Emperyalist burjuvazi ve bağımlı ve geri ülkelerdeki işbirlikçileri, iletişim teknolojisini de kullanarak yürüttükleri propagandayla işçi sının ve ezilen halkların dikkatini sürekli olarak “ulusal çıkarlar”a ve “dış düşmanlar”a çekmektedirler. Ulusal çıkarlar ve dış tehdit üzerine burjuva propagandanın sürekli gündemde tutulması kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini etkilemekte; emperyalistlerin ve gerici işbirlikçilerinin, halkın ve ülkenin çıkarlarının aleyhine faaliyetleri, haklı olarak ulusal çıkarların korunması kaygılarına yol açmaktadır. Ancak işçi sınıfı ve emekçiler için “ulusal çıkarlar” sorununda bir karmaşa da devam etmektedir. Korunması, sahip çıkılması gereken ile reddedilmesi zorunlu olan arasında net bir ayrımın yapılamaması, burjuvazinin işine yaramakta ve burjuvazi (günümüzde tekelci burjuvazi) bütün ülkelerde sınıf egemenliğini korumak ve sağlamlaştırmak amacıyla; işçi sınıfı ve bütün emekçilerin yurtsever, ulusal duygu ve değerlerinden yararlanmakta, bu değerleri kendi gerici amaçları doğrultusunda kullanmaktadır.
Uluslararası mali sermayenin dünyanın hemen bütün topraklarını sömürü ağına dâhil ettiği günümüz koşullarında, ulusal çıkarların ve ulusal sınırların, (gene bir burjuva propagandası olan ulusal sınırların ve çıkarların bütünleşmeye doğru yol aldığı iddiasının aksine) varlığını sürdürmesi gerçeği, burjuvazinin bu propagandasının temel dayanağını oluşturmakta; emekçi kitleler ve işçi sınıfı bakımından da yanıltıcı tutumlara yol açabilmektedir. Bütün burjuva devletlerin yöneticilerinin emekçi halk kitlelerini “dış düşman” ve “dış tehdit” umacısıyla yanlarına çekip kendilerine tabi kılma gerici çabalarının sonuçsuz kalmamasının nedenlerinden biri, bu propagandanın maddi temele kavuştuğu bir alanın var olmasıdır. Kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve büyük emperyalist ülkelerle uluslararası dev tekellerin dünya hâkimiyeti mücadelesi, kaçınılmaz olarak ulusal düşmanlık üretmektedir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyeti özelliğiyle öncesi toplumsal sistemlere bağlanmasına ve benzemesine karşın; modern üretim araçlarının üretim sürecine girişi, sermaye ve emek hareketinin ulusal sınırları aşması ve başlıca iki modern sınıf olarak proletarya ve burjuvazinin üretim araçları karşısındaki konumlarının kapitalizm öncesi toplumsal sınıfların durumundan farklılaşan yanlarıyla bu toplumsal sistemlerden ayrılır. İşçinin yarattığı artı-değere kapitalist tarafından karşılıksız el konması ve ücretli emek sömürüsünün sermaye birikiminin ve genişleyen yeniden üretimin temelini oluşturması, ucuz işgücü alanlarına yönelik kapitalist rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılmaktadır. Özellikle büyük emperyalist devletlerin küçük ülkelere yönelik baskı ve sömürüsü, burjuva ulusçuluk politikasının emekçiler içinde de etkili olmasını sağlamaktadır. Kapitalizmin burjuvazi ve işçi sınıfını oluşturarak gelişmesi, emekçileri toprağa ve onun sahibine bağımlı kılarak her yönden sınırlayan feodal kapalı ekonomi sisteminin parçalanmasına ve emeğin özgürleşmesine yol açması, emek-gücünün “özgür”ce pazarlanması olanağı ve işçinin yaşayabilmek ve soyunu sürdürebilmek için gerekli olan asgariyi elde etmesi, kapitalizmin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik toplumu olduğu yönündeki burjuva düşüncesinin kitleler içinde etkili olmasında rol oynamaktadır. Burjuvazinin (günümüzde tekelci burjuvazi), ürünü olduğu toplumsal sistemi, insan doğasına en uygun özgürlükler ve olanaklar sistemi olarak gösterip hemen her ülkede, iç ve dış düşmanlar üzerine propaganda yürüterek, herkesi sisteme ve burjuva devletine sahip çıkmaya çağırması, gücünü, başka etkenlerle birlikte bu etkilerden almaktadır. Ulusal çıkarlar üzerine burjuva propagandasının kitleler üzerindeki etkisi, diğer yandan kapitalist toplumsal sistemin, halkları birbirlerinden ayrı ulusal birimler (ve ayrı sınıflar) halinde bölmesinden güç almaktadır. Ulusal ya da çokuluslu devletlerin kapitalizm ile birlikte şekillenmesi, meta ve sermaye hareketinin genişlemesi, toprakların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi mücadelesini kızıştırırken; her bir devletin egemen sınıf (ya da sınıflarının diğerlerine karşı rekabetini de körüklemekte; mali sermayenin yutma ve hâkim olma mücadelesi, burjuvazinin dostluk ve müttefiklik üzerine bütün propagandasını boşa çıkaracak biçimde açık silahlı çatışmalara ve savaşlara kadar genişleyebilmektedir.
“Ulusal düşmanlıkların temelindeki esas etken bu bölünmüşlük ve rekabet durumudur. Güçsüz, küçük ve geri halkların, gelişmiş, askeri, ekonomik ve politik güce sahip büyük devletler tarafından bağımlı hale getirilmesi, sömürülmesi ve sömürgeleştirilmesi kapitalist bölünmüşlük ve rekabetin -günümüzde tekelci rekabet ve egemenlik- kaçınılmaz kıldığı gelişmeler olarak ortaya çıkmakta; kapitalizmin ülkeler ve sektörler bazında eşit olmayan gelişmesi, dünya pazarları ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabetin kızışmasına, çatışma ve savaşlara yol açmaktadır.
Kapitalizm koşullarında birbirleriyle müttefik ve “dost” olan ülkelerin egemen sınıfları arasında gizli ya da güce bağlı açık rekabetin, çekişme ve çatışmanın devam etmesinin temel nedeni budur. İç ve dış düşmanlar söylemi uluslararası duruma ve her bir ülkedeki gelişmelere göre artan ya da eksilen bir dozda, ancak kesintisiz sürdürülürken, düşman olarak belirlenenler iç ve dış koşullara bağlı olarak değişkenlik gösterebilmektedir. Gerici egemen sınıflar özellikle geri ve bağımlı ülke halklarının emperyalist çıkarlara bağlanan politikalarla birbirleri aleyhine kışkırtılması çabalarında bu halkların baskı altında tutulmasından kaynaklanan duyarlılıktan yararlanmaya çalışıyorlar. Bir örnek olsun: Türkiye-Yunanistan egemen sınıflarının kendi ülkelerinin halklarını birbirlerine karşı “dış düşman” tehdidi ile kışkırtması, bu iki ülke arasında geçmişte ve bugün var olan çelişkiler nedeniyle emekçileri etkilemekte ve bu ülkelerin egemen sınıflan bundan yararlanmaktadırlar. Burjuvazi bütün ülkelerin işçi ve emekçilerini, bir yanı “barış ve dostluk”, diğer yanı “ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar” söylemi üzerine oturtulan ikiyüzlü propagandayla emperyalist talan ve savaş sistemine bağlamaya ve açlık, vahşet, işsizlik ve savaşların temel kaynağı kapitalizmi kutsamaya çalışıyor.
Emperyalist dünya sistemi parçalanma, rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılarak, burjuvazinin “ulusal çıkarlar” propagandasına maddi bir temel oluştururken ve kapitalizmin temel gerçeği bu iken, tekellerin çıkarlarının emrindeki politikacı ve yazarlar, dünyanın, ulusların, sınıfların ve ideolojilerin tüm farklılığını ortadan kaldıracak bir yeni aşamaya; küreselleşme aşamasına gelmiş bulunduğunu söylemekten de geri durmuyorlar. Kapitalist dünyanın nesnel parçalanmışlık durumunu bile bile göz ardı eden bu propagandaya inanılacak olunursa, Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme bütün ulusların ve halkların kavgasız, savaşsız bir biçimde ve kapitalizmin “ebedi geleceği” önünde secde ederek endişeye kapılmadan yaşamalarının bütün olanaklarını yaratmış bulunuyor. Emperyalist kapitalizmin, rekabetin ve çatışmanın zeminini yok ederek, her türden sınıf ve ideoloji ayrımcılığına son verdiği yeni bir gelişme aşamasına ulaştığını vaaz eden burjuva ideologları, böylece insanın refah ve barış içinde yaşamasının olanaklarının yaratıldığını ve savaşsız ve sınıfsız bir dünyanın daha bugünden var edildiğini de söylemiş bulunuyorlar. Bunun için dünya proletaryası ve ezilen halklar mücadeleden geri durmalı ve refah içinde yaşamak için daha fazla fedakarlık yapmalı, burjuva egemen sınıfların dayattığı sömürü ve baskıya ses çıkarmamalıdırlar!
Küreselleşme ve yeni düzen yalanıyla proletarya ve halkların kapitalizme ve emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin önünü kesmeye çalışanlar, emperyalistlerin savaş sanayisini ve yeni silah teknolojisini neden geliştirdiklerini ve sürekli olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde çatışma ve savaşlar kışkırttıklarını açıklamaktan kaçınıyorlar. Savaşlara, silahlanmaya ve sınıf mücadelesine gerek kalmadığını propaganda edenler; tekelci burjuvazi ve uşağı tüm burjuva yalancılar çetesi, emperyalistlerin kimyasal ve biyolojik silahlar geliştirdiklerini, ABD’nin İkinci Savaş’tan bu yana insanları nükleer silahların etkilerini ölçme deneylerinde kobay olarak kullandığını, dünya savaş sanayisi ve silah satışında en büyük payı elinde tuttuğunu (61.879 milyar dolarlık satışla baş sırada bulunuyor.) ve bunu bütün halklara karşı tehdit edici bir güç olarak kullandığını; her yıl 40 milyar dolar civarında silahın çeşitli devletler tarafından satın alındığını, yeni silah teknolojisinin uzay boşluğunu da kapsayacak biçimde geliştirildiğini gizlemeye özen gösteriyorlar. Bunu yaparlarken, büyük emperyalist devletler başta olmak üzere, birçok ülkede gerici egemen sınıfların halk kitlelerinin açlığı, yoksulluğu ve ölümü pahasına silah sanayisine yatırım yaptıklarını; yeni bloklar ve ittifaklar kurduklarını; birbirlerinin etki alanlarına sızma ve karşı tarafın etkisini zayıflatma çabalarını artırdıklarını ve birbirlerine gözdağı vermek amacıyla çeşitli nükleer denemeler ve tatbikatlar yaptıklarını göz ardı ediyorlar. (ABD, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan’ın katıldığı ve 25 Ağustos ’97’de Karadeniz kıyılarında Deniz Meltemi–97 adıyla gerçekleştirilen askeri güç gösterisi de Rusya’ya karşı bir tehdit özelliği taşıyordu). Emperyalistler ve işbirlikçi gerici sınıflar, askeri saldırı ve güç gösterilerini ve yeni silahların geliştirilmesini büyük bir utanmazlıkla “barışın güçlenmesi” ve “dünya barışına hizmet” olarak gösteriyorlar. Burjuva propagandaya göre bütün nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar “barış için” geliştiriliyor!
ABD propagandası bu yağmacı dünya jandarmasının geçmişteki ve bugünkü suçlarını örtbas etmeye yöneltilmiştir. Vietnam halkına kanlı soykırım savaşını ve sömürgeciliği dayatan ABD emperyalistleri değilmiş gibi, bu ülkenin yöneticileri dünyayı kendi çıkartan doğrultusunda yönlendirme politikasını “yeni ve barışçıl dünya düzeni” olarak ilan etmeye devam ediyorlar. Oysa Şili’de halk kitlelerinin desteğiyle iktidara gelen Salvador Allende’yi bir darbe ile devirerek Pinochet faşizmini halkın başına bela eden ABD, hiçbir zaman barış, demokrasi ve ulusal bağımsızlıktan yana olmadı. İspanya’da milyonların kırılmasıyla sonuçlanan karşı devrimi destekleyerek Frankoculuğu işbaşına getiren ve sonrasında da on yıllarca destekleyenler yalnızca Hitler ve Mussolini kuvvetleri ve onların faşist artıkları değildi. İkinci Savaş’tan en fazla kârlı çıkan, dünyanın Avrupa dâhil önemli bir kesiminde egemenlik kurmanın olanaklarına kavuşan ABD, işçi sınıfı, sosyalizm ve halktan yana gelişmeleri kana boğarak dünya jandarmalığını tesis ettirmeye çalışıyordu. ABD ve İngiltere, savaş sona erdiğinde, daha önce dünya politikaları gereği “karşı tutum aldıkları” Franko faşizmine, en büyük desteği veren ülkeler oldular. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, meydana geldikleri koşulların özellikleri ve özgül nedenleri saklı tutulduğunda, esas olarak emperyalist (tekelci kapitalist) dünya sistemi koşullarında, dünya pazarları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi için yürütülen kapitalist rekabetin ürünü olarak ortaya çıktılar ve toplam olarak 70 milyon insanın ölümüne, yüz milyonlarcasının sakatlanması ve hastalanmasına; yenilmiş olanları başta gelmek üzere hemen tüm savaşan ülkelerin tahrip olmasına yol açtılar. Değişen kapsamda çatışmalar, işgaller ve bölgesel savaşlar sonraki yıllarda da devam edip geldi.
“Bütünleşme” üzerine propagandanın aksine, kapitalist çıkar çatışması, düne kadar birbirleriyle büyük bir dayanışma ve birlik içinde yaşayan halkları, eski SB topraklan ve Yugoslavya gibi ülkelerde birbirleriyle boğazlaşmaya sürükledi. Dev şirketlerin uluslararası özelliği, onların ortaya çıkıp geliştikleri ülkenin damgasını taşımalarına ve bu ülkelerin hükümetleriyle işbirliği içinde diğer ülkelerin tekelci işletmeleriyle çatışmaya girmelerine engel olmamaktadır. Ulusal sınırların sermaye bakımından aşılması, sermaye sistemi ve gerici sınıf iktidarlarının varlığı koşullarında ulusal çatışmaları yok etmemekte; kapitalist rekabet çatışmaları ve paylaşım savaşlarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Clinton, Chirac, Blair, Yeltsin, Kohl, Netanyahu ve Demirel “barış” söylevlerini sürdüredursunlar, onların elbirliğiyle ya da bloklar halinde saflaşarak sürdürdükleri rekabet ve çatışmalarla, her birinin kendi ülkelerinde işçi ve emekçilere karşı uyguladıkları vahşi sömürü ve saldırganlığın yol açtığı ölüm ve gözyaşı dünyanın her tarafında halklara yaşamı çekilmez kılıyor. Hırvatlarla Sırp ve Boşnakların birbirlerine kırdırılarak Yugoslavya’nın etki alanlarına bölünmesinde; Abhaz-Gürcü, Ermeni-Azeri, Çeçen-Rus çatışmalarında, Tutsi-Hutu katliamlarında, Somali ve Etiyopya’daki açlık ve ölümde, Irak Kürdistan’ı ve Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürülen kan ve ateş politikasında başlıca sorumlu, başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerdir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, sömürü ve savaş üreten kapitalist özel mülkiyet sistemi ve emperyalist “dünya düzeni”dir.
Emperyalist burjuvazi geri ülke halklarına köleliği dayatmakta ve bunu askeri-politik gücüyle uygulamaya sokmaktadır. ABD ve batılı büyük devletler, Latin Amerika’dan Asya’ya; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya, yerel burjuva diktatörlükleri arasındaki çelişkileri kullanmakta, bölgesel politik-ekonomik anlaşmazlıkları kışkırtarak çatışmaları körüklemekte ve bölgesel savaşlar çıkararak, etki alanlarını genişletme ve pekiştirme politikası izlemektedirler. Kuşkusuz ne emperyalistler, ne de işbirlikçi gericilik, ulusun çıkarlarını düşünmekte; ancak burjuva ulusallığını sınıf çıkarları ve sistem yararına kullanmaktan da geri durmamaktadırlar. Geri ülkelerin egemen sınıfları emperyalistlerin aleti olmalarına ve ülkenin ve ulusun çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmelerine karşın, ulusal çıkarlar üzerine propaganda yürütmekten ve bölgelerindeki diğer devletlerin yöneticileriyle çıkar çatışmalarına girmekten kaçınmamaktadırlar.
Gerçek durum bu iken, her bir ülkenin egemenleri tarafından bitip tükenmez biçimde sürdürülen ve bir yanı, “ulusal çıkarlar”, diğer yanı “dostluk” ve “bütünleşme” olan burjuva propagandası dünya işçileri ve emekçilerinin dayanışması ve enternasyonal mücadele birliğini engellemeyi ve halkların birbirlerine kırdırtmasının koşullarını diri tutmayı hedeflemiş bulunuyor. Ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşman propagandası, her bir ülkenin egemen sınıfları açısından, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin sömürü ve baskıya karşı mücadelesini etkisizleştirme hedefi gütmekte; emekçilerin bütün dikkatleri “ortak çıkarlar” yalanına çekilerek, onların yurtseverlik duygu ve düşüncelerinden burjuva çıkarlar doğrultusunda yararlanılmaktadır. Bütün bu savaşlar ve düşmanlıklar emperyalist kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkmalarına karşın, sistemin gerici ve liberal savunucuları kapitalizmin özgürlük, dostluk ve refah toplumu olduğu propagandasından vazgeçmiyorlar ve her bir ülkede, dış düşman korkuluğu sallayarak işçi ve emekçilere sömürü ve baskı sistemine sahip çıkma çağrısı yapıyorlar.
TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN IRKÇI PROPAGANDASI, YA DA DÜŞMANA DUYULAN İHTİYAÇ
Türkiye egemen sınıfları, “ulusal çıkarlar” ve “dış ve iç tehdit” üzerine gerici propagandayı son birkaç aydır giderek yoğunlaşırdılar. İşbirlikçi egemen sınıfların politik ve askeri temsilcileri, 30–31 Ağustos “Zafer Bayramı” ve 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle, Kıbrıs ve adalar sorununu da gündemde tutarak, ulusal çıkarlara ve dış tehditlere bir kez daha dikkat çekerek, işçi ve emekçi kitleleri burjuvazinin yanında yer almaya çağırdılar. “Barış Günü” nedeniyle yapılan açıklamalarda ise burjuva ikiyüzlülüğü bütün çıplaklığıyla açığa çıktı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkenin iç ve dış düşmanlarını dize getirecek güçte olduğuna yapılan özel vurgu; bölge ülkelerine karşı sürdürülen tehditler ve Türkiye’nin son aylarda düzenlenen birden fazla askeri tatbikata katılarak komşularına karşı gövde gösterisine girişmesi “barış ve dostluk” üzerine propagandanın sahteliğini göstermesine karşın, onlar, dünyada ve bölgede barışın gerekliliği üzerine demagojik açıklamalar yapmaktan ve M. Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne göndermede bulunarak, Türkiye’nin “barışseverliği”ni propaganda etmekten kaçınmadılar. 30 Ağustos kutlamaları Türk’ün gücünü dünyaya göstermeyi hedefliyordu ve zaten Türk’ün vatanseverliğini kanıtlayan bir anti-emperyalist savaşın “zafer günü”ne denk geliyordu. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ulusu (Kürtler bir ulus olarak kabul edilmedikleri için Kürt emekçilerinin Türk ulusundan emekçilerle birlikte bu savaşta üstlendikleri ülke savunmasından söz etme ihtiyacı duyulmuyor) yabancı işgalcileri kovarak “Türk’ün üstün vasıflarını bütün dünyaya kanıtlamış” ve zaferi elde etmişti.
“Barış” üzerine açıklamaları ise, uluslararası burjuvazinin bütün temsilcilerinin yürüttükleri propagandayla aynı özelliği taşıyordu. Onlar “barışsever”di ama “barış” tan söz eden ülke aydınlarına ve emekçi kesimlere karşı derhal savaşçı kesiliyorlardı. 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri kapsamında çeşitli gösteriler yaparak, diktatörlüğün Kürt emekçi kitlelerine karşı sürdürdüğü faşist saldırı ve imha harekâtının son bulmasını isteyen işçi, emekçi, aydın ve sendikacılara karşı gerçekleştirilen saldırı ve gözaltı ve “barış” gösterilerine karşı uygulanan polis ve asker kuşatması bunu bir kez daha kanıtladı.
Türkiye’yi yönetenler yetmiş yıldır Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın dünyanın bütün ezilen milletlerine, kurtuluş mücadelelerinde yol gösterdiğini propaganda ediyor; emperyalistler hesabına üstlendikleri taşeronluk rolünü gizlemek için Türk ulusal kurtuluş savaşından ve M. Kemal dönemindeki bazı uygulamalardan yararlanmaya çalışıyorlar. Kendileri, Türkiye’yi emperyalist sömürü ve yağmaya sonuna dek açtıkları halde, M. Kemal’in anti-emperyalist eylemini sömürmeye ve bağımlı-yeni sömürge Türkiye’yi bağımsız göstermeye devam ediyorlar.
İşbirlikçi egemen sınıflar ve onların devlet asalakları çetesinin anti-emperyalizmden, bağımsızlıktan, ulusal kurtuluştan, halkların barış içinde bir arada yaşamasından söz etmeleri ikiyüzlü bir tutumun ifadesidir. Onların bütün pratiği bu sözcüklerin içeriğinde anlam bulan değerlerle zıtlık içindedir. Anti-emperyalist değildirler, çünkü ülkeyi emperyalistlerin çıkarlarına bağlamışlardır. Yüzyılın başında padişah Vahdettin’in o dönemin güçlü devleti İngiliz emperyalizminin himayesine girmesi ve Damat Ferit ile birlikte İngiliz işgalini ve vesayetini kabullenmesi Türkiye’nin sömürgeleşmesini hızlandırdı. Ardından gelen yabancı işgale karşı milli Türk ticaret burjuvazisinin önderliğinde ve halk kitlelerinin büyük fedakârlıklarıyla başlatılan anti-emperyalist mücadele, işgal kuvvetlerinin kovulması ve siyasal bakımdan bağımsız bir devletin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak mili burjuvazinin uzlaşmacı sınıf karakteri nedeniyle, Ulusal Kurtuluş Savaşı Türkiye’nin emperyalizmin hâkimiyetinden tam olarak kurtulmasına yetmedi. M. Kemal’in başında bulunduğu burjuva-feodal önderlik, emperyalistlerle imzalanan Lozan Antlaşması’yla “bağımsız” devlet statüsüne uluslararası kabul sağladı, ekonomide kısmi ulusallaştırmaya gitti, devlet eliyle ekonomik kalkınma politikası izledi ve padişahlığı ve halifeliği kaldırarak, daha modern bir yaşam yönünde uygulamalara geçti. Ulusal Türk ticaret burjuvazisinin ikili ve uzlaşmacı sınıf karakteri, işçi ve emekçi hareketinden ve Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin zaferi nedeniyle sosyalizmin bölgede diğer halklarla birlikte Türkiye halkını etkilemesinden duyulan korku vb. nedenler, anti-emperyalist ve ulusal politikanın daha ileri düzeyde sürdürülmesini engelledi. Ekonomik ve mali bağımlılık temeli üzerinde ülkenin yarı-sömürge statüsü devam etti. Türkiye’yi yönetenler, her zaman dönemin güçlü emperyalistleriyle, dünya hegemonya mücadelesinde öne çıkmış ekonomik ve askeri güç sahibi ülke (ya da ülkeler) ile efendi-uşak ilişkisini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında katılmalarında rol oynayan etkenlerden biri de buydu. İkinci Dünya Savaşı’na öngelen yıllarda yeniden atak yapan Alman emperyalizmiyle ilişkilerini geliştirdiler ve Türkiye faşizmi Nazilerden güç aldı. İkinci Dünya Savaşı dünya dengelerini altüst edip Amerika Birleşik Devletleri dünyanın yeni jandarması olarak sahneye çıkınca, işbirlikçi sınıflar efendi değiştirmekte gecikmediler. 50 yılı aşkın bir zamandır Türkiye, ABD emperyalizminin dünya ve bölge planları doğrultusunda ezilen halklara karşı kullanılmakta ve ülkenin bütün kaynakları bu emperyalist haydut başta olmak üzere emperyalistlere peşkeş çekilmektedir. 1945’ten itibaren ve yıllar ilerledikçe artan bir biçimde, işbirlikçi egemen sınıflar ve onların politik ve askeri temsilcileri eliyle ülke ABD’nin ekonomik, askeri ve politik çıkarlarına bağlanmış ve onun çıkarlarının yön verdiği bir çizgiye çekilmiştir. Türkiye egemen sınıfları, kendileriyle doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan Kore’ye, emperyalistlere karşı ülkesini savunmaya çalışan Kuzey Korelileri imha etmek ve ABD’nin emrinde savaşmak üzere asker göndermekten ve bağımsızlık mücadelesi yürüten Cezayir halkına karşı Fransız emperyalistlerinin yanında saf tutmaktan geri durmadılar; Ortadoğu Arap ve İran halklarına karşı ABD’nin vurucu gücü olan İsrail ile işbirliği yaparak, “mazlum halklar”a karşı emperyalistlerin safında yer aldılar. Anti-emperyalizm üzerine demagojik açıklamaların örtemediği gerçek budur. Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri Ortadoğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da halkların yaşamına, ABD emperyalizminin bir ileri kıtası olarak müdahalede bulunmaktan, buralarda ulusal boğazlaşmaların gerçekleşmesi için rol almaktan geri kalmıyorlar. Bosna, Çeçenistan ve Azerbaycan’da giriştikleri komplo, kışkırtıcılık ve çatışmalarda taraf olarak yer alma gibi olaylar bugün de çeşitli biçimlerde devam ediyor. Türkiye, ABD’nin Irak’ta giriştiği işgal ve sürdürdüğü baskıdan yararlanarak Irak topraklarında kısa aralıklarla askeri harekâtlar düzenlemektedir. Kürtlerin ezilen ulus statüsünü sürdürmek için emperyalistlerin desteğinde Irak Kürt burjuva feodal gericiliği ile ilişkilerini geliştirmekte; onu kendine tabi kılarak bölgedeki etkisini Kürt sorunu üzerinden de artırmaya çalışmaktadır. Türkiye egemen sınıflarının ulusal bağımsızlık, ulusal kurtuluş ve “barış” üzerine propagandaları tam bir ikiyüzlülüğün ifadesidir.
Türkiye egemen sınıfları, ülke emekçi kitlelerini komşu halklara karşı sürekli olarak şoven ve ırkçı ideolojiyle eğitmeye; Türkiye’nin dış düşmanları propagandasıyla komşu ülkelere karşı bir güvensizliği diri tutmaya ve bunu içerde emekçi kitlelerin sömürü ve baskıya karşı mücadelesinin bir dalgakıranı olarak ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Yürütülen propagandaya bakılırsa “Türk’ün düşmanı” hiç eksik olmaz! Dahası “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur”. Bu demagojik propaganda; faşist, ırkçı ve şoven ideolojiye kan taşıyan bir kaynaktır ve içerde Kürt emekçilerine ve dışarıda bütün komşu halklara karşı düşmanlık güdülerini ayakta tutmak için yeni unsurlarla desteklenerek sürdürülmektedir. Uzun süre düşman “Moskova’dan gelecek” komünizm idi. Truman ve Churcill’in Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve yıkmak için sürdürdükleri emperyalist yağmacı politikaya bağlanan Türkiye gericiliği, ABD’nin “yeşil kuşak” politikasının başaktörlerinden biri oldu. ABD, dünya hâkimiyeti mücadelesinde diğer emperyalist büyük devletlerle çatışmasına karşın; sosyalist Sovyetler Birliği’ni yok etmeyi baş görev sayıyor; SB’yi, aralarında Türkiye, İran, Körfez ülkeleri, Mısır ve Pakistan’ın da bulunduğu gerici İslam ülkeleriyle kuşatarak, bu devletleri Sovyetler Birliği’ne karşı saldırıda kullanmayı hedefliyordu. Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıfları “komünizme karşı savaş” adına ABD planlarının uygulanması için büyük çaba gösterdiler. Ülke toprakları ABD’nin askeri üsleri ve nükleer silah depolarıyla dolduruldu. İkili askeri ve stratejik işbirliği anlaşmalarıyla Türkiye emperyalistlerin tam bir yeni-sömürgesine dönüştürüldü. Türkiye gericiliğinin sosyalizme karşı emperyalist gerici savaşta ve sosyalizmin tasfiyesi eyleminde özel bir görevi ve rolü oldu.
“Dış tehdit” ve “ulusal çıkarlar” söylemi ekonomik kriz ve politik istikrarsızlık dönemlerinde yoğunluk kazanmakla birlikte, burjuva propagandasının kesintisiz bir unsuru olageldi. Komşu ülkelerin Türkiye üzerindeki emellerinden ve düşmanlarla çevrili olduğumuzdan söz edilerek yeni nesillere gerici ve şoven önyargıların aktarılması için özel bir çaba gösterildi. Egemen propagandaya göre Yunanistan “ezeli bir düşman”dı, Rusya’dan komünizm gelirdi ve Suriye Hatay’ı istiyordu! Rusya ile Boğazlar sorunu, Suriye ile Hatay, Yunanistan ile Kıbrıs ve adalar ve Bulgaristan ile Batı Trakya’daki Türk nüfus sorunu bu propagandanın güçlendirici unsurları olarak işlendi. İşbirlikçi egemen sınıflar propagandalarının etkili olması için, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Yunan ordularının İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin maşaları olarak Türkiye’ye karşı saldırı ve işgale girişmesini referans olarak alırken, Yunanistan’la sınır ilişkileri, Ege Denizi, adalar ve Kıbrıs’taki anlaşmazlıkları, (iki devletin yöneticileri de bunu kendi çıkarları doğrultusunda ve emekçi kitleleri yedeklemek amacıyla kullanmaktadırlar.) ulusal düşmanlığı körüklemenin ve şoven bir milliyetçiliği ayakta tutmanın gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Bulgaristan’la, Türk azınlık; Suriye ile Hatay sorunu (sonrasında PKK desteği gerekçesi de eklendi) nedeniyle yaşanan gerginlikler “Türk’ün düşmanı” propagandasının zenginleştirici unsurları haline getirilmiş bulunuyor. Türkiye egemen sınıfları, bütün diğer burjuva devlet yöneticilerinin yürütmekten geri durmadıkları bu tür bir propagandayla, ülke işçi ve emekçilerinin işbirlikçi kapitalistler ve büyük toprak sahipleriyle “ortak çıkarlar”da birleşmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Ülkelerini seven işçi ve emekçilerin yurtseverlik duyguları gerici, emperyalist ve sömürücü çıkar ve amaçlara alet edilmek istenmektedir, işçi sınıfı kitleleri ve emekçiler, burjuvazinin bu ikiyüzlü, emperyalist ve gerici propagandasına aldandıkları oranda, sermaye egemenliği sisteminin güvencede olacağı düşünülmektedir. Düşmanlarla kuşatıldığımız propagandasının temel amacı budur. Yoksa işbirlikçi egemen sınıflar ne yurtsever, ne emperyalizme karşı, ne de barışseverdirler. Emperyalist orduların Irak işgalini protesto ederek savaşa ve Türkiye’nin savaşa katılmasına karşı çıkanların hain olarak damgalanıp gözaltına alınması, bunun kanıtlarından yalnızca bir tanesidir. Türkiye egemenleri, Irak’ın işgali savaşını içerde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürüye karşı mücadelesini kırmanın aracı olarak kullandılar. Zonguldak grev ve direnişinin Mengen’deki barikatlara takılıp kalmasında ve sonra da etkisinin kırılmasında bu savaş borazanlığı küçümsenemez bir rol oynadı. Burjuvazi, işçilerin ve onları destekleyen şehir emekçilerinin yurtseverlik duygularından sonuna kadar yararlandı.
Bu durum, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfının devrimci partisinin, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için, burjuva propagandanın ikiyüzlü, aldatıcı ve karşı devrimci içeriğini teşhir etmesi ve burjuva gericiliğinin işçi ve emekçileri yedekleme çabasını boşa çıkarmak için günlük ve kesintisiz bir biçimde emekçiler içinde ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütmesinin ne denli önem taşıdığını da ortaya koymaktadır. Bu görevin ihmal edilmesi koşullarında işçi sınıfının bilincinin bağımsız politik sınıf bilincine yükselmesi gerçekleşemez.
* * *
Bütün ülkelerin işçi ve emekçileri, uluslararası burjuvazinin “ulusal çıkarlar” üzerine propagandasının sahte ve ikiyüzlü olduğunu bilmek zorundadırlar. Burjuva yurtseverliği genel olarak ömrünü tamamlamış bulunuyor. Emperyalist burjuvazi bütün ezilen halkların olduğu kadar, emperyalist ülke halklarının da düşmanıdır ve bütün dünyada halkları birbirine kırdırmaya hizmet eden bir politika yürütmektedir. Emperyalist büyük devletlerin ve dev uluslararası tekellerin çıkarları halkların özgürlüğü ve eşitliğe dayalı ilişkilerini değil; yağma, hâkimiyet ve baskıyı gerektirmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çatışmalar emperyalistler tarafından kışkırtılmakta; halkların imhası ve yoksulluğu pahasına onlar bu savaşlardan büyük kârlar elde etmekte ve silah sanayisini geliştirmek üzere kaynak sağlamaktadırlar.
Uluslararası gericiliğin bu politikası, proletarya ve ezilen halkların uluslararası dayanışmasıyla karşılanmak zorundadır. Herhangi bir ülkenin işçi sınıfı ve emekçilerinin kendi ülkelerinin egemen sınıflarına karşı verdikleri mücadelenin, gerçekte tüm ülkeler emekçilerinin uluslararası gericiliğe karşı mücadelesi demek olduğunun anlaşılması, işçi hareketi ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesi bakımından önemli bir ilerleme olacağı gibi, burjuvazinin ulusal çıkarlar yalanıyla emekçileri yedekleme politikasının başarısızlığa uğratılması bakımından da büyük bir gelişme olacaktır. Emperyalizme bağımlı geri ülkelerde ulusal çıkarların savunulması işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli görevlerinden biridir. İşbirlikçi burjuvazinin ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmak, ancak emperyalizme karşı ülkenin ve halkın çıkarlarının korunması ve ülkenin kaynaklan ve haklarına sahip çıkmakla mümkündür. Sınıf bilincine ulaşmış işçiler buna azami dikkat gösterirlerken, burjuvazinin gerici emellerinin de farkında olmak ve başka halklara düşmanlığı içeren bu gerici emellere alet olmamak zorundadırlar. Sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve bütün ülkelerde var olabildiği kadarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci partilerinin önündeki en önemli görevlerden biri, iletişim teknolojisiyle etkisi artan burjuva propagandanın etkisiz kılınması ve uluslararası dayanışmanın geliştirilmesidir.
Türkiye’nin bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerinin, uluslararası düzeyde yürütülen küreselleşme ve dostluk propagandasının ve içerde süreklilik kazanan ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar propagandasının gerici özünü kavramaları; her şeyden önce sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerletilmesi için bir zorunluluktur. Sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin devrimci partisi, emekçi kitleler içinde kesintisiz bir çalışma ile işbirlikçi burjuvazinin ulusal çıkarlar üzerine ikiyüzlülüğünü teşhir etmeli; halkın ve ulusun haklarını, büyük emperyalist devletlere ve uluslararası tekellere peşkeş çeken ve ülkeyi bağımlı duruma düşüren ulusal ihanetçi burjuvaziye karşı daha etkili bir faaliyet yürütmeli ve devrimci ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasını güçlendirmelidirler. Türkiye ikili ve çok taraflı askeri-politik ve ekonomik işbirliği anlaşmaları ile başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerin etki alanına çekilen bir ülkedir ve gerek dış politika alanında, gerekse içerde izlenen politikalar bütünüyle halkın çıkarlarına aykırıdır. İşbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin “ulusal çıkarlar” ve “iç ve dış düşmanlar” üzerine propagandası içerde emekçileri aldatmaya, Türk işçi ve emekçilerini Kürt halkına karşı şoven önyargılarla kışkırtmaya; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadele birliğini engellemeye yönelmiştir. Bu gerici çabanın teşhir edilerek boşa çıkarılması devrimci sınıfın ve partisinin başlıca görevlerinden biridir. Türkiye işçi ve emekçileri burjuvazinin propagandasına alet olmayı reddetmelidirler. Türk ve Kürt halkının bölge ülkeleri halklarıyla herhangi bir sorunu yoktur ve bütün sorun gerici egemen sınıf kliklerinin çıkar çatışmalarına emekçileri de alet etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Emperyalistler ise bu çatışmaların baş kışkırtıcılarıdır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri emperyalist kışkırtmaya, emperyalistlerin bölgeye ve ülkeye müdahalesine karşı mücadele etmeli; içişlerine karışmama ilkesinin benimsenmesi için çaba göstermelidirler. Emperyalizme karşı mücadele demokratik bir devletin kurulması mücadelesi olarak gelişmeden, Kürt sorunu, emperyalistlerin ve bölge gerici rejimlerinin müdahalesi olmadan ve kaderini tayin hakkına saygı gösterilerek demokratik biçimde çözülmeden, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine ve emperyalist hâkimiyete son vermek mümkün olmamaktadır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri bilmelidirler ki, düşmanları komşu ülkelerin emekçileri değil; Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarıdır.
Ekim 1997