Nereden… nereye? Siyasal koşullardaki gelişmeler ve dönemeçler

Uluslararası düzeyde son altı-yedi yılı karakterize eden olgu; emperyalizmin belli başlı çelişmelerindeki keskinleşme olarak ortaya çıktı. Revizyonizmin çöküşü emperyalistler arasında savaş sonrası süre boyunca olgunlaşan güç ve egemenlik ilişkilerindeki değişimin açığa vurulmasının da vesilesi oldu. Bir yandan “sosyalizm ve sosyalizmden güç alan ulusal kurtuluş hareketleri” tehdidinin, öte yandan; savaş sonrası güç ilişkilerinin belirlediği “statüko” da hızla çözülme sürecine girdi. Bu durum bütün ülkelerdeki sınıf ilişkilerini de, ülkeler arasındaki ilişkileri de kapsayan genel bir karakter kazandı. Son yüzyılın iki büyük savaşıyla sonuçlanan, daha doğrusu sonuçlanamayan çatışmaların da gösterdiği gibi; emperyalizmin, yani tekelci kapitalizmin temel amacını oluşturan “azami tekel kârı” ve bunu güvenceye alacak güç ve egemenlik mücadelesi; çelişkilerdeki keskinleşmenin uluslararası ölçekte ve bütün ülkeleri içine çeken boyutlar kazanmasını da kaçınılmaz hale getiren temel bir etken olarak, bütün çatışmaların merkezindeki yerini korudu.
Dünya çapında; 89 ülkenin geliri 10 yıl öncesine göre daha geriledi. 70 gelişmekte olan ülkenin geliri, 1960-70’lerden geriye düştü. 19 ülkede kişi başına gelir ’60 öncesi düzeyine düştü. Yani “bir avuç emperyalist ülkenin” kendi aralarında giderek artan rekabeti, dünyanın geri kalan kısmı üzerindeki sömürü ve yağmanın, tehdit ve şantajların daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kredi kurumlarının denetim ve yönlendiriciliğinde, geri ülke ekonomilerinin ulusal dayanakları tahrip edilerek emperyalist tekellerin hareket olanaklarını sınırlayan her türden engelin kaldırılmasına hizmet etmek üzere, özelleştirme vb. yollarla var olan ekonomiler yıkıma sürüklendi. Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın belli ülkelerinde açlık yeni boyutlar kazandı.
Sınıflar-arası ilişkiler açısından; bütün ülkelerde sermayenin tekelleşmesi, tekeller arası birleşmeler veya tekellerin birbirini yutması, belki de tarihte görülmedik derecede yeniden büyük bir hız kazandı. Dünya çapında en zengin 358 kişinin gelirinin, nüfusun % 45’inin gelirini aşan bir düzeye ulaşması, ABD örneğinde olduğu gibi, nüfusun en zenginlerinin gelirlerindeki artışın % 102 düzeyine ulaşması; 1990’da 80 milyon olan çocuk işçi sayısının, 1995’te 200 milyona ulaşmış olması; büyük çoğunluğu uluslararası düzeyde faaliyet gösteren tekellerden olmak üzere, sadece ’92–‘93 döneminde 2,8 milyon sendikalı işçinin işten atılması; bunlara, çalışma saatlerinin yükselmesi, işsizlik oranında gelişmiş ülkelerde % 9’lara varan yükselme, ücretlerde genel bir gerileme ve kazanılmış haklara yönelen topyekûn saldırılar da eklenirse; kapitalizmin insanlığa nasıl bir gelecek vaat ettiği de anlaşılır hale gelmektedir.
Belli başlı emperyalist ülkeler, arasında özellikle, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Uzakdoğu gibi pazar ve hammadde alanları üzerinde, bu amaca hizmet edecek stratejik bölgeler üzerinde yeni bir rekabet ve çatışmanın yoğunlaşması, geri ülkeler üzerinde baskı, şantaj ve tehditlerin açık ve pervasız bir karakter kazanması, yer yer bölgesel çatışmaların kışkırtılması, politik ortamın gerginleştirilmesi olarak ortaya çıktı. ABD-Çin, ABD-İsrail-Türkiye arasında olduğu gibi stratejik askeri anlaşma ve ittifaklara yöneliş hızlandı. ABD’nin yanı sıra Almanya, Fransa, Japonya gibi iddia sahibi emperyalist ülkeler de, ülke-dışı hareket yeteneklerine sahip, teknik düzeyi yüksek askeri güçler örgütlemeye hız verdiler.
Paralel bir şekilde, siyasi gericiliğin değişik düzey ve biçimlerde yoğunlaşmakta oluşunu kanıtlayan olgular hız kazandı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hemen tümünde polislerin yetkisini artıran, kitle mücadelesine ve örgütlenmesine -şimdilik yoğun bir şekilde uygulanmıyor da olsa- saldırma olanağı sağlayan yasalar çıkarıldı veya mevcut yasalar bu yönde değiştirildi. Türkiye gibi emperyalistler arası mücadelede stratejik öneme sahip ülkelerde, emperyalistlerin bölgesel ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde ordunun ve generallerin parlamentoya ve hükümete müdahalesi günlük bir karakter kazanırken; başlıca rolü karşıdevrimci terör estirmek olan özel birlikler; generaller ve polis şefleri eliyle örgütlenen ve her türlü hukuksal sorumluluktan azade, gayri resmi cinayet ve terör şebekeleri; işbirlikçi burjuva egemenliğin günlük politikadaki ağırlığı giderek artan vazgeçilmez unsurları arasına girmeye başladı. Askeri karar mekanizmaları giderek, yasama, yürütme ve yargı mekanizmaları üzerinde ve onlara yön veren bir özellik kazandığı gibi, buna uygun düşen “hukuki” düzenlemeler, hukuk-dışı yol ve yöntemlerle yürürlüğe konulmaya başlandı.
Birkaç göstergeyle özetlemeye çalıştığımız bu gelişmeler, kapitalizmin temel çelişmesi olan, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin, bir kez daha bütün insanlığı tehdit eden bir özellik kazanması demektir. Böylece, her iki dünya savasının da, başını çeken birkaç büyük emperyalist ülkenin, her iki dünya savaşında da. dökülen kan, sebep olunan yağma ve yıkım üzerinden sermayelerini daha da artıran ve sayılan belki de dünya çapında birkaç yüzü geçmeyen tekelci sermaye grubunun gözü dönmüş kâr hırsı uğruna, insanlık bir kez daha yıkım tehdidiyle karşı karşıya bırakılmakta ve bir kez daha kapitalizme karşı sosyalizm, her geçen gün daha çok insanın fark edebileceği şekilde zorunlu bir seçenek olarak gündeme gelmektedir.
Bütün bunlara karşılık son beş-altı yılın bir başka olgusu da; başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere belli başlı bütün ülkelerde grevler, genel grev ve gösterilerle işçi sınıfı hareketinin son elli yılın en köklü atılımına yönelmiş olmasıdır. Ve insanlığın geleceği bir kez daha, işçi sınıfının tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte örgütlenme, güçlerini ve bütün emekçi sınıfları birleştirme ve mücadeleye seferber etmede göstereceği yetenek ve kararlılığa bağlanmış bulunmaktadır.
İşte, 28 Şubat’tan itibaren, -askeri darbeler hariç- Cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede kaba ve pervasız bir şekilde, MGK’nın günlük politikaya müdahalesini ilan etmesi ve birbirini izleyen aynı yöndeki gelişmeler; uluslararası düzeyde girilen sürecin genel özellikleri içinde, işbirlikçi egemen sınıfların ekonomik, siyasi ve askeri olarak emperyalizme ve özel olarak da, ABD emperyalizmine kölece boyun eğişinin zorunlu ve yeni bir aşamasına ve Türkiye’nin geleceğinde de, tayin edici role sahip politik bir döneme: ce girildiğini göstermektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalizm ve sosyalizm arasındaki kamplaşmada, ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırı bloğuna açıktan bağlanan Türkiye egemen sınıfları; Kore’ye asker göndererek “kanıtladıkları güveni”(!); dünyanın değişen koşullarında, ABD direktifleri doğrultusunda ve Ortadoğu halklarını tehdit ve gözdağı amacıyla, İsrail’le yapılan askeri ittifak ve ortak askeri tatbikat aracılığıyla “tazelediler” ve “yeni roller” yüklenmeye hazır olduklarını ilan etmiş oldular. Böylece, NATO’nun Güneydoğu kanadı bekçiliğinden, ABD’nin yeni dönemdeki stratejik mevzilenmesinde, İsrail’le birlikte Ortadoğu ileri karakolu görevine geçiş yapılmış oldu.
Bilindiği gibi, yaşanan bu süreç, bir dizi ekonomik ve politik olguyla birbirine bağlandı. İşçi ve emekçi sınıflara yönelen saldırıların yanı sıra, egemen sınıflar arası ilişki ve çelişkilerde de bir dizi mücadeleyi körükledi.
En genel hattıyla, birbirine bağlı ve birbirini besleyen üç temel olgu belirgin hale geldi. Birincisi; 27 Mayıs darbesiyle bir “tavsiye organı” rolüyle, sözde “parlamenter demokrasimizin” bir unsuru olan “MGK” ve generaller, günlük politikanın temel belirleyicisi olarak sahneye çıktılar. Yani, zaten hiçbir dönemde işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız politikalarıyla temsil edilmediği TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarı sadece bir yazı olarak kalırken, egemenlik, fiilen kayıtsız şartsız MGK ve generallerin eline geçmiş oldu.
İkinci temel olgu ise; ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılığın, “Petrol Boru Hattı”ndan dış politikaya ve askeri tatbikatlara kadar, ABD tarafından dikte ettirilmesi gibi utanç verici bir düzeye varması.
Üçüncü olgu da; işbirlikçi egemen sınıflarla emperyalizm arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan “belli bir” yenilenmedir.
Buna bağlı olarak, gene son yedi-sekiz yılın yaşanan olayları; işçi sınıfımızı ve partiyi her geçen gün daha açık bir şekilde kapsamı daha da genişleyen görev ve sorumluluklarla karşı karşıya bıraktı. Özel olarak da partinin rolü; mücadelenin geleceğinde ve sınıfın politik gelişimini ve örgütlenmesini hızlandırmada tayin edici bir önem kazandı.
Yazımızda, yayınlarımızda çeşitli yönleriyle ele alınmış olan mevcut politik gelişmelerin ana çizgilerini özetleyip-irdeleyerek, hareketin politik ve örgütsel görevlerine ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.

ÇÖZÜLME VE ÇÜRÜME ÜZERİNDEN “YENİLENME”
Hatırlanacağı gibi, ’91 yılında revizyonizmin çöküşü ve emperyalizmin çelişkilerinde yeni bir sürece girilmesiyle birlikte; burjuvazinin en tecrübeli politikacıları politik durumu “belirsizlik” olarak tanımladılar. Burjuva basının malum köşe yazarları, “yeni dünya düzeni”nde yer alınabilmesini kolaylaştırmak üzere, CIA uzmanlarının değerlendirmelerine özel yer verdiler. Adriyatik’ten Çin Şeddine, Türkiye’nin “jeostratejik” konumu bir kez daha gözden geçirildi. “Demokrasi” ve “liberalizm” sloganları; sosyalizm döneklerinin de renklendirmesiyle yeniden alevlendirildi.
İşbirlikçi burjuvazinin ileri gelenlerinden oluşan ve Türkiye politikasına yön vermede özel bir yeri olan TÜSİAD ’91 raporu ve değerlendirmeleri ABD, Japonya ve Avrupa eksenli emperyalist mihraklar arasında açık bir tercih yapmadan; Türkiye’nin “bir hizmet, eğlence ve dinlence merkezi ve ucuz işgücü olanağı olarak pazarlanması”nı yeni dönemin politikası olarak benimsiyordu. Buna bağlı olarak sanayinin önemli sektörlerinin tasfiyesini, özelleştirmelerin hızlandırılmasını ve ekonominin yeniden yapılanmasını öneriyordu. Yani, genel olarak emperyalist mihrakların gücünü ve üstünlüğünü ve onlara “hizmet”i kabul ediyor; ama özel bir tercih yapmadan, deyim uygun düşerse uç veren rekabet ve çatışmadan yararlanmayı umuyordu. Bu tutum bir yönüyle de, işbirlikçi egemen sınıflar arasında, bu konuda bir mücadelenin adı konmadan kabullenildiği anlamına da geliyordu.
Yani, 24 Ocak Kararları sonrasında, 12 Eylül Darbesi’nin sağladığı politik olanakların da yardımıyla, ekonominin, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan reçetelerle yönlendirilmesi sürecinde; Özal eliyle uygulanan politikalar etrafında sağlanan egemen sınıflar arası “birlik”, (Özal tarafından dört eğilimin birleştirilmesi olarak ünlendirilen birlik) yeni bir “yol ayrımı”na gelmiş oldu. Bunu güçlendiren bir başka etken de, izlenen politikaların, köylülük ve diğer orta tabakaların çözülmesini hızlandırdığı gibi, bir yandan, varolan sermayenin daha da yoğunlaşmasına, öte yandan; geleneksel sermaye gruplarının yanı sıra yeni sermaye gruplarının boy vermesine de olanak sağlamasıdır. ’85–‘89 yılları arasında imalat sektöründeki tekelleşme oranının % 70’e ulaşmış olması, en büyük 500 tekelci firma sıralamasında kullanılan oranlamaya göre, sayının 1990’lı yıllarda 632’ye, ’80’de 100’ü geçmeyen holding sayısının ’96’da 526’ya yükselmesi, bu olgunun göstergeleridir. Dolayısıyla da, ’90’lı yıllara gelindiğinde, bir yandan işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinden gelişmenin boyutları ve Kürt sorununun kazandığı özellikler, öte yandan; uluslararası gelişmelerin baskısı, ülke içinde sermayenin yoğunlaşma derecesindeki artış ve yeni tekel gruplarının boy vermesi gibi etkenler; işbirlikçi egemen sınıflar arasında, çıkış biçimi ve derecesi ne olursa olsun, bir rekabet ve çatışmayı olgunlaştırmış bulunuyordu.
Ayrıca, ’90 sonrasında izlenen saldırı ve göç ettirme politikalarına bağlı olarak Gaziantep, Diyarbakır, Kahramanmaraş ve Mardin gibi yerlerde aşırı derecede artan ucuz işgücü, GAP’ın sağladığı olanaklar, yeni bir sermaye yoğunlaşmasını da teşvik etti. Bu olgu, tekelci sermaye grupları arasındaki çatışmanın; Kürt politikasında farklı tutumlar olarak yansımasını da besleyen temel etkenler arasında yer aldı.

DAHA ÇOK YAĞMA VE TALAN İÇİN ÇIKAR ÇATIŞMALARI
Zaten işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeler ve Kürt sorununun kazandığı özelliklerle birlikte, ’90’da SS (sansür-sürgün) kararnamesi ve burjuva basınla kurulan “ilişkiler”; generallerin sadece “tavsiye” pozisyonunda kalmayacaklarının işaretini verdi. ’91 sonrası DYP-SHP koalisyon hükümetinin oluşumuna “etkileri”, burjuva partileri tek bir politika izlemede belirleyici bir role sahip olduklarının göstergesi oldu. Gene, aynı dönemde, TBMM’de TV aracılığıyla canlı olarak yayınlanan en “açık” ve “demokratik” tartışmalarından birini yarıda kestirerek Diyarbakır’da hükümet toplantısı yapmaya mecbur etmeden: generallerin, parlamento ve hükümet üzerindeki rollerinin açıkça dayatılması anlamını da taşıyordu. Böylece, generaller; “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” şiarı etrafında ve burjuva basının seferber edildiği azgın bir şovenist demagoji eşliğinde bir yandan Kürt hareketine, işçi ve emekçi sınıflar hareketine 12 Eylül dönemini de aşan ölçüde açık ve pervasız saldırılar yöneltirken; bu saldırıyı, aynı zamanda, egemen sınıflar arasındaki çelişme ve çatışmaları “yatıştırma” aracı olarak da kullandı.
Bu süreç içinde, devlete bağlı resmi ve gayri-resmi terör örgütleri yenilendi. Eşref Bitlis’in, Cem Ersever’in öldürülmesi gibi olaylar, bu dönemin; daha sonra “Susurluk davası” vesilesiyle kısmen yansıyacak olan, bir dizi cinayete varan iç çatışmalarla birlikte yaşandım gösterdi. Bunlar, aynı zamanda egemen sınıflar arası çatışmaların, sadece parlamento ve siyasi partiler aracılığıyla değil; doğrudan devlet kurumlan içerisinde ve yer yer çözülmeye varacak düzeyde ortaya çıkışının, yakın tarihimizdeki en ciddi örnekleri arasında sayılacaktır. Burjuva siyasi partiler ise; kimi zaman “hükümet” kimi zaman “muhalefet” olarak, bu çatışmanın sık sık rol değiştiren figüranları durumuna düştüler.
’94 Krizi ve 5 Nisan paketiyle bir yandan işçi ve emekçi hareketi yeni bir yükselme ve yaygınlaşma sürecine girerken, büyük ölçüde özelleştirmelere bağlı bir dizi ihale yolsuzluğu, usulsüz kredi ve rüşvet rezaleti patlak verdi. Özelleştirmelerin % 50’ye yakınının gerçekleştirildiği ’93–‘94–‘95 yılları, sermaye grupları arasındaki çıkar çatışmalarının da körüklendiği bir dönem oldu. İşçi ve emekçi hareketine ve Kürt hareketine yapılan saldırılarda sağlanan uzlaşma, TEDAŞ, TOFAŞ gibi ekonomide önemli bir yer tutan kuruluşlarda düzenlemelere geldiğinde çatışmaları kapatmaya yetmedi. ’95 seçimlerinde, genel olarak burjuva partilerin oylarındaki zayıflama ve parçalanmanın da etkisiyle, halkın temel özlemlerinin istismarına dayanan demagojik sloganlarla İslami motifleri birleştirerek başarı kazanan RP, parlamentonun en büyük partisi oldu. Birkaç ay süren ANAP-DYP koalisyonu ardından kurulan DYP-RP koalisyonu ve bir süre sonra “Susurluk Kazası”yla açılan dosyalar sermaye grupları arasındaki çatışmaların polis şeflerinden başbakanlara, subay ve generallerden milletvekillerine ve mafya şebekelerine kadar uzanan boyutlarını gündeme getirdi ve yer yer çözülme öğeleri uç verdi.
Varılan sonuçları göz önüne alarak yaşanan süreci, bazı yönleriyle daha yakından irdelemeye çalışalım.
Bilindiği gibi, ekonomi, birebir politika alanına yansımaz veya ekonomik çatışma ve mücadelelerin hepsi politik düzeyde var olma olanağı elde edemez. Böylece de, var olan politik çatışmada kendine uygun bir yer tutar veya alelade çıkar çatışmaları olarak yozlaşma sürecine girer. Bu dönemde, emperyalist ekonominin kendini yeniden üretme sürecinin bir parçası olarak şekillenen işbirlikçi sermaye grupları arasındaki mücadele de bununla açıklanabilir. Yani onlar, “ulusal düzeyde” politika yapabilme özelliklerine sahip olmadıklarını gösterdiler. Bu açıdan ele alındığında, RP’yi destekleyen sermaye gruplarının yanı sıra, birkaç tane sıralamak gerekirse; en köklü sermaye grupları olan Sabancı ile Koç arasında; Sabancı ile Uzan’lar arasında; basın sektöründe bir yanı Koç’a dayandığı kabul edilen Milliyet’in Hürriyetle birleşmesi ve E. Aksoy’a karşı yürütülen kampanya; Sabah Grubu’yla yapılan anlaşma uyarınca Akşam vb. gazetelerin dağıtımında uygulanan tekel vb. olayların gösterdiği gibi; ’92–‘97 arası süreçte değişen kombinezonlarla, çeşitli sektörlerde kıyasıya bir rekabet ve çatışmaya giren çeşitli sermaye grupları, aynı zamanda politikada etkili olmaya, daha doğrusu hükümetlerden yararlanmaya da çalıştılar. Ama bağımsız bir politik mihrak olarak ortaya çıkmadılar veya çıkamadılar. Ayrıca Sabancı ve RP’yi destekleyen bazı sermaye gruplarının Japon ve Uzakdoğu sermayesiyle yakınlıkları dışında, doğrudan emperyalistler arası çatışmanın bir uzantısı olarak adlandırılabilecek bir ayrışma da, belirgin bir şekilde politika sahnesine yansımadı.
Dolayısıyla da, bir yönüyle ve ağırlıklı olarak tekelci sermaye grupları arasındaki ilişkilerin çözülmesi ve değişen kombinezonlardan oluşan kaba ve gözü dönmüş çıkar çatışmaları olarak yakın tarihimizde görülmedik derecede yağma ve talana dönüştü. Ekonomiyi kurtaracak çözüm olarak propaganda edilen özelleştirmeler yoluyla elde edilen 2,8 milyar dolar hâsılata karşılık, “harcamaların 3,9 milyar doları aşması; yani, 1,1 milyar dolara varan açık; gerçek ücretlerin, ’93’ten ’96’ya gelindiğinde % 42’den daha gerilere düşmesi, sosyal yardımlardaki düşüşün % 60’lara varması; kamu kesimindeki gerçek ücretlerin aynı süre içinde % 40’ın altına gerilemesi; işsiz sayısının 6 milyonu aşması; her yıl ortalama bir milyon işçinin işten atılması; sendikalaşma oranının ’63 yıllarının gerisine düşmesi; gelir dağılımındaki farkın 11,5 kat artması; son yedi yılda yevmiyeli, arızi ve geçici işlerde çalışanların oranındaki % 169’a varan artış ve Türkiye’nin 10 milyon kişinin açlık sınırının altında yaşadığı bir ülke haline gelmesi gibi, sıralanabilecek göstergeler; bu arsız yağma ve talanın; işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki sömürünün boyutlarını ortaya koymaktadır. Yani tekelci sermaye gruplarının kârlarındaki artış ve sermayelerindeki yoğunlaşma, aynı ölçüde emekçi sınıfları açlığa, sefalete ve işsizliğe mahkûm eden sömürü ve yağma, rekabet ve çatışmalar üzerinden gerçekleşti.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN YARATTIĞI TEHLİKE
Buna karşılık işçi ve emekçi halk hareketindeki gelişmelerin seyri de, işbirlikçi egemen sınıfları yeni önlemler almaya zorlayacak boyutlara vardı. ’95 yılında grevde geçen 10 milyon işgünü sayısıyla tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı. 366.800 işçi şu veya bu düzeyde “grev okulu”ndan geçti. Benzer talepler için ortak hedeflere, karşı mücadele ettiler, aynı umudu, aynı sevinci ve aynı öfkeyi paylaştılar. Aynı yıl içinde 3.049.100 işçi de direniş ve gösterilere katıldı. ’95 yılı grevcilerin çoğunluğunun, aynı zamanda özelleştirmelerin hedefi olan kamu işyerlerinde çalışması nedeniyle bu mücadele aynı zamanda özelleştirmelere karşı bir anlam da kazandı. ’96 yılı toplusözleşmelerinin az sayıda işçiyi kapsaması nedeniyle, resmi grevlerde geçen iş günü sayısı 623.823’e düşmekle birlikte, direniş ve gösterilere katılan 3.287.700’ü sendikalı veya sendika mücadelesi veren ve 14.700’ü sendikasız işçi olmak üzere, son on yılın en yüksek rakamına ulaştı. Bu, aynı zamanda, ’92’deki düşmenin ardından direniş ve gösterilere katılan işçi sayısının, ’80 sonrası en yüksek düzeyini aşması demektir. Egemen sınıflar arasındaki çatışmaların ve buna bağlı olarak çözülme öğelerinin en ileri boyutlara vardığı koşullarda, direniş ve gösterilere katılma oranının en yüksek düzeylere ulaşması; hareketin, yasal sınırları çiğneme ve politik karakter kazanma eğilimine girmesi anlamına gelir. Ayrıca, yasal grevlerin genellikle mevcut sendikal yönetimlerin inisiyatifinde gelişmesine karşılık; direniş ve gösterilerde, sınıf bilinçli işçilerin rolünün ağırlık kazanmakta oluşu; hatta ’96 yılında sendikasız işçilerin direniş ve gösterilerindeki on katı aşan artış; hareketin mevcut sendikal bürokrasiden bağımsızlaşma ve sınıfın en geniş kesimlerindeki örgütlenme ve mücadeleye yönelişinin bir başka göstergesidir.
1997 yılında, önemli bir bölümü özelleştirmeye hedef olan ve 700.000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerine bu gelişmeler üzerinden gidildi. Sadece ’97 Ocak ve Şubat ayları itibariyle; 300 bin kişiyle, Türk-İş’in yakın tarihinde en çok sayıda işçinin katıldığı 5 Ocak mitingi dışında ve çoğunluğu da sendikalara rağmen ve Yatağan’da olduğu gibi fiili engellemelere kadar varan; Muğla, Yatağan, Ereğli, Kırşehir, Soma, Lüleburgaz, Çayıralan ve Divriği’de toplam olarak 100.000’i aşkın işçinin katıldığı özelleştirme karşıtı direniş ve gösteriler; mevcut yöntemlerle mücadelenin önüne kolayca geçilemeyeceğini ortaya koydu.
1997 koşullarında, işçi hareketinin yeni bir atılımı ise; belli başlı emekçi tabakaların giderek yaygınlaşma eğilimi kazanan mücadeleleriyle birleşmesi ve yeni boyutlar kazanması demekti. Çünkü işbirlikçi egemen sınıfların, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları sadede işçi sınıfını değil; doğrudan ve dolaylı olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaları hedefledi. ’92’den itibaren yoğunlaşan saldırılar eşliğinde bu konuda istenen önlemlerin önemli bir kısmı gerçekleştirildi. Kamu kesiminde, yatırımlara yapılan’ harcamalarla personel harcamalarında reel olarak % 50’yi aşan düşme: tarım girdilerindeki ve kredi maliyetlerindeki artış, sübvansiyonlardan azalma; tütün ve pancar üreticileri başta olmak üzere üretici köylü kesiminde, çeşitli il ve ilçelerde gösterilere dönüşen tepkiler; belli bir durgunluğun ardından, bir milyon kamu emekçisinin iş bırakarak, on binlercesinin aynı zamanda gösterilerle desteklediği 11 Aralık Eylemi; işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların saflarında olgunlaşan mücadele potansiyelinin beklenenin ötesinde olduğunu kanıtladı.

RP “TEHLİKESİ”
İşte, 9 Ocak’ta, Başbakanlık Kriz Merkezi’nin kurulmasında ve “Susurluk Dosyası” ve yol açtığı tartışma ve kampanyanın, aniden “şeriatla karşı “laiklik” kampanyasına dönüştürülmesinde; genel greve dönüştüğünde, sadece işçi sınıfı hareketine değil; bütün bir emekçi halk hareketine yeni bir atılım kazandırma ihtimali yüksek olan bu toplusözleşme süreci ve bunun yarattığı tehlikeyle birlikte: “95 seçimlerinin en çok oy alan partisi ve hükümetin büyük ortağı olan RP’nin egemen sınıflar arası çatışmalarda kazandığı politik önem de tayin edici bir rol oynadı veya RP ye karşı saldın böyle bir döneme getirildi.
Çünkü RP; dayandığı sermaye gruplarının gelişip güçlenmesi yanında, diğer burjuva partilerinin sahip olmadığı “ideolojik ve politik” avantajlara da sahipti. Türkiye gibi bir ülkenin özellikle dış politikasında İslami motiflere yönelmesi; uluslararası sürecin özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu başta olmak üzere Uzakdoğu ve Türkî Cumhuriyetlere uzanan İslam Dünyasıyla ilişki alanlarında, emperyalistler arası çatışmada dengeleri’ etkileme ve yeni belirsizlikler yaratma potansiyeli taşıyan bir eğilimi güçlendirebilir, “İran Devriminin, hatta Saddam Hüseyin’in ABD ve Batı’ya kafa tutuşunun; Arap dünyasında ve diğer İslam ülkelerinde yarattığı dalgalanmalar düşünülürse; toplumsal açıdan, hatta RP’nin kendisinde, hemen bu yönde bir eğilim ve tehdidin varolup olmamasından bağımsız olarak, mevcut pozisyonu, bu yöndeki “kontrol dışına çıkma veya çıkarılma” “özlemlerini” kabartabilirdi. Kaldı ki; son dönemlerde, henüz general düzeyinde olmasa da, subaylar arasında rahatsızlık yaratan bir ‘İslami’ eğilimin de var olduğu düşünülürse; RP’nin seçimdeki başarısının da ötesinde dayanaklara sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye’de böylesi dayanaklara sahip önemli bir politika değişikliğinin; emperyalistler arası rekabet ve çatışmaların giderek keskinleştiği ve geri ülkeler üzerindeki sömürü, yağma ve talanın yeni boyutlar kazandığı koşullarda, hemen hemen bütünüyle emperyalizmin baskı ve tehdidi altında bulunan İslam ülkelerinde, patlama öğelerini, şu veya bu ölçüde teşvik edici bir rol oynaması da kaçınılmazdır. Gerek ABD yönetiminin, gerekse diğer Batılı emperyalistlerin, RP’nin bu özelliklerini kendi lehlerine kullanma olasılığını göz ardı etmeden; ama “terbiye” edilmiş, “sadakati” güvenceye alınmış bir RP’yi veya benzer bir partiyi tercih veya “telkin” ettiği de bilinen bir gerçektir. Bu durumda, RP’nin birdenbire sistem dışına itilme kampanyasıyla karşılanması; esas olarak, koalisyon ortağı sıfatıyla izlediği politikalardan veya belli tekel gruplarına karşı aldığı düşmanca tutumdan meydana gelmediği ortaya çıkar. Çünkü RP, egemen sınıfların genel çizgisini uyguladı ve generallerin bütün istek ve dayatmalarına da boyun eğdi. Bu da, saldırının; RP’nin, uluslararası düzeydeki rekabet ve çatışmalara bağlanabilecek, sadece ekonomik temel değil; aynı zamanda güçlü bir “ideolojik ve politik tehdit” potansiyeli taşımasından; “terbiye” edilmek koşuluyla da yararlı bir “ideolojik ve politik araç” olma özelliği kazanabileceğinden kaynaklandığı ihtimaline ağırlık kazandırmaktadır. Aynı zamanda, işbirlikçi egemen sınıflar arasındaki çatışmalara karşı da, Amerikanvari bir uyarı ve yönlendirmedir. Amerikan vatandaşı Çiller DYP’si ve diğer bir kısım “sağ” partinin RP’ye yakınlığı da, egemen sınıflar arası çelişkilerde, RP’nin politik bir mihrak olma potansiyelinin, belli bir gerçeklik payına sahip olduğunu kanıtlar. Diğer Batılı emperyalist ülkelerin, bugünkü koşullarda, RP’nin bu eğilimlerini hedef alan bir politik manevraya, en azından cepheden tavır almayacaklarının bilinmesi de, “operasyonu” kolaylaştıran bir etken oldu.

ABD İLE YAKINLAŞMA DERECESİ VE “GEREKÇESİ”
28 Şubat Mektubunun esas içeriği de, RP’nin izlediği çizgiden ziyade, taşıdığı tehdit üzerine oturmaktadır. Ayrıca, bu tehdidin abartılması; zaten kendi adına bağımsız bir politika yapma olanakları tükenmiş olan orta ve küçük burjuva politik çevrelerin önemli bir bölümünü de, yedekleme veya tarafsızlaştırma olanağı sağladı. ‘Laiklik’ şiarının kendisi kadar, bu konuda mücadele bayrağının ABD Kongresinin alkışları arasında ve bir “generalimiz” tarafından ilan edilmesi; harekâtın, ABD Dışişleriyle “yakın temas” halinde sürdürülmesi (Kuzey Irak’a yapılan bir operasyondan Türk hükümetinden önce ABD dışişlerinin haberdar olması; bu ‘yakınlık’ derecesini gösterir.); hemen ardından İsrail’le Stratejik Askeri Anlaşma; bu konudaki politik refleksin kime ait veya kim tarafından ve ne amaçla kuvvetle desteklendiğini gözler önüne serdi. Yani, TÜSİAD’ın ‘pazarlama’sındaki ‘büyüklere hizmet’ bölümü gelişip genişleyerek devam etmekle birlikte, büyükler arasında politika yapma şansı; mevcut koşullarda en azından belli sınırlar içerisine gerileyerek, “kontrat” ABD ile imzalanmış oldu. Zaten, Cumhuriyet sonrası sürecin kısmi kazanımlarını, 100 milyar doları aşan iç ve dış borçlarla “ipotek” altına alarak, özelleştirme vb. yollarla yağmaladıktan sonra, Türkiye burjuvazisinin halk ve ‘ulus’ karşısına çıkıp vaat edebileceği tek şey; “büyük ve güçlü bir ordumuz ve ‘aslan’ gibi generallerimiz ve müttefiklerimiz var”dır. Yani, işbirlikçi sermaye grupları arasındaki çatışmalara da, sonuç itibariyle; ABD stratejisiyle girilen ilişki tarafından belirlenen ve Avrupa’yı da cepheden karşıya almayan bir kenar çerçevesi çizilmiş oldu. Teni’ hükümetin kuruluşundan sonra, AB’ye ‘kafa tutarak’ ABD’ye gerçekleştirdiği ilk ziyaretinde M. Yılmaz’ın ‘şaşırtıcı’ derecede ‘hazırlıklı’ karşılanması, ABD’nin sonucundan ’emin’ olduğu bir ‘plan’a sahip olduğunun da kanıtıdır.
Böylece, sadece ABD karşısında değil, bütün emperyalist mihraklar karşısında daha fazla dayatmanın önünü açan, egemen sınıflar arasındaki çatışmayı uygun koşullarda ve biçimlerde yeniden körükleyecek olan bir sürece de girilmiş oldu.
Bunun bir diğer anlamı; işbirlikçi egemen sınıfların, gerek kendi aralarındaki çatışmaları, gerekse; gelişen halk hareketini yatıştırma ve kontrol altına almayı giderek “mevcut siyasal araç ve yöntemlerle” sürdürebilme olanaklarını yitirmesi ve “yeraltının her türlüsü de dâhil olmak üzere, terör yöntemlerinin”, giderek günlük politikanın sürekli unsurları olma özelliği kazanması; buna bağlı olarak, “siyasi karar mekanizmaları”nın da, “askeri komuta” altına girmesidir. ’97’de “Kriz Merkezi”ne, M. Yılmaz hükümeti eliyle her türlü yetkiyle donatılmış bir yasallık kazandırılması; bu gelişmenin yeni bir aşamasını ifade eder. Böylece seçimler ve parlamento, ABD ile “yakın temas” halindeki generallerimize 5 yıllığına, kimlerin sırasıyla hizmet edeceğini belirlemenin basit bir aracına dönüşmüş oldu. Yani, kısaca söylemek gerekirse; “Bağımsızlık ve Demokrasi” ABD’ye ve “generallerin” zimmetine geçti; “Post Modern Darbe”nin, “Post Modern Sömürge”si.
27 Mayıs’tan itibaren askeri darbeler başta olmak üzere her kritik dönemeçte generaller, ABD ve işbirlikçi egemen sınıflar, birbirini güçlendirecek tutumlar aldılar. Böylece işbirlikçi burjuvazinin gelişip serpilme süreci boyunca; generallerin devlet içindeki rolü “komuta” düzeyine varacak kadar güçlenirken, ABD’nin Türkiye ile ilişkileri; askeri ittifak ve tatbikatlarını belirleyecek kadar gelişti. Hatta generaller; “2030 yılının ‘toplumsal lideri’ olabilecek genç subayları “Domuzlar Körfezi Çıkarması”nın deneyleriyle eğitecek kadar “müttefik”lerine sadakat ve vaat alanını genişlettiler ve bunu hazmettirmek üzere de, başlıca ‘ilke’si “laiklik” olarak kalan “Atatürkçülük” eğitimini yoğunlaşırdılar. ABD ise; bu gelişmelere paralel olarak, Amerikan sermayesiyle en eski ve güçlü bağlara sahip olan Koç grubunun, en önemli işletmelerindeki ortaklık paylarını % 50’ye yükseltip, denetimini yarı yarıya artırarak; sanayinin kilit sektörlerinden olan enerji santrallerine “talip” olarak; ekonomik plandaki dayanaklarını daha da güçlendirmeye yöneldi. Böylece ABD, politik ve askeri planda, doğrudan ‘komuta’ kademeleri aracılığıyla en istikrarlı güç konumundaki ordunun rolünü kendi ihtiyaçlarına göre takviye ederek, işbirlikçileriyle ilişkilerini de, en azından belli bir dönem için, kendi çıkarlarına en uygun bir şekilde yenilemiş oldu.

TEKELCİ BASIN VE BURJUVA SİYASİ PARTİLER
Bu sürecin en önemli unsurlarından biri olan, basında daha da güçlenen tekelleşme ve bunun oynadığı rol de, girilen politik sürecin karakteristik özelliklerine paralel bir gelişme seyri izledi. Bir anlamda da, yenilenen ilişkilerin tamamlayıcısı oldu. ’89’da generallerle tekelci ‘basın’ arasında başlayan “diyalog”; bugün artık, generallerin “mesajları”nı en iyi anlama ve onlar için en iyi ‘övgü’ler düzme seviyesine ulaştı. Basında tekelin en tepe noktasına oturan Milliyet-Hürriyet, Sabah ve aynı grupların diğer yayınları; bu döneme hizmet eden her türden politik kampanyanın da “sürükleyici”si oldular. Özellikle girilen dönemeci başlatan “şeriata karşı laiklik” kampanyasından işgüzarlıkları, hükümetlerin yıkılması veya kurulmasındaki “rolleri” hiçbir “ahlak” ve “hukuk” kuralına sığmayacak derecede ibret vericidir. Bu durum, ancak tekelci kapitalizmin karakteriyle açıklanabilir. Tekel, daha fazla “egemenlik” talep ettikçe; halka karşı, oy almak için bile olsa; “politik kaygıların baskısı altında olmak, tekelci egemenliğin tahammül edemediği bir oyalanma anlamı kazandı. Bunun içindir ki; partilerin “cesaretleri”; oy alma kaygısıyla; yani halka karşı hiçbir sorumluluğuna bağlı kalmadan “durumun gereklerini” yerine getirip getirmemesiyle ölçülmeye başladı. Ve Türkiye’de hiçbir burjuva partisi, bu baskı karşısında mevzisini koruma yeteneği gösteremedi. Oysa tekelci basın, dayandığı sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarları dışında hiçbir kuruma karşı, hiçbir sorumluluğu olmayan bir “kamuoyu” aracı oldu. Dün övdüğü partiyi, ertesi gün yere vurmaktan kaçınmadı ve bunu da geliştirilmiş bir demagojiyle ve dönemin “politikaları” gereği yaptı. Bütün bu özellikleri ve aldığı devlet kredileriyle birlikte, denilebilir ki; ülkenin bugün içine girdiği süreçte, bütün burjuva partileri, halk nezdinde ve resmiyette günlük politikanın sorumluluğunu yüklenmenin ve savunmanın basit “paravanları” olarak siyasal kişiliklerini ve güçlerini yitirirken, tekelci basın; ABD ve generallerin ve işbirlikçi egemen sınıfların en önemli politik mücadele aracı veya odağı olarak daha da önem kazandı.
Egemen sınıflar cephesi açısından özetlendiğinde; ekonomik, siyasi ve askeri olarak ABD stratejisine bağlanma; bunun gereklerini yerine getirmek üzere; generallerin, günlük politikadaki yönlendirici rolünün pekiştirilmesi ve tekelci basının, temel bir politik mücadele aracı sıfatıyla, burjuva partileri de “hizaya getiren” rol yüklenmesi; önümüzdeki sürece yön veren olgular olarak kesinlik kazanmış oldu.

OLAYLARIN ANLAMI
Marx’ın 150 yıl öncesinde birkaç cümleyle çizdiği tabloya dayanarak irdelemek, bugünü anlamamızı da kolaylaştıracaktır: “…Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız altüst edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tutulur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.” En genel hattıyla Türkiye’nin son on yılı, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan belki de, Cumhuriyet sonrası sürecin en çalkantılı süreci oldu. Bakanlık verilerine göre; ’88-‘96 arasında işten atılan sendikalı işçi sayısının 1,3 milyonu bulması, sendikasızlar da göz önüne alındığında her yıl ortalama 1 milyon işçinin işten atılması, çalışabilir nüfusun % 30’unu teşkil eden 6 milyon işsiz ve on milyon aç insan; yaşanan altüstü oluşun yol açtığı sonuçların birkaç örneğidir. Siyasal “yıkım”ın göstergeleri olarak; Cumhurbaşkanı ailesinden mafya çetelerine ve banka müdürlerine uzanan yolsuzluklarla, Amerikan pasaportlu “başbakan”dan polis sellerine, “özel harp”çi subay ve generallere ve faşist cinayet çetelerine uzanan rezil ilişkiler, TBMM Başkanı’nı da içine çekecek boyutlar kazandı. Böylece, bir yandan sermaye grupları arasındaki hiçbir “kural” tanımayan çıkar çatışmalarıyla içice geçerken, öte yandan; önceden neyi savunmuş olurlarsa olsun, ABD ve generallerin dayatmalarına boyun eğen ve halka yönelen bütün saldırıların “resmi” uygulayıcısı olan belli başlı devlet kurumları, burjuva partileri, parlamento ve burjuva basın hakkındaki bütün “saygıdeğer önyargılar” yıkıldı. Bir anlamda bu sonuçlar; “kazanılan mevzilerin”, “kabul ettirilen” politik yönelişin, yani “paranın ve zorbalığın” bedelidir ve daha ileri derecede bir “yıkım”ın bütün unsurlarını da içinde taşımaktadır. Elbette ki, bu dönemin en önemli karşıt sonucu, bir yandan her gün daha çok sayıda işçi ve emekçiyi, günlük mücadeleler içinde zorunlu olarak birleşmeye ve dayanışmaya sevk ederken; öte yandan, “yıkılan önyargılarının; her geçen gün daha çok “salim kafayla düşünen” insanda, halkın demokratik egemenliği ve bağımsızlık için örgütlenme ve mücadele ve her türden sömürü ve zorbalığın kökünü kazıma istek ve bilincini besleyip teşvik etmesidir.

“DURUM”UN ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLER
28 Şubat’tan itibaren generaller, “şeriat” tehlikesine karşı “laiklik” şiarı etrafında, belli aydın kesimleri, orta-sol çevreleri yedekleyerek; saldırılar karşısında giderek daha geri çizgiye savrulan, sınıfa yabancılaşmış küçük burjuva liberal çevrelerde umutsuzluk, moral bozukluğu ve geri çekilme eğilimleri yaratarak; kamu işçileri toplusözleşmelerinde sendika yönetimlerinin boyun eğmesini kolaylaştırdı. Böylece, uzun süredir uygulamaya sokulamayan Eşel-Mobil ve Ekonomik Sosyal Konsey (ESK) uygulamaya sokuldu ve ilk toplantısı gerçekleştirildi, işçi ve emekçilerin günlük mücadelesi kısa süreli bir durgunluk yaşadı. Ama belli bir süre sonra, özellikle ileri kesimleri başta olmak üzere, işçi ve emekçi hareketinde, mevcut saldırılara karşı direnme, mevzilerini koruma ve yenileme eğiliminin giderek güçlenmekte olduğunu, son altı-yedi ayın olayları kanıtlamaktadır.
— 1 Mayıs gösterilerinin kitlesel karakteri ve belli başlı merkezlerde yaygınlaştığında, sınıf bilinçli işçilerin hareket içinde etkin bir rol almalarının önemli bir payı oldu. Ardından özelleştirme karşıtı platform oluşturuldu. Kasım ve Aralık aylarında, başta enerji ve maden işçileri olmak üzere, kâğıt işçilerini de kapsayan eylemler yeniden yaygınlaştı.
— Paralel bir şekilde, maliye, eğitim, enerji ve sağlık sektörleri başta olmak üzere kamu emekçilerinin eylemleri, Kasım’da genel bir karakter kazandı ve 11 Aralık’ta Kamu Emekçileri, tarihlerinin en geniş katılımlı genel eylemini gerçekleştirdiler.
— Bergama köylülerinin eylemleri inatla sürerken, pancar üreticilerinin gösterileri ve son olarak özelleştirmelere karşı işçilerle birleşme çabası gösteren tütün üreticileri hareketteki bir başka gelişme potansiyelini ortaya koydular.
— Aynı şekilde; Kürt sorununu Türkiye halkının sorunu olarak sahiplenen sınıf partisinin tutumu, sorunu, Türk işçi ve emekçilerine mal etmenin zeminini güçlendirdiği gibi; özel olarak Kürt işçi ve emekçilerinin demokrasi ve özgürlük umutlarını ve kendilerine olan güveni tazeleyebileceğim de ortaya koydu. Sınıf partisinin platformu; Kürt Türk ve bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerin; demokrasi, bağımsızlık ve özgürlüğün bütün sorunlarını, ortak bir sınıf kardeşliği bilinç ve sorumluluğuyla çözebileceklerini gösteren örneklerin ortaya çıkmasını sağladı ve şovenizmin kırılabileceği halkaya yöneldi. En önemlisi, bu gerçeğin; son on yılın zulüm ve zorbalığını iliklerinde hissederek yaşayan Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kesimleri tarafından fark edilmekte olması; işçi ve emekçi hareketindeki her gelişmenin Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve güvenini de güçlendirmekte olmasıdır.
Her türlü saldırıya ve bunun yarattığı tahribatlara rağmen, yaşanan olaylar; sınıfın örgütlenme ve mücadele yeteneğindeki gelişmelerin, saldırılara göğüs gerebileceğim, hatta tahribatları hızla telafi edebileceğini gösterdi. İşçi sınıfı, ’91 sonrasına göre; sürekli işten atma ve tasfiyelerle saflarında açılan gedikleri daha hızla tamamlamayı başararak, bizzat kendi mücadelelerinden dersler çıkardığını ortaya koydu. Sendikalı işçilerin ana gövdesini oluşturan Türk-İş üst yönetiminde baş gösteren açık çözülme ve çöküntü belirtilerine karşılık; yasalara ve sendika yönetimlerine rağmen, talepleri uğruna direnme ve mücadele eğilimi; ’97’de Yatağan başta olmak üzere enerji, maden ve gıda sektörlerinde giderek yeni bir ivme kazandı ve diğer sektörleri de teşvik etti. Bunlara ek olarak İstanbul sendika şubelerinde on bin civarında işçinin enerji işçileriyle dayanışma eylemi, bağımsız sınıf olarak birleşme ve mücadele istek ve bilincindeki gelişmenin önemli bir göstergesidir. Ortaya çıkan bu olgular, bir yandan; sendikal hareketin; öte yandan, işçi sınıfıyla diğer emekçi sınıflar arasındaki ilişkilerin; mücadele içinde ve daha ileri bir bilinçle yenilenmesi olanaklarını ve görevini sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin gündemine getirdi.
Burjuva partilerin hemen hemen tümü “hizaya girmiş” olmasına rağmen; işçi sınıfının yanı sıra, küçük üretici köylüler ve kamu emekçileri gibi diğer emekçi sınıfların da, giderek burjuva partilerden bağımsız olarak, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadeleye yönelmesi, halk hareketini güçlendiren bir etken olarak önem kazandı. Yani, burjuvazi, kendi partilerinin çözülmesini hızlandırırken; her sınıf ve tabakanın, kendi sınıf çıkarlarının daha çok bilincine varmasını sağlayacak şekilde ve kendi sınıf tecrübeleriyle yeniden örgütlenme ve mücadele eğilimlerini körükledi. Buna bağlı olarak ve bunu güçlendirmek üzere, sınıf bilinçli işçilerin giderek hareketin daha geniş kesimleri içerisinde destek bulması, daha çok işçinin parti olarak örgütlenmeye yönelişi, işçi ve emekçilerdeki politik uyanışın da bir göstergesidir. Bugün, sınıf hareketinin en temel dayanağı bu eğilimin geliştirilip, güçlendirilmesidir.
Yani, burjuva reformizminin ve küçük burjuva liberalizminin belli başlı akımları, giderek, mensup oldukları sınıfların pratik eyleminin gerisine düşerken; devrimci sınıf partisi, sadece işçi sınıfının değil; bütün emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadelesinde de, daha ileri bir mevziiye yöneldi, görev ve sorumluluklarının kapsamı daha da genişledi.

KAPSAMI GENİŞLEYEN GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR
Politik açıdan ele alındığında; önümüzdeki süreçte mücadeleye damgasını vuracak olan en önemli faktörlerden biri: İsrail’le yapılan askeri stratejik anlaşma başta olmak üzere, son bir yılın gelişmeleriyle birlikte Türkiye egemen sınıflarının, uluslararası çatışmalarda, en saldırgan ve dünya egemenliğinde en iddialı ülke olan ABD emperyalizmi ile kölelik bağlarının utanç verici bir şekilde yenilemiş olmasıdır. Bu durum; işçi sınıfı ve partinin en önemli dikkat merkezlerinden biri olmak zorundadır.
Çünkü ABD ile II. Dünya Savaşı sonrası girilen sürecin, bir anlamda, zorunlu bir devamı olmakla birlikte; bugün girilen ilişkinin niteliği ve amaçları ve dolayısıyla yüklediği sorumluluklar, dünyanın değişen koşullarına bağlı olarak tümüyle farklı özellikler taşımaktadır. Birincisi; savaş sonrası ilişkiler; sosyalizmin kazandığı başarıların tehdidi altında ve emperyalist ülkelerin kendi arasındaki ilişkilerde belli bir denge ve istikrar zemini üzerinden ve Sovyet tehdidine karşı oluşmuştu. Bugün ise; emperyalizmin girdiği istikrarsızlık, rekabet ve çatışmaların bir unsuru olarak ve doğrudan; başta Ortadoğu’nun İslam ülkeleri olmak üzere bölge halkları üzerinde ABD emperyalizminin bir tehdit, müdahale ve hâkimiyet aracı olarak yenilenmiştir. Dolayısıyla gidiş yönü; ‘barış’ ve ‘istikrar’ değil; kargaşa, rekabet, çatışma ve -bugünden yarına olmazsa da- eninde sonunda savaştır. Bu nedenle; “zaten emperyalizmin egemenliği vardı” diye ihmal edilemez. İkincisi; emperyalizmin, özellikle ABD’nin ülke üzerindeki egemenliğinin dayanakları olan işbirlikçi egemen sınıflar ve generaller üzerindeki etkinliği, bugün daha da güçlenmiş bulunmaktadır. Yani egemen sınıflar, emperyalizmin dayatmaları karşısında, giderek daha az “hayır” diyebilecek veya hiç diyemeyecek bir duruma düşmektedir. Bu durumun anlamı; egemen sınıflara karşı emekçi halkın demokratik egemenliği için mücadelenin, aynı zamanda, bugün her zamankinden daha çok, emperyalizme karşı bağımsızlık için mücadeleyle birleşmekte olmasıdır.
Bu demektir ki; sınıf mücadelesinin genel koşullarında, hareketin seyrini değiştiren köklü bir dönemeç meydana gelmemesine rağmen; emperyalizm ile ilişkiler ve egemen sınıflar arasındaki ilişkiler alanında, yeni bir sürece girilmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durumda, genel taktik çizgi değişmeden kalırken; taktik görevlerimizin kapsamı genişledi ve çeşitlendi. Dolayısıyla da, işçi sınıfı, ufkunu sadece kendi mevzilerini yenileyip güçlendirmekle sınırlayamaz. Özellikle, emekçi halkın diğer sınıf ve tabakalarıyla birleşmeye, mücadelelerini geliştirip güçlendirmeye daha fazla önem vermek zorundadır. Bu, kendi mevzilerini koruyup geliştirmenin gereğidir. Ama aynı zamanda, RP ve çevresindeki partiler grubunun veya başka bir akımın; halkın birikmekte olan öfkesini, mücadele istek ve enerjisini, egemen sınıflar arası çatışma ve rekabetin gerici amaçlarına alet etmesini, ancak emperyalizmin ve egemen sınıfların işine yarayacak olan gerici bölünmeler yaratmasını önlemenin yolu da buradan geçer.
Dolayısıyla; işçi sınıfı ve partinin; ülkenin geleceğindeki ve ezilen halkın mücadelesi karşısındaki rolünün daha çok farkına varması; halka karşı sorumluluğunun, aynı zamanda, kendi kurtuluşunun da ön koşulu olduğunu daha çok anlaması demek; kendine güven ve cesaretinin, örgütlenme ve mücadele yeteneğinin daha da artması demektir. Mücadeledeki gelişmeler; işçi ve emekçi sınıfların ileri kesimlerinin, görev ve sorumluluklarının farkına vararak, şimdiden böyle bir yönelişe girdiğini göstermektedir. Partinin görevi, bu yönelişi desteklemek ve güçlendirmek ve bunun bir parçası olmak üzere; propaganda ve aydınlatma faaliyetinin içeriğini; hareketin, kapsamı genişleyen ihtiyaçları ve içinden geçilmekte olan dönemin özellikleriyle geliştirmek, zenginleştirmek ve daha geniş yığınlara mal etmektir.
Partinin örgütsel görevleri açısından, temel sorun; saldırıları göğüslemek ve her türden saldırıya rağmen mevzilerini korumak ve güçlendirmek, varlığını ve faaliyetini sürdürme yeteneği kazanmak ve bunu geliştirmektir. Burjuvazinin, kendi yasalarını her gün ayaklar altına aldığı bir ülkede; elbette ki, işçi ve emekçiler, meşruiyetlerini, doğal olarak savundukları davanın haklılığından ve bizzat kendi mücadelelerinin fiili gücünden almak ve her saldırı karşısında da bunu korumak zorundadır. Bugün, böyle bir “meşruiyetin” temelleri daha da güçlenmiştir. ’89 yılından bu yana yaşanan mücadeleler, her geçen gün daha çok emekçinin bu gerçeğin farkına varmakta olduğunu göstermektedir. Partinin en önemli dayanaklarından biri, bizzat bu gelişmenin kendisine bağlanmak ve bunu geliştirip güçlendirmektir.
Son birkaç yılın olayları içinde, mücadeleye atılan yüz binlerce işçi ve emekçinin kendi öz deneyleri ve bunların sağladığı olanaklar, partinin de dayanağıdır. İhtiyaç duyulan her türden yetenek de mücadelenin canlı ve zengin deneyleri” içinde gelişme olanağı elde eder. Bu nedenle, mücadele ve örgütlenmenin ortaya çıkardığı, bütün biçimleri ve olanakları, kazandığı mevzileri değerlendirmek, geliştirmek; partinin örgütsel gelişiminin de temel dinamiğini oluşturmaktadır. Yani, parti; ancak ve ancak, kitle hareketinin üzerinde yükseldiği temellere dayandığı ölçüde, varlığını ve gelişimini sürdürerek, her koşul altında mücadeleye karşı görevlerini yerine getirebilir.
Saldırıları göğüslemenin en önemli koşullarından biri de; özellikle parti faaliyetinin omurgasını oluşturan sınıf bilinçli işçilerin; parti görevlerini, profesyonel bir sorumlulukla; yani, sınıfın ve halkın davasının gerçek sahibi sorumluluğuyla ele alması; sınıfın ileri kesimleri arasındaki ilişkinin ideolojik temellerinin sağlamlaşmasıdır. Bu, aynı zamanda,, her gün daha çok işçinin partiye ve mücadeleye yönelmesini, partili işçilerin daha çok sorumluluk almasını; partinin, sadece ileri işçiler arasında değil; namuslu ve sınıfının davasına bağlı bütün işçi ve emekçiler arasında kök salmasını teşvik eden en önemli etkenler arasındadır.
Bütün bunlar üzerinde ve bunları güçlendirmek üzere; partiyi tek bir çizgi etrafında birleştiren, sorunlara ve olaylara hâkim, kendine ve izlediği çizgiye güvenli, açık ve net bir politik ve örgütsel yönetim çizgisi; işçi ve emekçi halkın gözünde, her türden “politika esnafı” ile “mücadele ve dava adamları”nı; yani, işin gerçek sahiplerini ayıracak temel mihenk taşıdır. Türkiye işçi sınıfı ve onun partisi, kendi davasının gerçek temsilcilerini çıkarabilecek, emekçi halkı birleştirebilecek tecrübe birikimine ve siyasi olgunluğa sahip olduğunu, her geçen gün daha açık bir şekilde göstermektedir. Ve Türkiye halkının geleceği de, işçi sınıfının geleceğine sıkı sıkıya bağlanmış bulunmaktadır.

Mart 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑