I-
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NDEN YENİ MÜCADELE DÖNEMİNE
SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun 1989–90 yıllarındaki çöküşü, başında ABD’nin bulunduğu Batı’lı emperyalist kamp için büyük bir zaferdi, iki süper devlet ve NATO ve Varşova blokları arasında otuz beş yıldır süren egemenlik mücadelesi, SSCB ve Varşova Paktı’nın çöküşüyle sonuçlanmış ve Batı’lı kapitalistler, dünyadaki “ortak egemenlik”lerini ilan etmişlerdi.
Batı’lı kapitalizmin, devletçi Doğu’lu kapitalizm karşısındaki bu zaferi, bir kapitalist kampın, kendisiyle hegemonya mücadelesi veren başka bir kapitalist kamp karşısındaki zaferi olarak ilan edilmedi: Kapitalizmin zaferi karşısında çöken ve dağılan sosyalizm; yenilgiye uğrayan ise, komünist toplum kurma rolü yüklenen proletarya idi! Sosyalizm ve komünizm, tarihsel bir yanılgının ürünüydü ve zaten olanaksızdı; insanlığın önündeki olanaklı ve onu ilerletecek tek toplum kapitalist toplumdu ve bu açıkça kanıtlanmıştı vb.! Kazanılan zafer, “üstün” kapitalizmin, “çözümsüz” olan sosyalizm karşısındaki zaferiydi!
Kapitalist ve emperyalist ülke ve çevrelerin, SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun çöküşünü, sosyalizmin “iflası ve çöküşü” olarak ilan etmeleri için gerekli kozları kuşkusuz vardı. Çöküşe sürüklenen kampın, eski sosyalist kamp; bu kamptaki kapitalizmin, 1950’li yılların ortalarında başlayan revizyonist geri dönüşle restore edilen ve “sosyalist” biçimleri “koruyan” bir kapitalizm olması, onlara; sosyalizme ve proletaryaya saldırı olanağını vermişti. Bu kamplar arasında otuz beş yıl boyu süren kavganın, sanki yüzyılın ilk yarısındaki mücadelenin devamıymış gibi, kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadele olarak algılanıyor olması ise, bu kozların etkisini artıracak bir dayanak olarak kullanıldı.
Kampanya, bu biçimine kuşkusuz, çok yönlü amaçlar nedeniyle büründürülmüştü. Amaçlardan biri, sınıf olarak hareket edemez durumda bulunan proletaryayı, geçmişten kırıntı halinde kalan kazanımların yok edilmesini kabulleneceği bir pozisyona itmek, yeni sınıfsal bir uyanışın olanaklarını olabildiğince daraltmaktı. Diğeri ise, umutsuzluk içindeki halkların yeniden ve bir tür tam köleleştirilmesini güvenceye almak olarak, belirlenmişti.
Sosyalizme, komünizme ve proletaryaya karşı kampanya, bir dalga biçimine büründü; buna, zaferi kazanmış kapitalizmin, gelişimi içinde kendini yenilediği; çelişkilerini aştığı ve “refah toplumu”nu yaratarak “evrenselleştiği” üzerine propaganda eşlik etti. Bu propagandaya göre; krizler, sınıf çatışmaları ve savaşların olmadığı “evrensel” bir dünya kurulmuştu ve bu “yeni” dünyada hüküm sürecek olan “düzen”in adı “yeni dünya düzeni” idi!
“Yeni dünya düzeni” üzerine “tez”ler, “mutlak barış ve özgürlük” akımı olarak sunuldu. Belli başlı burjuva ve revizyonist merkezlerin yönetimi ve tahriki altında örgütlenen bu ideolojik sunuş, proletarya ve halklar arasında etkili olan geleneksel burjuva-küçük burjuva sosyalist çevreleri de önüne katarak görülmemiş bir saldırı kampanyasına dönüştü. Hedef, 1950’li yılların ortalarında farkına varmadığı büyük bir yenilgi almış ve 1980’li yılların son yarısında hareketi dibe vurmuş ileri proletaryanın, geçmişten bugüne az çok olumlu neyi kalmışsa onu da yok etmek ve halkları büsbütün silahsızlandırmaktı. Bu hedefe, belli bir süre için de olsa ulaşıldı; ezilen halkların hareketinin esas olarak emperyalizm yörüngesine girmesi bir yana, proletaryanın hemen bütün bölüklerinin saflarında, “yeni düzen” ideolojisinin platform oluşturduğu eylemlerin ciddi dalgalanmalara yol açması dahi başarıldı.
“Yeni dünya düzeni”, hem dünya, hem de tek tek ülkeler ölçeğinde “gerçekleşmiş” ve “gerçekleşen”, “yeni, uyumlu, evrensel bir düzen” olarak ilan edilmişti. “Mutlak” bir olgu olarak sunulan bu “düzen”, nasıl bir “düzen”di; ne gibi bir dünya ve toplum vaat ediyordu?
Bu “tez”ler, uluslararası ve tek tek toplumlardaki ilişkiler olmak üzere iki alana yöneltilmiş ve uluslararası ilişkilerin ve toplumların “değiştiği” temeline oturtulmuşlardı.
a)- Kapitalist tekeller ve devletlerarasındaki mücadele, yerini; barış, dayanışma ve birleşme eğilimine bırakmış; zengin devletlerle geri ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizliğe dayanan eski ulusal sömürü ve baskı ilişkisi, ileri ve geri uluslar arasındaki adil ilişkilere; dayanışma içinde kalkınma ve “refahtan eşit derecede yararlanmaya varmıştı. Büyük ülkeler arasındaki egemenlik mücadelesi ve gelişmiş ülkelerle geri halklar arasındaki eşitsizlik; bunlardan doğan gerici savaş (ve dünya savaşı) ve devrimci ulusal savaş, artık tarihe karışmıştı; kısacası emperyalizm artık geride kalmış; dünya, artık evrensel adalet ve evrensel uyumun egemen olduğu evrensel bir barış ve refah dünyasına dönüşmüştü!
b)- Kapitalizm, ekonomik krizler ve bu krizler tarafından kışkırtılan sınıf çatışmalarını geride bırakmış; sermaye ile emek, birbirinin karşıtı olmaktan kurtularak ekonomik ve toplumsal hayatın uyumlu, tamamlayıcı unsurlarına dönüşmüşlerdi. Önceki dönemlerde, toplumsal sınıfları birbirleriyle mücadeleye sürükleyen kâr ve azami kâr, şimdi artık, ister emekçi isterse sermayedar olsun, bireylerin refah koşulu haline gelmişler; çağdaş liberal sosyal devletler, refahın “adaletli” bölüştürülmesi ve toplumsal “kalkınmacın gerçekleşmesinin araçları olarak örgütlenmişlerdi. Sınıflar arasındaki ilişkiler, barışçıl ilişkiler biçimini almış; aralarındaki mücadele, yerini, bireyler arasındaki “verimli bir yarışa” bırakmıştı. Bu değişikliklerin sonucu olarak da, kapitalist toplumların “eski” sınıf devletleri artık yoktu; “bilimsel teknik devrim”, eski devletlerin “değişmeleri”; sosyal adalet ve refah devletleri olarak “yenilenmeleri”ne “yeni bir temel” yaratmıştı!
“Yeni dünya düzeni” teorisini karakterize eden “tez” ve “vaat”ler, sosyalizme cepheden saldırı ile ilgili iftiralar bir yana bırakılırsa, özet olarak işte bunlardı. Tezler böyleydi: fakat ne var ki inandırıcılıkları da, ömürleri de uzun olmadı. “Yeni dünya düzeni”nden hâlâ söz edilse bile, ortaya atılışlarından kısa bir süre sonra, söz konusu bu “tez” ve “vaat”lerin boş olduğuna ve savunanının pek kalmadığına bütün dünya hep beraber tanık oldu.
Batı’lı kapitalistlerin, “sosyalizm” ve proletarya karşısındaki büyük “zaferi”nin açıklaması olarak “formüle edilmiş” bu “tez ve vaat’ler niçin ortada kalmış ve neden tozlu raflarda unutulmaya terk edilmişti? Bunun nedenleri bellidir: Uluslararası ölçekte ve çeşitli bölgelerde patlak veren olayların, öne sürülen bu “tezler i” yerle bir etmeleri, işe yaramaz kılmaları ve olguların gerisindeki ilişkilerin üstündeki örtüyü yırtıp atmaları!
Ortadoğu’da, “yeni dünya düzeni” kampanyası daha doruktayken başlayan emperyalist saldırı; ardından belli başlı bölgelerde patlak veren ulusal çatışmalar ve bu saldırıyı tezgâhlayan ve çatışmalara müdahale eden büyük güçler arasındaki çıkar anlaşmazlıkları, “ülkelerin eşitliği” ve “evrensel barış” gibi sloganların boş yalanlar olarak kaldığını, her şeyi çıkarların ve güç ilişkilerinin belirlediğini yeniden ilan ettiler, kanıtladılar. Dünyada egemen olan şey, “ulusların eşitliği”, “barış” ve “adalet” değil; geri ve küçük ülkelerin zorla bastırılmaları, büyük güçler tarafından ezilmeleri ve soyulmaları olan emperyalizmdi! İlk patlayan olaylar, kapitalizmin emperyalist yönüne dikkat çeken özellikteki olaylar oldu.
Kapitalist toplumun “refah toplumu” olduğu, “toplumsal barış”a ulaşıldığı “tezlerini” çöpe atan olaylar da fazlaca geç kalmadı. Ekonomik kriz: sermayenin, krizden önce başlayan ve sonrasında genel karakter kazanan saldırısı: “refah” bir yana, yaşamı daha da kötüleştiren bu saldırıya karşı, başlıca gelişmiş ve “gelişmekte olan” ülkeler proletarya ve halklarının vermek zorunda kaldıkları mücadele… Kapitalist merkezlerde yaşanan bu olaylar, “yeni dünya”ya duyulan “umudun” yerini, artan bir kaygının almasına neden oldukları gibi: “toplumsal refah ve uyum” gibi “beklentiler”in kırılmasına ve emekçi sınıfların yeni bir uyanış eğilimine girmesine de yol açtılar. Mevcut toplum artık, “toplumsal refah ve barış” toplumu değil, emeğin sömürüldüğü, ezildiği ve sermayeye karşı sonu “bilinmez” mücadelelere sürüklendiği eski kapitalist toplumdu! 1993 krizine gelen bir iki yıl kapitalizmin ekonomik özü ve sınıfsal karşıtlıklarının kendilerini kabul ettirmelerine fazlasıyla yetti.
Yaşayarak gördüğümüz gibi: Körfez saldırısından 1993 ekonomik krizine gelen dönemde patlak veren olaylar, “yeni dünya düzeni”nin, kapitalizm ve emperyalizmin “düzeni” olduğunu, bu “düzen”in teorisyenleri de dâhil, hemen herkese kabul ettirmeye yetti. “Yeni dünya düzeni”nin proletarya ve halklar için, saflarını dağıtan ve saldırılar karşısında onları tam silahsızlandıran demagojiler ötesinde hiçbir değişiklik getirmediği son derece açıktı.
Buna karşılık, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşü ve “yeni dünya düzeni”nin “kurulduğu”nun ilan edilmesi ile birlikte yeryüzünde bir şeyin değişmediği söylenebilir mi? Bunun söylenemeyeceği, büyük değişikliklerin yaşandığı kesindir. SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün, yukarıda vurgulananların da özeti olarak; dünyadaki ve toplumlardaki gidişatın yönünü belirleyecek özelliklere sahip iki gerçek değişikliğin zemini olduğundan kuşku duyulmaz.
Bunlardan ilki, iki emperyalist blok arasında on yıllar boyu süren egemenlik mücadelesinin, dünyanın paylaşılmasının tamamlanması ve bir dönemi kapatarak bitmesinde yatar. Doğu Bloğu’nun çökmesi, Batılı lider ABD ve bunu geçmişte “gönüllü” olarak kabullenmiş öteki büyük ülkelerin güçleri ile sahip oldukları pazar ve etki alanları arasındaki oransızlığı dışa vurdu; aynı zamanda, etki alanlarının ve dünyanın verili güç ilişkileri temelinde yeniden bölüşülmesi uğruna bu ülkeler arasında patlak veren yeni mücadelenin başlangıcı oldu.
İkincisi ise, burjuva emperyalist sınıflarla proletarya ve ezilen halklar arasındaki ilişkilerde dile gelir. Sermayenin sömürü ve egemenlik eğiliminin sınır tanımaz bir boyut kazanması; bütün mevzilerini kaybetmiş ileri proletaryanın, on yıllardır görülmemiş ve elinde kalan son kırıntıları da geri alacak olan bir saldırı ile yüz yüze gelmesi; saldırının, hemen her ülkede yeni bir uyanış ve mücadele ile karşılanması… Doğu Bloğu’nun çöküşü, kapitalizm ve emperyalizmin proletarya ve halklar karşısındaki saldırganlığında sıçrama anlamına gelirken; çöküşün sonuçlarıyla da bağlantılı bu saldırı, gerilemiş ve dibe vurmuş durumdaki proletarya, hareketinin ileriye doğru dönüş yapmasında bir dönemeç oluşturdu.
Bir yanda, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında, paylaşılması tamamlanmış dünyanın yeniden paylaşılması uğruna patlak veren çok yönlü yeni bir kavga; öte yanda proletarya ve halkların, genelleşmiş kapitalist ve emperyalist saldırıya karşı dinamiklerini yenileyen, gelişen ve genişleyeceği bugünden görülür olan mücadelesi… “Yeni dünya düzeni”nin dünyada “meydana getirdiği” değişikliklerin; dünyanın ve toplumların “işbirliği”, “refah” ve “barış” dönemine değil, çıkarları karşıt ülke ve sınıfların karşılıklı mevzilenmeleri birbirlerini dıştalayacak ve gitgide kesin hesaplaşmaları da gündeme getirecek çatışmalara girmeleri dönemine dikkat çeken değişiklikler oldukları açık. Dünyanın, emperyalist bloklaşmalar, çatışmalar ve savaşlar: toplumların, krizler, saldırılar, toplumsal altüst oluşlar ve devrimci mücadeleler dönemine yol aldığı yadsınamazdır.
Sonuç olarak söylersek: “yeni dünya düzeni” ideologlarının “öne sürdükleri” gibi, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün ardından, kapitalist ve emperyalist dünya yeni bir döneme girmektedir. Ne var ki bu yeni döneni, onların ‘ileri sürdükleri gibi “birleşme”, “uyum”, ”barış”,ve. “düzen” dönemi değil, yeni bir düzensizlik, çatışma ve altüst oluş dönemidir, Ortadoğu’daki savaş, bu döneme gidişin ilk dönemeci, son ekonomik kriz ve hızlandırdığı saldırılar, gerginlikler, kutuplaşmalar ve çatışmalar ilk belirtileri olarak dışa vurmuş bulunmaktadır.
Genel olarak dünyada olsun, tek tek ülkelerde olsun, gidiş ye ilişkilerdeki değişikliğin çatışma ve mücadele yönünde gelişmesi kaçınılamazdı. Zira sömüren ve sömürülen sınıflar, ezen ye ezilen ülkeler ve ezen ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerin başka yönde bir gelişmeye izin vermesi olanaksızdı. Sermayenin egemen olduğu ve emperyalizmin yürürlükte, bulunduğu dünyanın bugünkü koşullarında, “uluslararası uyum”, “adil barış” ve “toplumsal refah” beklentisi içinde bulunmak, açıktır ki kötü ve aptalca bir saflık olurdu.
-II-
1993–94 KRİZİ VE 1990’DAN ’95’E KAPİTALİST “GELİŞME”
(Bu krize 1993–94 krizi dememizin nedeni. ’94’te Japonya’da etkisini sürdürmesi ve ’94-‘95’te geri ülkelerde yayılmasıdır.)
1993–94 ekonomik krizi, kapitalist dünyanın 1990 sonrası döneminin en önemli ekonomik olayıdır. Kanımız odur ki, bu krize, biraz daha yakından bakmamız yararlı olacaktır. Bunun nedeni, “yeni dünya düzeni” ideologlarının ileri sürdükleri “kapitalizmin krizden kaçınacak mekanizmaları geliştirdiği” ve “krizler devrinin bittiği” tezleri değil. Bunların, beş paralık bir değerinin bulunmadığını kapitalizm ve bizzat krizin kendisi kanıtladı. Ayrıca bilinmektedir ki, bugün “aman kriz geliyor” korkuluğunu sallayan, sermayenin kendisidir.
Bu krizin özel olarak üzerinde durmamızın nedeni, büyük bir kriz olup olmamasıyla da ilgili değildir. Bunu gerekli kılan nedenler. Doğu Bloğu’nun çöküşünün ardından gelen ilk kriz olmasında; sömüren ve sömürülen sınıflar, ezen ve ezilen uluslar ve rakip devletlerarasındaki ilişkilerin yönünü etkileyen önemli bir etken haline gelmesinde yatıyor. Bunu dikkate almadığımızda, ekonominin yakın dönemdeki seyrini, ülkeler ve sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme yönünü vb. anlayabilmemiz yarım kalacak, belki de olanaksız olacaktı.
Herkes bilir: krizlerin irdelenmesi, proletaryanın partisi için önce toplum ve sınıfların yaşamı üzerindeki pratik sonuçları nedeniyle önem taşır. Krizi ele alırken, ekonominin gidişi ve sınıflar ve devletlerin yaşamları ve yönelimleri üzerindeki etkisinin dışına fazla çıkmayacağız. Bu sanırız, yukarıdaki nedenle bile kabul edilecek bir tutum olacaktır.
KRİZİN ALANI VE ÖZELLİKLERİ
1993–94 krizi. 1992’lerin sonlarında, Almanya’da görülen durgunlukla belirdi. 1993 yılında, İtalya ve İngiltere’de mali sarsıntılara yol açarak gelişen kriz, Almanya. İtalya ve Fransa’da üretimde sektörel ve genel gerilemeye yol açarak şekillendi; Japon ekonomisini, bağımlı ülkeleri ve tekeller ve devletlerin taktik planlarını etkilemesiyle karakteri 2e oldu.
a)- 1993–94 krizi, ekonominin belli temel sektörlerinde öncelikle Avrupa’da meydana gelen aşırı üretimden doğdu. En önemli özelliklerinden biri, ABD dışındaki belli başlı bütün ülkeleri etkilemesi; sanayi üretiminin, belli başlı temel sektörlerinde belirmesi, parasal ve mali sistemleri sarsması w ekonomiyi genel olarak kucaklamasında yatmaktadır.
Kriz, ABD ve İngiliz ekonomilerinin, öteden beri yaşadıkları durgunluğu 1990 başlarında henüz kıramadıkları; Fransız ekonomisinin, aynı yıllar (1992’deki cüzi büyüme hariç) boyunca gerileme gösterdiği koşullarda ortaya çıktı. Kriz bazı ülke maliyelerini sallarken; kendini ve asıl etkisini, dünyanın yükselen ülkelerinde; önce Almanya, ardından Japonya ekonomilerinde yarattığı tahribatla gösterdi. Uzun süredir gerileme görmeyen bu ülkelerde, sınaî “dengeler” sarsıldı; ağırlık imalat sektöründe olmak üzere, ABD dışındaki gelişmiş ve az çok gelişmiş ülkelerin ekonomi ve sanayi üretimleri düşüş yaşamaktan kurtulamadı.
Örneğin, gelişmiş ülkelerin her birinin sanayi üretimini. 1990 yılı itibariyle 100 kabul edersek: Bu durumda, 1993 Ocak ve Aralık ayları (Ocak’tan Ocak’a, Aralık’tan Aralık’a) göstergelerinin Almanya için, 93,9 ve 93,6: Japonya için. 92,5 ve 89,2; Fransa için, 96,3 ve 96,7; İtalya için 91 ve 98,6; İngiltere için, 96,2 ve 99,6 düzeylerine işaret ettiklerini görüyoruz. Japonya ve Almanya’nın, 1990–93 arası yıllarda büyüyen ülkeler oldukları dikkate alındığında, bu ülkelerdeki sanayi üretimi gerilemesinin burada yansıyandan daha yüksek olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Avrupa ülkelerinin üretiminin 1990 seviyesini 1994 yılında ancak tutturabilmesi ise, Avrupalı öteki büyüklerin durumları açısından ayrı bir veridir.
Özet olarak söylersek: 1993 sonrası yıllar, Almanya ve Japonya’da kayda değer bir canlanmaya yol açmadı: bu ülkelerin yanı sıra Fransa, İngiltere, İspanya ve öteki ülkeler açısından nispi bir gerileme ya da durgunluk içinde kaldıkları yıllar olarak yaşandılar.
b)- 1993–94 krizi, en önemli özelliğini sanayinin temeli olan sektörlerde çıkmış olmasından aldı. Metal, makine yapımı, otomotiv vb. sektörler krizin temel alanıydı.
1993 yılında. 1987 yılına göre demir-çelik üretimi Japonya’da % 7,7, Almanya’da % 8,5 ve Fransa’da % 11,4 oranında daha azdı ve istatistikler, başta Almanya olmak üzere Avrupa ve Japonya’daki düşüşün, 1993 ve önceki iki yılda gerçekleştiğini gösteriyorlardı. İngiliz British Steel dışındaki Avrupalı demir-çelik tekelleri, 1993 yılını büyük zararlarla kapatmak zorunda kalmışlar ve Fransız Usinor-Sacilor’un zararı ise 5,8 milyar frank’ı bulmuştu. Ayrıca, biriken alüminyum stoklarının, büyük boyutlara ulaştığı aynı yılda ortaya çıktı; bu durum, belli büyük ülkeleri, 1993 yılında % 10 üretim azaltmasına gitmek zorunda bıraktı.
Öte yandan, makine yapımında “lider” durumundaki Almanya’da 1993’te % 10,5; Avrupa’da % 14 düzeyinde uzun yıllar görülmeyen bir gerileme yaşandı. Makine siparişindeki azalma, (1991–94) Avrupa’da toplam % 19’u buluyordu. Önemli olan şuydu ki makine yapımı sektöründeki sorun basit, kısa süreli stok birikimi ve satışlardaki gerileme sorunu değil, bu alandaki yatırımları da uzun süreli etkileyen önemli bir sorundu. Örneğin, makine imalatı yatırımlarının Avrupa’daki ortalama gerilemesi, 1992’de % 12’den, ’93’te % 1,4’ten ve satışlarda sadece Almanya’da % 1 artışın görüldüğü 1994 yılında bile % 5’ten daha fazlaydı.
Otomotiv sektörüne gelince, Alman pazarı 1992’deki % 5,5’lik daralmadan sonra 1993’te % 18,9’luk bir daralma daha yaşadı. Satışlar. Fransa’da % 15, Japonya’da % 9,5 geriledi; gerileme, Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama % 15’leri buluyordu. Aşırı üretim, üretimdeki düşüşü de beraberinde getirdi. Otomotiv sektörünün ABD ve İngiltere’deki büyümesi, bir önceki yıla göre 1993 yılında % 8’i ve % 1,1’i aştığı halde, düşüşün dünya ortalamasının % 3’ün üzerinde kalması ancak, Batı Avrupa ve Japonya’daki gerileme ile açıklanabilirdi.
Sanayi sektörlerindeki bu ve benzer düşüşlerin sonucu olarak da; 1992’ye göre ’93 yılında Alman ekonomisi. % 1,6’dan %-1,8’e; Japon ekonomisi, % 1,3’ten % -0,5’e; İtalyan ekonomisi % 0,9’dan % -1,5’e gerileme yaşadı, ispanya ise, % -1,5’e düşmüştü. Avrupa Birliği ekonomisi, etkisi sonraki yıllarda da görülen bir gerileme ve küçülmeden kaçınamadı. Öte yandan bu küçülmeye, demir-çelik alanında olduğu gibi, tekellerin bir kısmının yılı zararla kapatması, bir kısmının kârlarının azalmasına razı olmak zorunda kalması eşlik etti. Örneğin, Almanya’da tekellerin toplam kârlarındaki artış oranlarında, zaten % 7 artıştan % 1,4 artışa gerilemiş olan bir önceki yıla göre 1993’te % -2,3’e düşen bir azalma görüldü.
Belli başlı sektörlerde asın liretimin ortaya çıkması ve kârların azalmasının yanı sıra, risklerin artmasının, sermayedeki spekülasyon eğilimini kamçılaması doğaldı. Nitekim, sermayenin yeni sınai yatırıma ve değişmeyen sermayenin yenilenmesi yatırımına eğilimi en aza inerken: kısa vadeli “yatırım”, spekülasyon ve rant eğiliminin daha da büyüdüğü görüldü. Almanya’da toplam ve değişmeyen sermayeyi yenileme yatırımlarının, 1991–93 arasında hiç artmaması, aksine, ikincinin düşmesinin; Fransız hükümeti, burjuvaziye 80 milyar frank (1993) aktardığı halde Fransa’da yeni işyerinin açılmadığından yakınmak zorunda kalmasının başka bir açıklaması yoktu. Bu durum ancak, nispeten sınır ötesi rekabetin şiddetlenmesi ve nispeten de hızla artan faiz ve rant gelirleri tarafından açıklanabilirdi.
c)- 1993–94 krizi, bilindiği gibi etkisini mali-parasal alanda da hissettiren bir krizdi. Kriz, para ve maliye sistemlerinde en fazla Avrupa ülkelerini ve Avrupa Birliği’ni etkiledi. İngiltere ve İtalya, Avrupa para sistemi dışına çıkmaya zorlandığı gibi. “Şengen Süreci”nin tam iflasının önüne geçmek için Fransa, Almanya’dan mali destek ve yardım talep etmek gibi bir zorunlulukla yüz yüze gelmekten kaçınamadı. ABD krizden korunmak ve NAFTA’yı kurtarmak için, sonraki mali zorlukları da göze alarak Meksika’yı 19 milyar dolarla desteklemek zorunda kaldı. Ticari fazlalarıyla tanınan Japonya’daki mali dengeler dahi sarsıldı.
Sınaî yatırımların kârının azalması, riskinin artması ve nispi bir kesinti göstermesi, parasal ve mali alanda da aşırı üretim anlamına gelmişti. Enflasyon oranları kayda değer bir değişiklik göstermezken faizler aşırı oranda düştü. 1993 Ocak’ında uzun vadeli faizler Almanya’da % 7,1, İtalya’da 12,5, Fransa’da 8,0, İngiltere’de 8,7 ve Japonya’da 4,4 iken: yılın sonunda sırasıyla % 5,7, 8,5, 5,1, (5,6 ve 3,1 oranlarına gerileyerek gerçekleşmişti. Kısa vadeli borçlanmalardaki faizler ise çok daha belirgin bir düşüş yaşadı. Bunlar kuşkusuz, sanayide ve para kurumlarındaki aşırı üretim sonucu meydana gelmiş olgulardı. Sonuçları, kamu borçlanmaları gibi, sermayenin aldığı haracın öteki kapılarının aşırı kullanımı oldu.
Anlaşılacağı gibi mali alandaki aşırı üretim, Japonya, Almanya, Fransa vb. kapitalizmin “liderleri” pozisyonundaki ülkelerin nalı “dengeleri”ni bozup, yenilenme ve yatırım vb. olanaklarını sınırlarken; rekabet halindeki blokların iç çelişkilerinin çoğalması, mali kavgaların hızlanması ve sermaye hareketinin risk ve zorluklarının artması anlamına geldi.
d)- 1993 krizi, sadece ileri ülkelerde etkili olmakla kalmadı: 1994 yılı boyunca kapitalizmin az çok geliştiği hemen bütün ülkeleri, bu ülkelerin özel sorunlarıyla da birleşen ve katlanan ağırlıklarla etkiledi. Meksika, Türkiye, Arjantin, Brezilya, Kolombiya, G. Kore, Endonezya vb. gibi belli başlı “gelişen” ülkelerdeki krizler, uluslararası krizle bağlantılı veya onun etkisi altında ortaya çıkmış olan krizlerdi. 1993–94 krizi, önce gelişmiş, ardından nispeten gelişmiş hemen bütün ekonomileri etkisine alan; dünya üretim ve ticaretindeki ve tek tek ülke ekonomilerindeki sorunları çoğaltan ve daha da ağırlaştıran bir kriz oldu.
1993–94 ekonomik krizinin başlıca özellikleri bunlardır denilebilir. Bu kriz kuşkusuz, iflas eden şirketlerin sayısında bir artışa yol açmasına (Almanya’da % 20 artış) karşın, büyük iflas ve çöküntülerle ortaya çıkmadı. İngiliz Nasyonal Bank ve Alman Vulkan benzeri mali ve ekonomik iflas ve çöküntüler vb. görülmüşse de; Fransız Usinor-Sacilor ve Alman Daimler Benz’de olduğu-gibi, faaliyet alanının daraltılması, tekellerden birinin diğerini kendine bağlaması, yutması ve tekelci birleşmelerin hızlanması gibi olgularla hissedildi. Öte yandan, açıktır ki, bu ve benzer olaylar, krizle birlikte ortaya çıkmadı: kriz daha önce başlamış bu yöndeki gelişmeleri, birinin lehine ötekinin aleyhine yönlendiren, aralarındaki çelişki ve kavgaları sertleştiren, hızlandıran önemli, “beklenmedik” bir faktör oldu.
KRİZ VE PROLETER VE EMEKÇİ SINIFLAR
1993 krizi, nispeten “hafif” bir kriz olduğu halde kapitalizmin bir önceki krizi olan Doğu Bloğu’nun çöküşünün yol açtığına yakın üretici güç tahribatına ve mali yüklerin önemli oranda ağırlaşmasına yol açan bir kriz oldu. Doğu Bloğu’nun çöküşünde olduğu gibi derinleşmemesine ve toplumsal ve politik krize doğru genişlememesine karşın, bu krizin ekonomiye önemli ağırlıklar yüklediği de yadsınamaz. Bu olgu, tek tek ülkelerin durumlarında görülebileceği gibi, dünya üretim ve ticaretinin gelişine eğrisinde de kuşkusuz görülebilir.
Daha önce de vurguladığımız gibi, 1993–94 krizi, dünyadaki gidişatın özel bir dönemecine denk gelmişti: Bir döneme son veren ve yeni bir dönemi başlatan bir dönemeçti bu. Bu dönemeçle başlayan yeni dönem, birbirleriyle bağlı başlıca iki olgu tarafından karakterize ediliyordu: İlki, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, dünyanın yeniden paylaşılması uğruna patlak veren çok cepheli yeni mücadelenin gereklerine (sermayede yeni bir merkezleşme) göre yeniden mevzilenmeleri; ikincisi ise sermayenin, bir yandan bu yeniden mevzilenmenin ihtiyaçlarını karşılamak, öte yandan kırıntı halindeki eski kazanından geri almak üzere proletarya ve halklara karşı başlattığı saldırı kampanyaları. İlişkiler bu yöne girerken gündeme giren kriz. Söz konusu olgulardan ilkini hızlandırırken; ikincisinin genişletilmesi ve uygulanabilir hale getirilmesinin vesilesi olarak kullanıldı.
Krizi bir tehdit olarak kullanmayı başaran sermaye, söz konusu bütün ülkelerde saldırısını genişletti; proleter sınıfların ve geri ülke halklarının içinde bulunduğu kötü durumdan ve sendikalardaki pozisyonundan da güç alarak ileri adımlar atmayı başardı. Amaca ulaşılması henüz tam olarak gerçekleşmemiş olsa bile; gerek krizin dayattığı, gerekse tekellerin ve devletlerin yeniden mevzilenmesinin zorunlu kıldığı faturanın, ileri proletarya ve geri halkların sırtına yıkılmasında önemli ilerlemeler kaydedildiği biliniyor.
a)- Proleter ve emekçi sınıfların gerçek ücret ve gelirleri, 1993 ve ’94 yıllarında gelişmiş ülkelerde % 4 ila 7’ye; kapitalizmin az çok geliştiği bağımlı ülkelerde % 10 ila 40’a varan oranlarla düştü. Buna, sosyal haklara, sigorta sistemlerine ve sendikal kazananlara karşı on yıllardan bu yana ilk kez görülen büyük ölçekli bir saldırı eşlik etti. Henüz sonuçlarına tam varmasa bile bu alanlarda ciddi ilerlemeler kaydedildi; ücretlerin dondurulması ya da donmaya yakın bir pozisyonda tutulmasının yanı sıra, 1992 ve sonrası dönemde yükseltilen vergiler ve tüketim mallarına yapılan zamlarla gelişmiş ülkelerde bile mutlak yoksullaşmaya doğru önemli mesafeler kat edildi. Yaşamın kötüleştirilmesi ile ilgili yukarıdaki oranlara, proletarya ve halkların içinde bulundukları yanılsamadan da yararlanılarak 1992 sonrasındaki bir-iki yılda hemen bütün ülkelerde ulaşıldığı görüldü.
İş güvencesi, hemen her ülkede pratik olarak kaldırıldı ve yasal olarak da yok etmek için harekete geçildi. Öte yandan, sadece 1993 ve ’94 yıllarında işten atılan işçi sayısı, gelişmiş büyük ülkelerin bazılarında sektör bazında bile yüz binlerle ifade edilirken, genel olarak işsizlik oranları ABD dışında bütün dünyada bir sıçrama gösterdi. Örneğin, makine yapım sektöründe Batı Avrupa’da 1993 yılında 225 bin işçi işini kaybetti. Aynı yıl, Fransa’da işten atılan işçi sayısı 310 bini aşıyordu. Otomotiv, metal, petro-kimya ye diğer sektörlerdeki iş kaybı. Avrupa ve Almanya’da, makine sektöründe yaşanandan farklı değildi.
İşten atmalarda, sonrasında da devanı etmek üzere, özellikle Almanya ve Japonya başı çekti. Batı Avrupa’da sadece 1993 yılında 2 milyon işçi işini kaybetti; işsizlik oranları. 1992’de % 9,3 iken ’93 sonunda % 11’i aşıyordu. Bu oranlar Almanya’da 1992’de % 7,7 iken ’94’te % 10,6; Japonya’da 1992’de % 2 iken 1994’te 3,1; Fransa’da 1993’te 11,7 iken 1994’te 12,3 vb. olmuştu. Krize düşmüş geri ülkelerdeki işsizlik artış oranlarının, kayıt ve istatistiğe başvurulmayacak derecede büyük bir yükseliş göstermesi ise “doğal” olanıydı.
b)- Krizin ve tekelci egemenlik mücadelesinin faturasının bir bölümü de geri ve bağımlı ülke halklarına kesildi. Bu ülkelerin bir bölümü, yıkım, karışıklık ve çalışmaya; bir bölümü de ağır ve altından kalkılamaz bir borç batağına zaten sürüklenmiş bulunuyordu. Bunlar ve “yeni düzen”den “beklenti” içinde olan az çok gelişmiş bağımlı ülkeler, proleter ve emekçi-sınıfların yaşam düzeylerinin doğrudan kötüleştirilmesinin ötesinde yeni saldırılarla yüz yüze gelmekten kaçınamadılar. Kredi koşulları, kriz “vesilesi”yle ağırlaştı. Özelleştirme, pazar ve iş koşullarıyla ilgili öteki IMK dayatmaları kararlılıkla uygulamaya konulurken; eğitini, sağlık ve emeklilik sigortalarını da kapsayacak şekilde genişletildi.
Genel olarak ticari ilişkilerdeki eşitsizliğin hızlı bir yoğunlaşma gösterdiği görüldü. Ticaret koşullarıyla (Terms ol Trade) ilgili istatistikler çarpıcı veriler sunar: Kriz öncesi üç yıl boyunca ticari koşullar, % 2,4. 2,1 ve 2,1 oranlarıyla “gelişiyor” denilen ülkeler “lehine”: % -0,2, -0,7 ve -0,6 oranlarıyla gelişmiş ülkeler “aleyhine” (aşın liretim sonucu) gelişmektedir. Ne var ki krizle birlikte bu gidiş tersine döner: Veriler, gelişmiş ülkeler yıllara göre % 1,2. 1,8 ve 1,4 oranıyla gidişi lehlerine çevirirlerken: bağımlı “gelişen” ülkelerin. % -3.3. -0,2 ve -1,8 oranlarına gerileme durumuna düştüklerini; enerji üreticisi ülkelerin ise, aynı dönemde, ortalama olarak % +1’lerden % -6’lık oranlara gerilediklerini göstermekledir. Ticari koşullardaki bu değişimin, geri ülkeler üzerindeki tekelci emperyalist sömürünün krizle birlikle nasıl ağırlaştığının tartışılamaz bir kanıtı olduğu açıktır.
Özelleştirmeleri hızlandırma ve tarımsal destekleri kaldırma zorunluluğu ve ticari koşullardaki bu yön değişikliği; canlı emek gücü üzerindeki sömürünün katlanmasının yanı sıra, geri ve bağımlı ülkelerin doğal kaynakları ve birikmiş servetlerinin soyulması ve yağmalanmasının sıçrama göstermesinden başka bir şey değildi. Krizin ağırlıklarının bir bölümü, geri ve bağımlı ülkelerin ve bu ülke emekçi sınıflarının sırtına bindirilmişti; sömürü oranlarının en fazla yoğunlaştığı ve en hızlı yükseldiği ülkeler ise, doğal olarak aralarındaki en “gelişmiş” olanları oldu. Nitekim bu ülkelerden çoğu, 1994 ve ’95 yılları boyunca sanayi ve ekonomilerini baltalayan ağır krizlerden kaçınamadı. 1993–94 yılları, perspektifleri uzun süredir “batıdaki refah”a koşullandırılarak umutlandırılmış bu ülke ve halkları açısından, kriz yükü ve kriz tehdidi ile hayal kırıklığına sürüklendikleri, ilerleme ve refah beklerken, daha ağır bir yoksullaşma ve umutsuzluğa itildikleri yıllar oldular.
Açık ki, gerek gelişmiş, gerekse bağımlı ülkeler açısından bir kısmı yukarıya alınan verilerin çizdiği tablonun anlamı fazla yorum gerektirmez. Gelişmiş ve geri bütün ülkelerde sömürü oranlarının hızlanan artışı; ücretlerin düşmesi, işsizlik tehdidi ve işsizliğin katlanan oranlarla büyümesi ve geri ülkelerden gelişmiş ülkelere ve alt sınıflardan üst sınıflara servet kaymasının yoğunlaşması 1993–94 krizinin, proletarya ve halkların yaşamları üzerindeki etkisi, verili güç ilişkileri nedeniyle böyle olacaktı, nitekim öyle de oldu.
KRİZ VE SINIFLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLERDE OYNADIĞI ROL
Ne var ki 1993–94 krizi, – proleter ve emekçi sınıfların yaşamlarının ve geri ülkelerin durumlarının kötüleşmesine yol açmakla kalmadı: krizle birlikte şiddetlenen saldırı, sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme yönünü değiştiren bir faktör haline de geldi. Uzun yıllar gerilemiş ve 1980’lcrin sonunda dibe vurmuş gelişmiş ülkeler proletaryasının, saldırılar karşısında gösterdiği hareketlenme ve direniş bu bakımdan bir veri idi. Az çok gelişmiş ülkeler proleter ve emekçi sınıflarının mücadelesinin tazelenmesi: sermayeye karşı cepheden hareket haline gelme eğilimini güçlendirmesi ise başka bir gösterge oldu
Daha geriden gelen ülkelerin ve eski Doğu Bloğu’nun bir kısım ülkelerinin halkları, esas olarak henüz ulusal gericiliklerin etkisinde bulunmasına karşın, ileri proletarya ve nispeten gelişmiş ülke proleter ve emekçilerinin mücadeleleri, sermayenin saldırılarını bir ölçüde de olsa frenledi. Sermaye, “refah”ın bittiğini ilan ederek saldırıya geçmiş, hedeflerinden bir bölümüne de ulaşmıştı. Ne var ki, karşıtı sınıfın yeni bir uyanış dönemine girmesi, harekete geçmesi ve geri ülkelerdeki emekçileri harekete geçirmesinden de kaçınamadı.
“Sosyal devletin ve refah döneminin bittiği”ni ilan etmesi ve saldırıya geçmesi, krizin yükünün ve yeni emperyalist paylaşım kavgasının faturasının proleter ve emekçi sınıflara yıkılmasında sermayeye küçümsenemez bir başarı kazandırdı. Buna karşılık bu başarı, kısa vade için bir başarı oldu: zira “sınıf mücadelesinin bitliği” tezinin proleter ve emekçi sınıflar tarafından pratik olarak çöpe atılması gibi bir karşı faturayı birlikle getirmişti.
Saldırılara karşı “umulmadık” bir şekilde patlak veren hareketin, “gelip geçici” bir hareket olmadığı ile ilgili, başta Fransa’daki sendikalarda yaşananlar olmak üzere pek çok örnek verilebilir. Denilebilir ki, 1993–94 krizi ve krizle birlikte şiddetlenen saldırının önemli bir sonucu, “sınıf kavgasının bittiği” tezinin “yükselişi”nin sonunu ve Doğu Bloğu’ndaki çöküşle girilen yeni mücadele döneminin karakter ve özelliklerini vurgulaması olmuştur.
Ekonomik kriz, üretimin çökmesine veya ekonominin küçülmesine yol açan yıkım anlamına gelir: o, genel bir çöküntüye yol açmadığı koşullarda dahi bir yıkım kaçınılanlardır. Üretim kapasitesinin kullanımında gerileme, üretim araçlarının değer kaybı ve tahrip görmesi; “istihdam”ın, toplumsal işgücünün büyük ölçekli israfına yol açacak derecede daralması; iş koşulları ve ücretler daha kötüleşirken, işsizler ordusunun, yoksulluk ve sefaletin yükselişi; üretici güç yıkımının bir biçimi de olarak toplumların bağrındaki sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesi; insan soyunu kırıma götürecek olguların kendilerine yol açarak güçlenmesi, milyonlarca insanın açlık kaynaklı karışıklık ve göçlere sürüklenmesi. …
En “hafif” ekonomik krizlerin dahi toplumda ve dünyada meydana getirdikleri olgular bu ve benzer nitelikte olgulardır ve bunların, insan toplumunun biriktirdiği üretici güçlerin ve üretici güç olarak insanın yıkımı ve tahribatı anlamına gelen olgular oldukları açıktır. İnsan soyu, yıkımlar ve kavgalar yaşamaya mahkûm bulunmamasına karşın; toplumların başına bu belaların, bir avuç kapitalistin ve birkaç emperyalistin sömürü, kâr ve servetinin büyümesi için ve gerici egemenlikleri sonucunda geldiğinin tartışılacak bir yönü olmasa gerektir.
1993–94 krizinin patlak vermesinin bir “iyi” yönü şu oldu ki, kapitalizmin ve krizinin karakteristik bütün özelliklerini ve toplumsal ilerleme karşısındaki yerini bütün yönleriyle ortaya koydu. Kriz, kapitalizmin bir sömürü ve kölelik sistemi olduğunu yeniden vurgulamakla kalmadı; onun, ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi durduran, insanlığı karışıklıklara, yok olma tehlikelerine sürükleyen, toplumun ve dünyanın sırtından beslenen, atılması ve kurtulunması gereken çürümüş ve asalak bir sistem, bir yük olduğunu da yeniden ilan etti.
Buna karşılık, hâlâ “kriz” bayrağı sallasalar da bugün bir krizin bulunmamasının sermayenin sözcülerini nispeten “rahatlattığı” görülüyor. Fakat onların bu “rahatlamaları” boşunadır. Zira krize karşı “önlem”, ileri sürüldüğü gibi, “sistemin ekonomik mekanizmalarında değil, proleter sınıflar üzerindeki sömürünün artırılmasında ve emekçilerin kitleler halinde sokağa atılmasında bulundu. Sömürülen sınıflar, bu türden “önlemler”e izin vermediklerinde, sermayenin elinde ekonomik krizleri “kaldıracak” hangi mekanizma kalır? Böyle bir mekanizmanın bulunmadığı: krize karşı alınan her “önlem”in, kapitalist sistemin temelinden sökülen bir tuğla, ilerideki krizler için bir basamak olduğu yadsınamazdır.
Kapitalizm ve emperyalizm, bir yandan yeni bir egemenlik mücadelesi sürecini açarken, öte yandan proletarya ve halkları direnişe tahrik eden bir pozisyona düşmüş: onları ayaklanmalara hazırlayacak olduğu bir dönemin kapısını aralamış bulunmaktadır. Savaş felaketi ile devrim “hayaleti”; sermayenin insan toplumunu sürüklediği yer, işle burasıdır.
-III-
1990’DAN 95’E EKONOMİK DURUM
İnsanlığın “kalkınmasının, “barış”ın olduğu gibi “refah”ın da “engeli” olarak SSCB ve Doğu Bloğu gösterilirdi. Sınıf mücadeleleri ve ulusal savaşlar, “hür demokratik toplumlar”ın içine, “zenginleşmeleri”ni engellemek ve “içten çökertmek” üzere gene bu ülke, bu blok ve onların “adanılan” komünistler tarafından sokulduğuna “inanılır”dı! Sermayenin, proletarya ve halklar karşısındaki demagojisinin bir yönü, özünde böyleydi. SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün ve “komünist adamları”nın tam teslim oluşunun üzerinden beş-altı yıl geçti.
Bu dönem boyunca, gen ulus ve halklar, “yeni düzen”in patronlarının isteklerine esas olarak uydu: ezici bir çoğunlukla kendi “ulusal” burjuvazilerinin çevresinde toplandı ve “umut”la “yeni düzende” yer bulmaya yöneldi. Özellikle gelişmiş kapitalist merkezlerde, sermaye doğrudan saldırıya geçmediği koşullarda bir direniş görülmediği gibi, “art niyetli” sınıf mücadelesi de yaşanmadı. Proleter kitle hareketi kuşkusuz yön değiştirdi ve bir atılım gösterdi; ancak, sermayenin sınırları dışına çıkan politik bir hareket de olmadı. “Komünist” maksatlı, sermayeyi devirmeye yönelik “yıkıcı” mücadele ve ayaklanmalar, -hepimizin bildiği gibi- Meksika’nın bir bölgesi dışında hemen hiçbir yerde görülmedi.
Kısaca söylenirse, 1990’a gelen dönem, uluslararası sermayenin, tüm insanlık dünyası için “kalkınma”, “zenginleşme” ve “refah”ın koşulu olarak tarif ettiği; ulaşmak için on yıllarca mücadele verdiği ve sonunda da ulaşmayı başardığı bir dönemdi. Koşullar, geride kalan altı yıl boyunca esas olarak sermayenin istediği gibi şekillenmişken, kapitalist ekonomi nereye geldi; zenginlik ve refah umudu veren bir yere mi, yoksa işsizlik, evsizlik, yıkıntı ve yoksulluk tedirginliğine yol açan bir noktaya mı? Sade emekçileri ve onun bilinçli temsilcilerini, kuşku yoktur ki bu soruların yanıtları her şeyden önce ilgilendirecektir.
1990–95 ARASI EKONOMİK “GELİŞME”
Şu bir olgu: Şu veya bu ülkede kriz ya da gerilemeden söz edilse bile, ekonomiyi uluslararası ölçekte etkileyen bir kriz bugün yoktur. Buna karşın, dünya ekonomisinin istikrar içinde geliştiği: istikrar ve gelişme yolunda ilerlediği de ileri sürülemez. SSCB ve Doğu Bloğu, altı-yedi yıl önce yıkılmış olmasına; “ilerleme”, “kalkınma” ve “refah”ın önünde engel olduğu söylenen etkenler “yok olmuş” bulunmasına karşın bir gelişmenin olmadığı görülüyor.
Ekonominin büyüme eğrisinin, ekonomik sistemin olanaklı gelişme karşısındaki yeri ve insan toplumunu nereye götürdüğü ile ilgili temel gösterge olduğu herkesçe bilinir. Söz konusu büyük ülkelerin ve dünya ekonomisinin içinde bulunduğu gelişme eğrisinin gösterdiği özellikler ve sunduğu veriler bu nedenle büyük önem taşır. Dolayısıyla da gelinen yeri anlamamız için, bu ülkelerin son beş yıllık gelişme sürecine bir göz atmamız gerekiyor.
Olgular, kapitalizmin “zafer”den sonra bile atılım göstermediğini: ekonominin 1993 krizinden sonra, görünür dönem için herhangi bir yükseliş vaat etmeyen bir durgunluk içinde kaldığını; sermayenin sözcülerinin deyimiyle “durgunluk içinde gelişme” halinde bulunduğunu göstermektedir. Kapitalizmin bu durumu, emperyalist dünyanın patronları ve ekonominin yöneticisi olan ülkelerin gidişatlarına kabaca bir bakmayla bile görülebilir.
1990 sonrasında en hızlı “gelişen” ekonomi, ABD ekonomisidir. İstatistikler, ABD ekonomisinin 1990’la 1995 arasında ortalama % 2,2 büyüdüğüne dikkat çekiyorlar. Bu oranlar, Almanya için % 1,7, Fransa için % 1,1, İtalya için % 1,7, İngiltere için % 1,5 ve 1990 ve ’91’de (% 4,8 ve 4) önceki büyüme oranlarını tutturan Japonya için sonraki üç yılda % 0,5 rakamlarını gösteriyor. Öte yandan belli ki bu oranlar, “gelişme”nin bir yönüne dikkat çekseler bile, bir önceki yıla göre belirlenen oranların ortalamaları olduklarından, gerçeği tam yansıtmıyorlar. Bu nedenle ve “gerçek ekonomi”nin, yani sanayi üretiminin bu beş yıldaki gelişme seyrini anlamamız için başka bilgilere de başvurmamız yararlı olacaktır.
Ülkelerin 1990 yılındaki sanayi üretimlerini 100 kabul edelim. Buna göre, ABD bir miktar gelişme gösterir ve 1995 sonlarında 117’ye yükselirken, Avrupa Birliği ülkelerinin bu beş yılda 102,9’luk bir seviyeye ancak ulaşabildikleri; Japonya’nın ise, 1990’daki durumunun da gerisine düşerek 93,8 düzeyinde kaldığı görülmektedir. Sanayinin bu “gelişmesi”, aslında, ABD dışındaki öteki büyük ekonomilerin söz konusu beş yılı, yukarıdaki oranlarda görülenden daha kötü yaşadığını ve ekonomideki “büyüme”nin bir bölümünün artan spekülasyondan kaynaklandığını gösterir. Nüfustaki çoğalmanın payını dikkate aldığımızda: ABD ekonomisinin nispi bir “gelişme” gösterdiğini, AB ülkelerinin hemen hiç denecek kadar “büyüdüğü”nü ve Japonya’nın açık düşüş ve gerileme durumundan halen çıkamadığını görüyoruz.
Nereden bakılırsa bakılsın, dünya ekonomisinin bu beş yılının, önceki dönemlerin İstisna yıllar dışındaki beş yıllarına göre daha durgun geçtiği çok açık. Bunu, kapitalizmin 1990 öncesi gelişme eğrisiyle, sonrası dönemi karşılaştırdığımızda daha açık görebiliriz.
Krizi en fazla yaşamış, durgunluğa en fazla muhatap olmuş ve en yavaş büyümüş ABD ekonomisinin, 1950 ile 1992 yılları arasındaki ortalama büyümesi, % 3’tür. Japonya, Almanya ve Fransa için ise bu oranlar, yaklaşık % 7, % 5 ve % 4 civarındadır. Öte yandan, ekonominin 1950–1970 arasında daha büyük oranlarla büyüdüğü; gittikçe sıklaşan krizleri ve sonuçlarını bir yana bıraksak dahi, büyümenin, 1970’ten sonra daha kesin bir düşüş eğilimine girdiği de bir olgu. Örneğin Japonya, 1950–70 arasında ortalama % 9,9 oranlarıyla büyürken, 1970–92 arasında % 4,3’lük ortalamayı ancak tutturabilir. 1968-69’larda % 6,6’lık oranları yakalayabilen, 1976-77’de % 4,2’leri ancak bulabilen ve ’83-84’te % 2,4 gibi oranları göreceği bir düşüş eğrisi çizen Almanya ise, başka bir örnektir. Dahası, istatistikler, büyüme oranlarındaki düşme eğiliminin kapitalist ülkelerin tümü için de geçerli olduğunu gösteriyor.
1990 öncesi ile sonrasının “gelişme” eğrilerinin rakamları üzerinde tartışmaya bir gerek var mı? Gerçek şu ki, sermayenin kalkınma ve refahın önünde “engel” olduklarını öne sürdüğü faktörler bulunmamasına ya da zayıflamış olmasına karşın, kapitalizmin “gelişme” hızı önceki dönemlere göre 1990–95 arasında daha da düşmüş bulunmaktadır. 1993 krizini “yok” saysak bile durum değişmemektedir. Düşüş olgusunun, bu krizden “etkilenmemiş” ABD ekonomisi ve büyüme oranları eğrisi açısından da nispeten geçerli olduğu görülmektedir.
Kapitalizmin tekelci aşaması, gelişmesi gittikçe yavaşlayan ve daha küçülen gelişme oranları eğilimiyle de karakterize olan aşamasıdır. Bu, bu aşamada hızlı gelişme yıllarının hiç olmadığı ve kapitalist üretim sürecinin, yükseliş ve canlanma olgusuna artık hiç yer vermediği anlamına gelmez. Fakat olan şudur ki, kapitalist gelişme, gelişmesini baltalayan ve sanayiyi kemiren olguları büyütmüş; durgunluğun gittikçe güç kazanması ve kapitalist gelişme sürecinin bütününü etkisine alması sonucuna varmıştır. Kapitalizmin, durgunluğu bir çizgi haline getirmesi, onun tekelci karakteri ve çürümüş olması ile doğrudan bağlıdır.
Sonuç olarak: sermayenin, “kalkınma” ve “refah” üzerine vaatleri; “kalkınma” ve refah”ın önündeki “engeller” üzerine propagandası boş laf ve yalandan ibaretti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, gelişme, ilerleme ve refahın önündeki engel olarak gösterilen SSCB ve Doğu Bloğu’nun artık olmadığı koşullarda kapitalizm az çok bir büyüme dahi göstermemiştir. Sistem, “zafer naraları”yla başladığı bu beş yıla bir kriz sığdırdığı gibi, ABD dışındaki büyük ekonomileri bu dönemde karakterize eden şey, gücünü artıran bir durgunluk oldu. ABD ise, 1990’lara durgunluk ve gerileme içindeyken girmişti; ardından kısa süreli hafif bir canlanma gösterdikten sonra, etkisi gitgide artan yeni durgunluğa yol almaktadır. Kapitalizmin bloklarından birinin çökmesinin: öteki bloğun ekonomisinin mutlak canlanması anlamına gelmediğini, yaşanan krizin yanı sıra mahkûm olunan bu durgunluk da kanıtlar.
Ekonomideki durgunluk, sanayi üretimindeki gelişmenin yavaşlaması, dinamiklerini daha fazla tahrip etmesi, karların düşüş eğilimi göstermesi ve rekabetin daha da şiddetlenmesi vb. anlamına gelir: dengesizliklerin, kriz etkenlerinin çoğalmasına zemin yaratır. Toplumun ihtiyaçlarını ve istihdamı karşılamada daha da zorlanma, proletarya ve halklara saldırıda artış, yoksullaşma ve işsizleşmede ağırlaşma, dönemin temel özelliğidir. 1990–95 arasında, işsizlik ve yoksullaşmanın yoğunlaşmasının bir nedeni kuşkusuz buradadır.
TEKELCİ SERMAYE VE SANAYİDEKİ DURGUNLUK
Tekelci kapitalizmin, üretici güçler çok büyük oranlarla sınaî büyüme potansiyeli sunduğu halde, gelişmesi giderek yavaşlayan, düşüş eğilimi gösteren ve durgunlaşan kapitalizm olduğuna verilerle birlikte değinmiştik. Durgunluk da kriz gibi sermayenin kâr ve azami kâr temelindeki egemenliğinin ve asın üretimin bir ürünü ve unsuru. Fakat burada konumuz bunları tartışmak değil. Tekelci kapitalizm koşullarında, krizlerin sıklaşması ve daha yıkıcı hale gelmesinin olduğu gibi, ekonominin gelişme trendindeki düşüş eğilimi ve durgunluğun güç kazanmasının nedenine somut bir iki örnekle değinmekle yetineceğiz.
Bu olguların nedeni, tekellerin sanayiye ve bütün ekonomiye hâkim olmalarıdır. Sermayenin çürümesi (rantiyelik), sanayinin gelişme dinamiklerinin kırılmasından başka bir şey olmadı. Tekelci hâkimiyet, sermayenin sanayiyi çitte sömürü altına almasına yol açtı. Bu nedenle de canlanma, atılım, kriz ve durgunluk evrelerinden oluşan kapitalist gelişme eğrisi içinde, durgunlaşma eğilimi ve durgunluk evresi özel etkili bir yer edindi
Örneğin, rekabetçi dönemde burjuvazi, sanayiden emek sömürüsü ile elde ettiği kârı, işletmesini geliştirmek üzere gene sanayiye yatırırdı. Kâr elde etmenin ve sermayenin kendini genişleterek yeniden üretmesinin en verimli ve zorunlu koşulu buradaydı. Ekonomideki tekelleşme; bankaların ve dev sermaye şirketlerinin sanayiye hükmeder hale gelmesi, kârı azamiye çıkaran ve tekel kârının elde edilmesini olanaklı kılan “pazar” ve araçları beraberinde getirdi. Sanayi sermayesiyle banka sermayesinin kaynaşması, mali sermayenin teşekkülü ve borsaların ve bankaların yeni özellikler kazanması, sermayenin asalaklaşması ve çürümesinden başka bir şey değildi. Üretici faaliyetin dışından (fakat üretimin sırtından) kârlar ele geçirilmesi ve üretim faaliyetinin mali kurumlara (sermaye) bağlanması, sanayi ve tarımın katlanmış, ağırlaşmış bir sömürü altına alınması anlamına geldi.
Tekelci sermayenin toplam kârı içindeki ağırlığı gittikçe artan faiz ve rant gelirlerinin, faturası işçi ve emekçilere kesilmek üzere sanayi ve tarımın asalak sermaye tarafından kemirilmesi ve bunun yoğunlaşması anlamına geldiği anlaşılmaz değildir. Ekonominin gelişmesindeki durgunlaşma ve gittikçe güç kazanan düşüş eğiliminin nedeni buradadır.
Şu veriler bu bakımdan çarpıcıdır: 1984 yılında ABD’de sadece bir bankanın bir yıl içinde yaptığı kâğıt (hisse senedi, tahvil vb. kıymetli kâğıt) ticareti 4 trilyon dolardır ve bu miktar, ABD’nin o yıldaki GSMH’sinden daha fazladır. Bu ticaret belli ki sanayinin sırtından yapılan bir “ticaret”; ticareti yapan sermaye, sanayiden sızdırılmış sermaye olduğu gibi, bu “ticari” faaliyetin kar ve zararlarının faturasının üretimin sırtından ödendiği de açıktır.
1980–92 yılları arasında ABD’de 1500 banka batıyor. Batan sermaye, nereden edinilmişti ve batışın faturası nereye kesikli? Başka bir maddi üretim alanı bulunmadığına göre, sermayenin “gerçek ekonomi” alanının sömürülmesinden edinildiği ve batışın faturasını da yeniden sanayi ve tarımın ödediği kesindir. Fransa’da 1992 yılında firmaların toplam kârları 1.200 milyar franktır. Bu kârın, ancak % 40’ı yeniden yatırıma gider. Geri kalan % 60’ı ise başka bir alana; mali spekülatif faaliyet alanına yatırılır. Görüntüsü ne biçimde olursa olsun, firmaların kârlarının üretici faaliyetin sırtından çıktığı tartışılamaz. Fakat % 60 gibi büyük bir bölümün, tekrar üretime, sanayi ve tarımın geliştirilmesine yatmadığı da açık. Artan oranlarla sistematik olarak haraç ödeyen bir sanayinin, katlanan oranlarla gelişemeyeceği aksine, zaman zaman belli nispi canlanmalar gösterse bile düşüş eğilimi kazanacağı, tahrip göreceği ve giderek durgunlaşacağı çok anlaşılamaz bir şey değildir.
Sermayenin, azami kâr peşinde koştuğu, sanayi ve tarımı kalkındırma, geliştirme diye bir sorunun olmadığı biliniyor. Onun üretimin artış ve gelişmesiyle ilgisi, azami kârın belirlediği ölçüler içinde ve onun zorunlulukları temelinde şekillenir. Bu, sanayi ve tarımın (sanayi burjuvasının değil, böyle bir burjuva yok) sonuna kadar istismarı ve kemirilmesidir.
Bilim ve teknoloji üzerindeki tekelinin yıkıcı özelliği, sermayenin asalaklaşma ve çürümesinden kaynaklandığı gibi, ekonominin gelişmesindeki düşüş eğiliminin ve durgunluğun artmasının nedeni de buradadır. Ekonomideki asalaklaşma ve çürümenin giderek artmasının; sanayi hisselerinin giderek daha da artan bölümünün tekeller elinde toplanması ve kasalarındaki nakitin çok büyük boyutlara ulaşmasının, spekülatif faaliyetin (ticaret) hacminin “gerçek ekonomi” karşısında artan oranda büyümesine yol açması kaçınılmazdı. Nitekim 1950’lerden 1990’lara gelen dönemde, ekonomi ve sanayinin gelişme eğrisinde görülen belirgin düşüş eğilimi ve artan durgunluk baskısı, ancak bu süreç tarafından açıklanabilir. Bu süreç, aynı zamanda, kapitalizmin genel krizinin (-ekonomik krizle karıştırılmamalı- tekelci kapitalizm, genel kriz dönemine girmiş kapitalizmdir) derinleşmesini de ifade eder.
“Engel” olarak gösterilen Doğu Bloğu çöktüğü; en “uygun” koşullar oluştuğu halde, kapitalizmin 1990–95 arasında uluslararası bir krizle birlikte, halen bir canlanma belirtisi göstermeyen ve inişler ve çıkışlar içinde gelişen bir durgunluk yaşaması şaşırtıcı değildir.
SONUÇ
Dünya ekonomisini, 1990–95 arası döneminde karakterize eden inişler ve nispi çıkışlar içinde gelişen ekonomik durgunluktur. Bundan, bir krizin patlak vereceği sonucu çıkarılabilir mi? Durgunluk, kriz etkenlerini çoğaltan bir olgu olmasına karşılık, bundan bu sonuç çıkarılamaz. Öte yandan, spekülatif “ekonominin büyümesiyle durgunluğun artışı arasındaki ilişki, otomatik bir ilişki değildir. Durgunluğun, ağırlaşacağı veya hafifleyeceği: bir krize mi yol açacağı ya da bir canlanmaya mı olanak yereceği, olgusal veriler az çok şekillenmeden, önceden kestirilemez ve bunlar uğraşacağımız şeyler olmasa da gerektir. Gözden kaçırmamamız gereken şey, çapı ve alanı genişleyen çürüme ve asalaklaşmanın, ekonominin gelişmesinde düşüşü ve durgunlaşmayı genel bir eğilim haline getirmesi: bunun devrevi durgunlukları sıklaştırması, etkisini artırması ve kriz faktörlerini çoğaltmasıdır.
Ekonominin ve sanayi üretiminin şu ya da bu anda ne yönde bir gelişme göstereceğini, iç içe geçmiş karşıt ya da aynı yönde sayısız olgu ve etkenin şöyle veya böyle kesişmesi belirler. Bileceğimiz şey şudur: Dünya ekonomisi bir durgunluk yaşamaktadır. Bu, tekeller ve büyük devletlerarası kavganın kızışmasına yol açan olguları çoğalttığı gibi; beraberinde, sermayenin proletarya ve halklar karşısındaki direncini artırmasını da getirmektedir. Koşullardaki kötüleşme ve özellikle hızla artan işsizlik, nispeten tekellerin yeniden mevzilenme ve yeniden örgütlenmeleriyle, nispeten de ekonomideki durgunlukla ilgilidir.
Ekonominin durumundan alt ve üst sınıfların yaşamları nasıl etkileniyor; tekeller ve devletlerarasındaki ilişkiler ne yönde gelişiyor; proletarya ve halklar neleri talep ediyor ve ne türden adımlar atıyorlar vb… Ekonomik olayları; durgunluk, kriz, canlanma gibi olguları irdelemek, kapitalizmin çöküşünü açıklamak için olduğu kadar; sınıflar, gruplar ve devletlerarasındaki ilişkilerin yönünü kestirmek, aralarındaki gerginliğin dinamikleri ve nereye kadar varabileceği hakkında bir fikir ve kanıya sahip olmak açısından da gereklidir.
Mart 1997