ABD, ardından da Almanya tarafından geçildi ve dünya sıralamasında dördüncü sıraya düştü. Geçen yüzyılın birinci yarısından başlayıp İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen uzun bir dönem boyunca Fransız kapitalizmi, rakiplerine göre hep kan kaybederek ve gerileyerek geldi. Ve bu nedenle de diğerlerine göre daha çok ‘devletçi’ bir özellik sergiledi. Ya da daha doğrusu devletin koruyucu himayesinin kanatları altına girmeye daha çok ihtiyaç duydu.
Ekonomistler, Fransa’nın sanayideki gelişmeyi ekonomik önceliklerinin merkezine aldığı asıl dönemin, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’li yıllara kadar geçen kırk yıllık bir süreç olduğunu belirtiyorlar. Fransız kapitalizminin yapılanması bakımından oldukça hareketli geçen son elli yılı, yaşanan önemli dönemeç noktaları itibarıyla birbirini izleyen ve tamamlayan üç ayrı periyoda bölmek mümkündür:
1- Savaşın hemen sonrasında sağlanan ‘ulusal mutabakat’ ve yoğun üretim seferberliğinin yarattığı birikim üzerinden 1959–74 arası dönemde devletin öncülüğü ve teşvikiyle gerçekleşen merkezileşme ve yeniden yapılanma.
2- ‘80’li yıllarda yaşanan ve ön belirtileri ‘73 petrol kriziyle birlikte ortaya çıkan durgunluk ve resesyon sürecine hazırlık olarak, Mitterrand’ın iktidara gelişiyle birlikte gerçekleştirilen ‘millileştirmeler’ dönemi.
3- İlk adımları 1986–88 yıllarındaki Chirac hükümeti tarafından atılan ve 1993 sonrasında işbaşına gelen sağcı hükümetler tarafından devam ettirilen ve dünya çapındaki eğilimle de birleşen büyük özelleştirme dalgası İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte herkesin üzerinde anlaştığı ortak nokta, hantallaşmış ve eskimiş üretici aygıtın modernleştirilmesi ve ekonomide yeniden yapılanmadır. Savaş dönemindeki Nazi işbirlikçisi çizgisinden dolayı önemli ölçüde itibar ve güven yitirmiş olan geleneksel burjuva sınıfı, tahrip olmuş ekonomiyi yeniden ayakları üzerine dikme görevini direkt olarak üstlenemezdi. Burjuvazinin kendi yetersizlikleri ve zayıflıkları bir yana, bu dönemde işçi ve emekçi kitlelerin, ‘vatanı yeniden inşa etmek’ adına kuvvetli bir üretim seferberliğine motive edilebilmeleri için devletin devreye yeniden daha güçlü olarak girmesi gerekmekteydi. Öte yandan savaş sonrası dönemin uluslararası plandaki bir başka ayırt edici özelliği de bunu zorunlu kılmaktaydı. Bu dönem sadece Fransa’da değil, kapitalist dünya açısından uluslararası planda da sosyalizmin ve işçi hareketinin önünü kesmek üzere Keynes’çi politikaların ve ‘sosyal devlet’ uygulamalarının revaçta olduğu bir süreçtir.
İşe, ‘millileştirmeler’le başlandı. Belirli temel ve stratejik alanlardaki (elektrik işletmesi EDF, gaz işletmesi GDF, devlet demiryolları SNCF, metro işletmesi RATP, ulusal havayolu şirketi Air France, ulusal posta ve telekomünikasyon PTT) devlet tekelinin korunması durumu yeniden teyit edilirken, otomotiv dalında Renault, silah sanayisinde SNECMA, enerji sektörünün hemen hemen tümü, belli başlı mevduat bankaları ile sigorta şirketleri millileştirme kapsamına alındı. Ulusal kaynakların önemli bir bölümü ile savaş sonrasında Avrupa’nın ve özel olarak da Fransa’nın ‘komünizm çemberine düşmesini önlemek’ üzere başlatılmış olan Amerikan yardımları, büyük ölçüde sanayi yatırımlarına ve harap olmuş ekonominin tamiratına ayrıldı. 1947–52 arası süreçteki birinci plan döneminde toplam yatırımların % 40’ı hazine tarafından finanse edildi. Savaşın bitiminden yaklaşık üç yıl sonra (1947 sonlarında), sanayi üretimi bakımından 1938 yılı seviyesine yeniden ulaşılmış bulunuyordu. Girişilen yatırım hamlesi, üretim araçlarının yenilenmesi, işletme metot ve araçlarının modernleştirilmesiyle birlikte, özellikle tüketime yönelik yoğun bir üretim kampanyası başlatılmış oldu. Tekstil-giyim, elektrikli ev aletleri, otomobil (Renault ve Citroen’in orta ve alt gelir gruplarının kullanımına yönelik olarak küçük ve ucuz binek arabalar üretimi bu dönemde başlar), yayıncılık (‘cep kitapları’ ilk olarak 1953’te yayınlanır) alanındaki atılım ve yoğun üretimin yanı sıra demir-çelik, metalürji, uzay ve havacılık, silahlanma vb. sektörlerde de büyük bir canlanma dönemine girilir. Üst düzeyde bir kapasite kullanımı, emek üretkenliği ve yoğun bir üretimle karakterize olan bu yılları, iktisatçılar ‘Fordizm’in egemen olduğu bir dönem olarak nitelendiriyorlar.
Burjuvazinin ve onun yönetim aygıtı olarak burjuva devletin doğal olarak, savaşın ekonomi üzerinde yarattığı tahribatları onarmak ve bir yandan ABD vesayetinden kurtulmak, diğer yandan ise ekonomileri harap olmuş Avrupalı diğer rakiplerine göre üstün bir konum elde etmek üzere girişmiş olduğu bu atılım, toplumun bütün kesimlerinden ‘onay ve destek’ gördü. “Hepimiz aynı geminin yolcularıyız, memleketi elbirliğiyle kalkındırmak gerekir”! yaygarasının, burjuva-kapitalist sistem koşullarında her zaman ve her ülkede olduğu gibi, savaş sonrası Fransa’sında da esas olarak burjuvazinin ve burjuva devlet aygıtının tahkim edilmesi, işçi ve emekçi sınıfların ise ezilmesi ve yoksullaşması anlamına geldiği kesindir. Şu veriler, bu saptamayı bir kez daha doğrulamaktadır: “Bu, öncelikle ücretlilerin aleyhine gerçekleşen bir uzlaşmadır. Kurtuluşun yarattığı zafer sarhoşluğunun hemen ardından gelen dönemde, 1946–50 yılları arasında haftalık çalışma saatleri 45 saate varırken, (Fransa’da 40 saatlik çalışma haftası 1936’daki Halk Cephesi hükümeti döneminde kanunlaştırılmıştı -E.A-) gerçek ücretler % 28 oranında düşüş kaydetti. Ücretlilerin de sağlanan ekonomik gelişmeden pay elde edebilmeleri, ancak 1953’ten itibaren gerçekleşen büyük çaplı toplumsal eylemler neticesinde mümkün olabildi.” (“L’Industrie française”, sf.25, N. Holcblat-M. Husson.) Yani, her şeye karşın işçi ve emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarında sağlanan iyileştirme ve düzeltmeler, sınıfın ‘kendi kapitalistine’ karşı verdiği mücadele ile doğru orantılı olmaya devam etmekteydi.

SÖMÜRGECİ BİR GÜÇ OLMANIN SAĞLADIĞI AVANTAJ
General De Gaulle’ün önderliğinde, Amerikan yardımlarının desteğiyle ve reformizmin işbirlikçiliğinin yarattığı uygun zeminde girişilen yeniden yapılanma hamlesinin Fransa’ya özgü önemli bir ayağı da, sahip olunan büyük sömürgeci hâkimiyettir. İngiliz ve Hollanda sömürgelerindeki bağımsızlıkçı hareket, birçok eski sömürge ülkenin siyasal bağımsızlıklarını elde etmeleriyle sonuçlanırken, Fransız sömürgelerinde -Cezayir örneği dışta tutulacak olursa- henüz böyle bir hareketlilik söz konusu değildi. Kuzey ve Orta Afrika’da, Karayipler’de ve Uzak Doğu Asya’da çok geniş bir alana yayılmış olan sömürgeler, askeri ve stratejik plandaki önemlerinin yanı sıra Fransız kapitalizmi için, rakiplerinin nefesini ensesinde hissetmeden rahatça at koşturabileceği pazarlar anlamına da gelmekteydi. Sömürgelerin yağmalanan yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve ucuz işgücü, Fransız emperyalizmine, yapmaya hazırlandığı yeni hamleler için birikim kaynağı teşkil ederken, aynı zamanda birer tüketici ve transit pazarı olarak da işlev gördükleri unutulmamalıdır. Örneğin 1952 yılında Fransa’nın toplam ihracatının sadece % 16’sı sonradan AET içerisindeki başlıca ortakları durumuna dönüşecek olan beş Avrupa ülkesine yönelik olarak gerçekleşirken, % 42’si kendi sömürgelerine dönüktü.
1950’li yıllar aynı zamanda, ekonomik planda gerçekleştirilen yeniden yapılanma adımları ve varılan aşamaya bağlı olarak politik yapıdaki reform ve değişim tartışmalarının yürütüldüğü ve sonuçlandırıldığı yıllardır. 1958 yılında 5. cumhuriyetin ilanıyla birlikte gerçekleştirilen kurumsal değişiklikler, Fransız emperyalist burjuvazisinin o günkü ekonomik ve politik çıkarlarına denk düşen ve gelecekteki iddialarıyla da örtüşen önemli dönüşümlerdir.
Ülke ekonomisinin yeni temeller üzerindeki yükselişini garantiye almak üzere 1945–59 yılları arasında atılmış olan ilk adımlar, esas olarak bu tarihten itibaren yerli yerine oturmaya başlamıştır. 1959’dan başlayarak ‘70’li yılların ortalarına kadar devam eden süreç, sanayide, bankacılık, sigorta ve ticarette bir önceki dönemin birikimleri üzerinden ve esas olarak da devlet eliyle büyük çaplı bir merkezileşme ve konsantrasyonun yaşandığı bir süreçtir. Ulusal İstatistik ve Araştırmalar Kurumu (İNSEE)’nun 1975 yılında yayınlanan bir raporunda bu döneme ilişkin olarak şunlar söyleniyor: “Fransız ekonomisinin son on yılda yaşadığı değişim, bir önceki yarım yüzyılda gerçekleşenlerden çok daha fazladır.” V. (1965–70) ve VI. (1970–75) kalkınma planlarında, bir taraftan “Concorde” uçaklarının yapımı, askeri ve sivil amaçlı nükleer sektörün güçlendirilmesi ve bilgisayar üretimine ağırlık verilmesi gibi kararlar yer alırken, öte yandan ise Avrupa ve dünya çapında rekabet edebilecek büyüklükte dev işletmelerin kurulmasının teşvik edilmesi hedefi de konmaktadır. Tekel birleşmeleri ve füzyonların gerçekleştirilmesini kolaylaştıracak yasal düzenlemeler ve vergi reformu da yapıldıktan sonra, öncülüğünü yine devletin yaptığı baş döndürücü bir füzyon, yutma ve devralmalar süreci başlar. Bugün Fransa’nın en büyük tekelleri arasında en önde gelenler içinde yer alan uzay ve havacılık sektöründeki Aerospatiale, petrol sektöründeki Elf tekeli böylece doğar. Demir-çelik sektöründeki yaklaşık on beş büyük ve orta çaplı şirket birleştirilerek Usinor ve Wendel-Sedilor adlı iki dev tekel yaratılır. (‘80’li yıllarda bu ikisi de birleşerek Usinor-Sacilor adını alacak ve bu sektörde tek bir tekelin hâkimiyeti tümüyle tesis edilmiş olacaktır) Devlet denetimindeki bankalar ve sigorta şirketlerinde de aynı doğrultuda bir merkezileşme bu yıllarda gerçekleştirildi.
Özel sektörde ise öncelikle orta çaplı işletmelerde başlayan konsantrasyon süreci, bir müddet sonra büyük çaplı işletmeleri de içerisine alarak çeşitli sektörlerde dev tekellerin oluşumuna doğru evrildi. Örneğin otomotiv sektöründe palazlanmakta olan Peugeot’un, Citroen’i önce kısmen daha sonra da (1974’de) tümüyle ele geçirmesi ve Amerikan otomobil tekeli Chrysler’in Avrupa’daki fabrikalarını satın almasıyla dev PSA grubu doğmuş oldu. Gıda sektöründe bira ve taze besin maddeleri üretiminde yoğunlaşan BSN tekelinin başını çektiği BSN-Gervaıs-Danone grubu, bu alandaki tek söz sahibi tekel konumuna geldi. Uzay ve havacılık sektöründe Dassault’un Breguet’i yutması, elektrik ve elektronik aletler üretiminde Thomson’un Brandt ve CSF’i kendine bağlaması, Wıllot kardeşlerin tekstilde tek isim durumuna yükselmeleri vb. yine aynı dönemde gerçekleşti. Bu aynı dönemde kurulan ve bugün hâlâ Fransız sanayisinde söz sahibi büyük işletmeler olarak varlıklarını devam ettiren bazı büyük tekeller şunlardır: Alüminyum dalında Pechiney-Ugine-Kuhlmann (1971), demir-çelk dalında Usinor-Sacilor (1966), metal sektöründe SNIAS (1970), Babcock-Fıves (1970), Creusot-Loıre (1970), Saint Gobaın Ponta-Mousson (1971), Empam-Schneıder (1972), Imetal (1974), besin-gıda sektöründe Begin-Say (1972), Pernod-Ricard (1974), kozmetik ve kimya dalında L’Oreal (1973) vb…
1960-70’li yıllarda Fransız kapitalizminin iki ana direği Suez ve Paribas mali gruplarıdır. Sanayi, ticaret, banka, sigorta, ulaşım, pazarlama ve dağıtım vb. her alana el atmış olan bu iki grup, daha sadece birer banka statüsünde faaliyet yürüttükleri dönemde bile ülke ekonomisinin her alanına el atmış dev tekeller durumundaydı.
1872’de kurulan Paribas daha bu yüzyılın başında sadece kredi işlemleriyle uğraşan mütevazı bir banka olmaktan çıkmış, direkt ya da dolaylı yollardan 120 kadar sanayi işletmesinde pay ve etkinlik sahibi bir mali gruba dönüşmüştü. 1970’lere varıldığında Paribas, onlarca irili ufaklı sanayi kuruluşu ve bankadaki denetiminin yanı sıra Lazard, Worms, Schlumberger gibi büyük bankaları, Schneider (metal), PUK (alüminyum-metal), BSN (gıda-besin), Hachette (medya-turizm), Perrier (içecek-gıda) gibi büyük sanayi tekellerini de denetliyordu.
Suez ise 1869’da kuruldu. Güç ve etkinliğini esas olarak ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra artıran Suez 1970’li yıllara gelindiğinde, aralarında Saint-Gobain (metal-cam-kimya), Ponta-Mousson (demir-çelik), CGE (su dağıtım ve hizmet), Begin-Say (şeker-gıda), Air Liquide (kimya), Bouygues (inşaat-konstrüksiyon), Alsthom (elektrikli aletler) gibi sanayi tekellerinin, Vernes ve Rotschild gibi bankaların ve Abeille, Providence gibi sigorta şirketlerinin de bulunduğu 100’ü aşkın işletmede denetim ve çıkarları bulunan büyük bir mali dev durumuna gelmişti.

SUEZ                    PARİBAS    – Tablo-1
Rothchıld                Crediy Lynnoais
Vernes                    BSN
Beghin                    Perrier
Air Lıquide                Schlumberger
CGE                    Hachette
SGPM                    PUK
Marine Firminy            DNEL
De Wendel                Ciments Lafarge
Bouygues                Worms
Agache Willot                Lazard
Phone Poulenc            Havas
UAP
Societe Generale
BNP

Şema (Tablo 1) genel olarak şöyle: Bir önemli sanayi grubu (Suez için Saınt-Gobaın, Paribas için Schneider), bir sigorta şirketi (Suez için Victoire, Paribas için Axa-midi), bir dağıtım ve pazarlama tekeli (Suez için Lyonnaise des eaux, Paribas için Generale des eaux), bir önemli petrol tekeli (Suez için Elf, Paribas için CFP) ve ayrıca yabancı mali gruplarla, özellikle de İtalyan ve Belçikalı gruplarla ayrıcalıklı ilişkiler. Bu iki gruptan Paribas’nın arkasında Worms, Schlumberger, Lazard aileleri; Suez’in arkasında ise Rotschild, Vernes, Wendel, Fiers aileleri duruyordu. O dönemde devlet denetimindeki Renault, Elf-Aquitaine ve Aerospatiale dışındaki hiçbir büyük firma, Suez ve Paribas kutuplarının etkinlik alanı dışında yer alamıyordu. Her alana el atmış bu iki mali grup, son otuz yılda yaşanan bütün değişimlere ve altüst oluşlara rağmen yine de -diğer rakiplerine göre zayıflayarak da olsa- etkinliklerini bugün hâlâ sürdürmeye devam ediyor.
1970’li yıllara gelindiğinde, artık Avrupa ve dünya çapındaki etkinliklerini de artırmış olan bir avuç uluslararası tekel, ekonominin bütün sektörlerinde kesin egemenliklerini ilan etmişlerdi. Örneğin 1969 yılında on üç temel sanayi sektörü baz alınarak yapılmış bir hesaplamaya göre, 13 sektörde faaliyet yürüten ilk dört tekelin cirolarının toplamı, Fransa’nın toplam brüt ulusal üretiminin (GSMH) % 20,5’unu teşkil edebilir duruma gelmişti. Bu oran 1980’de % 25,1’e, 1987’de ise % 30,8’e yükseldi. Ama Fransız mali sermaye grupları yine de Avrupa’daki diğer rakiplerine nazaran yeterince büyük sayılmazlardı. Aynı dönemde (1969) ve aynı hesaplama yöntemiyle Alman tekellerinin cirosu GSMH’nin % 31,1’ini teşkil ediyordu. Bu durum şu anda da devam etmektedir. Fransa’nın metal dalındaki büyük tekellerinden Schneider’in patronu Didier Pınea-Valencienne konuyla ilgili olarak şunları söylüyor : “Fransız şirketleri büyük, orta ve küçük çaplı bütün klasmanlarda Alman işletmelerine göre üç kat daha küçüktürler.” (Le Nouvel Economiste-Ekim ’96)

1981’DE BAŞLATILAN YENİ ‘MİLLİLEŞTİRME’ KAMPANYASI
1981’de işbaşına gelen F. Mitterrand ve Sosyalist Parti hükümetlerinin, daha sonraki yıllarda da en çok tartışmaya yol açan icraatı, birçok işkolundaki önemli sanayi işletmelerinin ve bir miktar banka ile sigorta şirketinin millileştirilmesi oldu. İddia edilenin aksine, ‘sosyalistler’in ideolojik saplantılarının bir neticesi olarak değil, Fransız kapitalizminin yaklaşan kriz ve gerileme sürecine daha hazırlıklı girebilmesi ve bu dönemi fazla tahribat yaşamadan atlatabilmesi hazırlıklarının bir parçası olarak gerçekleşen ‘millileştirmeler’, beş büyük sanayi işletmesi ile başladı. CGE (enerji-su dağıtım ve hizmetler sektörü-telekomünikasyon), Thomson-Brandt (elektronik), Saint Gobain- Ponta-Mousson (metalürji), Pechiney-Ugine-Kuhlmann (alüminyum-metal) ve Rhone-Poulenc (kimya) işletmeleri yüzde yüz devlet denetimine geçtiler. Eski hissedarlara, sahip oldukları hisseler karşılığında ‘Ulusal Endüstri Kasası’nın çıkardığı hazine tahvilleri verildi. Devlet denetiminde ve ekonominin ana dallarını kontrol etmeye hizmet edecek biçimde gerçekleştirilen “halka yayma”, hisse senetleri aracılığıyla merkezi denetimi güçlendirme ve rakip büyük devletlerle girişilecek paylaşım kavgalarında sağlam dayanaklara sahip olma amacıyla “mililiştirme”lere gidildi ve büyük tekellere de kimi avantajlar tanındı. O dönem henüz iki ayrı tekel olarak faaliyet yürüten çelik sektöründeki Usinor ve Sacilor şirketleri için devlet denetimini garantiye alan özel bir yasa çıkarıldı. Silahlanma sektöründeki Dassault ve Matra tekellerinin hisselerinin % 51’i devlet tarafından satın alındı. Yabancı sermayenin denetimi altındaki Honeywell Bull (bilgisayar), CGCT ve Roussel-Uclaf (ilaç) şirketleri de millileştirme kapsamında yerlerini aldılar. Öte yandan o yıllara kadar Fransız mali sermayesinin temel direkleri olmaya devam eden Suez ve Paribas holdinglerinin yanı sıra 36 tane ticari banka da millileştirildi.
O dönemde ve sonraki yıllarda Fransa’da olduğu kadar, Avrupa ve dünya kamuoyunda da tartışmalara yol açan bu ‘millileştirme kampanyası’ burjuvazi tarafından, sosyalizme ait ve modası geçmiş, köhnemiş bir uygulama olarak gösterildi. Devletin denetim altına alıp, büyük miktarda sermaye enjekte ederek ve yeniden kârlı konuma getirdikten sonra kendilerine tekrar devrettiği işletmelerin meyvelerini sessizce ve keyifle yiyen tekelci kapitalistler, işlerin umulan gibi gitmediği istisnai bazı durumlarda ise devletin müdahaleciliğini yüksek sesle eleştirmekten ve veryansın etmekten de geri kalmadılar. Hâlbuki burada söz konusu olan, devletin işçiler ve emekçi halk yararına tekelci kapitalist işletmelere el koyması değil, aksine tekelci burjuvazinin kolektif idare aygıtı olarak işlev görmekte olan devletin, halktan toplanan vergi ve diğer gelirleri kapitalist işletmelerin emrine daha açık bir tarzda vermesidir. Enver Hoca bu durumu şöyle açıklıyor: “Tekelci devlet kapitalizmi, devlet aygıtının tekellere bağlı olmasını, ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı üzerinde tekellerin tam egemenliğinin kurulmasını ifade eder. Devlet tüm emekçilerin sömürülmesi yoluyla iktidardaki sınıfa azami kâr sağlamak için olduğu kadar, halkların devrim ve kurtuluş mücadelelerini boğmak amacıyla da mali oligarşinin yararına ekonomiye doğrudan müdahale eder. Tekelci devlet kapitalizminin en belirgin temel unsuru olarak tekelci devlet mülkiyeti, tek bir kapitalistin ya da bir grup kapitalistin mülkiyetini değil, kapitalist devletin mülkiyetini, iktidar sahibi burjuva sınıfın mülkiyetini temsil ediyor. Çeşitli emperyalist ülkelerde tekelci kapitalist devlet sektörü tüm üretimin yüzde 20-30’unu oluşturuyor.” (“Emperyalizm ve Devrim”, sf. 53–54, E. Hoca.)
Buradan da anlaşılacağı gibi, ekonomiye devletin müdahalesi ve daha doğrusu tekelci devlet kapitalizmi uygulaması sadece Fransa’ya özgü bir durum değildir. Sadece Fransa’ya özgü değil ama son elli yılda diğer Batılı kapitalist ülkelere nazaran Fransa’ya çok daha özgü bir uygulama da denebilir.

DENETİM BİÇİM VE MEKANİZMALARI
Fransa’da mali sermayenin yapısı üzerine araştırmalarıyla tanınan Toulouse’daki
LEREP enstitüsünün direktörü François Morin, işletmelerin mülkiyet yapısını ve kimler tarafından denetlendiğini incelerken beş ayrı sınıflandırma yapıyor: 1- Devlet denetimi 2- Aileler tarafından denetim 3- Teknokratik denetim (managerler) 4- Yabancı şirketlerin denetimi 5- Kooperatif işleyişi.
Şirketlerdeki kontrol ise esas olarak iki mekanizma vasıtasıyla gerçekleştiriliyor: a) Hissedarlar genel kurulu b) Yönetim ve denetleme kurulları. Hisselerini borsada satılığa çıkarmış bütün kapitalist işletmelerde olduğu gibi burada da söz ve karar hakkı kâğıt üzerinde genel kurulun olmasına rağmen, fiiliyatta yönetim kurulları tarafından kullanılır. Genel kurulu toplantıya çağıran, gündemini belirleyen ve toplantıda hazır bulunmayanların oylarından faydalananlar yönetim kurullarıdır. 1996 yılında Fransız Merkez Bankası’nın yaptırdığı bir araştırmaya göre küçük hissedarların % 95’i, hisse sahibi oldukları şirketlerin genel kurullarına hiç katılmıyorlar. % 82’si ise özelleştirme gibi haller dışında direkt olarak bilgilendirilmediklerini ve ‘ortağı’ oldukları işletmenin hesapları hakkındaki bilgileri sadece basından izleyebildiklerini söylüyorlar. Bütün büyük tekellerin genel kurullarının, binlerce küçük hissedarın katılımı ve hatta haberi bile olmadan gerçekleştirildiği hesaba katılacak olursa, yönetim kurulu üyeliklerinin istisnasız olarak her zaman, söz konusu şirkette pay sahibi büyük tekeller ve ana sermayenin çoğunluğunu elinde tutan hanedanlar tarafından belirlendiği gerçeği de ortaya çıkar. Ezici bir çoğunluğu (en büyük 200 şirketten 194’ü) Anonim Şirketleri (AŞ) şeklinde örgütlenen Fransız tekellerinin denetleme kurulları oluşturma şeklinde yerleşmiş bir gelenekleri pek yoktur. (200 büyük tekelden sadece 8’inin denetleme kurulları var.)
Devletin son yarım yüzyılda ekonomide oynadığı merkezi ve can alıcı rol, yine de geleneksel burjuva ailelerin önemini azaltmadı ve onları, tuttukları subaşlarından uzaklaştırmada Aksine, birkaç düzine ‘büyük ve soylu aile’ milyarlarca franklık ciroya sahip büyük sanayi tekellerinin, bankaların ve sigorta şirketlerinin, yani dev mali holdinglerin başında durmaya, ülkenin iktisadi yaşantısına hükmetmeye devam etti. F. Morin değişik aralarla yaptığı incelemelerde bu gerçeği ortaya koyuyor. Morin’in 1974’te yaptığı bir araştırmada Fransa’daki en büyük 200 şirketin kimler tarafından denetlendiği şöyle açıklanıyor: 100 tanesi büyük aileler tarafından, 56 tanesi yabancı sermaye tarafından, 35 tanesi teknokratlar tarafından, 8 tanesi devlet tarafından kontrol ediliyor ve 1 tanesi de kooperatif şeklinde örgütlenmiştir.
1997 yılında en büyük 100 şirketin kimler tarafından denetlendiğini gösteren rakamlar ise şöyle: 39 tanesi büyük aileler tarafından, 27 tanesi yabancı şirketler tarafından, 18 tanesi teknokratlar tarafından, 16 tanesi devlet tarafından.
Değişik dönemlerde 500 büyük grubun ana sermayelerindeki yüzde pay olarak ise durum şöyledir:

1975     1981     1984
Devlet            %35    %55    %58
Aileler            30    17    17
Teknokratlar        17    14    7
Yabancı sermaye    16    13    15
Kooperatif        1    1    1
Toplam        100    100    100

Bu tablo ve verilerden de anlaşılacağı gibi, geleneksel büyük aileler ülkenin en büyük işletmelerinin önemli bir kısmı üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettiriyor ve hızlı değişimlere rağmen etkin konumlarını sürdürüyorlar. Fransa’nın en büyük şirketlerinin % 25’inden fazlası hâlâ Michelin, Boygues, L’Oreal, Matra, Perrier, Les Chargeurs Reunis, Dassault, Peugeot vb. gibi hanedanların denetiminde kalmaya devam ediyor. Küçük ve orta boy işletmelere (PME) doğru gidildikçe ailelerin denetiminin çok daha yaygın olduğu bariz olarak görülüyor: 5–50 arası işçi çalıştıran işletmelerin % 78’i, 51–200 arası işçi çalıştıranların % 79’u, 201–500 arası işçi çalıştıranların ise % 58’i ailelerin denetimi altındadır.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta ise ‘teknokratik denetim’ tanımlamasıdır. Fransız kapitalizmini eleştirel bir yaklaşımla irdeleyen F. Morin gibi ciddi iktisatçılar dahi böyle bir denetim kategorisinden bahsetmekten geri kalmıyorlar. Hâlbuki teknokrat ya da manager diye adlandırılan, belirli bir sınıf kökenine sahip ve baştan itibaren özel okullarda büyük harcamalar yapılarak çekirdekten yetiştirilen bu tabakanın sermaye egemenliğinden bağımsız olarak ayrıca kendi başına bir kudret sahibi olmadığı açıktır. Ama tüm kapitalist ülkelerde ve Fransa’da birçok büyük tekelin, bugün artık teknokratlar tarafından ‘yönetildiği’ de doğrudur. Bu uygulama, ekonominin yönetiminde modernleşmenin ve yeni işletme metotlarına geçişin göstergelerinden birisidir. Onlarca sanayi, ticaret işletmesi, banka ve sigorta şirketinin denetimini ele geçirmiş büyük mali grupların, bütün bu işletmelerin günlük aktivitelerini fiilen yönetmelerinin pratik olarak mümkün olmamasının da ötesinde nedenler vardır. Gelişmenin kaçınılmaz kıldığı bu yöneliş, aynı zamanda, dev tekellerin ardındaki sermaye gruplarına karşı mücadeleyi saptırmaya ve ezilen emekçi yığınların bilincinde yanılsama yaratarak, tepkileri kudret sahibi mali oligarşiye değil, onun çıkarlarına bağlanmış ve değiştirilebilir bürokratlar tabakasına yöneltmeye de hizmet etmektedir. Öte yandan, yüksek ücretlerle ve diğer ayrıcalıklarla ihya edilen ve çoğu durumda kendileri de ufak bir miktar hisse sahibi olan bu iyi eğitimli teknokrat ve managerlerin, yaptıkları işin hakkını verdikleri, ayrıca bu nedenle de tercih edildikleri unutulmamalıdır. Arzulanan yararı sağlayamayan birçok teknokratın, hiç gözlerinin yaşına bakılmadan bulundukları mevzilerden koparılıp atıldıklarının ve kovulduklarının onlarca örneği sadece son yıllarda yaşandı. Dolayısıyla ‘teknokratik denetim’ altında oldukları söylenen tekellerin hepsinin de arkasında, söz konusu şirketlerin yönetim ve denetim kurullarına üslenmiş bir ya da birden çok tekelci sermaye grubu, ya da devlet duruyor.

FRANSIZ EMPERYALİZMİNİN ULUSLARARASI STRATEJİSİ VE YENİ ÖZELLEŞTİRME DALGASI
1990’lı yıllar, bütün kapitalist dünyada olduğu gibi Fransa’da da, ‘globalleşen ekonomi’nin dayattığı zorunluluklar ve açıkça orman kanunlarının egemenlik kurduğu uluslararası rekabette, altta kalmama güdüsünün kamçıladığı -bir kez daha- yeniden yapılanma yıllarıdır. Dünyanın istisnasız bütün kıta ve ülkelerine yayılan eşi görülmemiş kapsamdaki genel emperyalist saldırı dalgasının bir parçası da, kamuya ait ve geriye kalan ne varsa hepsinin özelleştirilmesini amaçlayan kampanya’ idi. Özelleştirmeler sadece devletin elindeki işletmelerin basit bir el değiştirmesi anlamına gelmemektedir. On binlerce işçi ve emekçinin üretimden uzaklaştırılarak sokağa atılmasının yanı sıra, üretimde ve sermayede yeni bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye, büyük çaplı devlet işletmelerine el koyan sermaye gruplarının palazlanmasına ve füzyonlar, yutmalar, tehdit ve şantajla devralmalar yoluyla mali sermayenin yapısında ve örgütlenmesinde bir yenilenmeye de yol açmaktadır.
Yakın denebilecek bir süre önce ‘millileştirme’ dalgasını yaşamış olan Fransa, dolayısıyla özelleştirmelerin de çok daha geniş kapsamlı ve sarsıcı bir hızla gündeme girdiği ülke oldu. İlk adımları 1986–88 yıllarında işbaşına gelen Chirac hükümeti döneminde atılan, ama daha sonra kesintiye uğrayan ve yeniden 1993 yılında başlatılan özelleştirme programından önceki dönemde, Fransız ekonomisi esas olarak kamuya ait büyük finans gruplarının her bakımdan (hem para olarak elde tutulan sermaye kütlesi ve hem de toplam zenginlikler bakımından) denetimi altında idi. 19 Temmuz 1993’te yürürlüğe konulan toplu özelleştirme yasasıyla birlikte ‘karma ekonomi’ mantığı tümüyle terk edilerek yeni bir dönem açılmış oldu. Özelleştirilmesine karar verilen sanayi işletmeleri, banka ve sigorta şirketlerinin mali yapıda işgal ettikleri yer öylesine önemliydi ki, bu mali sermayenin yapılanması ve örgütlenmesinde esaslı bir değişiklik ve yenilenmeyi de beraberinde getiriyordu. Özelleştirme kapsamına alınan şirketler sadece 1981’de ‘millileştirilmiş’ olanlardan ibaret değildi. Ülke savunması açısından hayati önem taşıyan bir kısım işletmeler, bürokratik hantallıklardan dolayı özelleştirilmesi gecikenler ve birkaç tane de işçilerinin karşı çıkışları ve mücadeleleri dolayısıyla özelleştirilemeyenler (demiryolları işletmesi SNCF, Telecom, Thomson vb.) dışında kalan hemen bütün işletmelerin özelleştirilmesi tamamlanmış bulunuyor. Bundan on yıl önce Fransa’nın ilk 20 tekelinin 13 tanesi devlete ait iken, şimdi bu sayı 3’e düşmüştür. Şimdi hedefte demiryolları işletmesi, havayolları taşımacılığı, gaz-elektrik işletmesi (EDF-GDF) ve PTT var. Bouygues, Generale des eaux, Suez, Lyonnaise des eaux gibi dev tekeller şimdiden EDF-GDF ve France Telecom’a göz dikmiş durumdalar. Ama bizzat kendileri de uluslararası çapta faaliyet gösteren bu büyük devlet tekellerinin yutulması, herhangi bir kentteki su dağıtım tekelini elinde bulunduran belediye işletmesini ele geçirmeye benzemez. Çünkü “mesela EDF’in kendisi Fransa’nın tümünde tek tekel olduğu gibi İsveç ve özellikle de Brezilya, Filipinler gibi gelecek vaat eden pazarlarda da denetim kurmuş bir konumdadır.
Atıkların temizlenmesi ve arıtma alanındaki projeleriyle dünya pazarında aslan payını kapma hazırlıkları içerisinde bulunuyor. France Telecom ise Alman Deutsche Telecom ve Amerikan Sprint şirketiyle ortaklıklar kurarak iddialı bir pozisyon elde etme şansını devam ettirmek istiyor. Gerçekleştirilen özelleştirmeler, mali sermayenin örgütlenme şemasında şöyle değişikliklere yol açtı: Yukarıda da belirttiğimiz ve şemada da görüldüğü gibi, 70’li yıllarda merkezileşme esas olarak iki büyük mali grup (Suez ve Paribas) etrafında yaşanırken, 1993’ten itibaren özelleştirmeler ve onun teşvik ettiği füzyon ve yutmalar nedeniyle tablo değişmiştir.
Şimdi artık biri hâlâ devlet bankası olan Credit Lyonnais etrafında bir araya gelen üçlü grubun, diğeri de özelleştirilmiş eski devlet bankası BNP etrafında toparlanmış bir başka üçlü grubun oluşturduğu iki büyük kutup var: a) Credit Lyonnais (banka)-AGF (sigorta şirketi)- Paribas b) BNP (banka)- UAP (sigorta şirketi)- Suez.

Credit Lyonnais-AGF-Paribas         BNP-UAP-SUEZ    – Tablo-2
Total                        Aquitaine
Aero Spatiale                    Pechiney
Usinor Sacilor                    Air France
Phone Poulenc                St. Gobain

Bunlardan en kuvvetlisi olan BNP-UAP-Suez ekibi kendi aralarında birbirleriyle tam bir bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunuyorlar. Örneğin BNP ve UAP karşılıklı olarak biri diğerinin sermayesinde % 15 pay sahibidirler. UAP’nin Suez’deki payı % 6,15, Suez’in UAP’deki payı ise % 5’tir. BNP’nin Suez’deki payı ise, yine kendisinin kontrolü altında olan petrol tekeli Elf-Aquitaine ve Saint Gobain grubu üzerinden geçerek sağlanmaktadır.
BNP’nin sadece direkt katılım yoluyla önemli etkinlik sahibi olduğu diğer tekeller ve mali kuruluşlardan bazıları şunlardır: Pechiney % 7.54 (alüminyum-metal), Air France % 8,8 (ulaşım), Saint Gobain % 4,4 (metal-kimya-cam), Coface % 9 (dış ticaret sigortası), Accor (otelcilik-turizm), Alcatel (elektrik-elektronik makine), Valeo (metal-otomobil aksamları), Credit National (banka). UAP’deki etkinliği vasıtasıyla ise, Generale des eaux (inşaat ve su dağıtımı gibi kent hizmetleri), SPEP, Havas (medya-turizm vb.), Saint Louıs (gıda), Lagardere (silah-elektronik) vb. gibi onlarca tekelin yönetiminde önemli söz sahibi olarak duruyor. BNP’nin sadece genel müdürü R. Thomas dokuz tane büyük tekelin yönetim kurullarında görev yapıyor. Diğer yönetim kurulu üyelerinin hepsi de birden fazla tekelin yönetim kurullarında yer alıyorlar.
Credit Lyonnais-AGF-Paribas ekibi de sanayi, banka, sigorta, ticaret, nakliyat ve pazarlama gibi bütün alanlara el atmış durumdadır. Credit Lyonnais’nin büyük pay sahibi olduğu önemli bazı tekeller şunlar: Aerospatial % 20 (uzay ve havacılık-Airbus uçaklarının iki ana ortağından biri), Usinor-Sacilor % 20 (demir-çelik), Rhone-Poulenc % 10 (kimya), Coface (dış ticaret sigortası-esas olarak AGF’nin denetiminde), Total (petrol), Bouygues (inşaat-medya-telekomünikasyon), Club Mediterrane (turizm), Arnault vb. Credit Lyonnais (CL)’nin genel müdürü J. Peyrelevade’nin yönetim kurullarında yer aldığı büyük tekel sayısı ise tam on 12’dir. CL’nin diğer ortağı AGF ise, hem Paribas mali grubunun en büyük hissedarı ve hem de Societe Generale bankası ile Pinault pazarlama tekelinin en büyük hissedarlarından birisidir.
Gelişmeler, BNP’nin başını çektiği bloğun, önümüzdeki dönemde Fransız mali sermayesinin tek egemen kutbu durumuna geleceğini gösteriyor. Diğer kutbun ne kadar etkinlik kurabileceği ise Credit Lyonnais ve AGF’in özelleştirilmelerinin tamamlanmasıyla netleşecek. Ancak CL’nin içerisine yuvarlandığı kriz nedeniyle (ki bu kriz, şu andaki bu en büyük devlet bankasının özelleştirilmesinden çıkarı olan ve büyük vurgunu vurmak üzere pusuya yatmış olanlar tarafından kışkırtılıyor) bu kutuptaki egemen konumunu yavaş yavaş yitirdiği ve yerini Societe Generale bankasına terk etmekte olduğu söylenebilir.
Bu arada Fransız tekelci kapitalizminin örgütlenmesinde başından beri yaygın olan bir başka uygulamaya dikkat çekmekte fayda var. Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi -ve daha yaygın bir uygulama olarak- Fransa’da çapraz iştirakler (participations croisee) tekellerin en çok başvurdukları yöntemdir. Direkt katılım yerine, çapraz ve dolaylı (yatay) katılım, tercih edilen bir gelenek durumuna gelmiştir. Bu şekildeki bir katılım, tekelci sermaye gruplarına, ana sermayenin tümüne ya da çoğunluğuna sahip olmadan da genel kurulda nispi çoğunluğu sağlayarak denetim kurma ve serbest kalan öteki sermaye kütlesini başka alanlara aktarma kolaylığı yaratıyor. Çok sayıda holdingin, çeşitli banka ve sigorta şirketleriyle, değişik sektörlerdeki sanayi işletmelerine el atmış olmasının nedenlerinden biridir bu. Bu arada teknokratlar (manager) denilen ve mutlaka sermaye sahibi olması zorunlu olmayan belirli bir yönetici ekibin işbaşında kalabilmesi (arkalarındaki tekelci sermaye grupları tarafından işbaşında tutulabilmeleri) de bu yolla daha fazla garantiye alınmış oluyor.

FÜZYONLAR, DEVRALMALAR VE YUTMALAR
Fransa’da “füzyon”(birleşme) yönündeki en dikkat çekici gelişmeler 1987–88 yıllarında yaşandı. ABD’de patlak verip oradan dünyaya yayılan ’87’deki borsa krizi ve sonraki dönemde başlatılan özelleştirme dalgası bu süreci ilerletti. Borsada büyük vurgun vuran tekeller düşmanca devralma yoluyla (tehdit ve şantajla kabule zorlayarak) başka şirketleri yuttular. Dünyada 1995 yılında 866 milyar dolarlık, 1996’da ise 1000 milyar (1 trilyon) dolarlık füzyon ve yutma olayı gerçekleşti. Sadece ABD’nin telekomünikasyon sektöründe son bir iki yıl içerisinde 120 milyar dolar tutarında füzyon gerçekleşti. 1995 yılında Avrupa’da yaklaşık 300 milyar dolar tutarında füzyon ve devralma olayı yaşandı. Bu ise, bir önceki yıla göre iki katlık bir artış anlamına geliyordu. Bu tip operasyonların sayısı Fransa’da 1986’da 370 iken borsa krizinin hemen ardından 1987’de 445’e, 1988’de ise 601’e ulaştı. 1980’Ii yıllarda mali piyasalarda oluşan şişme, sanayi yatırımları yerine spekülatif işlemleri ve parayla para kazanma eğilimini de teşvik etti. Paris borsasındaki hisselerin toplam değeri 1983’te 2000 milyar frank iken 1988’de 6600 milyara yükseldi. Büyük tekeller geçmişe oranla, kazandıklarının çok altında bir miktarı yeniden yatırıma yöneltiyorlar. Örneğin 1996’da kazandıklarından 80 milyar daha az tutan bir miktarı yatırıma aktardılar ve bu süreç son beş yıldan beri değişmeden devam ediyor. Borsada revaçta olan şirketlerin 1995’te yatırıma yönelttikleri miktar 93’tekinin yaklaşık yarısı civarındadır. Bu durum, bir taraftan on binlerce işyerinin yok edilmesi ya da iş piyasasına yeni gelen gençlerin işsiz kalmalarına yol açarken, öte yandan ise birçok irili ufaklı işletmenin de el değiştirmesinin nedeni olmaktadır. Son bir iki yıl içerisinde gerçekleşen füzyon ve yutmalardan bazı örnekler şöyledir:
Büyük pazarlama ve dağıtım tekeli olan Auchan 19 milyar frank karşılığında Mammouth ve Ataç mağazalar zincirini oluşturan Dock de France grubunu yuttu. (Böylece Auchan grubunun sahibi Mulliez ailesi, 124 milyarlık serveti ile Fransa’nın en zengin aileleri sıralamasında Liliane Bettencourt’u -L’Oreal grubu- geçerek ilk sıraya yerleşti.) Carrefour Cora mağazalarını, General des eaux Havas’ı, Saint Gobain Poliet’i, Credit Agricole Indosuez bankasını, Credit National BFCE bankasını, Societe Generale CIC’i yuttu. Lyonnaise des eaux ile Suez, Dassault ile Aérospatial füzyona gittiler. Lyonnaise des eaux-Suez birleşmesinden 180 milyar frank cirolu ve 190 bin işçi çalıştıran uluslararası çapta yeni bir dev doğmuş oldu. Lagardere-Matra-Hachette-Thomson mültimedya bölümü ve Alcatel Alsthom-Aerospatial-Dassault-Thomson silah bölümü tek birer grup olarak birleşme sürecini başlattılar. Füzyonların en büyük çaplı olanı ise sigorta tekeli Axa’nın kendinden daha büyük bir başka sigorta tekeli olan UAP’yi yutmasıydı. Axa-UAP ‘birleşmesi’ neticesinde, Japon sigorta tekeli Nippon Life’den sonra dünyanın ikinci büyük sigorta tekeli yaratılmış oldu. 313 milyar franklık bir sermayeye hükmeden Axa, BNP, Paribas ve Suez’in en büyük hissedarı, Credit National, Societe Generale, Lyonnaise des eaux, Havas vb. gibi büyük tekellerde ise önemli oranda hisse ve etkinlik sahibi dev bir mali gruba dönüşmüş bulunuyor. Axa’nin patronu C. Bebear 7 büyük tekelin yönetim kurulunda yer alıyor.
Sermaye artırarak, füzyonlara giderek, başka şirketleri devralarak yeni pazarları fetheden, hem ülke sınırları içerisinde hem de uluslararası planda pençesini atmadık yer bırakmayan uluslararası dev mali gruplar, faaliyet alanlarını başlangıçta kuruldukları dönemdekilerle de sınırlamıyorlar. Örneğin, başlangıçta kentlerdeki su dağıtımını organize etmek üzere devlet tarafından kurulmuş olan Generale des eaux, Lyonnaise des eaux gibi şirketler kendi etkinlik alanlarında iç ve uluslararası pazarda tam bir egemenlik kurmanın ötesinde, başka birçok sektöre de el atmışlardır. Güç ve etkinliklerine dayanarak, rüşvet dağıtarak Fransa’nın hemen tüm kentlerinin ve dünyadaki birçok büyük kentin su şebekelerinin denetimini ele geçirmiş durumdalar. Generale des eaux’nun patronu geçen yıl içerisinde ‘Le point’, ‘L’Express’ adlı dergileri ve özel televizyon kanalı ‘Canal Plus’u satın alarak medya dünyasında önde gelenler arasına dâhil oldu. Savunma sanayisindeki büyük Matra tekelinin patronu Jean Luc Lagardere ise ‘Europei’, ‘Journal du dimanche’, ‘Paris match’ gibi dergi, gazete ve radyo istasyonlarının sahibidir. Lagardere aynı zamanda, haraç mezat satılığa çıkarılan Thomson tekelinin elektronik-mültimedya bölümünün tek ciddi talibi durumunda ve ülkenin en büyük televizyon kanalı TFl’in patronu Bouygues ile birlikte inşaat alanında yeni hamleler yapmaya, inşası başlayacak olan Ren-Ron kanalının ihalesini kapmaya çalışıyor. Fransa’nın bir numaralı sigorta şirketi olan UAP ile birleşerek Avrupa’nın en büyük sigorta tekelini kuran Axa patronu Claude Bebear ise, yatırım fonlarının kurulabilmesi için gerekli müsaadeyi meclisten çıkarttırdıktan sonra, şimdiki birinci hedef olarak sosyal sigorta kurumunun özelleştirilmesini sağlamayı belirlemiştir.
Dikkat çeken bir başka önemli nokta ise, büyük tekelci sermaye gruplarının medyaya yönelik olarak artan ilgileridir. Geçen yıl içerisinde Havas’ın Generale des eaux tarafından ele geçirilmesi ve Lagardere grubunun denetiminde gerçekleşen Hachette-Filipacchi birleşmesi, sektördeki yoğunlaşmanın zirveye ulaşması anlamına geliyordu. Havas ve Hachette tekelleri basın ve dağıtım alanındaki en iri iki gruptur. Havas, aralarında L’Express, Le Point, Expansion gibi tanınmış dergilerin ve magazin dergilerinin çoğunluğunun yer aldığı geniş bir basın ağını ve Canal Plus adlı özel TV şirketini elinde bulunduruyor. Hachette-Filipacchi grubu ise, aralarında Paris Match, Elle, Le journal du dimanche, Le Provençale gibi gazete ve dergilerin, Europe 1 ve 2 adlı radyo istasyonlarının da yer aldığı tam 160 (yüz altmış) ayrı basın kuruluşunu elinde tutuyor. Ülkedeki yayın dağıtımının önemli bir bölümü de bu grubun elindeki Relais H ağı tarafından yapılıyor. Bu iki tekel Presses de la cite, Hachette, Bordas gibi büyük kitap yayınevlerinin de sahipleri durumundalar.
Bu koşullarda, ülkenin en büyük televizyon kuruluşu olan TFl’in, kendi patronu durumundaki Bouygues grubunun inşaat sektöründe ayyuka çıkan yolsuzluklarına, Havas’a ait gazetelerin ise kendi patronu olan Generale des eaux’nun pazar kapmak için yerel yönetimlere dağıttığı rüşvetlere göz yummasında ve bu konularda bir haber değeri bile bulamamasında şaşılacak bir şey yoktur. Thomson’un özelleştirilmesiyle ilgili olarak yürütülen tartışmalarda, Thomson’u yutmaya talip olan Lagardere’in gazetelerinin nasıl bir tutum takınacakları ise kimse için sır değildir. Büyük sermaye gruplarından Seydoux ailesinin eline geçtikten sonra, liberal solcuların gazetesi olan Liberation’un çizgisinde yaşanan değişiklikler bir başka örnektir.
Yoğunlaşma ve merkezileşme, esas olarak Avrupa ve dünya çapında artan rekabette elverişli, iyi bir konum tutarak aşırı sömürü, yağma ve spekülasyonun yaygınlaştırılmasını amaçlıyor. Bulundukları sektörde veya birçok sektörde birden hâkimiyet kuran tekeller, kendi istemlerini hükümetlere zorla kabul ettiriyorlar. Juppé planının en önemli maddesinin sosyal sigorta kurumunun tasfiye edilmesini amaçlaması ve bütün tepkilere rağmen yine de bu hedefe saplanılıp kalınmasının anlamı, Axa patronunun ve aynı sektördeki diğer dev tekellerin amaçları bilindiği zaman daha iyi anlaşılıyor. Hükümetin gitmesi ve Juppé şahsında burjuvazinin iyi bir savunucusunun heba edilmesi pahasına da olsa, plandan vazgeçilmek istenmemiştir.
1993 yılı başında Avrupa’da gümrük duvarlarının kaldırılması ve gerçek anlamda ‘ortak pazara’ (bu herkesin eşit koşullarda değil, gücü oranında dâhil olduğu bir ‘ortaklık’tır) geçilmesiyle birlikte, diğer sektörlerdeki tekellerde olduğu gibi özellikle de banka ve sigorta tekelleri önündeki birçok bariyer kalkmış oldu. Ortak para birimine geçiş ise bu sektördeki büyük uluslararası şirketlerin kanatlanması anlamına gelecektir. Bu iştah kabartan pazardaki hâkimiyet yarışı son yılların en büyük çaplı füzyonlarının (aslında yutmaların) gündeme gelmesine yol açtı. Axa’nın kendinden büyük UAP’yi (büyük hissedarlarını tehditle birleşmeye zorlayarak) yutması, Crédit Agricole’un Indosuez bankasını, Societe Generale’in Credit du Nord bankasını yutmaları bu çerçevede gerçekleşti. Emekçilerin emeklilik ödentilerinin biriktirileceği yatırım fonlarının kurulması önündeki yasal engellerin nihayet kaldırılması ve sosyal sigorta kurumunun ufukta görünen özelleştirilmesi, önümüzdeki dönemde bu sektördeki kapışmaları daha da keskinleştirecek ve daha ileri düzeyde bir merkezileşmeyi dayatacaktır. Geleneksel olarak ‘Avrupa’nın tefecileri’ olan Fransızlar banka, borsa, tahvil, spekülasyon işlerinde bugün çok daha ileri bir noktaya varmışlar ve rakiplerinden pek geri kalmamışlardır. Rantiyecilik ve asalaklık Fransız mali sermayesine de damgasını vuran asıl özellik olmuştur.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi bütün emperyalizm çağının temel karakteristiği, mali sermayenin varlık koşuludur. Bugün belli başlı ileri kapitalist ülkelerde ve dünya ölçeğinde bu bakımdan varılan seviye, ne yüzyılın başıyla ve hatta ne de 1970’li yıllarla kıyas kabul etmeyecek denli muazzam büyüklükte bir seviyedir. Enver Hoca ‘Emperyalizm ve Devrim’ adlı kitabında, Lenin’in ‘Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ eserini yazdığı dönemde Amerika’da sadece bir tane milyarlık şirket bulunduğunu, oysa ’70’li yıllarda bunların sayısının 350 civarına yükseldiğini yazar. Bugün bunların ABD’deki sayısının kaç misli arttığı bir tarafa, Fransa’daki sayıları bile bini aşmış durumdadır. ‘Le Nouvel Economiste’ dergisinin 1996 yılında yayınladığı ‘milyarlık şirketler’ sıralamasında, 208 milyar cirolu petrol tekeli Elf-Aquitaine’den 1 milyar cirolu Laboratoire Houde’ye kadar tam 1143 şirketin adları yer alıyordu. (Bunların 330 tanesi dolar üzerinden hesaplandığı takdirde de milyarlık şirketlerdir.)
Sanayi bakanlığının istatistiklerine göre Fransa’da toplam iki milyon civarında (1 milyon 956 bin) işletme var. Bunlar içerisinde 20’den fazla işçi çalıştıranların sayısı ise 23,071’dir. Bu sayıya, 500’den fazla işçi çalıştıran 895 büyük şirket de dâhildir. Arkasından gelen rakamlar ise çarpıcıdır:
Büyük şirketler 20’den fazla işçi çalıştıran şirketlerin toplamının sadece % 3,9’unu teşkil etmelerine rağmen, sanayide çalışan işçilerin yarısından fazlasını istihdam ediyor, toplam cironun % 60’ını, ihracatın % 74,9’unu gerçekleştiriyor, yatırımların da % 66,8’ini yapıyorlar. Küçük ve orta boy işletmeler (PME) ise, toplam şirket sayısının % 92,5’ini teşkil etmelerine rağmen, işçilerin % 48’ini çalıştırıyor, cironun % 37,9’unu, ihracatın % 22,7’sini, yatırımların da % 32’sini gerçekleştiriyorlar. Hesaba katılması gereken bir başka nokta ise, büyük tekellerin bizzat kendilerinin kurdukları orta boy işletmelerdir.
Örneğin 1985 yılı rakamlarına göre bunların sayısı yaklaşık 2000 civarındadır. Ama bütün orta boy işletmelerin sayısının sadece % 7,5’ini teşkil etmelerine karşın, üretimlerinin ise % 25’ini gerçekleştiriyorlar. Kaldı ki görünürde bağımsız ayrı işletmeler olan küçük ve orta çaplı şirketlerin hemen hepsi de sermaye kaynakları, kredi olanakları, pazara girebilme imkânları vb. her bakımdan, büyük tekellerin insafına razı olmak zorunda bırakılmışlardır. Son yirmi yıldır dünya çapında ve biraz gecikerek Fransa’da uygulanan neoliberal politikalar ve ‘de-regülasyon’, sanıldığı gibi eşit koşullarda rekabetin yaygınlaşmasına değil, artan bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye, bütün sektörlerde tekelci egemenliğin sağlamlaştırılmasına yol açmış bulunuyor. En kârlı pazarlar, birkaç büyük dev tekelin dışında kalan tüm ‘hür teşebbüsçülere’ kapıların en fazla kapatıldığı pazarlar ve sektörlerdir. Fransız sanayisinin asıl çekirdeği 25 büyük grup tarafından oluşturuluyor. Bu 25 grup ülkenin toplam sanayi üretiminin yaklaşık yarısını, ihracatın ise % 53’ünü tek başına gerçekleştiriyorlar. Otomobil sektörünü sadece iki tekel (Renault ve Peugeot), kimya sektörünü dört tekel (Rhone-Poulenc, Atochem, Air Liquide ve Orkem), çelik sektörünü tek bir tekel (Usinor-Sacilor), gıda sektörünü dört tekel (Danone, Begin-Say, LVMH ve Besnier), inşaat işkolunu üç tekel (Bouygues, GTM-Entrepose ve SGE), elektronik sektörünü üç tekel (Alcatel-Alsthom, Thomson ve Shneıder) denetliyor vb.
Hangi taşı kaldırsanız altından, ülkenin bütün iktisadi (ve politik) yaşantısına hükmeden bir avuç mali oligarşi ve onların oluşturdukları tekelci sermaye gruplarının çıktığını görürsünüz. Bütün bu anlatılanlardan ve aktarılan verilerden çıkan sonuç şudur: Fransa’nın sanayisine, banka, sigorta, ticaret, pazarlama ve ulaşımına; Elf-Aquitaine, Renault, Peugeot, Generale des eaux, Alcatel-Alsthom, Total, Lyonnaise des eaux, Rhone Poulenc, Bouygues, Thomson, Pechiney, Usinor-Sacilor, Schneider, Saint Gobain, Paribas, Suez, BNP, Credit Lyonnais, Credit Agricole, Societe Generale, Axa, AGF vb. gibi dev uluslararası tekeller hükmediyorlar. Bu dev tekellerin ise arkasında Mulliez, Bettencourt, Bouygues, Lagardere, Seydoux, Worms, Wendel, Empain, Dassault, Michelin, Pinault, Naouri, Lazard, Rotschild, Peugeot, Vernes, Schlumberger, Mallet vb. gibi 200 kadar ‘büyük aile’, yani mali oligarşi duruyor. Hükümetleri kurup yıkan, parlamentodan hangi yasaların çıkacağına karar veren, izlenecek ekonomik programı belirleyen, yüz binlerce işçiyi üretim sürecinden kopararak sokağa atan, milyonlarca insanı işsizlik, eğitimsizlik, tedaviden yoksunluk ve barınaksızlığa daha çok sürükleyen ve gerektiğinde üzerinde saltanat sürdükleri bu tekelci özel mülkiyet sistemi tehlikeye düştüğü anda besledikleri muazzam militarist aygıtı halkın üzerine salmaya yetkili olan da, bu rantiyeci asalaklar sürüsüdür.
Fransız kapitalizminin son elli yıldaki gelişiminin ve yapılanmasının hikâyesi özet olarak böyledir. Burada, dünyanın neresinde olursa olsun aslında tekelci mali sermayeye özgü olan, ama Fransa’daki şekillenişinde daha bariz olarak ortaya çıkan birkaç özellik var: a) Son yıllarda önemli değişikliğe uğramış olmakla birlikte, ekonomiye yoğun devlet müdahalesi, b) Mali oligarşiyi oluşturan birkaç düzine ailenin ülkenin iktisadi yaşantısındaki açık egemenliğinin, isteyen herkes tarafından görülebilir olması. (Örneğin Almanya’da bu bakımdan durum farklıdır. Bir avuç tekelci burjuvanın egemenliğini gizlemek için çok daha etkili mekanizmalar yaratılmıştır.) c) Son elli yılın değişik dönemlerinde girişilen ‘millileştirme’ ve özelleştirme kampanyalarının yarattığı istikrarsızlık, d) Örgütlenme şekli ve birçok sektöre birden nüfuz etme yöntemi olarak çapraz iştirakler yoluna başvurulması vb.
Çoğunlukla devletin desteği ve teşviki koşullarında fillerin kapışması şeklinde geçen bu süreçten işçi ve emekçi kitlelere düşen de ayakaltında ezilmek, mücadeleyle elde ettiği kazanımlarını da adım adım yitirmek oldu. 1960’lardan bu yana Fransız ekonomisi yaklaşık iki buçuk katlık bir büyüme göstermesine (Ülkenin GSMH’si sadece son on yıl içerisinde 1500 milyar artarak 7700 milyar franka ulaştı.) karşın, bu, işçi ve emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarındaki bir iyileşmeyi de beraberinde getirmedi. Yüz binlerce işçi üretim sürecinden koparılıp sokağa atılarak toplum dışına itildi. İşsizlerin sayısı 1974’te yarım milyon iken, şimdi resmi rakamlara göre 3,5 milyona ulaşmıştır. Ama işçilerin kitleler halinde sokağa atılması, üretimin de düştüğü anlamına gelmiyor. Çelik sektörü buna en iyi örnektir. Geniş çaplı bir yeniden yapılanma ve en üst düzeyde merkezileşmenin yaşandığı 1980–88 yılları arasında bu sektörde işçilerin sayısı % 43 oranında azaltılırken (107 binden 61 bine düştü) üretilen çelik miktarında kayda değer bir düşüş olmadı (23 milyon tondan 19 milyon tona düştü). Bu, hâlâ çalışmaya devam eden işçilerin daha çok sömürülmeleri ve emek üretkenliklerinin yaklaşık % 50 artırılması sayesinde mümkün oldu. Fransa’da açık işsizlerin sayısı kadar (3,5 milyon kişi) insan da yarım günlük ve güvencesiz işlerde çalışmaktadır. Asgari geçim yardımı (2000 frank) alanların sayısı beş yıl içerisinde iki kat artarak bir milyona ulaştı. Bunların yansından fazlası 35 yaşın altındaki gençlerdir. Dini yardım kuruluşu Secours Catholique’e 1995’te başvuranların sayısı 700 bin kişidir ve bu, 1980’deki sayının tam üç katıdır vb.
Son yıllarda yeniden baş gösteren kıpırdanma ve dünyanın bütün emekçi insanlarına moral kaynağı olan işçi direnişini ise bütün bu gelişmelerin dışında ele almak imkânı yoktur. Ve bu gelişim süreci anlaşılmadan, dipten gelen dalganın kuvvetinin ve öfkesinin anlaşılması da mümkün olmaz. Üretimin ve sermayenin muazzam bir merkezileşmesi, rantiyeci asalaklığın zirveye ulaşması, sömürü oranlarının aşırı artışı üzerinden ve milyonlarca emekçinin üretim ve toplum dışına itilerek onurlarının kırılması pahasına pekiştirilmiş olan tekelci mali sermaye egemenliği, eğer insanlık insanca yaşama özlemini yitirmeyecekse, yıkılmaya mahkûmdur!

Ağustos 1997

EK:
SON 1,5 YIL İÇERİSİNDE GERÇEKLEŞEN BAZI DEĞİŞİKLİKLER, FÜZYONLAR, DEVRALMALAR:
—Chargeurs grubu (Seydoux ailesi) Liberation gazetesinin %60 hissesini satın aldı.
—Euris grubu (Naouri grubu) Moulinex’i satın aldı ve 2600 işçinin sokağa atılmasına karar verdi.
—Saint Gobain grubu (kimya-metal-cam), Paribas’nın denetimindeki inşaat malzemeleri satıcısı Poiet’i satın alarak cirosunu 100 milyar franka ulaştırdı.
—Alman sigorta tekeli Allianz içerisinde önemli oranda hisse sahibi olan navigation mixte, Paribas
Grubunun denetimine geçti.
—EDF (Ulusal Elektrik İşletmesi) İskandinavya ülkelerindeki yayılmasına İvsen Graninge şirketini alarak devam etti. EDF, aynı dönemde 2 milyar karşılığında bir Brezilya şirketini de yuttu.
—Cedit Agricole, Suez grubuna bağlı İndosuez bankasını satın aldı.
—France Telekom kısmen özelleştirme planları çerçevesinde 1 Ocak 1997’den itibaren Anonim şirket statüsüne geçti. Demiryolu işletmecisi SNCF’de aynı nedenle iki ayrı şirkete bölündü.
—Yardımcı işçi pazarlayan Ecco firması, İsviçreli Adia ile füzyona giderek 32 milyar sermayeli Adecco’yu oluşturdu.
—Savunma sanayisindeki Dassault ile Aerospatial arasındaki füzyon netleşti.
—Auchan pazarlama ve dağıtım tekeli, Mammouth ve Atac mağazalar zincirini 19 milyar karşılığında yuttu.
—Devlet Reanault’ta azınlık hissedar durumuna düştü.
—Generale des eaux’nun ulaştırma alanındaki evlat şirketi CGEA, İngiltere’de yeni bir demiryolu hattının işletme hakkını satın aldı. Böylece CGEA İngiltere’deki demiryolu ağının % 20’sini kontrol eder duruma geldi.
—British Airways, TAT’den sonra Air Liberte’yi de satın alarak Fransız hava taşımacılığında önemli bir yer elde etti.
—Bolore Aiesi Rivaud bankasını ele geçirdi.
—Axa sigorta şirketi, kendisinden daha büyük ve Fransa’nın birinci sigorta tekeli olan UAP’yi satın aldı. Böylece 313 milyar cirolu ve 27 bin kişi çalıştıran, dünyanın ikinci büyük sigorta şirketi doğmuş odu.
—İtalya Holdingi Beneditti’ye bağlı Cerus, otomobil aksamları üreten Valeo’nun kontrolünü ele geçirdi. Renault tekeli Valeo’nun Amerikalıların eline geçmemesi için özel bir çaba sarf etti.
—Bouygues grubu su dağıtım alanında 12 milyar cirolu Saur’un ardından, aynı dalda faaliyet gösteren Saint Gobain’e bağlı Cise şirketini de satın aldı.
—Lyonnaise des eaux, Filipinlilerin başkenti Manila’nın su dağıtım şebekesinin kontrolünü ele geçirdi.
—General des eaux grubu, büyük medya tekelerinden Havas’ı ve demiryolu işletmesi, SNCF’nin Telekom bölümünü ele geçirdi.
—Suez ile Lyonnaise des eaux füzyona gittiler. 180 milyar cirolu ve 190 bin kişi çalıştıran bir dev doğmuş oldu. (En büyük hissedar ise Credit Agricole)
—Bull bilgisayar şirketindeki devlet hissesi % 17,5’e düştü.
—Pallas-Stern bankası iflas etti. Bu büyüklükte bir banka Fransa’da ilk kez iflas ediyor.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑