ÖDP-Yeniden çizgisi ya da uslanmış solculuk

Uluslararası burjuvazinin, proletaryanın devrimci davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesine karşı sürdürdüğü çok boyutlu saldırının, kendilerine devrimci ve “sosyalist” diyen çeşitli grup ve çevreler üzerindeki etkisi, bu grup ve çevreleri liberal reformist ve anti-Marksist bir konuma savurmuş bulunuyor. Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme üzerine geliştirilen ve adına “gerçekçi politika” denilen burjuva propagandası proletarya ve emekçilere teslimiyeti öneriyor. Sosyalizmin önce Sovyetler Birliği’nde ve sonra 1990 başlarında Arnavutluk’ta tasfiye edilmesinin tahrip edici etkileriyle de birleşen bu propaganda, devrimci ve “sosyalist” örgüt ve partilerin saflarında yalnızca dağılmalara ve kargaşaya değil; giderek açıklık kazanan bir biçimde devrim ve sosyalizm davasının reddedilmesi eğilimlerinin güç kazanmasına da yol açıyor. Modern revizyonist, Avrupa komünisti ve Troçkist grup, çevre ve yazarların elbirliğiyle Marksist devrim teorisine, proletaryanın burjuvaziden bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi çabasına ve iktidar mücadelesine karşı savaşı, bugünkü ardıllarınca ideolojik, politik ve örgütsel planda devam ettiriliyor. Bu çevreler elbirliğiyle Marksist-Leninist teoriye, sosyalist inşa pratiğine ve proletaryanın bağımsız politik örgütlenmesine karşı, ideolojik unsurları burjuvazinin uluslararası cephaneliğinden alınmış bir savaş sürdürüyorlar. Sosyalizmin bilimsel teorisinden ikiyüzlüce söz eden bu çevreler, Marksist devrim teorisinde ısrarı dogmacılık; reformizme karşı mücadeleyi sekterlik; tek ülkede sosyalizm mücadelesini “sonuçsuz kalmaya mahkûm gereksiz bir gayret”; işçi sınıfı ve devrimci partilerin enternasyonal dayanışmasını zamansız ve sekter bir girişim olarak görmekte; proletaryanın devrimci partisinin yönlendirici konumuna çokseslilik adına karşı çıkmaktadırlar.
Globalizm ve Gorbaçovculuk rüzgârı bu grup ve çevrelerin saflarında reformizm ve burjuva liberalizmi eğilimini güçlendirirken, bu gibilerinin “devrim mi, reform mu?” sorusuna cevapları dolaysız bir biçimde “Rus devriminin akıbeti”ne bağlanmış bulunuyor. Söz konusu grupların çoğu “düzen karşıtlığı” çizgisinden düzenle uyuşma çizgisine gerilemiş durumdadırlar. Gorbaçovculuk ve globalizm rüzgârı, TKP (TBKP)’nin burjuvaziyle “ortak çıkarlarda buluşma”sını sağlamış; eski Kurtuluş ve Dev-Yol gibi grupları, temel teorik tezlerinin Kruşçevcilikten esinlenmiş içeriklerinin de etkisiyle TKP’den boşalan platforma sürüklemiş ve bu iki gruptan gelme insanların kuruluşunda aktif rol oynadıkları ÖDP, burjuva reformist ve uzlaşmacı çizgide bu grupların vardığı yerin son adı olmuştur. (Gorbaçovcu yeni dünya solculuğu hemen tüm küçük burjuva grupları sağ ya da görünürde sol ancak gerçekte sağ reformist bir çizgiye çekti. Burada bu gruplara değinmiyoruz. Ancak yeri geldiğince, bu grupların işçi sınıfı ve emekçi halk hareketine zarar veren anlayışlarını ve mücadele biçim ve yöntemlerini de ele alacağız.)
Yakın geçmişte, ara tabakalara dayanarak politik mücadeleye katılan “orta-yolcular”, 12 Eylül faşist yıldırıcılığının da etkisiyle, Carillo ve Berlinguer’in tezlerini benimsemekte birleştiler. Bu çizginin en “parlak” temsilcisi ÖDP ve Yeniden dergisi çevresidir. Bir dönem sıkıyönetim mahkemelerinde ısrarla “örgüt değil dergi çevresi olduklarını” kanıtlamaya çalışanlarla, “artık örgütsel politik faaliyet yürütmenin koşulları kalmamıştır” diyerek devrimci politik faaliyeti tatil edenlerin, değişen “koşullara uygun” ve burjuvazi ve kapitalizm yararına izledikleri “reel politika”yla ÖDP gibi bir reformcu-liberal partide buluşmaları bir bakıma kaçınılmazdı. ÖDP’nin kuruluşunda yer alan eski Dev-Yol çevresi ve Yeniden dergisi yazarları, emperyalist kapitalizmin özellikleri, emperyalist bunalım ve emperyalistler arası çelişkiler; devrim ve savaş ilişkisi; tek ülkede devrim ve sosyalizmi inşa olanakları; proletaryanın sınıf niteliği, örgütlenmesi ve mücadelesi; proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü konularında on yedi yıldır sürdürdükleri “tartışma”dan, Marksizm-Leninizm’in “eski” tezlerinin ve sorunları çözüm yöntemlerinin değiştiği sonucunu çıkardıklarını açıkladılar.
Onlara göre, Marx ve Engels’in Avrupa devrimi beklentileri gerçekleşmediğine ve tek ülkede sosyalizmi inşa pratiği başarısızlıkla sonuçlandığına göre, Marksist-Leninist teori ile sosyalizm pratiği ve proletaryanın uluslararası diğer kazanımlarından devralıp savunulacak fazla bir şey yoktur; geçmişin esas yanını yanılgılar oluşturmaktadır ve bu yanılgı ve yanlışlarda Marx ve Lenin’le birlikte Stalin ve III. Enternasyonalin önemli rolü vardır vb.

KOŞULLARA SIĞINMA VE DEVRİMİN YADSINMASI
“Çok seslilik” adına içerdiği tüm karmaşaya karşın, Dev-Yol/ÖDP çizgisinin savunuculuğunu üstlenmiş bulunan Yeniden dergisi, Aralık ’96 sayısını Marx, Engels ve Lenin’in, devrim, proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü üzerine düşünceleriyle Lenin ve Stalin’in tek ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmasının olanaklarına ilişkin düşüncelerinin reddine ayırdı. Yeniden yazarları kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrası gösterdiği nicel değişiklikleri gerekçe edinerek, Marksist-Leninist devrim teorisini ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizm pratiğini reddediyor, Titocu ve Kruşçevci tezlere sarılıyor ve burjuva-liberal çizgilerini buna bağlı olarak temellendirmeye çalışıyorlar. Yeniden sayfaları baştan sona bu reformist liberal düşüncelerle dolu. Bunu yaparken Marksizm’in diğer tüm reformist ve revizyonist muhalifleri gibi, koşullara ve kapitalizmin niteliklerinin değişmesi gerekçesine sığmıyorlar. Kapitalizmin temel özelliklerinin “değiştiği”ni ileri süren Yenidenciler, bunu şöyle izah ediyorlar:
“Bu sürecin (bolüm başlığı sermayenin yeniden yapılanma süreci ve ele alınan dönem 1970’li yıllardır-y.a.) ikinci vs belki de daha belirleyici boyutunu kapitalist dünya sisteminin, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşanan değişmelere uygun yeniden yapılanma arayışı olarak gündeme gelen entegrasyon, serbestleşme ve liberalizasyon politikaları oluşturmaktadır.
Radikal teknolojik gelişmelerin üretimin teknik temelinde yarattığı köklü atılımlar sonucunda sermayenin akış hızı önceki tarihsel dönemlere göre niteliksel olarak sıçrama göstermiştir.
Öte yandan sermayenin yoğunlaşma düzeyi ise, yerel (ulusal) tekellerin iç pazarda, uluslararası tekellerin ise dünya pazarındaki gücünü köklü olarak sıçratmış, bu bakımdan devlete duyulan ihtiyaç önemli oranda azalmıştır.
Sermayenin akış hızında ve yoğunlaşma düzeyinde yaşanan bu iki belirleyici gelişme, ulusal pazara yönelik üretimin giderek dünya pazarına yönelmesine, ekonomik ve siyasal bakımdan uluslar-üstüleşme sürecinin derinleşmesine yol açmıştır.” (Yeniden Devrim s.2, sf.4) (abç)
Günümüz oportünizminin en önemli iddialarından biri “uluslar-üstü” bir ekonomik sistemin, emperyalizmden farklı özellikleriyle gerçekleşmiş olduğudur. Yeniden Devrim yazarı da aynı demagojik varsayıma sarılıyor. O, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşandığını ileri sürdüğü ”değişmelerin nitel ya da nicel mi olduğunu belirtmemekle birlikte, bir temel değişikliğin olduğundan kuşku duymuyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşmasını ve tekellerin etki alanlarının geçmişe göre daha fazla büyümesini yeni bir olgu gibi göstererek, kapitalist ekonomik sistemde gerçekleştiğini ileri sürdüğü “temel değişiklikleri bununla izah etmeye çalışıyor.
Yeniden yazarı iddialarını güçlendirmek için globalizm ve “uluslar-üstüleşme”ye sarılmaktadır. Kapitalist ekonomik sistemde ve tekeller çağında kaçınılmaz olarak gerçekleşen uluslararasılaşma, Yeniden çevresi tarafından burjuva liberal görüşlerin dayanağı haline getirilmekte, bu olgu devrim için mücadelenin olanakları yönünde değil; emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayenin ekonomik ve politik engeller oluşturma olanakları bakımından yorumlanmaktadır. Yeniden çevresi ve ÖDP yöneticileri ideolojik-politik görüşlerini globalist ve Gorbaçovcu görüşlere uyarlamakta, uzun süreden beri burjuvazi, burjuva liberalleri ve reformist liberal “sol” grup ve partiler tarafından sürdürülen “uluslar-üstüleşme” propagandasına dayandırmaktadırlar. “Globalist” anlayışın temel dayanağı yapılan “yeni” gelişme şudur: Mali sermayenin uluslararası dolaşımının büyük boyutlar kazanması, sermayenin spekülatif hareketinin geçmiş dönemlere göre daha fazla genişlemesi, iletişim ve haberleşme araçlarıyla genel olarak teknolojide kaydedilen gelişme ve bu gelişmenin üretim ve ürün dolaşımı sürecinde yol açtığı değişiklikler; sermayenin kapitalizmin ana ülkelerinden işgücü, nakliye ve kaynakların ucuz olduğu geri ülkelere doğru hareketinin yoğunluk ve yaygınlık kazanması sayılmaktadır. NAFTA, AT, ASEAN gibi bölgesel oluşumlar ve bilimsel teknolojik alandaki gelişmeler, bu “yeni aşama”nın göstergeleridir. Bu propagandaya göre, “global” bütünleşme ve yeni değişim koşullan yalnızca ulusal devlet sınırlarını yıkmak ve ulusal politikaları boşa çıkarmakla kalmamış; kapitalizmin temel çelişkisini (emek-sermaye çelişkisini ve bunun sınıfsal plandaki yansıması olan proletarya-burjuvazi çatışmasını) de “yumuşatarak” geri plana atmış, üretici sermayenin rolünü tali duruma düşürmüş ve yeni ve farklı özellikleri olan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. Bilgisayarlar aracılığıyla bütün dünyada her yöne akıp duran spekülatif sermaye bütün toplumsal yaşamı yönlendirdiği gibi, sınıf ilişkilerinin eski uzlaşmaz özelliklerine de son vermiştir. O halde bu yeni koşullarda bütün toplumsal kesimler, daha iyi yaşamak için işbirliği yapmalı ve işbirliği içinde çalışmalıdırlar.
Her türlü reformcu ve uzlaşmacı anlayışın dayanağı haline getirilen bu değişmede, bilgisayar ve iletişim teknolojisi alanında kaydedilen gelişmeler dışında yeni sayılabilecek fazla bir şey yoktur. “Küreselleşme” ya da “yeni aşama” tezi esasen ultra-emperyalizmin bir tür yeni savunusundan ibarettir. Küreselleşme ya da aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin “yeni bir aşaması” tezi reformist liberal çevreler tarafından, işçi sınıfı ve emekçilere tam bir teslimiyeti dayatmak ve reformist siyasal görüşlere dayanak yapılmak üzere gündeme getirilmekte ve proletarya devrimleri ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine karşı bu çevrelerce kullanılmaktadır. Bunlara göre, uluslararası mali sermaye bütün toplumları ve toplumsal tüm hareketi çekip çevirecek ana etken haline gelmekle kalmamış; bu değişimin ulaştığı boyutlar, sınıf bileşimleri ve sınıfların üretim içindeki konumlarını da değişime uğratmış ve bu nedenle proletaryanın tarihsel rolü niteliksel bir değişime uğramıştır. Bu yeni sınıf şekillenmesi ve yeni ilişkiler ‘eski’ devrimci teorik düşünceleri geçersiz hale getirmiş ve bu yeni duruma ve yeni ilişkilere uygun yeni teorilerin geliştirilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Sağcı liberal görüşlerin yeniden öne çıkarılmasının nedeni de budur.

AYNILAŞTIRILMIŞ SÜREÇLER VE DEVRİMİN YASALARININ REDDİ
Bir toplumsal formasyonun (üretim biçimi) son bulması, ya da bir devrim için, (ekonomiyle politika, felsefe, siyaset, din vb. arasındaki ilişkileri de belirlemek üzere) Marx, genel geçer bir ilişkiye dikkat çekmektedir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte koskoca üstyapı yavaş veya hızlı bir şekilde altüst olur. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, ekonomik üretim koşullarındaki maddi, doğal bilim kesinliğiyle saptanabilir altüst oluşla, hukuki, siyasi, dini, sanatsal ya da felsefî biçimleri, kısaca insanların bu çatışmaların bilincine vardıkları ve kesin sonuç alıncaya kadar kavgasını verdikleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş çağı hakkında da, onun kendi bilinciyle hüküm verilemez, tam tersine, bu bilinç maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çatışmayla açıklamak gerekir. Bir toplumsal formasyon, kendisinin onlar için yeterince geniş olduğu bütün üretici güçler gelişmeden asla batmaz ve yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bunların maddi varlık koşulları bizzat eski toplumun bağrında yumurtasından çıkmadan (olgunlaşmadan ç.n) asla (eskilerinin-ç.n) yerine geçmezler.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dan aktaran Proleter Devrimin Teorisi – ikinci Defter s. 10)
Marx, bu özlü sözleriyle, toplumsal gelişme süreçlerini, bir alt toplumsal biçimden üst biçime geçişin yasasını; devrimin olabilmesi için zorunlu olan üretici güçlerin üretim ilişkileriyle çatışmasını; bu çatışma tarafından belirlenen devrimle üstyapının “yavaş ya da hızlı” değişmesi ve yıkılmasını ve ekonomi ile politika arasındaki ilişkiyi özetlemektedir.
Bir toplumsal devrimin olabilmesi için öncelikle, içinde bulunulan toplumsal ekonomik sistemin üretici güçlerinin, içinde hareket ettikleri üretim ilişkileriyle -gelişmeleri engellendiği için- çatışmaya girmeleri gerekir. Böyle bir çatışmanın yaşanması için, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmiş olmalarını gerektirmektedir. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerini mümkün kılacak maddi koşullar önceki toplumun bağrında ortaya çıkıp gelişmeden ve eski toplumun üretici güçlerin gelişmesine katkısı tümüyle son sınırına gelmeden eski toplum son bulmaz.
Sınıflı toplumların tarihinin analizinden çıkarılan bu yasa, tüm toplumsal gelişme ve değişmelerin temel yasasıdır. Kapitalizme gelince, o, gelişmesi içinde kaçınılmaz olarak fabrika işçileri kitlesini yaratarak, işçilerin burjuvaziye karşı mücadelesini doğurur ve geliştirir. Kapitalizmin ana ve temel ürünü olan işçi sınıfı, ücretli emek sömürüsünün farkına vardıkça, kapitalist özel mülkiyet sistemine son vermek amacıyla eyleme geçer ve siyasal ve sosyal bir devrimle kapitalist topluma son vererek, onun yerine, emek sömürüsünün olmadığı, üretim araçlarının tüm toplumun kolektif mülkiyetine geçirildiği yeni -sosyalist- toplumu kurar.
Kapitalizm, kaçınılmaz biçimde sermayenin merkezileşmesi ve üretimin yoğunlaşması yönünde gelişir. Kapitalizmin uluslararası karakter kazanmasıyla birlikte, pazarları ve üretim araçlarını ellerine geçirip, küçük işletmeleri saf dışı bırakan sermaye kodamanlarının sayısı giderek azalır. Üretim araçlarını ellerinde toplayan kapitalistler ile sayıları sürekli artan ve “kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen” işçi sınıfı arasındaki mücadele keskinlesin Sanayinin gelişmesiyle işçiler yalnızca sayı olarak büyümekle kalmazlar, daha büyük yığınlar halinde birleşmeleriyle güçleri de büyür. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu “kabuk” ile bağdaşmaz hale gelerek bu kabuğun paramparça olmasını kaçınılmaz hale getirir. “Kapitalist özel mülkiyetin ölüm saati gelmiştir. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”
Marx, kapitalist ekonomik sistemi tahlil ederken, kapitalist gelişmenin işçi sınıfını kaçınılmaz biçimde, onu sömüren ve sınıfsal baskı ve egemenlik altında tutan kapitalistler sınıfına -burjuvazi- karşı mücadeleye sürüklediğini ortaya koymakta ve üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmiş olmasını daha ileri bir toplumsal sistemin -sosyalizm-devrimle kurulması için gerekli saymaktadır.
Marx’ın, temel önemdeki bu belirlemesi, Marx sonrasında, iki bakımdan saptırıldı ve çeşitli revizyonist tezlerin dayanağı yapılmaya çalışıldı. Birinci olarak, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmediği ülkelerde devrimin olanaksız olduğu savıyla ve ikincisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kendiliğinden bir devrime yol açacağı varsayımıyla.
Marx’ın devrimci teorisinin bu biçimde revizyonu, başka şeylerin yanı sıra geri ülkelerde devrim için mücadeleyi baltaladı, geri ülkelerin köleliğinin kaçınılmazlığına “inancı” güçlendirdi ve devrimin kendiliğindenliği üzerine hayallerin beslenmesine yol açtı.
Marx’a göre, üretici güçlerin en ileri düzeyde geliştiği ve sınıfın hazırlık düzeyinin yüksek olduğu yerde, devrimin başarıya ulaşma olanağı daha genişti. Bu tür ülkeler devrimin gerçekleşmesi için gereken koşullara sahip olmaları nedeniyle, devrim öncelikle bu gibi ülkelerde gerçekleşecekti. 1830, 1848 Avrupa devrimleri ve Paris Komünü deneyi de bunu doğrular nitelikteydi. 1789, 1830, 1848 ve 1871 devrimleri yalnızca Fransa’da değil, bütün Avrupa’da etkili oldular. Bu durum, devrimin üretim araçlarının en yüksek derecede geliştiği İngiltere gibi ülkelerde başlayarak tüm Avrupa’ya yayılacağı fikrinin gelişmesine yol açtı.
Marx ve Engels, tezlerinde bu nesnel durumu gözetmelerinin yanı sıra, henüz burjuva demokratik devrimlerin yükseliş döneminde ve serbest rekabetçi kapitalizmin gelişmesini sürdürdüğü koşullarda, bir tek ülkede devrimin burjuvazi tarafından boğulacağı kaygısını da taşımaktaydılar ve kıta Avrupa’sında peş peşe gelişen üç devrim dalgası tarafından kanıtlanan sonuçlardan hareketle -bir ülkede başlayan devrim tüm gelişmiş batı ülkelerini etkilemişti- Avrupa çapında bir devrimi öngörüyorlardı. Marx ve Engels, Paris proletaryasının ayaklanmasını ve Komün deneyini gördükten sonra burjuvaziyle proletarya arasındaki hesaplaşmanın amansız bir iktidar kapışmasını zorunlu kıldığını bir kez daha vurguladılar ve kapitalizmin dengesiz gelişme yasası gereğince, üretici güçlerin bütün ülkelerde aynı zamanda ve aynı düzeyde gelişmesinin olanaksızlığı yönünde ön düşünceleri de oluşmaya başladı. (Marks ve Engels, 1882’de Komünist Manifesto’nun Rusça baskısının önsözünde “Rusya Avrupa’da devrimci hareketin öncülüğünü oluşturuyor” diye yazdılar. Engels, daha sonra da (yaşasaydı Marx’ın da katılacağından kuşku duymamız için herhangi bir neden bulunmayan), devrimin doğuya doğru kaydığını yazdı.)
Serbest rekabetçi kapitalizm bir dünya pazarına doğru gelişirken geri ülkeler de bu pazara çekildi. Daha önce proletaryanın ya olmadığı, ya da yok denecek kadar az olduğu bu ülkelerde böylece kapitalizmin ve proletaryanın gelişmesinin koşulları oluştu. Kapitalist gelişme ve sermaye ihracının öne geçmesi sistemin çelişkilerini keskinleştirici bir rol oynadı. 19. yüzyılın sonunda dünya esas olarak gelişmiş birkaç emperyalist ülke tarafından paylaşılmıştı. Dengesiz gelişme sıçramak bir özellik kazandı, ileri kapitalist ülkelerde kapitalist gelişmeyi bir ölçüde yavaşlatma pahasına, ihraç olunan sermaye geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, proletaryayı da geliştirdi. Geri ülkeler emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline geldiler. Artık söz konusu olan yeni bir paylaşımdı ve bunu belirleyecek olan da güç ilişkileriydi. Daha önce geride bulunan bir ülke, üretici güçlerin gösterdiği gelişmeyle, önde giden ülkeyi geride bırakarak, pazarlara egemen olmaya çalışıyor ve bu durum çelişkilerin bir savaşa doğru keskinleşmesine yol açıyordu. I. ve II. Dünya Savaşları güç ilişkilerindeki değişmeye bağlı olarak gündeme gelen yeniden paylaşım taleplerinin silah zoruyla çözümlenmesi çabasından başka bir şey değildi.
Kapitalist gelişmenin ulusların ve sınıfların yaşamında büyük bir değişime işaret eden yeni bir evreye, mali sermaye ve tekeller evresine; emperyalizm evresine ulaşması tek tek ülkelerin ekonomilerinin, sermaye ihracı yoluyla emperyalist ekonomi zincirine bağlanmasını ve sermaye ve emek hareketinin uluslararası niteliğinin daha fazla gelişmesini sağlamakla kalmadı; aynı zamanda üretimin toplumsal karakterinin evrensel ölçekte büyümesine; sermaye ve üretimin başlıca büyük emperyalist ülkeler ve tekellerin ellerinde merkezileşip yoğunlaşmasına ve kapitalizmin dengesiz -eşit olmayan- gelişmesi sonucu, dünya toprakları, pazarları ve hammadde kaynaklarıyla ucuz işgücü alanlarının paylaşımı için güçlerin karşı karşıya gelmesinin zorunlu hale gelmesine yol açtı. Bu, başka şeylerin yanı sıra, proletaryanın uluslararası hareketinin yeni olanaklara kavuşması demekti. Tek tek ülkelerde ve genel olarak dünya ölçeğinde proletaryanın safları büyüdü ve onun toplumsal kurtuluş devrimini başarıya ulaştırma olanağına sahip sınıf olarak rolü daha fazla belirginleşti. Kapitalizmin yeni (emperyalist) aşamasında, meta ve sermayenin uluslararası hareketinin ulaştığı düzey ve kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin sıçramak olarak gerçekleşmesiyle yol açtığı değişme ve bunun neden olduğu çelişkiler, devrimin, üretici güçlerin daha ileri düzeyde geliştiği ülkelerde başarı şansını ortadan kaldırmıyordu kuşkusuz. Ancak ortada yeni bir durum vardı. Kapitalizmin dengesiz ve sıçramak gelişmesi ve tekellerin ortaya çıkmasıyla, mali sermayenin dünyayı yeniden paylaşım kavgalarının gündeme gelmesi, emperyalist kapitalizmi yeni çelişkilerle yüz yüze getirdi ve devrimin, emperyalist zincirin en zayıf halkasını oluşturan ülke ya da ülkelerde gerçekleşmesi olanaklı hale geldi. Devrimin olanakları, hareketin uluslararası niteliği nedeniyle genişlerken; eşitsiz ve sıçramalı gelişme, devrim için koşulların en uygun olduğu, en zayıf halkada -ya da halkalarda- emperyalist zincirin parçalanması için koşulları olgunlaştırdı. Artık devrim, üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde de gerçekleşebilirdi ve geri Rusya’nın, ileri Almanya’yı beklemesine gerek yoktu. (Marks ve özellikle de Engels, daha yaşıyorlarken, İngiltere’de kapitalizmin ulaştığı düzey ve uluslararasılaşma yönündeki gelişmeleri dikkate alarak, kapitalist tekellerin doğmakta olduğuna, devrimci bir öngörüyle işaret etmişlerdi. Onlar aynı zamanda, devrimin merkezinin “Slavlara doğru”; Doğu’ya doğru kaydığını da -bu, on üç yıl Marx’tan daha fazla yaşamış olan Engels tarafından oldukça açık bir biçimde belirtilmiştir-, yazılarında belirtmekteydiler.)
Birinci Dünya Savaşı devrimci bir duruma yol açtı. Ancak oldukça hazırlıksız yakalanan Avrupa partileri, bu durumu devrim yönünde değerlendirme gücü gösteremediler. Üçüncü Enternasyonal’in en etkin partisinin Bolşevik Partisi olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu partinin Marksist devrimci çizgisi ve devrim için canla başla çalışması, koşullan doğru tahlil ederek on milyonlarca Rus emekçisinin istekleri doğrultusunda devrimci bir tutum almasıydı.
Sermaye ve meta dolaşımının uluslararası özellik kazanması, emperyalist büyük devletlerarasında keskinleşen rekabet ve pazarların paylaşımı için sürdürülen kıyasıya mücadele, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olarak güçlerinin büyümesi vb. gibi gelişmeler daha önce ortaya çıkmış ve yaşanmış olmalarına karşın, işçi sınıfı ve partilerinin devrimci stratejisini devrimden vazgeçme yönünde değiştiren yeni ve temel gelişmeler olarak gösterildi. Oportünistler, görünür değişmelerden nitel değişmelere denk düşen sonuçlar çıkararak, idealist-mekanik bir anlayışı hakim kılmak için çabalarını artırdılar ve toplumsal hareketin ve toplumların yaşamının değişme zorunluluğunu, oportünist politikalarına dayanak yapmaya soyundular. Oysa sorun bir değişme ve gelişmenin olup olmadığı değil; bu gelişme ve değişmenin sınıflar-arası mücadeleye ne tür etkide bulunduğuydu. Koşullardaki değişmeyi gözetmeyen mekanik bir devrim stratejisinin başarıya ulaşması elbette olanaklı değildi.
Marx’ın devrimci teorisini yeni koşulları da gözeterek geliştiren Lenin, emperyalist kapitalizmin çelişkilerine dikkat çekerek, devrimin, zincirin en zayıf halkasında gerçekleşmesinin olanaklarını gözler önüne serdi. (Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi yönetimindeki proletaryanın, çarlık rejimini ve emperyalist Rus gericiliğini alaşağı etme mücadelesi, dünya proleter devrimine hizmet ediyordu. Lenin tarafından uluslar arası toplumsal ve politik sorunların somut tahliliyle geliştirilen enternasyonal devrimci teori, bütün ülkelerin işçi ve ezilen halklarına, sermayeye karşı mücadelelerinde gerçek bir hizmetti.) Lenin, Avrupa proletaryasını, emperyalist burjuvaziyle işbirliğine ikna etmeye çalışan ikinci Enternasyonal partilerine karşı ve onların en gelişkin teorisyeni Kari Kautsky ile giriştiği bütün polemiklerinde, bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin, sermaye egemenliğinden kurtulması amacını güttü ve Rus devriminin deneylerini, uluslararası işçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesinin başarısı için yorumladı, sonuçlar çıkardı; bununla da yetinmedi, işçi hareketinin saptırılmasına karşı, sol ve sağ sapmaların ortaya çıktığı Avrupa partilerinde, devrimci Marksist çizginin hâkim olması için çaba gösterdi.
Lenin, emperyalizmin, sosyalist devrimin önkoşullarını olgunlaştırdığına dikkat çekerek, sınıf bilinçli işçilerin bir partide örgütlenerek, “iktidarı ele geçirmeyi ve sosyalist dünya devriminin zaferine kadar korumayı bildikleri takdirde…” yenilmez olduklarına dikkat çekti.
Emperyalizmin ekonomik özelliklerini tahlil ederken, Lenin, “Artık” diyordu, “dünyanın tipik ‘hükümdarı’, özellikle güçlü bir biçimde iç içe geçmiş olan, özellikle isimsiz ve doğrudan üretimden kopuk olan, müthiş bir kolaylıkla yoğunlaşan ve hâlihazırda olağanüstü ölçüde yoğunlaşmış bulunan mali sermayedir, öyle ki kelimenin gerçek anlamında birkaç yüz milyarder ve milyoner (bugün bunların bir kısmı trilyoner ve katrilyoner haline gelmişlerdir- y.a.), tüm dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar.”
Dünyanın, az sayıda büyük tekelci birlik, ya da tröst tarafından paylaşılmasından hareketle, bunun giderek “ultra-emperyalist” bir birlik haline geleceği ve emperyalistler arasındaki çelişkilerin son bulacağı yönündeki düşünce, tekelci rekabet olgusunu ve özel mülkiyet çatışmasını göz ardı etmektedir. Lenin, bu tür bir “vargıya”, soyut ve teorik olarak ulaşmanın mümkün olduğunu belirterek şöyle diyordu: “… Bu sermaye kodamanlarının yekpare bir dünya tröstü halinde, rekabetin ve devletsel olarak ayrılmış mali sermayelerin mücadelesinin yerine uluslararası birleşmiş bir mali sermayeyi geçirerek bir dünya tröstü halinde uluslararası birleşmesi hâlihazırda artık uzak değildir. Bu vargı, tıpkı geçen yüzyılın doksanlı yıllarındaki ‘Struvist’ ve ‘Ekonomistlerimizin, kapitalizmin ilerici karakterinden, bunun kaçınılmazlığından, Rusya’daki nihai zaferinden kâh savunucu sonuçlar (sermayeye tapma, onunla uzlaşma, sermayeyle mücadele etmek yerine onu yüceleştiren), kâh apolitik sonuçlar (yani ‘Ekonomistlerin özgül hatası olarak politikanın yadsınması ya da politikanın öneminin, genel siyasi sarsıntılar ihtimalinin yadsınması vs.), kâh grev hareketinin ilahlaştırılması olarak doğrudan ‘grevci’ (‘genel grev’) sonuçlar çıkarırkenki benzer vargısı gibi soyut, basitleştirilmiş ve yanlıştır…” (aktaran C.Hill. agb sf. 25)
Karl Kautsky, 1916’da “Emperyalizmin şimdiki aşaması kapitalizmin en son görüngü biçimi olmayabilir” diyordu. Kautsky, kapitalizmin “yeni bir çağı”ndan söz ederek, çürüyen ve çelişkilerinin had safhaya vardığı emperyalizmin, “kapitalizmin en son ve yüksek aşaması”, sonrasında sosyalizmin başlamasının kaçınılmaz olduğu aşamasını reddediyordu. Kautsky, emperyalizmin yeni bir “ultra-emperyalist” aşamasının düşünülebilir olduğunu söylerken Lenin, bunu şöyle değerlendiriyordu.
“Ama kapitalizmin emperyalizmden sonra yeni bir aşamasının, ultra-emperyalizm aşamasının soyut olarak ‘düşünülebilirliği’ yadsınabilir mi? Hayır. Soyut olarak böyle bir aşama düşünülebilir. Ne var ki, pratikte, gelecekte acil olmayan görevler üzerine böyle hayaller kurma adına bugünün acil görevlerini bir yana iten bir oportünist olmak anlamına gelir. Teoride bu, gerçeklikte cereyan etmekte olan gelişmeye dayanmayıp, bu hayal uğruna ona peşinen sırt çevirmek demektir. Gelişmenin istisnasız tüm işletmeleri, tüm devletleri kapsayan bir dünya tröstü yönünde olduğuna kuşku yoktur. Ama gelişme oraya doğru öylesi koşullarda, öylesi bir tempoyla, öylesi çelişkilerle çatışmalarla ve sarsıntılarla -bunlar asla yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, ulusal niteliktedir vb.- olmaktadır ki, mesele ulusal mali sermayelerin bir tek dünya tröstü, ‘ultra-emperyalist’ bir dünya birliğine varmadan önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak çökmek, kapitalizm karşıtına dönüşmek zorundadır.” (Buharin’in ‘Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm broşürüne önsöz’den ak. agb sf. 28)
Lenin, ‘ultra-emperyalizm’ saçmalığını eleştirirken, şöyle yazıyordu: ” Çünkü kapitalist ilişkiler altında çıkar ve nüfus alanlarının, sömürgelerin vb. dağıtımının temeli olarak, buna katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Ama buna katılanların güçler dengesi eşitsiz bir biçimde değişir; çünkü kapitalizmde tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi kollarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz… On yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki güç dengesinin değişmeden kalacağı varsayımı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
‘Inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist ittifaklar bu nedenle, bu ittifaklar hangi nedenle olursa olsun, ister bir emperyalist koalisyona karşı başka bir emperyalist koalisyon biçiminde, isterse bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun kaçınılmaz olarak savaşlar arasında yalnızca bir ‘nefes molası’dır. Barışçıl ittifaklar savaşları hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırırlar, bir ve aynı zemin üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve karşılıklı ilişkileri zemini üzerinde, barışçıl ve barışçıl olmayan mücadele biçimlerinin değişmesini getirirler.” (Emperyalizm broşürü)

TEK (YA DA BİRDEN FAZLA) ÜLKEDE SOSYALİZMİN ZAFERİ OLANAĞININ REDDİ
Devrim ile ilgili tartışmanın can alıcı sorusu şudur: Devrimin saatinin gelip çattığı, burjuvazi ile proletarya ve sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişkinin iç ve dış etkenlerle de birleşerek keskinleştiği, emperyalist zincirin, çelişkinin bu en keskin ve bu nedenle de en zayıf halkasında yarılmasının somut bir sorun olarak proletaryaya gelip dayandığı noktada, devrim partisi olma iddiasındaki bir parti, iktidarın alınması için bütün ezilenlerin gücünü proletaryanın öncülüğünde burjuvaziye karşı ayağa kaldırmalı mıdır?
Yeniden yazarlarının bu soruya olumsuz cevap verdikleri görülüyor. Onlar kendilerinden önce kapitalizmin (ve üretici güçlerin) gelişme düzeyine bağlanarak izah edilmeye çalışılan geri ülkelerde sosyalizmin kurulamayacağı tezini ve buradan çıkarılan Rusya gibi nispeten geri bir ülkede devrimin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu sonucunu şimdi daha da ileri götürüyor ve “Tek bir ülkede sosyalizm kurulamaz” biçimindeki Troçkist tezi yeniden piyasaya çıkarmaya çalışıyorlar. Ali Öztürk, yazısını tümüyle bu “retçi” liberal görüşün savunulmasına ayırmış.
“… Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçirmeyi başardılar ama sosyalizmi inşa etme konusunda aynı başarıyı gösteremediler. Yani sosyalizm siyasal iktidarı ele geçirip, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında geri bir ülkede gerçekleşebilir ama yine de sosyalizm insanın ve toplumun dönüştürülmesi, toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi anlamında geri kapitalist ülkede veya gelişmiş kapitalist tek bir ülkede gerçekleşemez.” (s.89) (abç)
“Toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi…”yle Yeniden yazarı neyi anlatmaya çalışıyor? Yeniden sayfalarında sergilenen anti-Marksist anlayış, ‘özgürlükçü’ denen sosyalizmin, proletaryanın devrimci iktidarı altında ve kitlesel katılımıyla gerçekleştirilen sosyalizm olmadığına işaret etmektedir. Gerçekte yazar bu sözleriyle burjuva demokratizmine benzer bir yapıya özlemini dile getirmektedir. Sosyalizmin burjuvaziye, eski cennetini geri getirmek üzere serbestçe faaliyet gösterme olanağı tanımaması, Yeniden yazarlarını endişelendiriyor. Onlar, burjuva kesimleri de kapsayan bir “katılımcı”lığı, “otoriter sosyalizme” tercih etmektedirler.
Yeniden yazarının sosyalist inşadan ne anladığı gerçekte belirsizdir. İktidarı alan proletaryanın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesinin ve onları toplumsallaştırmasının sosyalizm olup olmadığını yazar bilmemektedir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi ve üretim araçlarının proletarya devletinin denetimi altında tüm toplumun malına dönüştürülerek kolektifleştirilmesinin başlı başına sosyalist bir uygulama olduğu; üstyapıyla sınırlı kalmayan ve tüm toplumsal yaşamı kapsayan bir uygulama olduğu; ekonomiyle siyaset arasında doğru bir ilişki kurma yeteneği ve bilinci gösteren herkes için açıktır. “İnsanın ve toplumun dönüştürülmesi” tam da bu uygulama başlar başlamaz, başlatılmış demektir. Ama bunun hemen sonuca ulaşması da olanaksız değildir. İnsanın ve toplumun tümüyle dönüşümü, yalnızca üretimdeki büyük özel mülkiyetin son bulması ve karşıt sınıfların kaldırılmasıyla gerçekleşmez, aksine bunun için kapitalizmden gelen bütün kalıntıların, yaşamda ve düşüncedeki burjuva etkilerin ve kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkın ortadan kalkması gerekir. Bu ise oldukça uzun bir süreci gereksinen kapsamlı bir hedeftir.
Yazarın da aralarında yer aldığı Marksizm’in muhalifleri, tek ülkede devrimin zaferinin “olanaksızlığı” fikrine, Marx’ta dayanak bulduklarını sanırlar. Bu tümüyle bir küçük burjuva riyakârlığıdır. Yeniden Devrim yazarı Ali Öztürk’ün diğerlerinden farkı, bu “olanaksızlığın” yalnızca Rusya gibi nispeten geri bir ülke için değil, ama tek tek hemen bütün kapitalist ülkeler için geçerli olduğunu ileri sürmüş olmasıdır. Geriye bir tek yol kalıyor. “Dünya devrimi!”
O gün gelene kadar, iktidarın alınması görevi şu ya da bu ülkede proletaryaya gelip dayansa bile, onun burjuvaziden koparılıp alınması ve burjuva egemenliğine son verilmesinin bir kıymeti-harbiyesi olmayacaktır. Yazarın düşüncesinin ve iddialarına yol gösteren mantığının vardığı yer burasıdır.
Lenin 1915 yılında bir makalesinde, “Ekonomik ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk başta birkaç kapitalist ülkede, ya da hata tek başına alınmış bir ülkede mümkündür.” diyordu.
“Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır.” (C.15. s.287 aktaran agb sf78)
A. Öztürk, (ve kuşkusuz düşünce birliği içinde olduğu Yenidenci Dev-Yol çevresi) Lenin’in, tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olacağına “inanmadığını Lenin’i tahrif ederek ileri sürerken, tarihi de bir kez daha tersten okuyor. Yeniden Devrim yazarları, Lenin’in “kendilerini çok akıllı sayan” dediği türden kişilerdir. Rus proletaryasının büyük Ekim Devrimi’ne öncülük eden Bolşevik Partisi’nin lideri olarak Lenin’in, devrimden sonra da bütün çabasını yeni toplumun -sosyalist toplum- örgütlenmesine ayırdığını, bırakalım Marksistleri, sosyalizmin azılı düşmanı kapitalist politikacılar ve olayları bir burjuva tarihçinin objektif gözlemiyle aktaran burjuva tarihçileri de söylemişlerdir. Bu yargı, yazarın kaynak olarak gösterdiği Troçkist yazarların eserlerinde de vardır. İngiliz siyaset tarihçisi Chistopher Hill, “Lenin ve Rus Devrimi” adlı çalışmasında, Yeniden yazarlarını yalanlayan bir dizi canlı olayı sergileyerek, Lenin’in Sovyet ülkesinde sosyalizmi inşa çalışmalarına önderlik ettiğini anlatmaktadır. O, (burada zorunlu olarak sık sık aktaracağımız tanıklıkların yanı sıra), Lenin’den, Rusya’da ne yapıldığına ilişkin bir soru sorulsaydı, nasıl bir cevap vereceklerini anlatan şu sözleri aktarır, kitabının 162. sayfasında. “Sosyalizmin temelinin büyük ölçekli üretim olduğunu, eski kapitalist ekonomik sistemi yeniden kalıba döktüğümüzü… söylerdik. Bir bütün olarak devletin gereksinmelerini karşılamak üzere, ülkenin her tarafında, örgütlü ücretsiz emek biçiminde bir gelenek, tüm eski kapitalist kuralları çiğneyen tamamıyla yeni bir gelenek, kapitalizm üzerinde zafer kazanan sosyalist topluma yaraşır bir gelenek yaratıldı.” Küçük üretimin yaygın ve küçük üreticilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede, gelişmiş kapitalist ülkelerde belki de -ya da büyük oranda- gerekmeyen bir dizi özel geçiş önleminin alınması sonucu sosyalist devrimi tamamlamanın “mümkün” olduğunu söyleyen Lenin’dir. Bu amaç doğrultusunda 1917 Ekimi’nden sonra önce “savaş komünizmi”, ardından, ekonomiyi canlandırmak ve işçi kitlelerinin açlıktan kırılmalarını önlemek üzere küçük üreticilerin ve orta köylülüğün serbest ticaretinin yanı sıra, devlet kapitalizmini geliştirmeyi ve dış sermayeye yatırım kolaylıkları sağlama vb. ‘nefes alma’ya yönelik geri adımların atılmasını isteyen ve bunun gerçekleşmesi için partide ve Sovyetlerin yönetimleri içinde ciddi mücadeleler yürüten Lenin’dir. O, komünizm için “Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonu” gerekir derken de ne söylediğinin bilincindeydi. Yeni Ekonomi Politika (NEP) Sovyet iktidarı altında ekonominin, sosyalizmin inşası için uygun hale getirilmesini hedefleyen bir geri adımdı, ancak bilinçlice atılan bu adım sosyalizmin maddi temelinin güçlendirilmesine hizmet etti. Parça başı ücret ve Taylor sistemi diye bilinen kapitalist üretim yöntemleri bilinçli ve kontrollü uygulamaya sokuldu. Burjuva teknik adamlardan yararlanmanın kaçınılmazlığına dikkat çekildi ve onların sabotaj vb. eylemlerinin proleterlerin kuşatmasına alınarak engellenmesi kaydıyla daha fazla çalıştırılmaları ve bunun karşılığında işçilerin aldıklarıyla kıyaslandığında oldukça fazla olan özel ücret ödemeleriyle mükâfatlandırılmaları kabul edildi.
İç savaşın ve Alman, İngiliz, Fransız, Japon ve Amerikan emperyalistlerinin fiili müdahaleleriyle desteklenen çarcı generallerin isyanları, bugün, Sovyet devrimi üzerinde çok kolay söz söyleyenlerin çoğunun aklının alamayacağı büyük bir tahribat yaratmıştı ve ek olarak yaşanan kıtlıktan dolayı açlık kol geziyordu. Nitekim bu gelişmelerin etkisi sonucu, daha önce Bolşeviklerin büyük destek gördükleri Kronştad’da 1921 Martı’nda “genç köylülerden oluşan garnizon askerleri arasında” bir ayaklanma baş göstermişti (Yeniden yazarları Kronştad’ın hesabını da devrimcilerden ve Lenin’in izleyenlerinden sormaktadırlar).
1921’de, daha önce -çarlık döneminde- sahip olunan toprakların % 40’ında askeri denetim kaybedilmiş, toprakların yitirilmesiyle elde edilen gelir düzeyi gerilemişti. Ağır sanayi savaş öncesinin % 13’ü ve hafif sanayinin % 44’ü kadar bir verimlilik içindeydi. Ulaşım harap olmuş, açlık ve savaş nedeniyle milyonlarca insan kaybedilmişti. Dahası bu aynı dönemde dış saldırganlara ve ayaklanmacı beyaz ordulara karşı savaşan halkın içinde yer alan 280 bin parti üyesi zorunlu olarak üretim dışı kalmıştı. Bütün bunların yarattığı baskı, sosyalist ekonominin inşası çalışmalarını baltalamaktaydı.
Bir proleter devrimin, yalnızca siyasal iktidarın alınmasıyla sonuçlanmayacağı, aksine, bunun bir başlangıç ve daha da sertleşen sınıf mücadelesinin yeni keskin biçimlerinin yaşanacağı bir sürecin ilk basamağı olduğu bilinmektedir. Lenin bu konuda şöyle yazıyordu: “Sosyalist devrimi başlatmak zorunda olan ülke, ne kadar geri kalmış ise, eski kapitalist ilişkileri aşmak o kadar güçtür. İç düşman karşısında zafer kazanma görevi kolay bir görevdi. Politik iktidarı inşa etme görevi de kolaydı, çünkü halk yığınları bize yapının iskeletini, bu yeni iktidarın (Sovyetler) temelini verdi… ancak şimdi karşı karşıya olduğumuz görevler çok daha zordur… Sadece sanayinin önemsiz bir üst katmanını gerçek anlamda etkileyebilmiş, tarıma hiç ulaşamamış gelişkin kapitalist biçimleri dışarıda tutarsak, Sovyet iktidarı -proletarya iktidarı- hiçbir hazır ilişkiyi miras almamıştır. Büyük ölçekli girişimlerde hesaplama ve denetimi örgütlemek; ülkenin ekonomik mekanizmasının bütününü, büyük tek bir örgüt içinde, yüz milyonlarca insana tek bir planın rehberlik etmesiyle işleyecek bir ekonomik örgütleme içinde dönüştürmek, omuzlarımıza yüklenmiş büyük örgütleme görevi budur.” (Aktaran C. Hill s. 143)
Devamında Lenin, Rusya’da devrimin başarısını belirleyenin işçilerin nüfus içindeki çoğunluğu değil ama yoksul köylü kitlelerinden aldıkları destek olduğunu belirtmektedir. Lenin, “Biz” diyordu, “politik yapımız bakımından, işçilerin politik iktidarının gücü bakımından İngiltere ya da Almanya’nın önündeyiz; bununla birlikte, etkili bir devlet kapitalizminin örgütlenmesi konusunda, kültürel düzeyimiz ve sosyalizmin kurulması için materyal ve üretken hazırlıklarımız konusunda Batı Avrupa ülkelerinin çok gerisindeyiz.” (age sf. 143)
Ekonomide girişilen seferberliğin, sosyalist cumartesilerin, NEP’in vb. diğer uygulamaların hedefi sosyalizmin ekonomik altyapısını güçlendirmekti. Lenin, “ne pahasına olursa olsun ilk olarak ekonomiyi geliştirmeliyiz” diyordu. Çünkü sosyalist ekonominin inşası büyük oranda ülkenin elektrifikasyonu, ağır sanayinin planlı gelişmesi ve tarımın kolektifleştirilmesine bağlıydı. İlk aşamada kapitalizmin belli bir anlamda yeniden geliştirilmesi bu hedefe ulaşmanın yolunu açmak içindi ve sosyalizmin bu “geri ülkede” inşası için, Lenin, devlet iktidarının ve üretim araçlarının proletaryanın elinde olduğu yeni dönemde, halkı (üretici köylülüğü) kooperatif işletmeler içinde örgütlenmesinin büyük önemine işaret ediyordu.
Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği yıllar, özelikle Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ve çelişkiler, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde de devrim için proletarya ve halkların mücadelesinin geliştiği yıllardı. Avrupa’da proletarya partileri, yığınlar içinde açık çalışmanın olanaklarından yararlanmaları sonucu önemli bir güce de sahip bulunuyorlardı. Ancak savaş, bu partilerin saflarında oportünist akımın güçlü etkisini açığa çıkardı ve Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı sosyal yurtseverler, “anavatan savunusu” adı altında emperyalist burjuvazilerine yardıma koşarak proletaryaya ihanet etmekten kaçınmadılar. Söylediklerine bakılırsa, bu, koşullardaki değişmeye uygun gerçekçi bir davranış ve politikaydı! Sosyal-Şovenizm bu partilerin saflarında önemli bir tahribata yol açtı. İkircikli tutum içindeki bu ülkelerin partileri, kapitalizme karşı yeterince kararlı bir mücadele sürdüremediler ve Ekim Devrimi’nin deneyleriyle, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa pratiğinden devrimci tarzda öğrenmek için yeterli bir çaba göstermediler. Avrupa partilerinin bu tutumu, Almanya, İtalya, Macaristan, Avusturya başta olmak üzere, proletaryanın devrimci iktidar için ayaklandığı ve birçok bölgede burjuva militarist aygıtı işlevsiz kıldığı koşullarda güç ilişkilerinin proletarya ve emekçiler aleyhine dönmesini ve devrimin başarısızlığa uğramasını etkileyen nedenlerden biri oldu. Burjuvazi iktidarını yeniden sağlamlaştırdı ve sermayenin yeni saldırı dalgası başladı. Bu başarısızlık ve yeni saldırı dalgası yeni bir eğilim doğurdu. Avrupa devriminin yenilgisi, Rusya’da ve Avrupa’nın merkez ülkelerinde; tek ülkede devrimin ve Sovyet Devrimi’nin başarısı ve sosyalizmin inşası olanağının yadsınması yönündeki inançsız görüşlerin yeniden güç bulmasına yol açtı. Marksist devrim teorisine kuşkuyla bakanlar yeniden kolları sıvadılar. Oportünist teorisyenler, kapitalizmin çelişkilerinin onu yıkıma mahkûm ettiğine ve proletaryanın devrimci girişkenlikle iktidarı almasının mümkün ve kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken; kapitalist toplumun yol açtığı sınıf çatışmasının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceği ve proletaryanın, sınıf diktatörlüğünü; toplumu, sömürü ilişkilerinden, sınıflardan ve sınıf ayrıcalıklarından arındırıp kurtarmanın devrimci aracı olarak kullanarak, sınıfsız sömürüşüz topluma ulaşacağı biçimindeki Marksist-Leninist tezi reddettiler. “Öngörülerin” gerçekleşmediği ve kapitalizmin kendini yeniden üretme olanaklarını yarattığı burjuva düşüncesi giderek güç kazandı.
Avrupa devriminin başarısızlığı ve ardından Sovyetler Birliği’nde; emperyalist burjuvaziyle bürokrat ihanet çetesinin sosyalizme karşı giriştiği saldırganlığın başarıyla sonuçlanması, kökleri Troçkizme ve yüzyılın başına uzanan “tek ülkede devrim ve sosyalizmin olanaksızlığı” oportünist teorisinin sonraki yıllarda yeniden ve yenilgiden alınan güçle savunulmasına yol açtı. Avrupa Komünist Partileri’nin saflarında ortaya çıkan bu eğilim, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonraki süreçte burjuva işbirlikçi politikaların belirginleşmesiyle sonuçlandı. “Euro-komünizm” olarak reklam edilen işbirlikçi burjuva reformist ve revizyonist akım, başlıca Avrupa ülkelerinde, tarihsel bağlantılarından da güç alarak tüm komünist partilere egemen oldu. Fransa’da Marchais, İtalya’da Togliatti ve Berlinguer, İspanya’da Carillo’nun başını çektiği “Euro-komünistler, içine girilen yeni dönemin, proletaryanın devrimci ayaklanmalarını ve devrimci sınıf iktidarı için mücadelesini gereksiz hale getirdiğini yazıp, propaganda etmeye başladılar. Onlara göre, kapitalist sistem içinde, burjuva devlet kurumlarını ideolojik propaganda yoluyla etkileyerek dönüştürme ve reformlar yoluyla kapitalizmi sosyalizme dönüştürme artık mümkündü. Kapitalist-emperyalist gelişme düzeyi toplumun, bir avuç tekelci dışındaki tüm kesimlerinin proletarya ile birlikte davranmasını olanaklı kılmaktaydı. “Euro-komünistler”, kapitalist çürümenin işçi hareketi içindeki tortusu ve onların teorisi de emperyalist burjuvaziye teslimiyetin teorisi olmasına karşın; bu ihanet çizgisi, Avrupa koşullarına ve yeni döneme en uygun “en gelişkin ve en gerçekçi” Marksizm olarak sunuldu. Yeniden Devrim yazarları bu anti-Marksist geleneği izleyerek görüşlerine da: yanak oluşturmaya çalışırlarken, Lenin ve Marx’ın görüşlerini çarpıtmaktan da kaçınmıyorlar. Ekim Devrimi ve ‘tek ülkede sosyalizm’ üzerine yazdıkları bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Yeniden yazarı Ali Öztürk, Lenin’in görüşlerini liberal anlayışları doğrultusunda kullanmaya çalışırken şunları yazıyor:
“Lenin, ‘sosyalizm’den söz ederken iki farklı anlam yükler. Birincisi siyasal iktidarın burjuvaziden alınması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması (dar anlamda böyle bir üst yapının ”sosyalist’ olarak nitelendirilebilmesi mümkündür). İkincisi ise sosyalizmin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal olarak yaşama geçirildiği ve sosyalist insan tipinin yaratıldığı, yani sosyalizmin toplumsal hayatın bütün ilişkilerini belirleyen olduğu bir dönemdir sözü edilen. Bu anlamda da Lenin, Rusya’da proletarya diktatörlüğünden ve sosyalizmden siyasal iktidardaki ve ekonomideki değişiklik anlamında söz ederken haklıdır…” (s.88)
“Lenin, sosyalizmin (iktidarın ele geçirilmesi anlamında değil!) (ünlemli parantez yazara aittir- y.a), tek ülkede gerçekleşebileceğine inanmamaktadır. Bu nedenle sosyalizmin Rusya’da kurulabilmesi için Avrupa ‘da gerçekleşecek devrimlerin ne kadar önemli olduğunu her dönemde dile getirmiştir.” (s.88)
Yazar trajikomik bir görüntü sunuyor. Ona göre Lenin, iktidarın alınması, proletarya diktatörlüğünün kurulması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi anlamında sosyalizmin kurulmasından söz ederken “haklıdır” ama gene de o, hiçbir biçimde tek ülkede sosyalizmin kurulabileceğine “inanmamaktadır.”! Yazar Lenin ve Sovyet proletaryasını “iktidar oyunu oynayan tiyatrocular” konumuna düşürüyor. İktidarı alacaksın fakat sosyalizmi kurmayacaksın! Çünkü tek ülkede sosyalizm zaten kurulamaz! Bu ünlü Troçkist tez, Troçkistleri bile utandıracak biçimde sulandırılmış olarak karşımıza çıkarılıyor.
Sovyet Partisi ve Lenin’in çabası, devrimin bir dünya devrimine doğru yol almasına hizmet ediyordu. Avrupa partilerini desteklemek, onların maddi ve moral güç bulmalarına yardımcı olmak ve proletarya ve emekçilere, kendisiyle birlikte mücadele edebilecekleri devrimci bir örgütün bulunduğunu göstermek için “acele edildi.”
Gerek Lenin’in düşüncelerinin daha iyi anlaşılması, gerekse de Yeniden yazarının suçlamalarının temelsizliğinin görülebilmesi için, yazarın da kullandığı alıntıları kullanmakta yarar var. Evet, Lenin, gelişen devrimci olaylardan hareketle ve büyük devrimci iyimserlikle “Bütün dünyada proletarya devriminin zaferi kesindir. Dünya Sovyetleri Cumhuriyeti’nin kurulma saati yakındır.” (Ekim Devrimi Üzerine s.92) diyebiliyordu. Avrupa emperyalizminin proletaryanın eylemiyle yıkılacağını ve devrimin bir dünya devrimine doğru genişleyerek gelişeceğini düşünüyordu Lenin. “Bugün değilse yarın; tüm Avrupa emperyalizminin çökmesi her an beklenebilir” derken, tümüyle o günün somut verilerine dayanıyordu.
Lenin gelişmelerin yönüne işaret ediyordu kuşkusuz. Dünya devriminin uzun olmayacak bir zaman içinde gerçekleşebileceğini; bunun için koşulların uygun olduğunu ve ancak, Avrupa ülkelerinde proletarya ve emekçilerin devrimci eylemini bir devrimci ayaklanma biçiminde örgütleme başarısı gösterecek partilerin bulunmaması nedeniyle, bu beklentisinin gerçekleşmeyebileceği ve bu nedenle dünya devriminin “tehlikeye girebileceği”ni de belirtmekten geri durmuyordu.
Yazar diyor ki; “Bütün bu alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Lenin, devrimlerin Avrupa ülkelerinde kaçınılmaz bir şekilde yayılacağına inanmaktadır. Çünkü o, sosyalist devrimin tek bir ülkede yaşayamayacağının farkındadır.” (s.88)
Birinci cümle doğruyu, ikincisi ise Lenin’e yapılmış bir iftirayı dile getirmektedir. Evet, Lenin devrimin Avrupa ülkelerinde yayılacağını düşünmektedir ve nitekim onun bu beklentisi, kesin sonuç alınmamasına ve devrimci ayaklanmalar zaferle sonuçlanmamalarına karşın gerçekleşti. Başta Almanya olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde devrimci ayaklanmalar baş gösterdi ve yenilgiye uğradı.
İkinci cümlede ifade edilen yargının Lenin’le bir ilişkisi yok. Lenin konuşma ve yazılarının hiçbir yerinde sosyalist devrimin bir tek ülkede -burada SSCB- “yaşayamayacağını ileri sürmedi. Aksi iddialar, Lenin’i bir “kaderci” düzeyine düşürür. Eğer “nasılsa yenilecek ve tarih sahnesinden silineceğiz” diye bir düşünceye sahip olsalardı Bolşeviklerin ve Sovyet proletaryasıyla emekçi köylülüğünün devrim yaparak burjuva iktidarına son vermesinin bir anlamı olmazdı. Aradan geçen onca süre sonunda, sosyalizmi inşa sürecinin bir döneminde, burjuvazi yeniden zafer kazandı diye, Lenin’in “tek ülkede zafer kazanılacağına inanmadığı”nı söylemek, aslında koşullardan kopuk spekülasyon yapmaktan başka bir şeyi ifade etmez.
Bugünden geçmişe dönerek devrim ve sosyalizm sorunlarını yeniden tartışmaya açanlar -bunu yapmalarının önünde elbette bir engel yoktur-, Marx’ın ve Lenin’in o günün koşullarının tahlili temelinde söylenmiş sözlerini işine geldiği gibi yorumlayıp çarpıtarak, sözde Marx ve Lenin’in nasıl da yanıldıklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Tarihin akışını, sınıf mücadelesinin ve toplumsal yaşamın sürekli değişikliklerle zenginleştiğini bir an olsun anımsamak istemeyen bu çevreler, bir devrim beklentisinin, beklentiye uygun olarak devrime dönüşmemiş olmasını da büyük bir “yanlış” olarak “tespit etmektedirler.”
Lenin, Rus Devrimi’nin geleceğini, her şeyiyle Batı Avrupa’daki ve özellikle de Almanya’daki devrime bağlamaya yeltenen Troçki ve diğer Rus Troçkistlerine karşı mücadele ederken, Sovyet Cumhuriyeti’ni korumanın parti ve proletaryanın birinci görevi olduğunu söylüyordu. Lenin, sosyalist dış politikanın “dünya devrimi” hakkındaki spekülasyonlara bağlanamayacağını belirtmekteydi.
“Bunu hoşuma gittiği için değil, başka yolumuz olmadığı için; tarih devrimi her yerde aynı anda olgunlaştıracak kadar hoş olmadığı için öneriyorum.” diyerek, devrimci ayaklanma kararına katılma çağrısı yapıyordu. Yani Lenin, tek ülkede sosyalizmin kazanacağına inanıyordu.
Sovyet halkları ve proletaryasının onca fedakârlığı da hep devrimin ve sosyalizmin zaferi için idi. Aynı amaçla, İngiliz-Alman ve Japon saldırılarının bir anda Rusya’ya karşı birleşmesini engellemek için, üstelik büyük tavizler verilerek Almanlarla Brest-Litovsk barışı imzalandı ve bir nefes molası kazanıldı. Brest-Litovsk ile Sovyet Cumhuriyeti, kömür ve demir madenlerinin dörtte üçünü, toprakların dörtte birini, nüfusun üçte birini kaybetti. Devrime İngiliz, Fransız, Alman, Japon ve Amerikan orduları müdahale ettiler, askeri müdahale uluslararası sermayenin ileri kıtalarının devrimin boğulması ve Orta Avrupa’da yayılmasının engellenmesi hedefini güdüyordu. Sovyet Devrimi’ni o gün için boğmayı başaramadılar ama Avrupa’da yeni devrimci ayaklanmaların başarıyla gelişmesini engellemeyi başardılar. 1919’da Macaristan’da Sovyetler iktidarı varlığını koruma mücadelesindeydi. Bela Kun hükümetinin yıkılması gerçekte Sovyet Devrimi’nin büyük bir yara alması ve önemli bir müttefikini kaybetmesiydi.
Sovyet Devrimi umuttu, güç kaynağıydı, kapitalizme karşı proletaryanın zaferinin mümkün olabilirliğinin kanıtıydı.
Sosyalizmin inşasının Rusya gibi geri ülkelerde, ekonomik altyapının ve bununla birlikte devrimi inşa edecek maddi güçlerin zayıflığı nedeniyle daha da zor olduğu ya da olacağı bir gerçektir. Ancak bundan devrimin ve sosyalizmin zaferinin bir tek ülkede ya da geri ülkelerde mümkün olmadığı sonucu çıkarılamaz. Hele hele, nedenleri ayrıca tartışılması gereken daha sonraki yenilgi gerekçe gösterilerek böyle saçma bir teze kanıt aranması daha da saçmadır. Bu konuda örneğin bir burjuva demokratı olan İngiliz tarih araştırmacısı C. Hill’in şu sözleri, sözde devrimci bir yığın gevezenin laf cambazlığından çok daha objektif bir değer taşımaktadır. “Sovyet yönetiminin başarılarını ya da başarısızlıklarını, ideal sosyalist devlet gibi soyut mutlak ölçütlerle değil; her yönüyle olağanüstü güç koşullarda, çaresiz bir biçimde yetersiz kaynak, malzeme ve insan gücü ile ve uygar dünyanın hemen bütün hükümetlerinin açıkça söylenmiş düşmanlığı karşısında, umulmadık bir biçimde getirmiş bir deneyimin parçası olarak değerlendirmeliyiz.” (age sf.134)
Batı Avrupa ülkelerinde beklenen devrim olmadı. Bolşevikler ya direnecek ve yeni devrimler gerçekleşene kadar sosyalist inşayı daha ileri düzeyde gerçekleştirerek sosyalist bir örnek ve destek üssü oluşturacak, ya da burjuvaziye iktidarı yeniden kendi elleriyle teslim edeceklerdi. İhanet demek olan ikinci yolu reddederek ve Sovyet proletaryası ve yoksul köylülerini bütün güçlükleri göğüslemeye çağırarak sosyalizm yolunda yürüdüler. Başka bir yol yoktu. Lenin, Rus Devrimi’nin, Rus proletaryasının “diğerlerinden daha ileri oluşu yüzünden” değil; tarihsel gelişmelerin sonucu ve zorlayıcı toplumsal-tarihsel etkenlerle gerçekleştiğini ve Rusya proletaryasının oturup beklemek yerine, dünya proletaryasının öncü kolu olmayı seçtiğini bütün açıklığıyla ve hemen her fırsatta dile getirmekteydi.
Tek ülkede devrimin ve sosyalizmin zaferine olan inançsızlığını Lenin gibi bir Marksist diyalektikçi ve siyasal dehaya yıkmaya çalışan Yeniden yazarı, Lenin’den aktardığı alıntıların ayrımında da değil. Onun aktardığı alıntının bir bölümünü biz de aktararak, açık çelişkisini görmesine yardımcı olalım. Lenin şöyle devam ediyor: “Rusya ‘da durumun farklı olduğunu, yani endüstri işçilerinin azınlıkta ve küçük tarım üreticilerinin çoğunlukta olduğunu bir dizi yazıda, açıklamalarımızda ve basında belirttik. Böyle bir ülkede sosyalizmin zafere ulaşması için iki şartın önceden oluşmuş olması gerekir: Birincisi bunun (böyle bir devrimin -ç.n) bir veya birden fazla kapitalist ülkede gerçekleşen devrimler tarafından desteklenmiş olması gerekir. Önceki durumla karşılaştırılınca bildiğiniz gibi, bu alanda çok şey yaptık, ama yaptıklarımız böyle bir şartın oluşması için yeterli olmaktan çok uzaktır.
İkinci şart ise kendi diktatörlüğünü kuran veya devlet aygıtını elinde bulunduran proletaryanın köylü çoğunluğu ile anlaşmaya varmış olmasıdır… Sadece köylülerle yapılacak böyle bir anlaşmanın sosyalist devrimi (eğer başka ülkelerde devrim olmazsa) kurtaracağını biliyoruz.” (Seçme Eserler s.484)
Yazar daha önce, ısrarla Lenin’in tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını, ya da yazarın kelimesini kullanırsak, “sosyalizmin zaferinin” mümkün olamayacağını düşündüğü iddiasını ileri sürüyor ve kanıtlamak için ıkınıp duruyordu.
Lenin ve Bolşevikler, bir yandan Rusya’nın geriliğinin oluşturduğu engelleri, uyguladıkları NEP politikasıyla etkisizleştirmeye çalışırken, diğer yandan bu politikanın kapitalizmi canlandırma politikası olduğunun bilinciyle, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin iktidarını güçlendiren ve üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetini gerçekleştiren uygulamaları pes peşe yürürlüğe sokuyorlardı.
Başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Bolşevik Partisi savaş komünizmi uygulaması sırasında “ileri gidildiği”ni, “fazla sert davranıldığı”nı biliyor ve söylüyorlardı. Ama başka çare de yoktu. İlk nefes alma molasında ekonominin on milyonlarca köylünün yükünü hafifleterek yeniden inşasını gerçekleştirmek gerekiyordu. Hem ağır ve hafif sanayi geliştirilerek elektrifikasyon ve tarımda kolektif çiftliklerin oluşturulması teşvik edilecek ve tarımsal ekonomiye tohumluk, makina ve traktör desteği sağlanacaktı, hem de halkın -devrim öncesi % 90’ı okuma/yazma bilmeyen- uygarlaştırılması için çaba gösterilerek, emekçilerin bilinçli katılımı sağlanacaktı. Bu öyle sanıldığı kadar kolay gerçekleşen ve kararnameler yayınlamakla sağlanacak bir gelişme değildi. Genel bir okuma/yazma seferberliği ve halkın uygarlaştırılması, kültürel gelişme ve bununla birlikte kooperatiflerde birleşmenin sağlanması yoluyla köylülerin devrimin sürdürülmesi politikasına kazanılması, sosyalizmin başarıyla inşa edilmesi için zorunluydu.
Lenin, ‘Marksizm’in Bir Karikatürü’nde, bir kez daha kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve devrimin öncelikle bir ya da birkaç ülkede başlaması olanağı üzerinde durdu. “Sosyal devrim, bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eylemi olamaz, şu basit nedenden ötürü ki, ülkelerin çoğunluğu ve dünya sakinlerinin çoğunluğu şu ana değin henüz kapitalist gelişme aşamasında bile değil ya da kapitalist gelişme aşamasının ancak başlangıcında henüz… Sosyalizm için yalnızca Batının ve Kuzey Amerika’nın gelişmiş ülkeleri olgunlaşmıştır ve… ” (S.E.Cilt 5 s.311)
Lenin’in sosyal devrimin ‘bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eyleminin ürünü’ olamayacağı yönündeki itirazının, bugün kat edilen gelişme nedeniyle geçersiz hale geldiği düşünülebilir mi? Elbette hayır! Kapitalizm bugün dünyanın hemen tüm ülkelerinde egemenliğini kurmuş ve sermaye ihracının büyük boyutlar kazanması sonucu, bu ülkeler emperyalist ekonomik zincirin birer halkası haline gelmişlerdir. Ancak bu gelişme yine de sosyal devrimin Avrupa kıtasında ya da gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda eşzamanlı ve işçilerin uluslararası bir tek ve birleşik eyleminin sonucu olarak gerçekleşmesini sağlamaktan uzaktır. Devrim, diğer ülkelerin işçilerinin kendi burjuva hükümetleri ve devletlerine karşı sürdürdükleri mücadelenin dolaylı etkisi ve manevi yardımıyla, ancak her ülke proletaryasının kendi eylemiyle gerçekleşecektir ya da esas olarak bu yolu izleyecektir. Diğer yandan devrim için batının büyük ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri daha olgun olmalarına; maddi önkoşulların bu ülkelerde fazlasıyla var olmasına karşın, devrimin bir başka ülkede; ekonomik olarak geri ve proletaryasının örgütlenme düzeyi nispeten düşük bir ülkede gerçekleşmesi, bir başka şeye işaret eder. Devrim, ancak proletarya, geniş halk kitlelerinin desteğini de sağlayacak bir örgütlenme sağlayabilmiş ve devrim için dövüşmeye karar vermişse mümkün olabilmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, üretimin büyük oranda merkezileşmesi ve yoğunlaşması, büyük proleter kitlelerinin sosyalizmi kurma girişimi için bir ön dayanak oluşturmaktadır. Bir toplumsal devrimin öncelikle ileri kapitalist ülkelerde başlaması öngörüsü bu nesnel temele dayanır. Ancak, bu ülkeler aynı zamanda dünya pazarlarından büyük kazanç sağlayan, gelişmemiş ülkeleri sömüren ve elde ettikleri artı-değerin bir kısmını işçi hareketini yozlaştırmak ve sisteme bağlamak üzere işçi aristokrasisini beslemeye ayırma olanağına sahip ülkelerdir. Bu durum onlara, işçi hareketini yatıştırma, “uykuya salma” olanağı sağlamaktadır. Devrim, bu bakımdan çelişkilerin en keskin, proletaryanın dövüşmeye en kararlı, parti olarak örgütlenmiş proletaryanın ezilen kitlelerin desteğini almayı en iyi başardığı ülke ya da ülkelerde gerçekleşmektedir. Sovyet
Devrimi’ni olanaklı kılan, uluslararası koşullarla birlikte bu iç koşullar ve proletaryanın hazırlık derecesidir. Lenin, devrim için yalnızca nesnel koşulların yetmediğini, nesnel koşullarla birlikte öznel koşulların da oluşması gerektiğini birçok yazısında dile getirdi ve çeşitli “sol” partileri eleştirerek, partilerin görevlerine dikkat çekti.
Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi, 1919 yılında, uluslararası durumu tahlil ederken, içinde bulunulan anın komünist partiler bakımından durumunu şöyle özetlemekteydi. “Kapitalist ülkelerin çok büyük çoğunluğunda proletaryanın kendi diktatörlüğünü gerçekleştirme hazırlığının henüz tamamlanmamış olması, evet çoğu kez hata, henüz sistematik bir biçimde başlamamış olması ile karakterizedir. Bundan hiç de proleter devrimin çok yakın bir gelecekte olanaksız olduğu sonucu çıkmaz. Bu tamamen olanaklıdır, çünkü tüm ekonomik ve siyasi durum, patlayıcı maddeler ve beklenmedik patlama nedenleri bakımından son derece zengindir. Proletaryanın hazırlığı dışında, devrimin bir başka ön koşulu, yani tüm egemen partilerde ve tüm burjuva partilerde genel bunalım durumu da mevcuttur. Ama bu söylenenlerden, komünist partilerin güncel görevinin devrimi çabuklaştırmak değil, proletaryanın hazırlığını güçlendirmek olduğu sonucu çıkar.” (agb sf.44)
Devrim için maddi önkoşullar olgun olmasına karşın, proletaryanın örgütlenme ve bilinç düzeyi, bir devrimi zafere ulaştırma görevinin altından kalkamayacak kadar geri ise, orada devrimin iradi zorlamayla başlatılması ya da bunun için “devrimi çabuklaştırıcı” eylemlere başvurmak, yenilgi nedeni olacaktır. Bunun yerine komünist partileri proletaryanın hazırlık düzeyini yükseltmek için, geniş işçi kitleleri ve emekçiler içinde bilinçlendirme ve örgütleme faaliyetini artırma yolunu tutmak zorundadırlar. Burnu Kaf Dağına ermiş yazar, Marksizm’in temel ilkelerinin, kapitalizmin tahliline ilişkin önermelerinin, “sermayenin kendini yeniden üretim süreçleri” sonucu değiştiğini düşünmekte ve bunun sonucu olarak; Marx-Engels ve Lenin’in devrimci beklenti ve öngörülerinin geçersizleştiğini ve proletarya partisinin öncülüğünü yaptığı sosyalizm pratiği ve uygulamasının tek parti yönetimi, merkezi planlama vb. “bürokratik” uygulamalar nedeniyle iflas ettiğini düşünmektedirler. Dayanak olarak da “her şeyin değişime tabi olduğu” kuralını öne sürmektedirler. (Her şey değişir, ama nasıl ve hangi anlamda?)
Yeniden yazarı, Lenin’in ölümünden sonra, Stalin önderliğindeki SBKP’nin, “Ya sosyalizm, ya kapitalizm” şiarıyla ‘”tek ülkede sosyalizmi’ inşa etmek için işe koyulması”nı, yapılmış bir yanlış olarak görüyor. SBKP bu kritik soruyu şöyle ifade ediyordu: “Ekonomik yapı hangi yöne çevrilmek zorunda, sosyalizme mi, yoksa başka bir yöne mi? Sosyalist bir yapı kurmalı mıyız, kurabilir miyiz yoksa yeryüzünde başka bir yapının, kapitalist yapının önünü açmaya mahkûm muyuz? Yani genel anlamı ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi kurmak mümkün mü, eğer mümkünse, kapitalist devletlerde devrimlerin geciktiği ve kapitalizmin stabilize olduğu bir dönemde bunu yapmak mümkün mü?”(SBKP(B) Tarihi sf. 272)
Bu soruya parti tarafından “Evet” diye cevap verildi ve mücadeleye devanı edildi. A. Öztürk’e göre bu sorunun olumlu olarak cevaplanması ve mücadelenin sürdürülmesi, “ülke içindeki durumu olduğu kadar, uluslararası komünist hareketi de temelden etkilemeye başlıyordu. Bu süreç sosyalistler ve komünistler (aradaki fark ne ola ki?-y.a.) için hem teorik hem pratik olarak onarılması güç yaraların açıldığı bir dönemin başlangıcını ifade ediyordu.” (s.97)
Yazar diyor ki; “Bugün şunu biliyoruz. Lenin’in Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde olmasını beklediği devrimlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Sosyalistler, bu konu ortaya atılınca sorumluluğu “ihanetçi” sosyal demokrasiye yıkma eğilimi göstermekte. Peki, ama sosyal demokrasinin bunu başarabilmesinin arkasındaki gerçekler neler? Sosyalistler, sosyal demokrasinin veya başka reformist liberal akımların kitleler üzerindeki etkisini kırabildikleri oranda sınıf mücadelesinin gerçek rayına oturmasını sağlayabilirler. Bir ikinci nokta, bu yaklaşım (sosyal demokrasinin ihaneti) belli açılardan doğru olsa bile, somut koşulların analizi konusunda Lenin ve Bolşeviklerin o dönemde söylediklerinin pratik tarafından reddedildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Lenin çok kısa bir süre içinde devrimlerin patlak vereceğine inanıyordu…” (s. 99)
“Lenin’in Dünya Devrimi zaferinin hızla yaklaştığı öngörüsünün arkasında batı proletaryasının devrimci bir partinin ortaya çıkması durumunda oportünist/reformist önderlere sırt çevireceği ve devrimci partiye katılacağı inancı (tıpkı Rusya’da olduğu gibi!), vardır.” (sf.100)
“Bu arada önemli olan konu Lenin ‘in, reformist politika ve önderlerin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı üzerindeki psikolojik gücünü ne kadar göz ardı etmiş olduğu gerçeğidir.” “Peki, ama işçi sınıfı neden ihanetçi reformist partilerin ve önderlerin arkasından gitmiştir?”
Yeniden yazarı Lenin’e açıkça iftira ediyor. Lenin bu partilerin oportünist kanatlarına ve ihanetçi sosyal demokrasiye karşı sürekli mücadele etti ve Avrupa proletaryasının bu reformist politika nedeniyle burjuvazinin yedeğine düşürüldüğünü yazdı. İşçi sınıfı içinde burjuvazi yararına iş gören işçi aristokrasisine dikkat çekti ve sağ ve sol sapmalara karşı kesintisiz bir mücadele yürüttü. Lenin’in başında bulunduğu devrimci Marksistlerin bu mücadelesi işçi sınıfının ve komünist partilerin uluslar arası sermayeye karşı mücadelesinin ileri mevziler kazanmasına hizmet etti ve önemli kazanımlar sağlandı. Ekim Devrimi’nin önemini küçümseyen küçük burjuva oportünizmi, emperyalizm cephesinde meydana gelen devrimci sarsıntıları da görmezden gelmektedir. Oysa Ekim Devrimi’nin etkisi Avrupa, Asya ve sonraki süreçte Latin Amerika’da bir dizi devrimci girişimin, ayaklanmanın ve bağımlı, sömürge halkların ulusal başkaldırısının başlıca etkenlerinden biri oldu. Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmeler bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Uluslararası işçi hareketinin belgelerinde bu gelişmeler şöyle özetleniyor: Ocak 1918- Finlandiya’da işçi devrimi; Ağustos 1918- Japonya’da “Pirinç Ayaklanmaları”; Kasım 1918- Avusturya ve Almanya’da yarı-feodal monarşileri yıkan devrimler; Mart
1919- Macaristan’da proleter devrim; Kore’de ayaklanma; Nisan 1919- Bavyera’da Sovyet iktidarı; Ocak 1920 Türkiye’de burjuva ulusal devrim; Eylül 1920- İtalya’da fabrikaların işçilerce işgali; Mart 1921- Almanya’da ayaklanma; Eylül 1923- Bulgaristan’da ayaklanma; Aralık 1924- Estonya’da ayaklanma; Ağustos 1925- Suriye’de ayaklanma; Nisan 1925- Fas’ta ayaklanma; Mayıs 1926- İngiltere’de genel grev; Temmuz 1927- Viyana’da işçi ayaklanması ve bir dizi ülkede, özellikle Uzakdoğu Asya’da; Çin, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerde halkların baskıya başkaldırıları görüldü.
Kapitalizmin bunalımı 1918–1921 yıllarında üst boyutlara çıktı. Bunalım birçok ülkede ayaklanmalara yol açtı; Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü için yürütülen mücadele zaferle sonuçlanırken, diğer birçok ülkede ayaklanmalar yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgilerin belli başlı nedenleri arasında, proletaryanın henüz komünist partilerde yeterince örgütlenmemiş olması, sosyal demokrat partilerin işçiler üzerindeki etkilerini burjuvazi yararına ve işçilere karşı kullanmaları ve güçlü komünist partilerin bulunmaması gibi olanlarını saymak mümkündür. Emperyalizmin genel bunalımı, 1921 yılında üst boyutlara tırmanırken, Batı Avrupa proletaryasının bir dizi ayaklanması ve devrim girişimi yenilgiyle sonuçlandı. Bu dönem Alman proletaryasının 1923 yılındaki yenilgisiyle sona ererken, bunalımın yeni dönemleri öncesinde, nispi bir istikrar dönemi yaşandı.
Kapitalizmin ilk evrelerinde koşulların devrim için uygunluğu ya da uygunsuzluğunu ancak, bu gelişmenin düzeyine göre şu ya da bu ülke bakımından tespit etmek mümkündü. Emperyalizm, bütün ülke ekonomilerini bir tek dünya ekonomi zinciri halinde birleştirince bu durum değişti ve artık bütün sistemin koşulları bakımından durumu değerlendirmek gerekmektedir ve emperyalizm yol açtığı çelişkileriyle bu genel olgunluğu sağlamaktadır. Bugün sistem bir bütün olarak devrim için olgunlaşmıştır ve artık devrim için, sanayinin en üst düzeyde gelişmiş olması zorunlu önkoşul olmaktan çıkmıştır. Ancak, bu zorunlu koşul olmaktan çıkış, bu unsurların önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Aksine, devrimin zaferi ve sosyalizmin inşasının başarılması için, bu koşulların varlığı gene de büyük bir önem taşır. Devrim, kapitalizmin çelişkilerinin en keskin, proletaryanın en fazla hazırlıklı ve ezilen sınıflarla ittifakının en gelişmiş olduğu ve aynı zamanda egemen sınıfların en güçsüz oldukları yerde gerçekleşebilir ve gerçekleşecektir.
Lenin, Rus Devrimi’ni yadsıma ya da geri ülkelerde devrimi olanaksız görme eğilimine karşı, bu görüş sahiplerini; kapitalist ekonominin gelişme yasalarını ve emperyalizm çağında herhangi bir ülkenin genel kapitalist ekonomi içindeki yeri nedeniyle, “dünyanın genel gelişim çizgisi içinde” yer almasını görmezden gelmekle suçladı.
“Örneğin” diyordu Lenin, “Bu adamların Batı Avrupa sosyal demokrasisinin gelişmesi sırasında ezbere öğrenmiş oldukları ve sosyalizm için henüz gelişmemiş olduğumuz biçimindeki ve içlerinden bazı ‘bilgili’ bayların belirttikleri gibi, bizde sosyalizmin nesnel ekonomik önkoşullarının olmadığı biçimindeki savları da sınırsız şabloncu bir iddiadır. Ve hiç kimsenin aklına da şu soruyu sormak gelmiyor; iyi ama önünde devrimci bir durum, birinci emperyalist savaşta ortaya çıktığı gibi bir durum bulan bir halk, durumunun çaresizliğinin etkisiyle, yine de uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarını mücadeleyle elde etme şansını kendine sunan bir savaşa atılamaz mıydı?
‘Rusya, üretici güçlerin, sosyalizmin mümkün olduğu gelişme aşamasına erişmemiştir. ‘ içlerinde elbette Zuhanov’un da bulunduğu bütün 2. Enternasyonal kahramanları, bu cümleyle resmigeçit yapıyorlar. Bu yadsınmaz cümleyi bin-bir şekilde ağızlarına sakız ediyorlar ve devrimimizin değerlendirilmesinde bunun tayin edici olduğunu söylüyorlar.
Peki, ama ya durumun kendine özgüllüğü, Rusya’yı, birincisi, herhangi bir şekilde nüfuz sahibi tüm Batı Avrupa ülkelerinin karışmış oldukları emperyalist dünya savaşı içine soktuysa, Rusya’nın gelişmesini, Doğu’da başlayan ve kısmen de başlamış olan devrimlerin sınırına, tam da ‘Köylü Savaşları’nın işçi hareketiyle ittifakını -Marx gibi bir ‘Marksist’in 1856 yılında Prusya ile ilgili olarak olanaklı perspektiflerden biri diye yazdığı ittifakı- gerçekleştirebildiğimiz koşullar içine soktuysa ne olacak?
Peki, ya durumun tüm çaresizliği işçilerin ve köylülerin güçlerini on katına çıkardıysa ve uygarlığın temel koşullarını yaratmak için bize, diğer tüm Batı Avrupa ülkelerinden olduğundan daha başka bir geçiş olanağı tanıdıysa ne olacak? Dünya tarihinin genel gidişatına çekilen veya daha önce çekilmiş olan her devlet içindeki ana sınıflar arasındaki temel ilişkiler bununla değişmiş mi oluyor acaba?
Eğer sosyalizmin kurutması için belli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli “kültür düzeyi”nin ne olduğunu kimse söyleyemez), neden ise ilk önce bu belli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet sistemi temeli üzerinde, diğer halklara ‘yetişmek için yola koyulmayalım?” (Seçme Eserler Cilt: 6 Devrimimiz Üzerine sf.521)
Rusya, kapitalizmin gelişme düzeyi bakımından İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD’den daha geri olmasına karşın, Bolşevik Partisi’nin yığınlar içindeki istikrarlı çalışmayla proletaryanın örgütlenme ve mücadele düzeyinin gelişmiş kapitalist ülkeleri geride bırakacak düzeye ulaşması; büyük toprak sahipleri ve çarlık otokrasisi tarafından ezilen ve baskı altında inletilen on milyonlarca köylü ile proletaryanın ittifakını gerçekleştirerek, savaşın, zincirin en zayıf halkası haline getirdiği Rusya’da, devrim için dövüşme kararlılığı ve cesaretini göstermesi, emperyalist zincirin en zayıf halkasından parçalamasını sağladı.
“Niye bu devrimi yaptık?” diyenler az değildi. Onların gerekçesi de yukarıdan beri belirtildiği gibi, Rusya’nın geriliği idi. Yenilginin “geri ülke gerçeği”ne ya da “tek ülkede sosyalizmin zaten yaşayamayacağı” varsayımına bağlı olduğunun söylenmesi dayanağı olmayan gerici bir anlayışın ürünüdür.
Stalin, emperyalist zincirin zayıflığı için “Bu ülkenin sınaî gelişmesinin ve uygarlığının belli bir asgariye erişmiş olması”nın, sanayi proletaryasının belli bir varlığının ve proletarya ile öncüsünün devrimci ruhunun ve ezilen kitlelerin proletarya ile birleşme olanağının var olmasının gerekli olduğunu” belirtiyordu.
Lenin daha 1908’de şunları söylemişti: “Rus devrimi hem Avrupa’da, hem de Asya’da uluslararası büyük bir müttefike sahiptir; ancak aynı zamanda ve tam da bu yüzden, sadece ulusal ya da sadece Rus değil, uluslararası bir düşmana da sahiptir.” (C. Hill. age s. 107)
Sovyet Partisi’ni ve Lenin’i, diğer partilere dayatmada bulunma gibi bir suçlamaya layık gören günümüzün reformcuları, kendilerinden ne denli Marksist diye söz etseler de, bu tutumlarıyla İkinci Enternasyonal partilerinin çizgisine düşmekten kurtulmuyorlar. Onların “diktatörlük” suçlamalarıyla, bugünkülerin “merkezi bürokratik ve otoriter devlet yapısı”ndan şikâyetleri aynı paydada buluşuyor.
“Tek ülkede sosyalizmin zaferi” diyordu Stalin, “tek başına alınan bir görev değildir. Muzaffer ülkenin devrimi kendini, kendi kendine yeten bir büyüklük olarak değil, tersine tüm ülkelerde proletaryanın zaferinin hızlandırılması için dayanak, araç olarak görmelidir. Çünkü tek ülkede -bu durumda Rusya’da- devrimin zaferi, sadece, emperyalizmin eşitsiz gelişmesinin ve ilerleyen çürümesinin ürünü değildir. O aynı zamanda dünya devriminin başlangıcı ve önkoşuludur.” (Leninizm’in Sorunları)
Devrim, bir dizi yeni ülkenin emperyalist dünya sisteminden ayrılmasıyla gelişecektir. Zafer kazanan ilk ülkenin proletaryasını destekleme görevi bütün diğer ülkelerin işçi ve emekçileri bakımından büyük bir görev oluştururken; zafer kazanmış ülkede sosyalizmin eksiksiz inşası ve bu ülkenin iktidardaki proletaryasının, diğer ülkelerin devrimci gelişmesi için ülkesini bir “üs” olarak kullanmayı başarması, diğer ülkelerin devrim yoluna girmesi üzerinde etkide bulunacaktır.
Kendini kurtaran ilk ülkede, sosyalizmin nihai zaferi, birden fazla ülkenin proleterlerinin ortak çabalarına bağlıdır ve devrim bu ülkelerin proletaryasının desteğine ihtiyaç duyar. Aynı biçimde, ilk sosyalist ülke sosyalizmin daha ileri inşasını başararak ve diğer ülkelerin işçi ve emekçi kitlelerine destek vererek, dünya devriminin hızla gelişmesi üzerinde etkide bulunur.
Lenin, devrimini yapmış ülkenin proletaryasının “kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra, kendisini, diğer, kapitalist dünyanın karşısına koyması ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekip, onlarda kapitalistlere karşı ayaklanmayı körüklemesi ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletine karşı hatta silah zoruyla bile harekete geçmesi” halinde görevini yerine getirmiş sayılacağına dikkat çekiyordu.
Bu ülkenin proletaryasının görevini gerçekten yerine getirmesi, her şeyden önce, kendi ülkesinde sosyalizmin inşasını gerçekleştirmesi ve sosyalizmin nihai zaferini güvenceye almasıyla mümkündür. Bunun için, muzaffer ülkenin sınıf bilinçli proletaryasının, bilimsel sosyalizmin ideolojisinden tüm sapmalara, küçük üretim temelinde ortaya çıkan küçük burjuva kesimlerin bir sınıf halinde davranma ve ayrıcalıklarını sürdürme çabalarına ve zorunlu olarak geçiş sürecinde varlığını sürdürecek devlet örgütlenmesi içinde yer alan görevlilerin bürokratik bir kast haline gelmesine karşı kararlı bir mücadele yürütmesi gerekir.

MERKEZİ OLMAYAN “DEMOKRATİK” SOSYALİZM
Yeniden’in söz konusu sayısında Ali Öztürk imzasıyla yayınlanan “Tek Ülkede Sosyalizm Tezleri ve III. Enternasyonal’in Sonu” başlıklı yazıda ortaya konan görüşler, yüzyılın başından beri Marksizm-Leninizm’e karşı savunula-gelen oportünist düşüncelerin acemice bir özetinden ibarettir. Troçkistlerden ve Euro-komünistlerden çalınma zırvaları bu yazıda bol miktarda sergileyen Yeniden yazarları Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulanan sosyalizm pratiğini “otoriter ve bürokratik” bulmaktadırlar. Temel gerekçeleri, işçi sınıfının yönetime katılmasında yaşanan problemler ve proletarya diktatörlüğü sisteminde “çok sesliliğin engellenmiş olması”dır. Onlar, ÖDP yöneticileri ile birlikte, Marx, Engels ve Lenin tarafından kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde öngörülen proletarya diktatörlüğü uygulamasını yanlış saymakta ve Lenin ve Stalin tarafından inşasına girişilen sosyalizm pratiğini de, dayatmacı, otoriter, “katılımcı olmayan” bürokratik bir sosyalizm olarak görmektedirler.
Ali Öztürk, ÖDP’nin “özgünlükleri”ni sıralarken şunları yazıyor: “Sadece yeni bir sol dalganın değil, buna önderlik edecek yeni bir politika yapma tarzını ve mücadele anlayışını geliştire geliştire ilerliyorlar. ÖDP, sadece gericilikle, faşizmle, liberalizmle değil aynı zamanda bürokratik ve otoriter bir sosyalizm anlayışıyla da hesaplaşmanın adımlarını atıyor.” (sf 8)
“Bürokratik” bir “sosyalizm anlayışı”! Bunu hiçbir Marksist ne savundu, ne de böyle bir “sosyalizm” için çaba gösterdi. Bürokrat olan Kruşçevciler ve Titoculardı; bürokratik olan da onların uygulayıp, Yeniden yazarlarının da aralarında bulunduğu oportünistlerin her şeyin maskesiz ve açıktan ortaya çıktığı 1990’lı yıllara kadar savunuculuğunu yaptıkları kapitalizm. Otoriterlikle suçlanan ise gerçekte proletarya diktatörlüğü uygulamasıdır. Proletarya diktatörlüğünün ve proletarya partisinin otoritesine duyulan öfke, Yeniden yazarına bunları söyletiyor. Çünkü o ve fikirdaşları Marksizm-Leninizm’in değil, Kruşçevciliğin izinde yürüyorlar.
Otoriter olmayan bir sosyalizm hangi toplumsal koşullarda ve nasıl mümkün olacaktır? Yeniden’in burnu Kaf Dağı’na ermiş sorumsuz yazarını bu ilgilendirmiyor. O, burjuva liberalizminin sahte demokratizm söyleminden hareketle sorunlara bakıyor ve kapitalist kuşatma altındaki bir ülkede -ya da ülkelerde- iktidarı alan proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı kendi iktidarını ve sistemini korumak için uygulayacağı merkezi politikayı otoriter ve antidemokratik buluyor, ama sınıf mücadelesinin aracı olan bir devletin işlevinin ne olması gerektiği sorunuyla ilgilenmiyor. Yeniden yazarları ya da ÖDP’nin “çok seslilik hayranı bürokratları, sosyalizmin yıkılmasının nedeni olarak Kruşçevci bürokrat burjuvaziyi değil; Lenin ve Stalin’in uygulanmasında ısrarlı oldukları proletaryanın merkezi devrimci devletini görüyorlar. Yeniden’in sosyalizm anlayışı Titocu “özyönetim sosyalizmi” anlayışıyla aynıdır. Ancak Titocuların ve Kruşçevci revizyonistlerin, kapitalist sınıf egemenliğinin yeniden tesisi için tek tek işletmelerin proletaryanın merkezi denetim aygıtının kontrolü dışında ve pazar ekonomisinin yasaları uyarınca faaliyet göstermelerini; savundukları ve kapitalist üretim yasalarının sosyalizm için de geçerli olabileceğini söyleyen sağcı liberallerin görüşlerini pratiğe geçirerek, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin yeniden emperyalist tahakküm altına alınmaları ve kapitalist sömürünün yeniden gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaptıkları da bilinen bir gerçektir. Yeniden çevresi Kruşçevciliği ve Titocu özyönetimci kapitalizmin uygulanmasını savunmaktadır ve buna karşı çıktıkları için de Marksistleri eleştiri hedefine koymaktadır.
Sosyalizm, proletaryanın yalnızca üretime değil, gereksinimlerin belirlenmesi ve ülkenin politik yönetimi görevlerine de etkili biçimde katılmasını öngörür ve bunun toplumsal koşullarının yaratılması için proletarya diktatörlüğünün tavizsiz bir biçimde uygulanması zorunludur. Yenidenciler ve ÖDP’liler için onlardan çok önceleri “otoriter sosyalizm” karşıtlığı yapanların bugün emperyalist burjuvazinin kampında açık proletarya ve halk düşmanlığı yapıyor olmaları bile, uyarıcı olmuyor. Yeniden yazarlarına göre Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulananlar sosyalizm değil, sosyalizm adına yaşama geçirilen yanlışlardı. Bunun için de özgürlük ve kurtuluş davasına olan umut yitirilmiş oldu. “En önemlisi” diyor yazar, “var olan sömürü sistemine karşı alternatif olarak sunulan ve sosyalizm adına yaşama geçirilen uygulamalar, başarısızlığa uğramakla kalmadı; ‘insanlığın özgürlük ve kurtuluş umudu’ düşüncesi siyasal planda prestijini yitirdi, inandırıcı olmaktan uzaklaştı.” (Solun Durumu, ÖDP ve Devrimci Siyaset başlıklı yazı sf.16)
Sosyalizmin nasıl ve hangi gelişmeler sonucu prestij yitirdiği sorununa da yanaşmıyor Kruşçevci ve Titocu yazar. Sosyalizmin prestijinin Stalin döneminde en üst düzeye ulaştığını, dünyanın birçok ülkesinde sosyalizm mücadelesinin ilerlediğini, ezilen halkların sosyalizmin varlığından güç alarak emperyalizme karşı mücadeleye atıldığını ve Doğu Avrupa’da halk demokrasisi devletlerinin kurulduğunu yazar hatırlamak istemiyor ve unutturmaya çalışıyor, Sosyalizmin prestij yitirmesinin sorumluları ise, Kruşçevciler ve Titocular başta olmak üzere bütün oportünistler oldular.
Yeniden yazarı, nispeten uzun sayılabilecek bir tarih kesitinde yaşanan birbirlerinden farklı nitelikleriyle öne çıkmış olaylar ve uygulamalar arasındaki farklılıkları yok sayan toptancı bir yargıyla ortaya çıkıyor. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen “reel sosyalizm” söylemi üzerinden 1917–1956 ve 1956, ya da 1960’lardan 1990’lara uzanan iki farklı tarihi dönemin olayları ve uygulamaları aynı kalıba dökülüyor ve sosyalizm ve kapitalizm aynı kaba konarak sunuluyor. Birbirlerinden ayrılmaları kesin bir zorunluluk gösteren iki dönemden ilk dönemin sosyalizmi inşa ve ikinci dönemin sosyalizmi yıkma dönemi olarak yaşandığı böylece bir kalem darbesiyle yok sayılıyor. Bilinçli tarzda farklı nitelikteki iki süreç birbiriyle aynılaştırılıyor. Sovyet bürokrat burjuvazisinin sosyalizme savaş açtığı ve onu içten çökerterek kapitalist entegrasyonu başardığı altmış sonrası süreç ile Lenin ve Stalin öncülüğünde başlatılan ve yaklaşık otuz beş yıl sürdürülen sosyalizmin inşası uygulaması bir ve aynı gösteriliyor. Kuşkusuz buna en fazla sevinenler tekellerin patronları ve burjuvazinin uluslararası kıtalarıdır. Aralarında Yeniden yazarlarının da bulunduğu birçok çevrenin 1980 öncesi revizyonist bürokrat burjuvaziyi savunma ve onun değnekçiliğine soyundukları unutulmuş değil. Bu biliniyor kuşkusuz. Ama bu sorunun bir yanı. “Bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” eleştirdiklerine göre, bu yazarlar çevresinin neyi ya da ne tür bir sosyalizm uygulamasını önerdikleri merak edilir. Ama baştan beri belirttiğimiz nedenlerle cevaplarının Titocu özyönetim olduğu da anlaşılmış olmalı. Sınıf sorununa vurgu yapılmasına karşı çıkan, proletarya partisinin yönetici işlevine gerek görmeyen, sözde katılımcılık adına çoğulculuğu savunan bu yazarların önerdikleri açık piyasa sosyalizmi, yani “toplumsallaşmış” kapitalist demokrasidir. “Sovyet çizgisinin bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” sözleri bu anlayışı bütün açıklığıyla göz önüne seriyor.
ÖDP’nin “farklılığının altını çizen yazar ya da yazarlar grubu, onun nasıl politika yapacağını şöyle anlatıyorlar. “ÖDP bu anlamda da siyasete bir davettir ve emekçilerin, nasıl bir parti istiyorlarsa, öyle inşa edebilecekleri partileşmeye aday bir yapıdır.” (sf 18)
Burada sözde emekçilere birleşme adına yavan bir popülizm ve kuyrukçu politikayla karşı karşıyayız. Kitle kuyrukçuluğunun devrimci politika sayılamayacağı ise işin abc’sidir. “Emekçilerin nasıl isterlerse” öyle inşa edebilecekleri bir partiden söz etmek, her türden küçük mülkiyet sahiplerinden, küçük esnaf ve memur kitlesine, işçilerden küçük işletme sahiplerine, çeşitli kesimlerin kendi çıkarlarını esas alan bir örgütlenmeyi gerçekleştirme olanağına sahip oldukları bir parti anlayışını savunmak demektir ve bu tür bir “örgüt” asla bir işçi sınıfı partisi olamaz.
Söz konusu yazı, ÖDP’nin farklılıklarını sıralayarak şöyle devam ediyor:  ‘”Demokratik’ sözcüğünün içi boş ve zavallı kaldığı, merkezi olanın çizgi haline geldiği, katılımcıların özne değil nesne görüldüğü anlayışların olumsuzluklarım artırarak sıralamaya devam edebiliriz. Asıl üzerinde durduğumuz bu sorunları görmeyen, yok sayan ve kavramayan siyasal hattın ‘gelecek’ vaat edemeyeceğini kaim bir biçimde çizmektir.” (sf.19)
ÖDP ve Yeniden yazarları esas olarak Sovyetler Birliği’nde uygulanan sosyalizmden, proletarya diktatörlüğü ve proletaryanın tek parti uygulamasından rahatsızlıklarını dile getirmektedirler. “Bürokratik ve otoriter” olarak gördükleri bu uygulama ve yönetim tarzıdır. Onlara göre bürokrasiyi engellemenin ilk koşulu “otoriter” olmayan “çoksesli” bir partinin varlığıdır. Bu tür bir partinin yönetim tarzını ise şöyle izah ediyorlar. “Yerel inisiyatiflerin öne çıkması, politikanın aşağıdan yukarı yapılması, yeni bir demokrasi kültürünün oluşturulması, katılımcıların söz ve karar sahibi olması.”
Politikanın aşağıdan yukarıya doğru yapılması; bu öneri yalnızca bugüne ilişkin olarak yapılmıyor. Sosyalizm koşullarında proletarya partisinin yönetici konumuna yönelttikleri eleştiri bu anlayışın sosyalizmin inşası süreci için de savunulduğunu gösteriyor. Yani alttan üste sosyalizm inşası! Sosyalizmin proletaryanın iktidarı almasıyla, doğrudan devlet iktidarına dayanarak ve merkezi yönetimle ve işçilerin katılımıyla kurulup sağlamlaştırılabilecek bir toplumsal sistem olduğunu Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri bilmiyor değil, ama burjuva demokratizmi hayranlığı onlara bunları söyletiyor. Partide demokratik bir işleyiş için, üstte ya da altta olsun herkesin tartışmalara katılması, düşüncelerini savunmaları ve bu düşünceler bileşiminin ortaya çıkardığı kararın herkes için bağlayıcı olması, başarılı bir adım atmanın tek koşulu değil mi? Herkesin kendi görüşleri doğrultusunda davranması durumunda, partide yaşam ve karar birliği sağlanamayacağı açık değil midir? Bürokratik yozlaşmaya karşı mücadele asla çoksesli yerel inisiyatiflerin “bağımsız” tutumlarıyla sürdürülemez. Bunun gibi sosyalizmde bürokratik yozlaşmanın alternatifi de “özyönetim”ci şirket sosyalizmi değil; işçi kitlelerinin ekonominin inşasına ve politik yaşama aktif katılımının sağlanmasındadır. Bürokratik yozlaşmaya karşı en etkili panzehir işçilerin yönetime katılmaları ve ücret farklılıklarının bir süreç içinde ortadan kaldırılması, göreve getirilenlerin geri alınması hakkının emekçilerde olması ve parti ve devlet görevlilerinin işçi denetimine tabi tutulmalarıdır. Marx, Engels ve Lenin’in bu konudaki görüşleri ile -Stalin bu görüşlerin ısrarlı bir takipçisi oldu- Yenidencilerin liberal burjuva görüşleri arasında tam bir uzlaşmazlık vardır. Bürokrasiye karşı açılan bu sözde savaşın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ilişkilerinin niteliği, bulundukları konum, savundukları anlayış vb. gibi nedenlerle, Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerini liberal birer bürokrat olmaktan kurtarmadığı ise bir diğer gerçektir.
“Bürokratik merkeziyetçi yapı” diyerek devrimci parti fikrine saldırıya geçenler, açıkça ifade ettikleri gibi, Lenin’in görüşlerine savaş açmışlardır. Lenin, Yeniden yazarlarının da payına düşecek biçimde konuya ilişkin olarak şöyle yazıyor: “Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığı sürdükçe, basit ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ savunması, özel mülkiyeti bir anda kaldırabilecek durumda hiçbir zaman olmayacak olan proletarya diktatörlüğü altında, burjuvaziyle işçi sınıfı iktidarını doğrudan baltalayan bir ‘işbirliği’ne dönüşür.”
Yeniden yazarı Üçüncü Enternasyonal’in kurulmasını Lenin’in zamansız bir dayatması sayarken, reformizme karşı mücadeleyi de sosyalistleri tecrit eden gereksiz bir uğraş olarak değerlendirmektedir. Komintern’in Lenin’in baskısıyla ve Sovyet Partisi tarafından “emrivaki” olarak kurulduğunu düşünen yazar düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Lenin, …  Yeni bir enternasyonalin yaratılmasının zorunlu olduğunu 10 Nisan 1917’de söylemişti. ‘Bizim partimiz beklemeden hemen Üçüncü Enternasyonali kurmalı’. Üçüncü Enternasyonal bu sözlerden iki sene sonra, yani 1919’da kuruldu. Rusya’da başlayan devrim dalgasının gelişmiş kapitalist ülkelere de yayılacağından hareket eden Lenin, Avrupa’da Bolşevik Parti’ye benzeyen bir partinin olmamasından endişe ediyor ve böyle bir partinin yaratılmaması durumunda dünya devriminin tehlikeye gireceğini düşünüyordu. Bolşevikler zamanla yarışa girdiler ve 1 Mart 1919’da Alman Spartakistleri’nin farklı yaklaşımlarına aldırmadan Komünist Enternasyonali (Komintern) kurdular. Bu süreç sosyalizmin yenilgisiyle biten birinci dönemin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.” (sf.87) (abç)
Lenin’in acele ettiğini ve bu acelenin sonucunda yenilginin geldiğini üstü örtülü biçimde ifade eden yazar, Lenin’in yönetimindeki Sovyet Partisi’nin “Spartakistlerin farklı yaklaşımlarına aldırmadan” bu örgütü kurduğunu, yani bir dayatmada bulunduğunu belirtmektedir. Bu düşünce yazı boyunca daha açıktan ve sonraki süreçlere ilişkin olarak daha da kesin biçimde dile getiriliyor.
Yeniden yazarı, Üçüncü Komünist Enternasyonal’in kuruluş sürecini, o günkü koşulları ve çeşitli ülkelerdeki gelişmeleri bir kenara bırakarak değerlendirmekte, emperyalist kapitalist sistemin keskinleşen çelişkilerinin bir savaşa yol açması ve savaşın emperyalist cephe zincirinin en zayıf noktasında yarılmasıyla sonuçlanmasını, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede savaştan yorulmuş ve yoksulluk ve açlıkla boğuşan işçi ve asker kitlelerinin (ve köylülerin) şurada burada başvurdukları isyanları görmezden gelmektedir.
Yeniden yazarları reformist liberal bir çizgiyi benimsemişlerdir ve işçi hareketi içinde reformizmin gücünün kırılması ve işçilerin reformist, önderlerin, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasinin etkisi altında hareket etmelerinin engellenmesi için yürütülmesi zorunlu olan mücadeleyi “tecrit edici” gereksiz bir uğraş saymaktadırlar. Sergiledikleri mantığa göre Lenin ve Komünist Enternasyonal’in reformist sosyal demokrasiye karşı mücadelesi yarardan çok işçi hareketine zarar vermiştir.
Ali Öztürk bunu şöyle dile getiriyor:”… Fakat Bernstein’in yenilgisi sözde kalan bir yenilgi oldu; zira onun kitabında sessizce anlatılanlar yavaş yavaş partisinin uygulamaları olmaya başlamıştı. Hiç farkına varmadan Bernstein’in düşünceleri süreç içinde sosyal demokrat ideolojinin temel söylemleri olarak karşımıza çıktı. Lenin’in sosyal demokrat hareketin kitleselleşme potansiyelini değerlendirme konusundaki yanılgısı burada ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü tarihsel örnekler reformist hareketin çok daha kitleselleşebildiğini gösteriyor… Aslında teorik ve ideolojik olarak reformizmin açmaz olduğunu göstermek hiç de zor değil ama komünistler, yetmiş yıllık uğraşları ve bütün argümanlara sahip olmalarına rağmen reformistlerin güçlenmesinin arkasındaki nedenleri mutlaka araştırmalıdır…” (s.90)
İşçi sınıfının bağımsız siyasal sınıf tutumuyla ortaya çıkmasından bu yana ve işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı, devrimci mücadele stratejisinin ve toplumsal kurtuluşu sağlamanın bilimsel teorisi olarak Marksizm’in işçi sınıfı hareketi içinde maddi bir güce dönüşme olanağına kavuştuğu yüz elli yıl öncesinden başlayarak, işçi hareketinde reformizm ve oportünizm her zaman var oldu. Bernstein, üretici güçlerin gelişmesinin kendiliğinden sosyalizme yol açacağı mantığına dayandırılan bir “devrim teorisi”ni Marksizm’in karşısına çıkararak, Marksizm’in revizyonunu açıkça savunurken reformcu bir çizgide bulunuyordu. Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı II. Enternasyonal oportünizmi yalnızca reformcu-parlamentarist görüşleri nedeniyle değil, kendi ülkelerinin burjuvazisiyle birleşmemeyi öngören sosyal şoven tutumlarıyla da proletarya davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine zarar verdiler. Kautskist ultra-emperyalizm teorisini, dünya ekonomisinin bütünleşmesine bağlı olarak, proletaryanın devrimci ihtilaline gerek kalmaksızın, burjuvaziyle demokratik mücadele içinde ve barışçıl yollarla iktidarın alınacağına kadar genişletenler eksik olmadı. Kautsky, Bernstein’in yolunu izleyerek, emperyalist tekellerin ve büyük devletlerin dünyayı yeniden paylaşım savaşının yarattığı koşullardan ve emperyalistler arası çelişkilerden devrim için yararlanma devrimci teorisini reddetti ve ultra-emperyalizm teorisiyle emperyalistlerin çelişkilerinin, kapitalist sistemin yok edilmesi mücadelesine yeni olanaklar açtığını da görmezden geldi.
İkinci Enternasyonal oportünistleri, kapitalizmin tekelci aşamaya varmasıyla ortaya çıkan yeni durumu, işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci kurtuluşu için, sistemin devrim yoluyla aşılması yönünde değil; barışçıl reformlar yoluyla sistem içinde kalarak işçi ve emekçiler yararına kısmi iyileştirmelerin sağlanması yönünde; sınıf işbirliğini güçlendirici bir biçimde yorumlayarak buna uygun bir pratik tutum aldılar. Bunun için Lenin, her zaman reformizme karşı mücadele edilmesini önemsedi. Aynı tutumu kendi dönemlerinde Marx ve Engels de almışlardı. Lenin’in şu sözleri yalnızca reformizme karşı mücadelenin önemine işaret etmiyor; aynı zamanda Yeniden çevresinin liberal sağcı mezhep genişliğini de gözler önüne seriyor: “Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en kesin ve en devrimci biçimidir. Bu mücadele ancak, proletaryanın ezici çoğunluğu, proletaryanın en devrimci öncüsünün arkasında ise zafer kazanabilir. Bu nedenle, proletarya diktatörlüğünün hazırlanması, yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin varlığı sürdükçe her türlü reformizmin ve her türlü demokrasi savunusunun burjuva karakterini aydınlatmayı; gerçekte işçi hareketi içinde burjuvazinin savunulması anlamına gelen eğilimlerin ortaya çıkışının teşhirini gerektirmekle kalmaz, bilakis aynı zamanda, yalnızca siyasal değil, sendikal, kooperatifsel, kültürel vb. tüm proleter örgütlerinde eski önderlerin yerine komünistlerin geçirilmesini de gerektirir.”‘(Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nin Temel Görevleri Üzerine Tezler’den ak. agb sf.46)
İşçi hareketinde reformizm her zaman oportünizmin baş dayanaklarından biri oldu. Reformizm burjuva siyaseti olarak işçi hareketi üzerindeki etkisini, burjuva ideolojinin işçi sınıfı ideolojisinden daha eski oluşu ve güçlü maddi olanaklara ve kurumlaşmış organlara dayanmasına borçludur. Reformizm, özel mülkiyet sisteminin ve burjuva bireyciliğinin ideolojisidir ve işçi sınıfının burjuva hainleri eliyle içeriden bir akım olarak doğup gelişmesi nedeniyle hareket üzerindeki etkisi daha da güçlüdür. Ancak, tarihin şu ya da bu döneminde işçi hareketi üzerinde etkinlik kurmuş herhangi bir burjuva ideolojisi ve siyasal hareketinin gücü de koşullara, sınıf mücadelesinin gelişme ve proletaryanın bağımsız örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişmektedir.
Yeniden yazarı, reformizme karşı mücadeleyi yadsıyor ya da önemsiz görüyor. ÖDP ve Yeniden çevresi reformizme karşı mücadeleyi hiçbir dönem bir görev saymadılar; aksine işçi sınıfının devrimci partisine karşı reformist liberal ne kadar çevre, grup ya da parti varsa onlarla işbirliğine girdiler ve en pespaye reformist görüşleri mücadele taktiği adına benimsediler. Yeniden yazarlarının kaleminden bu görüşler şimdi yeniden dile getiriliyor. Devam ediyor Yeniden yazarı: “Ama proletarya gerçekten devrimcileşmiş miydi? İşçi sınıfı hareketi üzerinde egemen olan sendikal ve siyasal reformist bürokrasi gerçekten proletaryanın vücuduna girmiş yabancı bir madde olarak açıklanabilir miydi? Büyük bir ekonomik kriz ve özellikle savaş gibi bir kriz anında proletaryanın reformistlerden kopacağı tezi doğru muydu? Bu soruların yanıtlarını tarih verdi Bu yanıtlar komünistlerin öngörülerini doğrular nitelikte değil!” (sf. 101)
İşçi hareketi içinde, reformizmin her türüne karşı mücadele yürütülmedikçe, ne sınıfın devrimci eğitimi gerçekleşir, ne işçi sınıfı gerçek ve örtülü düşmanlarını tanıma olanağı bulur, ne de devrimin başarıyla sonuçlanması için gereken hazırlık tam olarak yapılmış sayılır. Burjuva demokrasisinin egemen olduğu ve uzun süre yaşadığı gelişmiş kapitalist ülkelerde reformizmin işçi hareketi içindeki etkisi daha da güçlüdür. Yeniden yazarı, işçi hareketi üzerinde reformist etkiyi sürdüren yozlaşmış ve işçi hareketini burjuvazinin buyruğuna sokan hain önderlerin uzaklaştırılmasını “işçi kitlelerini böler” endişesiyle reddetmektedir. Bu sözüm ona iyi niyetli karşı çıkış gerçekte işçi hareketinin burjuvaziye teslim edilmesi anlamına gelmektedir.
Yeniden yazarı, reformist sosyal demokrasiye karşı, Marksistlerin sekterliğini eleştirirken sosyal demokrasiyi aklamaya yöneliyor. Oysa sosyal demokrasi hemen her zaman kapitalizmin emrinde ve Marksizm’in ve işçi hareketinin karşısında yer aldı. Dünya savaşı sırasında “anavatan savunması” adına emperyalist burjuvaziyi desteklerken, emperyalist gericiliğin Sovyetler Birliği’ne saldırısını desteklemekten de geri durmadı. Sosyal demokrasi sürekli emperyalizm ve tekellerle uzlaşma çizgisi izleyerek, burjuvaziye karşı mücadeleyi baltaladı ve kapitalist ekonominin bunalımlarının aşılması amacıyla bunalımın yükünün işçi-emekçi kitlelere aktarılması için çaba gösterdi. Reformist sosyal demokrasiye karşı mücadele, bunun için, işçi hareketinin ilerlemesi ve işçi ve emekçiler yararına sonuçlar elde edilmesi için kaçınılmaz ve zorunludur. Reformizme karşı mücadelenin işçi hareketinde bölünmeye yol açacağı gerekçesine sarılarak, reformizmle araya sınır çekilmesine karşı çıkanlar, reformizm aracılığıyla işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin sömürü düzenine ve burjuvaziye bağlanmasını savunmaktan kurtulamazlar.
Reformizmi ve revizyonizmi çizgi olarak benimseyen bir siyasal akımın, reformizmden kopuş için yürütülen mücadeleyi sekter ve bölücü bulması kaçınılmazdır. İşçi hareketinde reformizmin ve revizyonizmin etkisine karşı kesintisiz bir mücadele; ideolojik ve politik sınırların belirginleştirilmesi ve bunun, sınıfın çıkarlarınca belirlenen eylem içinde işçi kitlelerini birleştirme çabasıyla birlikte sürdürülmesi zorunludur. Sosyal demokrat-reformist partilerle araya kesin sınır çekerek işçi kitlelerinin onlardan ayrılıp devrimci partiyle birleşmesi için çaba göstermeyenler işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci eyleminin başarıya ulaşması için üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiş sayılamazlar. Kapitalizm koşullarında burjuva ideolojisi ve burjuva politikasının etkisi altında olup, çeşitli burjuva partilerinin oy deposu durumunda olan işçi ve emekçilerin esas kitlesini, aralarında reformist partilerin de bulunduğu gerici partilerin etkisinden kurtarmanın yolu, başka şeylerin yanı sıra reformizmle ayrım çizgilerinin netleştirilmesi ve reformizme karşı kararlı mücadeleden geçer. Reformistlerden kopmamayı, kitlelerin onların etkisi altında bulunması gerekçesiyle haklı gösterenlerin, başka koşullarda başka düzen partileriyle işbirliğine gitmeleri de şaşırtıcı olmaz.
Komünistlerin ve Bolşevik Partisi ve Komintern partilerinin “sol sekter çizgileri” üzerine bunca vaazdan sonra yazar, hükmünü verir gibi oluyor ve şu satırları yazıyor: “Sosyalistlerin son on yıllık süreç içinde bile sosyal demokrat ideolojinin etkisini kıramamış olmaları düşündürücüdür. Bu nedenle bugün sosyalizmin yeniden çıkış yapabilmesi için, ittifaklar sorununu ve reformist hareketlere karşı nasıl yaklaşılması gerektiğini, basit reçetelerle açıklamaya çalışmak dışında düşünmek zorundayız.
Geçmişte yapılan en büyük yanlışlardan biri, reformizmden kopuşun, kitlelere ‘reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla’ olabileceği yaklaşımından kaynaklanıyordu. Bugüne kadar yaşananlar, bunun bu kadar kolay olmadığını kanıtlamaktadır… Bugün reformizmden kopuş ancak ve ancak kitlelerin bu kopuşu gerçekleştirebileceği bir süreç olarak örgütlenmek zorundadır.” (sf.106)
Reformizme karşı mücadele diye bir sorunun yazar bakımından bulunmaması bir yana; sorun bu kadarla da kalmıyor: Yeniden yazarı, “kopuş”un kendiliğinden olacağına ve bu gerçekleşene kadar, Marksistlerin bölücü ve sekter “olmamak için” “ittifaklar sorununu” eskisi gibi ele almamaları, yani reformistlerle bir arada bulunmaları gerektiğini vaaz ediyor. Yazara göre kitleler nasılsa günün birinde reformistlerin “tu kaka” olduklarını görecek ve “kopuşu gerçekleştireceklerdir.” “Reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla” bir şeyin değişmeyeceğini düşünen yazar koyu bir kendiliğindenciliği öneriyor. Kitlelerin sosyalist eğitimi ve aydınlatılması, işçi hareketine etkide bulunan burjuva ideolojisi ve onun bir türü olarak sosyal demokrasiye karşı mücadelenin her sorun vesilesiyle aralıksız sürdürülmesi olmaksızın, ideolojik mücadelenin ve kopuşun gerçekleştirilemeyeceğini yazar “es geçmek”tedir.
Yazar, sosyalizmin kazanacağına duyduğu kuşkuyu dile getirirken, Sovyet Devrimi’nin ve sonraki yıllarda halk demokrasisi ülkelerinde işçi sınıfının önemli devrimci atılımlar içine girerek reformizme ve Marksist yaftalı sosyal devrimci politikalara güçlü şamar attığını, Bolşevizm’in de böyle bir eylem içinde egemen olduğunu düşünmek istemiyor bile.

BİRKAÇ SÖZ DAHA
Adında özgürlük ve dayanışma kelimelerinin yer aldığı ve kendinin, piyasada “aşkın ve devrimin partisi” olarak tanınmasından özel bir zevk duyan ÖDP ve onun çizgisini savunan Yeniden yazarları, özgürlüğün, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri için ne anlama geldiği ve nasıl elde edileceği sorununu da yeterince açık bir biçimde ortaya koymuş değildirler. ÖDP yöneticileri ve Yeniden yazarları, kapitalizm koşullarında, işçi ve emekçiler için özgürlüğün gerçekte hiçbir zaman var olamayacağı gibi temel bir sorunu muğlâklaştırarak, proletarya ve emekçilerin burjuva diktatörlüğüne karşı mücadelesinin, zorunlu olarak kapitalizmin tasfiyesi mücadelesine genişlemesi gerektiğini göz ardı ederek, ezilenlerin saflarında kapitalizm yönünde iyimser beklentilerin doğmasına yol açan görüşler geliştirmektedirler. Demokrasi ve özgürlük sorununun üretim araçlarının kimin mülkiyetinde bulunduğu sorunundan bağımsız olmadığı; kapitalist özel mülkiyet koşullarında işçi sınıfı ve diğer tüm emekçiler için özgürlüğün göstermelik bir durum olduğu ve bu kesimlerin en “demokratik” ve “özgürlükçü” kapitalist ülkelerde bile burjuva diktatörlüğü altında tutulduğu; kapitalist sömürünün niteliği nedeniyle zaten “kölece” bir bağımlılık ilişkisi içinde bulundukları böylece bu partinin yöneticileri ve Yeniden yazarları tarafından göz ardı edilmektedir. Yeniden yazarlarının savunuculuğunu üstlendikleri ÖDP’nin program ve taktikleri, biri sosyalizm mücadelesi ve diğeri demokratik özgürlükler ve demokrasi mücadelesi bakımından olmak üzere, iki açıdan da tutarsız, muğlâk ve reformist karakterdedir. ÖDP, siyasal özgürlüklerin reformcu yöntemlerle elde edileceği düşüncesindedir ve siyasal özgürlükler için mücadeleyi devrim için mücadeleye bağlamayı önemsememektedir. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler için siyasal demokratik ve sendikal hak ve özgürlükler, burjuva diktatörlüğüne karşı tutarlı biçimde yürütülecek bir mücadeleyle elde edilebilirler ancak. İşçi ve emekçilerin demokratik yönetimine dayalı bir demokratik halk iktidarı da ancak böyle bir mücadele sonucu kurulabilir. Seçimler yoluyla ya da parlamenter ittifaklar yaparak bunu gerçekleştirmek bugünün Türkiye koşullarında olanaklı değildir. İşçi sınıfı (ve partisi) önderliğindeki bir proleter devrimi konusunda ise ÖDP büsbütün reformist ve liberal bir konumda bulunmaktadır.
ÖDP yöneticileri ve Yeniden dergisi yazarları, işçi sınıfının üretimdeki yerinden kaynaklanan devrimci sınıf özellikleri konusunda da kuşkular yaymakta ve sözde işçilerin saflarının “onun gibi sömürülen” başka kesimlerin katılmasıyla büyüdüğüne dikkat çekme adına; sosyalizmi kurmaya yetenekli tek sınıf olma niteliğinin, proletarya dışındaki diğer ezilen ve sömürülen kesimler açısından da “geçerli hale geldiğini ileri sürerek; bu yeni durumda yetersiz kaldığını belirtmekte, bu kavramın terk edilerek yerine “çalışanlar sınıfı” kavramının geçirilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sözde olgulara dayandırıldığı ileri sürülen bu iddianın gerçekle bağdaşmazlığı bir yana; bu bir kez daha Euro-komünistlerin izinde yüründüğünü de göstermektedir. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, kaşarlanmış Euro-komünistlerin yolunu izleyerek Marksist sınıf teorisini burjuvazi yararına revizyona tabi tutuyorlar. İşçi sınıfı devrimi ve kapitalizmin tasfiyesi sorunuyla doğrudan ilişkili olan bu devrim işçi sınıfının sosyalizm koşullarındaki görevleriyle de bağlıdır. Sorun bu nedenle bir kavram yerine “daha kapsayıcı” olduğu düşünülen bir başka kavramın kullanılması gibi, nispeten iyi niyetli bir girişim olarak görülemez. Bilindiği gibi, işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sisteminin tasfiyesi görevini sonuna dek götürebilecek tek sınıf olmasını sağlayan şey, onun üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan tek sınıf olmasıdır. Kapitalizm koşullarında bütün diğer sınıflar güç kaybederken, bu sınıfların saflarından yoksullaşarak gelenlerle birlikte safları sürekli büyüyen sınıf proletaryadır. O, dolaysız olarak artı-değer üretimi yoluyla sermayenin genişleyen yeniden üretimini gerçekleştirirken aynı zamanda kendi yoksulluğunu, mülkiyetsizliğini ve emek ürününe yabancılaşmasını da üretir. Kapitalizmin tekelci aşamasıyla birlikte, sanayi işçilerinin yanı sıra, inşaat, tekstil vb. işkollarında çalışan işçiler kitlesinin büyümesine yol açar, tarım proletaryasını geliştirir ve “hizmet sektörü”nde bir kısmı işçi olan geniş bir emekçiler kitlesinin oluşmasını sağlar. Böylece işçilerin safları giderek büyür ve genişler. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli kamu işlerini yapan geniş bir emekçiler kitlesi oluşur. Bu kesimlerin burjuvazi tarafından baskı altında tutulması ve sömürülmesi, onları artan bir biçimde proletaryanın yanına sürükler ve proletarya ile birlikte burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin koşullarını yaratır. Kamu emekçileri; öğretmenler, sağlıkçılar ve diğerleri, işçilerle birlikte üretim alanında çalışan teknik elemanlar vb. emek harcamalarına, baskı görmelerine ve biçimi değişmek üzere sömürülmelerine karşın, ne bunların yaşam tarzı ve üretim sürecindeki rolleri işçilerinkiyle aynıdır; ne de üretim araçları karşısındaki konumlan. İşçi sınıfının üretim sürecindeki toplumsal konumu ise, bütün ezilenlerin başına geçerek kapitalizmi tasfiye görevini yerine getirmesini olanaklı kılmaktadır. Çünkü sosyalizm üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin lağvedilmesini ve üretim araçlarının toplumsal kolektif mülkiyete dönüştürülmesini öngörür ve üretim sürecindeki yeri nedeniyle bunu yapabilecek tek sınıf proletaryadır. Proletarya bu yolla tüm sınıf ayrıcalıklarının ve sınıfların ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratırken, kendisiyle birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkların ortadan kalkmasının tarihsel ve toplumsal temellerini de oluşturur. Proletaryadan başka bunu gerçekleştirebilecek bir sınıf ya da kesim yoktur. Bu nedenle, proletaryanın sınıf özelliklerini “bütün çalışanları” eşitlemeye çalışanlar, proletaryanın kapitalizmi tasfiye ve sosyalizmi kurma tarihsel görevini geriye atarak bunu burjuvazi yararına reformlar düzeyine çekmiş olurlar. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, şimdi tamamen sosyal demokrat düzen savunucuları haline gelmiş Avrupa komünistleri gibi, “çalışan emekçilerin” sosyalizmi kurabileceğini söylerken tam da bunu yapmaktadırlar. ÖDP yöneticilerinin açıklama ve söylevlerinin tüm içeriği sistem içi reformlar sınırlarını aşmamaktadır.
Marksizm karşıtı revizyonist akımların hemen tümünün üzerinde birleştiği teoriyi “değiştirme” ya da “düzeltme” gerekçesi, teknolojik buluşların üretimde kullanılmasıyla üretimde sağlanan gelişmedir. II. Enternasyonal oportünizminin üretici güçler teorisi, böylece, yeni liberal bir modern kılıf içine gizlenmekte ve sosyalizme gidişin, üretici güçlerin gelişmesinin doğal sonucu olarak, kendiliğinden gerçekleşeceği vaazına dönüşmektedir. Üretici güçlerin düşük seviyede geliştiği ülkelerde devrim böylece bütünüyle rafa kaldırılır ve bu ülkelerin gericiliğinin şahsında emperyalist burjuvaziye garanti verilirken, sosyalizmin gerçekleştiği ülkelerde geri dönüşün de aynı nedenlere dayalı olduğu kaderci görüşü proletarya ve halklar arasında yaygınlaştırılmaktadır. Bu revizyonist teze inanılacak olunursa, proletarya, kapitalizmin en üst düzeyde gelişmesini beklemeli ve o ana kadar, devrimci girişkenlikten geri durarak, sendikal ekonomik taleplerin reformcu evrilmelerle elde edilmesiyle yetinmelidir. Bu tez bir başka biçimde Rus Narodniklerinin ve Menşeviklerinin, işçi sınıfının mücadelesini ve gücünü küçümseyen halkçı görüşleriyle birleşmektedir.
Bugün “reel sosyalizm uygulamaları” üzerine kılıç keskinliğiyle yargılar oluşturanlar, devrimin hangi koşullarda ve hangi tür zorluklar göğüslenerek, büyük oranda kapitalizmden devralınmış insan malzemesiyle ve bütün gelişmiş -uygar- ülkelerin hükümetlerinin açıktan ilan edilmiş düşmanca davranışları etkisiz kılınarak başarılıp geliştirildiğini hafife alıyorlar.
Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerinin işçi sınıfı partisi, emperyalist zincirin en zayıf halkasında devrimle yarılması ve proletarya diktatörlüğü vb. konularda ortaya koydukları görüşlerin Marksist-Leninist devrim teorisi ve tutarlı devrimci pratikle ortak herhangi bir yanı yoktur. ÖDP sosyalizm karşısında liberal reformist bir konumda bulunmakla kalmıyor, tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmekte de ayak sürüyor. Kendileri reformcu liberal bir platformda bulunanların reformizme karşı mücadele yürütmeleri ise zaten oldukça zordur.

Ekim 1997

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑