İNSAN: “PLAN YAPAN HAYVAN”
“Örümcek, ağını dokumacıya benzer şekilde ördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki en kötü mimarı, en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir.”
Manx’ın emek sürecini anlatırken başvurduğu bu benzetme, yalnızca insanın doğa üzerindeki etkinliğinin ayırt edici yanını ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda, emek sürecinin en genel ve temel özelliklerini kendisinde yoğunlaştıran, olmazsa olmaz, bir koşulun da altını çizer. İnsanın pratik faaliyetinin en önemli özelliği, yapmayı istediği işin henüz fiili olarak başlamadan önce, zihinde tamamlanıp bitmiş olmasıdır. Yeryüzünde başka hiçbir canlının sahip olmadığı bir özelliktir bu.
Marx’ın örneğinde bir mimarı seçmesi de rastlantı değildir. Mimarlık, imgelem ve tasarıyla sonuç arasındaki birliğin en yüksek olduğu sanat dalıdır. Yapının kurulacağı çevre özelliklerinden, kullanılacak malzemeye kadar her şey, kullanım amacına uygun olarak seçilmeli, bütün unsurlar işin gerektirdiği bir sırayla, mantıksal bir bütünlük içinde birleştirilmeli ve sonunda gerçekleştirilen de, başlangıçta tasarlanmış, planı çizilmiş, maketi yapılmış olanın ta kendisi olmalıdır. Burada, tıpkı mantıksal çıkarımlarda olduğu gibi, rastlantıya yer bırakmayan, bir başka deyişle, yalnızca zorunlu unsurlara dayanan, düzenli ve sürekliliği olan bir işlemler dizisinin art arda gelişi önemlidir. Lenin de, siyasal planlama ile mimarlık arasında benzerlikler kurmuştur: “Ve biz, parti yaşamımızda, tuğlalarımızın ve duvarcılarımızın bulunduğu, ama herkesin görebileceği ve izleyebileceği o kılavuz çizgisinden yoksun olduğumuz bir dönemden geçmiyor muyuz?” (1)
Fakat yalnız mimaride değil, emek sürecinin diğer bütün alanlarında daha işin başlangıcında, sürecin bütün özelliklerini çözümleyen bir planın bulunması gerektiği düşüncesi, modern sanayinin ve bu üretim düzeyinin ortaya çıkardığı modern sınıf ilişkilerinin sonucu olmuştur. Gerçekte, felsefe tarihinin çok eski dönemlerinde, “dünyaya öncel bir kurucu aklın bulunduğu” fikri var olagelmişti, ama insanın kendi aklını, dünyanın yaratıcı gücü halinde düşünebilmesi için, önce kendi güçlerinin farkına varmış olması gerekiyordu. “Kurucu akıl”, “yaratıcı mutlak düşünce” kavramları, insan eyleminin başlangıcında, henüz hiç bir şeyin var olmadığı, yalnızca olabilirliklerin ve olanakların bulunduğu bir dünya varsayımının uzantısı olarak doğar. Ne var ki, eski Yunan felsefesinde, insan, dünya üzerindeki kendi yaratıcılığının bütün sonuçlarını, Hegel’in dediği gibi, kendi gücünün dışında bir yaratıcı iradeye mal etmiştir: “İnsanın doğayı istediği şey olmaya zorlamak üzere gerçekleştirdiği icatların şan ve şerefi, Yunanlılarda, tanrılara aktarılmıştır.”
Tanrılara mal edilen en önemli özellik ve tanrıların başlıca karakteristiğini oluşturan esas güç ise, daha sonra Platon’da sistemleştirileceği gibi, dünyanın düşünülebilmesi, bir düşüncenin ürünü olarak var edilmesidir. Platon idealizmi, bu yüzden, insan aklına büyük bir övgü olarak biçimlenir. İdelerin varlığı ve oluş sürecindeki rolleri hakkındaki bütün idealizmine karşın, Platon felsefesi, düşüncenin tarihinde sistematik olarak ilk kez, düşünceyle kavranabilecek ve düşünsel olarak var kılınabilecek bir dünya tasarımı sunmuştur.
Daha sonra, yaratılış, tek tanrılı dinlerde de, başından sonuna kadar, her anı önceden bilinen, olacak olan her şeyin önceden hesaplandığı bir süreç olarak anlatılmıştır. Örneğin İslam inancına göre, Allah, henüz hiçbir şey yaratmadan önce, yaratılacak her şeyi, olup bitecek her olayı, Levhimahfuz adlı bir kitaba yazmıştır. Levhimahfuz inancı, az çok değişik biçimlerde, Musevi ve Hıristiyan inançlarında da vardır. Bu inancı, kader ve tevekkülün bir sonucu olarak da yorumlayabiliriz. Her şey, önceden ve Allah iradesi ile belirlenmiş, üstelik yazıya da geçmişse, değiştirilmesi olanağı yoktur. Fakat bütün dinlerin, son çözümlemede, insanın dünya üzerindeki eyleminin “tersine çevrilmiş” biçimde de olsa bir ifadesi olduğunu düşünürsek, Levhimahfuz inancında, tanrısal nitelikte bir iş yapmanın temel koşulu hakkındaki insan yorumunu bulabiliriz: Burada dile gelen, sonuçları önceden bilinmeksizin, gelişme doğrultusu önceden belirlenip denetlenmeksizin, yararlı bir iş yapılamayacağına ilişkin tarihsel deney birikimidir. Eğer her şeyin yaratıcısı Allah bile, “Ol” dediği andan itibaren neler olacağını önceden düşünüp üstelik yazıya da geçiriyorsa, bunda bir ibret ve kıssa vardır. Hiç kuşkusuz, burada görmemiz gereken, binlerce yıllık insan tarihinin sonucunda elde edilmiş bir bilginin, dinsel ve felsefi biçimler altında ifade edilmesidir.
Tam, mutlak ve bütün ayrıntıları önceden görebilen bir planın, ancak Allah tarafından yapılabileceği inancı da, yine tarihsel deney birikimine dayanmaktadır. Üretimin her aşamasının ve üretim araçlarının yapımının olduğu kadar, savaşların, kentlerin kuruluşunun ve yönetilmesinin, bilimsel araştırmaların ve buluşların, sanatların ve oyunların, kısacası toplumsal yaşamın bütün yönlerinin ortaklaşa ve birbirine eklenerek oluşturduğu büyük bir deney hazinesinin özüdür bu. Çünkü insanın eylemi, daima denetleyemediği birçok unsurun da hareket halinde olduğu bir “dış dünya” üzerinde gerçekleşir. Özellikle toplumsal hayat söz konusu olduğunda, önceden tasarlanan her şey, önceden bilinemeyecek birçok olguyla karşılayacak, önceden kestirilemeyen birçok olayın içinden geçecek ve önceden imgelemde yapılmış olanla gerçekleşen arasında az ya da çok, bir farklılık bulunacaktır. Bu durumda işin başarılmış olmasının ölçüsü, tasarıma yakınlığı olacaktır. Bir başka deyişle bir tasarı, ne kadar az bilinmeyen içeriyorsa, önceden denetim altına alınması gereken unsurları ne kadar ayrıntılı olarak görebilmiş ise, gerçekleşme olasılığı o kadar yüksek olacaktır.
İnsan, bu düzeyde planlar yapabilme başarısına, ancak modern sanayi ile birlikte adım atmıştır. Bu bir çelişme olarak değerlendirilebilir. Çünkü makineleşmiş sanayi ve bunun ekseninde örgütlenen toplumsal yapı, önceki üretim biçimlerinden ve toplumsal örgütlenme türlerinden daha karmaşık ve daha çok unsurlu bir hayatı geliştirmiştir. Fakat bu büyük ve karmaşık yeni hayat, aynı zamanda kendi doğasına uygun denetim ve yönetim mekanizmalarını da beraberinde getirmiş, bir bakıma, karşılıklı olarak, yeni yönetim ve denetim mekanizmalarıyla, yeni üretim tarzı birbirini koşullamış, birbiri içinden çıkmıştır.
Kapitalizm, özellikle yüzyılın başlarında, büyük ölçüde, “meçhul bir pazar için üretim” özelliğini taşıyor, yine Marx’ın deyişiyle, bir “üretim anarşisi” yaşanıyordu. Toplumsal ve ekonomik alanda planlama fikri bu koşullarda doğup gelişti. Büyük çapta bir örgütlenmeyi ve üretimin her kademesinin bir diğerine bağlanmasını gerektiren üretim koşulları da, her şeyden önce, plan kavramının kapsamını genişletmiştir. Bizzat makinenin kendisi, sıraya konulmuş hareketler dizisinin bir toplamı olarak ortaya çıkmış, çevresinde oluşan işin de, buna uyumlu bir düzen içinde gerçekleşmesini dayatmıştır. Makineleşmiş üretim, büyük ölçekli üretim birimlerinin doğmasına yol açmış, gerek iş hacminin, gerekse çalışan insanların sayısının olağanüstü artışı ve bir örneği daha önce görülmeyen keskin sınıf ayrılıkları, bütün bunların sistematik bir biçimde yönetilmesi ve amaca uygun olarak birbirine en elverişli biçimde bağlanması problemlerini doğurmuştur. Bunun sonucunda da, denilebilir ki, modern kapitalist sanayi ve toplumsal ilişkiler, üretimin başlıca iki ucunda yer alan iki ana sınıfı, tarihte örneği görülmemiş bir biçimde, üretimde olduğu kadar, toplumsal ve siyasal hayatta da en fazla plan yapan ve uygulayan iki sınıf haline getirmiştir.
Burjuvazi, yalnızca sermaye sahibi sınıf olarak değil, aynı zamanda yöneten sınıf olarak da, dünya üzerindeki ekonomik ve siyasi egemenliğini rastlantıya yer bırakmayan bir planlama içinde yürütmeye çalışmaktadır. Yönetmedeki deneyimi, yetişmiş uzman kadroları ve birikmiş bilimsel bilgi üzerindeki egemenliği onun işini kolaylaştıran etkenlerdir.
Proletaryanın avantajları ise, nesnel olarak, burjuvazinin sahip olduklarından daha az değildir.
Proletarya, burjuvaziden sonra, kendisine özgü bir dünya görüşüne sahip olan tek sınıftır. Bu bilimsel dünya görüşü, tarih boyunca bütün çalışan sınıfların mücadele hayatlarının ve genel olarak emeğin maddi ve manevi sonuçlarının, teorik bir bütün halinde çözümlenmesinden doğmuştur. Lenin’in dediği gibi, Marksizm, insanlığın birikmiş bütün bilgisinin yeniden düşünülmesi ve proletaryaya özgü bir “silah” olarak inşa edilmesidir. Marksizm, dünyanın belli bir açıdan, emek açısından düşünülebilir olduğunu, buradan hareketle, emeğe göre değiştirilebileceğini ve yeniden düzenlenebileceğini göstermiştir. Felsefi materyalizm, diyalektik, tarihsel materyalizm, sınıf mücadelesi teorisi ve bütün bunların cisimlenmesi anlamına gelen kapitalist ekonomi politiğin eleştirisi ve nihayet sosyalizm teorisi, Marksizm’in teorik hazinesinin ana bileşenlerini oluşturmaktadır.
Bunlar içinde, materyalist diyalektik mantık ve yöntem anlayışının geliştirilmiş olması, proletaryanın en büyük kazanımlarından birisi olmuştur. Tarih boyunca, dünyayı karşıtlar arasındaki mücadelenin alanı halinde kavramak, bütün ezilenler ve isyancılar bakımından önem taşımıştır. Dünyayı, değişmez ve değiştirilemez olarak tanımlayan bütün felsefi ve dini ideolojilerin karşısında, yaşadıkları hayatı kabul edilemez olarak gören bütün muhalif düşüncelerin, kendi politikalarını ilkel diyalektik ve materyalist biçimler altında oluşturduğu görülmektedir. Bu bir rastlantı değildir: Toplumsal ilişkilerin donmuş bir ezilen ve ezen hiyerarşisi içinde mutlaklaştırılmasının yönetici sınıflara özgü bir dünya görüşünün ürünü olduğunu sezgileriyle anlayan her halk hareketi, kimi zaman dini biçimler altında da olsa, bu ilişkilerin hareketli, değişken ve insanın toplam etkinliğinin ürünü olmak bakımından ancak insan eylemiyle düzenlenebilir olduğunu savunan görüşler geliştirmişlerdir. Diyalektik materyalizm, bütün bunların sistemli ve bilimsel tarzda işlenmesinin ürünü olarak doğmuştur ve onların dinsel ve olumsuz anlamda ideolojik bütün leke ve eksikliklerinden arındırılmış halini temsil etmektedir.
Proletaryanın bilimsel bakımdan sahip olduğu donanım, kolektif hareket alışkanlığı, her düzeyde örgütlenme gelenekleri, kendisi dışında kalan emekçi kesimleri harekete geçirebilme gibi özellikleriyle birleştiğinde, kendisini “egemen sınıf olarak” örgütleyebilmesini de sağlamaktadır.
Bunun en önemli kanıtı, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’dir.
Sosyalist Ekim Devrimi, yalnızca proletaryanın sınıf olarak kendisine özgü bir üretim ve yönetim biçimi yaratabileceğini göstermekle kalmamış aynı zamanda gelecek proleter kuşaklara, bir devrimin nasıl gerçekleştirilebileceğinin mükemmel bir modelini de sunmuştur.
Özellikle, Lenin önderliğindeki Bolşevik Partisi’nin, kuruluşundan, revizyonist yozlaşmaya kadar olan uzun yıllar boyunca, devrimi yönetmek ve zafere ulaştırmaktan, yeni türde bir devletin kuruluşuna, uluslararası emperyalist ve faşist saldırıya karşı korunmasından, sosyalizmin inşasına kadar, bütün eyleminde görülen hassas plan anlayışı, Rusya proletaryasının dünyadaki sınıf kardeşlerine bıraktığı en önemli mirastır.
Yalnızca devrim öncesinde ve devrim sürecinde değil, devrimden sonra da sosyalist ekonominin planlanması, proletaryanın plan kavramıyla olan dolaysız ilişkisini gösteren bir başka örnektir. Sovyet Cumhuriyeti, sosyalizmin inşasında gösterdiği büyük başarıyı, her şeyden önce, büyük bir özenle hazırladığı “beş yıllık” planlarla ve bu planların başarıyla yürütülmesiyle sağlamıştır. Sonraki çöküş döneminde ise, diğer revizyonist uygulamaların yanı sıra, gözlemcilerin önemli bir bölümünün üzerinde birleştikleri gibi, gerek planlamada yapılan hataların ve plan fikrinin giderek terk edilmesinin büyük rolü olmuştur.
PLAN NEDİR, NASIL YAPILIR?
Planı, genel olarak, “değiştirme ve düzenleme eyleminin bilinçli hali” olarak tanımlayabiliriz. Doğa ya da toplum ilişkileri üzerinde insan etkinliği, bir yandan, en azından başlangıç için gerekli bir bilinci gerektirmiştir, diğer yandan da, eylem süreci boyunca işin genel ve daha farklı alanları da kapsayacak ölçüde genişlemesini sağlayacak bir bilincin gelişmesine ön ayak olmuştur. Hem zihinsel yeteneklerin gelişmesi, hem de emeğin yetkinleşmesi, toplam insan etkinliğinin giderek daha fazla nesne üzerinde daha fazla etki yapacak biçimde ilerlemesini sağlamıştır. Nesne üzerinde emek etkinliği, insanın düşünsel etkinliğini olduğu kadar, bunun toplumsal bir deney birikimi halini almasını da sağlamıştır. Hiç bir teknolojik ya da bilimsel ilerleme, bireysel bir kazanım olarak kalmamış, bütün toplumun ortak kazancı olmuştur. (Teknolojinin sınıfsal egemenlikteoynadığı rol ve genel olarak bilimin ve bilginin, sınıflara bölünmüş toplumlarda bir iktidar aracı olarak kazandığı yeni etki üzerinde burada durmuyoruz.) Şu halde, eylem ve bilinç, teorik olarak daima birbirini koşullayan ve bir arada bulunan iki unsurdur. Bu açıdan bakıldığında, planı, “bilinçli eylem” olarak tanımlamak, eylem sözcüğünün analitik olarak bilinci de içerdiği gerekçesiyle, bir totoloji olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, özellikle toplumsal hareket zemininde, sınıfların, örgütlerin ya da bireylerin eyleminde, bilincin daima ikincil bir eklenti durumunda kaldığı, “kendiliğindenliğin”, olayların akışı içinde etkisiz unsur olarak yer almanın genel bir durum olduğu ve geçici, rastlantısal tepkilerle yetinildiği de gerçektir. Şu halde, planın, eylem ve bilincin özel ve etkili birlikteliğini dile getiren bir kavram olarak tanımlanması, yanlış olmayacaktır.
Ancak bu kadarı, planı, eylem ve bilincin birlikteliğine dayanan diğer etkinlik biçimlerinden ayırmaya yetmez.
Plan, daima, “program” kavramıyla birlikte bulunabilen özel bir durumdur. Bir başka deyişle, eğer herhangi bir bilinçli eylem, aynı zamanda yöneldiği hedefe ilişkin ayrıntılı bir programı da içermiyorsa, henüz plan düzeyine yükselmiş sayılmaz.
Programlama, mevcut araçları tespit edilmiş hedeflere göre seferber etmek demektir. Geniş kapsamlı bir hedef, süreç içindeki değişmeleri ve planın ilerlemesiyle elde edilebilecek sonuçlara göre girilmesi olası yeni süreçlere göre düzenlenmiş değişik projeleri kapsayan bir programı gereksinir. Öyleyse bir plan, bir programı ve birbirini etkili biçimde destekleyen projeleri içermeli ve bunların tümü arasındaki uyuma dayanmalıdır.
Bunun yanı sıra, her planın mutlaka taşıması gereken üç koşuldan söz edilebilir:
-kapsayıcılık,
-bütünleştiricilik,
-koşullara göre biçimlenebilme esnekliği.
Bütün bu özelliklerin, Lenin’in devrimci eylemi içinde nasıl gerçekleştirildiğini ve özellikle Ekim Devrimi’nin planlanmasında, bu koşulların nasıl sağlandığını, yazımızın ileriki bölümlerinde inceleyeceğiz.
Bir tasarıyı gerçekleştirmek için ise önceden bir yol belirlemek ve bunun için de başlıca üç temel unsurun tam bilgisine sahip olmak gerekir:
1. Hedefin özellikleri,
2. Olanakların durumu,
3. Olanakları hareket geçirecek ve kullanacak olan güçlerin durumu.
Nesnel bir plan, bütün bu unsurlar hakkındaki bilgiye dayanmak, bu bilgiyi veri olarak kabul etmek zorundadır. Unsurlardan herhangi birisi hakkındaki bilgi, eksik, abartılmış, ya da öznel nitelikte bir değerlendirmeye dayanıyorsa, hedefe ulaşmayı sağlayacak bir plan yapma olanağı bulunamaz.
Bir plan yapmaya başlamanın ilk adımı, hedefi doğru ve tam olarak tanımlamaktır. Sosyal hareket alanında ve siyasi mücadelede hedef, değişik dönemsel özelliklere göre değişebilir. Dolayısıyla, Ekim Devriminin derslerinin pek çok kez gösterdiği gibi, belli bir dönemde, belli bir hedefin diğer ve o an için tali duruma geçmiş hedeflerden soyutlanması, netleştirilmesi ve buna uygun bir planın yapılması gerekebilir.
PLAN VE SÜREÇ
Her plan, kendisini kuşatan maddi koşulların etkisini hesap etmek zorunda olduğu gibi, bunun yanı sıra, bir de zaman boyutuna sahip olmalıdır. Bu, planın esnekliği kavramında ifadesini bulur. Hiçbir sosyal ya da siyasal plan, bir binayı tasarlamak kadar basit değildir. Eğer devrimciyi toplumsal bir mimara benzetirsek, onun yapacağı planların, özü daima sabit kalmak üzere, başlangıçtaki biçiminde her an değiştirmeye elverişli bir esnekliğe sahip olması gerektiğini görürüz.
Öyleyse, planın süreçle ilişkisinin diyalektik bir yapısı bulunmalıdır. Kural olarak, her plan, belli bir hedefe göre, ayarlanmış ve değiştirilmesi uzun ve belirleyici bir süre boyunca gerekmeyecek bazı temel dayanaklara sahip olmalıdır. Bu görece sağlam ve süreç boyunca değişmeden kalacak olan dayanaklar, hedefin temel karakteristiklerine göre düzenlenirler ve aynı zamanda, planın da temel karakteristiklerini oluştururlar. Bunlar dışında kalan unsurlar, temel karakteristiklerin oluşturduğu eksenden kopmadan, onun etrafında hareket edecek tarzda değiştirilebilir nitelikte olmalıdır. Böylece, gerçekleştirilmesi istenen yapının başlıca özellikleri, ayrıntılar ve bunların bütünle bağlantısı, her bir bağıntının değişme olasılıkları ve değişme durumunda ana hedefe bağlı kalınarak yürütülecek alternatif planlar oluşturmak mümkün olacaktır.
Süreç kavramı, aynı zamanda, plan yürütücüsünün iradi tercihlerinden bağımsız olarak hareket eden nesnel faktörleri de içerir. Ancak, iradi tercihlerden bağımsız olmak, bu unsurların plan tarafından mutlak olarak denetlenemeyeceği anlamına gelmez. Yukarıda da değinildiği gibi, hiçbir plan, karşılaşılabilecek bütün durumları, kendi unsuru olarak kapsayamaz. Ancak, belirli bir hedef ve ona ulaşmak için kurulan plan arasındaki ilişkiler, daima açık uçlar halinde örülürler ve olasılıklar belli kategoriler olarak soyutlanabildiği ölçüde, işleyiş sürecinde, planın kapsayabileceği ilişki sayısı da artar. Bir başka deyişle, sosyal ya da siyasal alandaki hedeflere göre inşa edilmiş iyi bir plan, kendi hareketi içinde kendisini yeniden üretebilen bir plandır.
Bu noktada, planın başarısının en önemli unsuru ortaya çıkar. Her plan, belli bir güçle hayata geçirilebilir. Sosyal ve siyasal hareket alanına ilişkin planların yürütücü gücü, hemen hemen tamamen insandır. Bu da, örgütlenme sorununu ortaya çıkarır. Bir plan ekseninde örgütlenmek demek, her bir ayrıntı için gerekli düzeyde işbölümü, işe göre bölünmüş birimler arasında koordinasyon ve uyumlu işbirliğinin sağlanması demektir. Bu da, işin niteliğine göre yetişmiş, eğitilmiş insanların bulunabilmesini gerektirir. İnsan unsuru söz konusu olunca, bir plan için en önemli husus, uygulayıcıların, planın en azından kendi üzerlerine düşen bölümü hakkında, tam bir bilgiye sahip olmalarıdır. Lenin’in İskra’nın yayınlanmasından önce gözettiği önemli bir ilkedir bu. Planın uygulanmasına geçilmeden önce, onu yürütecek olanlar, planın ayrıntıları hakkında en geniş biçimde tartışmışlar, hedefin ve kullanılacak aracın tam bilgisine sahip olarak işe koyulmuşlardır.
Görülebileceği gibi, bir planın tamamlanabilmesi, iç içe geçmiş birçok problem halkasının birbirine bağıntılı olarak çözülmesi sonucunda olacaktır.
PLAN DÜŞMANLIĞINA KARŞI MÜCADELE: EKONOMİZM VE KENDİLİĞİNDENCİLİK KARŞISINDA LENİN
Plansız, programsız bir devrimciliğin doğrudan doğruya ekonomizme karşılık düşeceğini ilk gösteren Lenin’dir. Komünist devrimin, işçi sınıfının kurmayı olan partisi tarafından planlanan bir süreçte gerçekleşeceğini, kapitalizmin, uzun bir evrim süreci sonunda kendiliğinden yıkılmayacağını öğreten, işçi hareketini ekonomik hak ve çıkarlar uğruna mücadeleden ibaret görenlere karşı, siyasal mücadele yolunu önererek karşı çıkan ve sınıfın bilinçlenmesinin kendiliğinden olamayacağını gösteren de odur. Bu bakımdan, Lenin’i, Kautsky, Bernstein gibi revizyonistlerden. Rus narodniklerinden, anarşistlerden ve reformistlerden ayıran en önemli özelliği, sınıf mücadelesi, parti, bilinç, plan kavramlarını sıkıca birbirine bağlamış olmasıdır.
Lenin’in, henüz yüzyılın başında, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin emekleme dönemlerinde ortaya attığı görüşler, sistemli bir biçimde “Ne Yapmalı?” adlı eserinde sergilenmektedir. Eser, esas olarak. Lenin’in uzun süredir olgunlaştırdığı bir örgütlenme planının açıklanmasını ve savunulmasını içerir. Onun konuyla ilgili çalışmaları hakkında. Bolşevik Partisi Tarihi, şu bilgiyi verir: “1900 sonbaharında Lenin, … tüm Rusya çapında bir siyasi gazetenin yayınlanmasını ayarlamak için yurt dışına gitti. Lenin sürgündeyken bu meseleyi bütün ayrıntılarına kadar düşünmüştü. Sürgünden dönerken, Ufa, Psokov, Moskova ve Petersburg’ta bu konuyla ilgili bir dizi toplantı yaptı. Her yerde yoldaşlarla, gizli yazışmalarda kullanılacak şifreleri, yazıların gönderilebileceği adresleri vb. kararlaştırdı ve onlarla ilerideki mücadelenin planını tartıştı. (2)
“Ne Yapmalı?”, işte bu uzun hazırlık ve tartışma döneminin ürünüdür. Lenin, bu eserinde, önce teorinin devrimci eylemdeki rolünü anlatır. Bu, yeni bir dönemin başlangıcında, ona, en önce vurgulanması gereken özellik olarak görünür. Çünkü yaşanılan sorunların önemli bir bölümü, genel ve uzun vadeli bir perspektiften yoksun olarak, gündelik mücadelenin, ekonomik mücadelenin peşine takılmaktan kaynaklanmaktadır. Devrim sürecini bir bütün olarak görmek, onun aşamalarını ve gelişme eğilimlerini en temel özellikleriyle saptamak, ancak net bir teorik bakış ağsıyla mümkün olacaktır. Gerek Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde, gerekse sosyalistlerin dışındaki devrimci akımlarda, “acil görevler” olarak görünen şey, bir an önce işçi sınıfını ve köylülüğü her ne olursa olsun eyleme sevk edecek yollar bulmaktı. Lenin’i ilgilendiren sorun ise, eyleme sevk edilen kitlelerin bunu ne için yapacağıdır. Eğer gösteriler, kavgalar, üç kuruş ücrete, üç kuruş daha eklemek için yapılacaksa, bu, ona göre, işçi sınıfını burjuvazinin politikasına mahkûm etmekten başka sonuç vermeyecektir. Ekonomik mücadelenin dolaysız olarak işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince erişmesini sağlayacağını düşünenlere karşı, Lenin, uzun erimli bir siyasal mücadele planı önererek karşı çıkmaktadır. Çünkü “Ne Yapmalı?”nın temel tezine göre, işçi sınıfına siyasal bilinç, ancak ekonomik mücadelenin dışından verilebilirdi. Şu halde bütün sorun, o anda ne yapılacağına net olarak karar vermek ve bunu, anlık bir mücadele olarak değil, bütün bir devrim sürecini kapsayan büyük bir planın parçası olarak düşünmekti. Ona göre. “Siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona olabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir.” (3)
O aşamada Lenin için, kavranacak halka, bütün Rusya çapında, yerel devrimci grupların bir parti çatısı altında birleştirilmesi ve bunun için de devrimci bir gazetenin çıkarılmasıydı.
Burada konumuzla ilgili olarak dikkat çeken ilk özellik, Lenin’in çalışma tarzına karşı, muhalifleri tarafından geliştirilen eleştirilerin, ileri sürülen “plan” kavramı üzerine olmasıdır. Lenin, örgütlenme genel hedefinin elde edilmesi için bir gazete tasarısını öne sürüyordu. Muhalifleri ise, Lenin’i, “masa başında parlak ve eksiksiz düşünceler üretmekle ve gündelik tekdüze mücadelenin ilerleyişini gözden kaçırmakta” eleştiriyorlardı. (4) İskra planının uygulanması halinde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin bütün izlerinin silineceğini ileri sürenler bile vardı. Aslında, Lenin’in istediği tam da buydu. O güne kadar tam bir kendiliğindencilik içinde ve örgütsüzlüğün örgütü gibi duran partinin bütün izlerini, planlanmış ve gerçekten örgütlenmiş bir devrim partisiyle silmek.
İskra’nın örgütlenme planının bir parçası olarak sunulması karşısındaki itirazlar, bunun yerine, “gösteriler için hazırlık yapmak, işsizler içinde çalışmak” gibi önerilere dayanıyordu. Ekonomist ve narodnik anlayışlara göre, Rusya adım adım devrime doğru giderken, kitlelerin kendiliğinden eyleminin yükseltilmesi yerine, gazeteyle, gizli bir örgüt kurmaya çalışmakla zaman yitirilemezdi. Lenin, bir gazete planına karşı ve onun yerine önerilen bu yolu şöyle eleştirir: “İskra planına karşı, ‘gösteriler için hazırlık’ önerilemez. Şu nedenle ki, bu plan, olabildiğince geniş gösterilerin örgütlendirilmesini amaçlarından birisi olarak içermektedir.” (5) Muarızlarının göremediği, Lenin’in ise, plan kavramına bağlı olarak geliştirdiği düşünce, olguların ve süreçlerin birbirinden ayrı ve birbirine karşıt şeyler olarak değil, tek bir kavram ekseninde birbirine bağlanabilir olarak ele alınmaları gerektiğidir. Bu, planın kapsayıcılık ilkesine uygundur. Ekonomistler ve kendiliğindenci teröristler, bütün umutlarını kendiliğinden işçi hareketinin yükselmesine ve bunun sonucunda işçilerin kendilerini yönetecek olanakları bulmalarına bağlamışlardı. Onlar için, herhangi bir sendikal hareket, siyasal hareketten daha önemliydi; sendika örgütü siyasal partiden daha önde geliyordu. Parti kavramından anladıkları ise, siyasallaşmış bir sendikadan başka bir şey değildi. Lenin’in planında ise parti ve sendika, diğer işçi örgütleri, sendikal ve siyasal hareket, gösteriler ya da devrimci basın, bir bütün oluşturuyorlar, her birinin dönemsel ağırlığını değerlendiren bir plan çerçevesinde birleştirilebilir unsurlar olarak ele alınıyorlardı. Her bir örgüt ya da hareket biçim, ya da devrimci etkinliğin değişik biçimleri, göreli olarak ve koşullar bakımından değerlendiriliyor, bunlardan hangisine ağırlık verileceği yine plan kapsamında gösterilebiliyordu. Kendiliğindencilik ise, güncel hareketin kısa vadeli etkilerine bağlanmıştı ve birbirini izleyen ve birbirini destekleyen bir projeler dizisi üzerinde çalışmayı, “zaman yitirmek” olarak görüyordu. Lenin, “İşsizler arasında çalışma” önerisini de, bu açıdan ele alır ve şöyle değerlendirir: “Gene aynı kafa karışıklığı; çünkü bu da seferber edilmiş güçlerin eylem alanlarından birini oluşturur, güçleri seferber etmek için bir planı değil.” Burada da, plan fikrine karşı çıkanlar, araçlarla amaçları birbirine karıştırmışlar, planın yerine, plan hedeflerinden birisini koymuşlardır. Bir bakıma, nedenlerin, sonuçlarla karıştırılmasıdır bu. Lenin’in düşüncesi ise, bir planın düzenli olarak birbirini izleyen proje ve eylemlerin toplamı olduğuna dayanmaktadır ve bir plan çerçevesinde ele alınacak işlerin, planın ve ele alınan sürecin mantığına uygun düzenli bir sırasının bulunması gerektiği ilkesiyle uyumludur. Düzenlilik, birbirini zorunlulukla izleyen aşamaların saptanması ve buna uygun bir yöntemin bulunması, plan mantığının temellerin oluşturmaktadır.
PLAN MANTIĞI VE NESNEL GERÇEKLEŞME SÜREÇLERİ
Stalin Ekim Devrimi’nin başlıca dört özelliğini sayarken, Bolşevik Partisi’nin planının en genel ve temel dayanaklarını özetler ve bu arada bize, plan ve nesnel süreçler arasındaki diyalektik ilişkiyi de gösterir. Bu noktada, Stalin’in analizinin ilginç bir özelliğine dikkat etmek planın kuruluş yöntemini anlamayı kolaylaştıracaktır.
Stalin’in anlattığı sırayla, Ekim Devrimi’ne giden yol şöylece döşenmişti: 1. Devrimin yönetiminin tek bir partinin, Bolşevik Partisi’nin eline geçmesi, 2. Gerici ve uzlaşmacı partilerin tecrit edilmesi, 3. Kitlelerin devrimci inisiyatiflerinin geliştirilmesi ve ayaklanma organlarının kurulması, Sovyet’lerin iktidar organları olarak inşa edilmesi, 4. En geniş işçi ve köylü kitlelerinin, parti tarafına kazanılması ve devrimci mevzilere getirilmesi için, onların, kendi deneyleriyle, partinin sloganlarının doğruluğuna inandırılması. (6)
Sıralanan bu dört özellik, gerçek süreçlerde, tam tersine bir diziliş göstermiştir. Önce, milyonlarca işçi ve emekçinin parti sloganlarının doğruluğuna ikna edilmesi, sonra, bunların ayaklanma ve iktidar organlarında örgütlenmeleri, ardından, buradaki etkinliğe dayanarak gerici ve uzlaşmacı partilerin tecrit edilmesi ve en sonunda, devrimin tek bir partinin yönetimi altında gerçekleşmesi…
Stalin’in olayı anlatırken, sürecin son halkasından başlaması rasgele bir tercih değildir. Stalin’in süreci anlatırken kullandığı mantık, aslında, Bolşevik plan mantığının, diyalektik düşünme tarzının son derece yalın bir örneğidir.
Diyalektik tarzda düşünülmüş bir plan, son hedefi ilk madde olarak ele alır. Genel ve temel hedefle, ona ulaşmak için izlenecek yol, hedefe bağlı olarak ve adım adım ortaya konulmak zorundadır. Burada izlenen yol, tıpkı bir makinenin sökülüp yeniden takılmasında izlenen yol gibidir. Sökme işlemine başlarken ilk çıkarılan parça, yeniden kurma işleminde, en son takılan parça olacaktır. Planlamada da, eylem süreci, bitmiş ve tamamlanmış bir durum olarak kabul edilir ve ilk önce, en son gerçekleşecek olandan yola çıkılır. Gerçekleşme ise, plan dizilişinin tam tersine olur. Nesnel süreçlerde, ilk gerçekleşecek olan, plan maddelerinin dizilişinde en sonda yer alandır. Fakat eğer son hedef, yani planın ilk maddesi, tam bir açıklıkla tanımlanmamışsa, art arda gelen diğer maddelerin tanımlanabilmesine de olanak yoktur. Bu, planın gerçekleşemeyeceğini, daha doğrusu, ortada bir planın olmadığını gösterir. Özetle, planın ilk maddesini oluşturan, ulaşılmak istenen hedef ne kadar netse, uygulama ve gerçekleşme süreci de o kadar düzenli ve kararlı olacaktır. Hedef tanımı ne kadar belirsizse, ilerleme de o kadar olanaksız olacak, atılacak adımların birbiriyle bağlantısı hiçbir zaman sağlanamayacak ve en ilkel çalışma tarzlarında görüleceği gibi, sürecin değişen her aşamasında, hedef yeniden tanımlanmaya, plan, her adımda yeniden düzenlenmeye çalışılacaktır. Bu durumda da çoğu kez, yapılan gündelik işler, daha önce yapılmış hataların düzeltilmesine ayrılacak, yanlış düzeltmekten iş yapmaya zaman kalmayacaktır. İşte tam bu noktada Lenin’e karşı çıkanların sık sık tekrarladığı “zaman kaybediliyor, masa başında plan yapmaktan günlük eyleme yetişilemez” biçimindeki eleştirinin yersizliği ortaya çıkar. Çünkü plan yaparak geçirilen zaman, plansız yürünerek kaybedilen zamanla asla ölçülemez. Plan yapmak için ayrılan zamana, “kaybedilmiş zaman” olarak bakmak ise, daha verimli ve daha kalıcı sonuçlar almayı önleyecek bir kendiliğindenlik ve dağınıklık yaratacaktır. Daha sonra “Menşevikler” olarak adlandırılacak grubun ve devrimci şiddet yoluyla kitlelerin kendiliğinden bilinçleneceğini zanneden narodniklerin genel tutumunu şu sözlerle özetleyebiliriz: “Şimdilik bu adımı atalım, sonra ne olacağını görür ve yeni bir adım atarız.” Oysa devrimin acı deneyleri, tam böyle düşünülerek atılan her adımın, belki bir gün sonra geri alınmak üzere atıldığını göstermiştir. Bu yüzden, Lenin’in elinde mükemmel bir proleter devrim silahı halinde işlenen diyalektik mantık, değil bir gün sonrasını, on beş yıl sonraki son noktayı görmeden, onu açıkça tanımlamadan, ilk adımın atılmasını, ilkel bir metafizikçilik olarak yargılar. Stalin’in anlatımının sade bir biçimde sergilediği gibi, düzenlemede de, son gerçekleşecek olan, planın ilk maddesi olarak formüle edilmelidir. Plan ve gerçeklik arasındaki bu ilişki, Marksist diyalektik yöntemin en genel işleyiş biçimiyle bağlantılıdır. (Marx’ın diyalektik yönteminin ayrıntılı olarak anlatılması, bu makalenin sınırlarını aşacaktır. Konuya ilişkin olarak, Grundrisse’nin “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlıklı bölümüne ve bunun etraflı bir açıklaması için “Mantık Ve Diyalektik” adlı kitabımızın, “Soyut Kavramdan Somut Kavrama” başlıklı bölümüne bakılabilir.)
“Bu gazete çevresinde oluşacak olan örgüt, … her şeye, devrim dalgasının ‘alçalış’ dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve yürekliliğini korumaktan, ulus çapında silahlı ayaklanmayı hazırlamaya, zamanını saptamaya ve gerçekleştirmeye kadar her şeye hazır olacaktır.” (7)
Bu sözler söylendiğinde, tarih, 1902’dir ve Büyük Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasına on beş yıl vardır. İlk bakışta, Lenin, bir gazete çıkarmaya çalışmaktadır. Fakat muarızlarıyla giriştiği tartışmaların ve her anına bizzat katıldığı örgüt ve yayın faaliyetlerinin boyutu, gerçekte, onun büyük bir devrim planının küçük bir parçasını hayata geçirmeye çalıştığını göstermektedir. Durgunluk dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve yürekliliğini korumaktan, zamanı geldiğinde silahlı ayaklanmanın hazırlanmasına, ayaklanmanın zamanının saptanmasına ve ayaklanmanın gerçekleştirilmesine kadar devasa görevleri üstlenecek olanlar da, bu gazete ile örgütlenecek olanlardır. Burada dikkat çeken çok önemli bir inceliğin altını çizmek gerekiyor: Ortada henüz gazetenin yalnızca tasarısı vardır, henüz Bolşevik Parti doğmamıştır ve Lenin, daha ilk ciddi adım nesnel olarak atılmamışken, son adımı düşünmekte, ayaklanma zamanının saptanmasını kendisine problem edinmekte ve buna nasıl karar verileceğine dair öneriler geliştirmektedir. Bir başka deyişle, Lenin, daima o son anı, zafer gününü düşünmekte, sonra, deyim yerindeyse, filmi geriye doğru sararak, güncel adımların neler olacağını ve nasıl atılacağını hesaplamaktadır.
OLASILIKLARI GÖRMEK VE OLABİLİRLİKLERİ OLANAK HALİNE GETİRMEK
İskra’nın yayınlanması tartışmaları sırasında ortaya atılan bir başka itiraz da, esas olarak eldeki olanakların bu gazete tarafından harcanacağı ve “daha yararlı yerlerde” kullanılmasını önleyeceği biçimindeydi. Özellikle, yerel devrimci komitelerin, grupların ve dağınık devrimci çevrelerin birleştirilmesi ve onların enerjisinin harekete geçirilmesi, gazete planının karşısına konuluyordu. Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, burada eldeki olanakların hangi yönde kullanılacağına dair bir tartışma var gibidir. Oysa Lenin, eldeki olanakların belli bir gerçekleşme yolunda kullanılıp tüketilmesini değil, onların gittikçe gelişen yeni olanaklar halinde düşünülmesini öneriyordu.
“Eğer”, diyordu Lenin, “yerel komitelerin ve inceleme çevrelerinin tamamının ya da büyük kısmının ortak davaya etkin olarak katılmalarını gerçekten sağlayabilirsek, kısa bir zaman içinde bütün Rusya için, on binlerce basan ve düzenli dağıtılan bir haftalık gazeteyi kurabiliriz. “
Bu sözlerde, bir planın olanaklarının yaratılmasının ve ulaşılacak yeni olanakların başka yeni gerçeklikler için kullanılmasını tasarlayan ayrı bir planın geliştirilmesinin önerildiğini görmekteyiz. Özetle, bir plan, bunun sonuçlarını derleyen başka bir plan, art arda ve iç içe düşünülmektedir. Diyalektik olarak, burada, unsurlar ve yapı birbirini etkileyen ve birbirinin gerçekleşme koşulu olarak ortaya çıkan bir özellik göstermektedir. Çünkü İskra’nın başlıca hedeflerinden birisi, yerel komitelerin ve grupların, ortak davaya etkin biçimde katılmasını sağlamaktır. Oysa İskra’nın etkin olabilmesi için, yine aynı yerel çevrelerin, ortak davaya etkin katılımının sağlanması gerekmektedir. Bir metafizikçiyi içinden çıkılmaz bir kısır döngü içinde olduğu kanısına ulaştıracak kadar çetin bir sorundur bu. Oysa Lenin, diyalektikçidir ve burada, kendi kuyruğunu kovalayan bir kedi görmemektedir. Problemin çözümü onun açısından basittir: Hedefe uygun içerikte bir gazetenin yayınlanma süreci, hem kendisini destekleyecek çevrelerin bir ürünü olacak, hem de onların gelişmesinin koşullarını yaratacaktır. Fakat bunun gerçekleşebilesi için, gazetenin içeriği ile seslenilen çevrelerin niteliğinin birbirine uyumlu olması gerekmektedir.
Lenin’in bu sorunu çözüş tarzı da, ilkesel dersler içermektedir. Lenin’in çıkış noktasında, yine, sorunun son halkası bulunmaktadır: Nasıl bir devrim istiyoruz? Bunu, bu devrimin hangi güçlerle yapılacağı sorusu izler. Ardından, bu güçlerin nasıl kazanılacağı ve seferber edileceği sorusu gelir. Bu soru, bu güçleri kazanacak ve seferber edecek örgütün ve kadroların niteliğinin tespit edilmesine yol açacaktır. Ve nihayet, bütün bunların gerçekleştirilmesi için, şu anda hangi aracın uygun olduğu sorusu, İskra planının ortaya çıkmasını sağlar. Bu bağıntılar bütünlüğünü Lenin, şöyle anlatıyor:
“İskra gibi ulus ölçüsünde bir siyasal ajitasyonu, programlarının, taktiklerinin ve örgütsel çalışmalarının temel taşı yapanlar, devrimin geldiğini önceden görememe tehlikesini en azına indirgemiş olanlardır. Bugün Rusya’da bir uçtan bir uca Rusya çapındaki gazeteden yayılan bağıntılar ağı örmekle uğraşanlar, yalnızca ilkyaz olaylarını önceden görmekle kalmadılar, üstelik bize, bu olayların geldiğini önceden haber verme olanağını sağladılar. Onlar … gösterileri de önceden gördüler ve bununla da yetinmeyip, kendiliğinden ayaklanan yığınların yardımına koşmanın ve aynı zamanda gazete aracılığıyla, Rusya’daki bütün yoldaşların gösteriler hakkında bilgi edinmelerini ve elde edilen deneyimden yararlanmalarını sağlamanın kendi görevleri olduğu bilinciyle bu gösterilere katıldılar.” (8)
Böylece, İskra için bir olanak olan devrimci çevreler, İskra’nın yayınıyla, onda kendilerinin devrimci özelliklerinin gelişmesi için bir olanak bulmuşlardır. Olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi inceleyen diyalektik kategorisinin öğrettiklerine uygundur bu. Her olanak, aynı zamanda bir gerçeklik, her gerçeklik de bir olanaktır. Bir gerçekliği, yalnızca donmuş bir gerçeklik, bir olanağı da yalnızca ve hep olanak olarak kalacak bir unsur gibi gören metafiziğin aksine, birinden diğerine geçişi ve birbirlerinden doğuşu gören bir anlayışla yaklaşıldığında, planlamanın sürekliliği ve iç içeliği ilkesi de uygulanmış olmaktadır.
Aynı uygulamayı, Lenin ve Bolşevik Partisi’nin ittifaklar politikasında da görebiliriz.
Stalin, Rus Devrimi’nin başlangıcından 1917 Ekimi’ndeki zaferine kadar olan sürecinde başlıca iki aşama saptar. Birinci aşama, 1903’ten 1917 Şubatı’na kadar olan demokratik devrim dönemidir. Bu aşamada, esas hedef, çarlığı yıkmak ve ortaçağ kalıntılarının tamamını tasfiye etmektir. Devrimin ana gücü proletaryadır ve hazır yedeği de köylülüktür. “Ana darbenin doğrultusu: Köylülüğü kazanmaya ve çarlıkla anlaşmaya vararak devrimi tasfiye etmeye çabalayan monarşist burjuvaziyi tecrit etmek. Güçlerin düzenleniş planı: işçi sınıfının köylülükle ittifakı. (9) Bu değerlendirme, Lenin’in şu sözlerine dayandırılıyor: “Proletarya, kuvvet yoluyla otokrasiyi ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için, köylü yığınlarıyla ittifak kurarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. “
Köylülük, değişik sınıf ve tabakaları içeren bir sosyal kategoridir ve burada, bir bütün olarak, işçi sınıfının belli bir aşamadaki hedefine varmasını kolaylaştıran bir devrimci rol oynayacağı düşünülmektedir. Bunun nedeni, köylülüğü bir bütün olarak ezen, feodal otokrasinin varlığıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının henüz kendisini siyasal olarak komünist tarzda örgütlemenin eşiğinde olduğu bir dönemde bile, köylülük bir müttefik olarak görülebilmektedir. Burada beklenti, işçi sınıfının devrimci eylemiyle, siyasal bilinç ve örgüt sorunlarını çözme sürecinde, köylülüğün de, hem bu hareketten etkilenerek, hem de kendisine özgü çelişkilerin derinleşmesi nedeniyle, devrim ordusunun saflarına katılacağıdır. Bu beklenti büyük ölçüde gerçekleşmiş ve genel devrim perspektifinde önemli yer tutan bu sorunun köklü bir biçimde aşılması, daha sonraki aşamanın görece çok kısa sürede geçilmesine zemin hazırlamıştır.
İkinci aşama, 1917 Martı’ndan, 1917 Ekimi’ne kadar olan süreci kapsamaktadır. “Hedef: Rusya’da emperyalizmi yıkmak ve emperyalist savaştan çıkmak. Devrimin ana gücü: Proletarya. Hazır yedeği: Yoksul köylülük. Komşu ülkelerin proletaryası muhtemel yedek. Uzayan savaş ve emperyalizm bunalımı, hareket için uygun an. Ana darbenin doğrultusu: Köylülüğün emekçi kitlelerini kazanmaya ve emperyalizm ile anlaşarak devrimi durdurmaya çalışan küçük-burjuva demokratları (Menşevikleri, sosyalist-devrimcileri) tecrit etmek. Güçlerin düzenleniş planı: Proletaryanın yoksul köylülük ile ittifakı.”
Stalin, sözlerini Lenin’den bir alıntı yaparak tamamlıyor: “Proletarya, kuvvet yoluyla burjuvazinin direncini kırabilmek için, köylülüğün ve küçük burjuvazinin kararsızlığını etkisiz hale getirmek için, halkın yarı-proleter öğeleriyle ittifak kurarak sosyalist devrimi başarmalıdır.”
Burada biri stratejik, diğeri taktik olmak üzere iki tür planın birbirini tamamlayacak tarzda uygulandığını görüyoruz. Başlıca iki stratejik aşama içinde ise, dönemsel özelliklere uygun daha fazla sayıda taktik plan kurulmuştur.
Stalin, bu uygulamaları şöyle anlatıyor: “Devrimin birinci aşaması boyunca, stratejik plan değişmediği halde, taktik bu süre içinde bir çok kez değişti. 1903–1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi. Devrimci hareket yükselen bir çizgi izliyordu ve taktik bu olguya dayanmalıydı. Sonuç olarak, mücadele biçimleri de, devrimci ve devrimin kabarma hareketine uymaktaydı. Yerel siyasal grevler, siyasal gösteriler, genel siyasi grev, Duma’nın boykot edilmesi, ayaklanma, devrimci savaş sloganları, bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte, örgüt biçimleri de değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi vekilleri Sovyetleri, az çok açıkta çalışan işçi partisi- işte bu dönemin örgüt biçimleri bunlardı.”
1905 Devrimi’nin yenilgiye uğramasından sonra, 1912 yılına kadar sürecek bir dönem boyunca, Bolşevik Partisi, geri çekilme taktiğini uygulamaya başlar. Devrimci yükseliş dönemlerinde, yükselen işçi hareketi içinde sağlam bir yer tutmuş olan partinin işi, saldırı taktiği uygulanırken, görece kolaydı. Geri çekilme ise, güçleri mümkün olduğu kadar koruyarak, yeni bir saldırı dönemine kadar elverişli koşulları kollayarak parti faaliyetini, yeni koşullarda da etkili kılacak yollar bularak sürdürmek anlamına geliyordu. Parti faaliyetini tümüyle durdurmak, kadroları korumak adına onları tümüyle işlevsiz ve görevsiz bırakmak anlamına gelmiyordu. Bu dönemin, Lenin tarafından daha önceden öngörüldüğünü biliyoruz. Genel planlama ve teorik çözümleme içinde, Lenin, böyle bir olasılığı belirtmişti. Dolayısıyla, Bolşevik Partisi, buna hazırlıksız değildi. Devrimin alçalma ve yükselme dönemlerine ilişkin teorik saptama, uzun zaman önceden yapılmıştı ve böyle bir dönemden geçerken, partinin faaliyetlerinin esas olarak hangi kriterleri gözetmesi gerektiğini de Lenin, önceden bildirmişti. Parti, paniğe kapılmadan, güçleri savaş alanının daha geri mevzilerine çekti.
DEĞİŞEN DURUMLARA UYGUN DEĞİŞİMLER (ESNEKLİK)
İyi bir planın önde gelen özelliklerinden biri de, öngördüğü sürecin değişik dönemlerine uyarlanabilmeye elverişli olmasıdır. Yalnızca değişen dönemlere göre değil, belli bir dönem içindeki olası değişiklikleri de doğru olarak hesaba katmış bir plan, mükemmeli yakalamış demektir.
Fakat bu ne kadar mümkündür?
Bir planın işleyişi, model olarak, bir makinenin işleyişine de benzetilir. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birinci olarak, bütün makineler, bir güç kaynağı ile bu kaynağın harekete geçirdiği düzeneklerden oluşur ve hareketin başlangıcı ile sonucu arasında her şey belirlidir. İkinci olarak, sonuç, önceden beklenenlere uygundur. Makinede bir aksaklık yoksa “her şey tıkırında” ise, sonuçta kimse, “bunu beklemiyorduk” diyemez. Kuşkusuz, sosyal ve siyasal hayatta hiçbir şey bir Makina düzeniyle gerçekleşmez ve olaylar bir dişliler sisteminin birbirine bağlanması gibi birbirine bağlanmaz. Ama plancı, mükemmeli öngörmek ve planın değişkenlerini ihmal edilebilir aksamalar düzeyine indirecek önlemleri de geliştirmek zorundadır.
Böyle bir planın uygulanabilir olması, uygulayıcı kadroların, böyle bir esnekliğe elverişli performanslarının olmasına bağlıdır. Bu da, iki biçimde sağlanabilir: Birincisi, en genel düzeyde, değişen her koşulda, uygun hareket biçimlerini önceden ilkesel olarak saptayarak, teorik olarak hazır olmak ve ikincisi, bir mücadele biçiminden diğerine, bir durumdan ötekine geçebilmeyi, gündelik mücadele içinde deneyerek ve uygulayarak bir “el alışkanlığı” haline getirerek, devrimci refleksler kazanarak.
Lenin, her iki tarzı da içeren bir formülasyon sunuyor:
“Biz, her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız. Çünkü çoğu kez, patlama dönemleri ile durgunluk dönemlerinin birbirinin yerini ne zaman alacağını, önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz durumlarda da bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanmalıyız… Ve devrimin kendisi de, tek bir hareket olarak değil, az çok güçlü patlamalar döneminin az çok mutlak durgunluktaki dönemlerinin dizi halinde birbirinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama döneminde olduğu gibi, en durgun dönemde de olanaklı ve kesin olarak gerekli çalışma olmalıdır. “
Lenin, ayaklanmanın bir sanat olduğunu bildiren Marx’ın bir sözünü, çok severek kullanırdı. Marx ve Engels’in ayaklanma üzerine tezlerini de, henüz devrim emekleme dönemindeyken bile, yoldaşlarına sık sık hatırlatırdı. Ekim Devriminin zaferinden sonra, Marx ve Engels’in tezlerini daha da geliştirdi, mükemmel hale getirdi.
Lenin’in, ayaklanma üzerine tezleri şöylece özetlenebilir:
Ayaklanmanın zaferle sonuçlanması için;
1. Egemen sınıfların güçleri, kendi olanaklarını aşan bir mücadeleye girmiş olmaktan dolayı, yeteri kadar zor duruma düşmüş ve kendi aralarındaki mücadele yüzünden yeteri kadar zayıflamış olmalıdır.
2. Burjuva ve küçük burjuva demokrat partilerin, maskeleri düşmüş ve halk önünde, pratikte iflas etmiş olmaları gerekir.
3. Proletaryanın saflarında, burjuvaziye karşı en keskin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkmalıdır.
4. Bütün bu koşullar bir araya geldikten sonra, devrimi yöneten parti, bütün koşulları doğru hesaplamış, zamanı doğru seçmiş olmalıdır.1*’
Burada önemli olan, Bolşevik Partisi’nin bütün tarihi boyunca, Lenin önderliğinde, bu dört maddenin her birinin içeriklerini, hedef olarak tespit eden planlar yapmış ve uygulamış olmasıdır. Gerçekten Lenin, egemen sınıfları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci hareketiyle, ülke içinde ve dünya çapında yıpratacak, güçten düşürecek, onları kendi güçlerini aşan mücadelelere girmeye zorlayacak, bir dizi eyleme öncülük etmiş, mücadelenin bütün biçimlerini denemiş, uygun zamanda uygun vuruş biçimlerini bulmuş ve öngörüldüğü gibi, burjuvaziyi en zayıf olduğu bir ana doğru adım adım sürüklemiştir.
Reformist partileri, uzlaşmacı demokratları, her fırsatta en acımasız biçimde eleştirmiş, kitleler karşısında maskelerini düşürmüş ve çaresizlik içinde onların peşinden giden emekçi kitleleri, uygun eylem biçimleriyle doğru seçilmiş propaganda ve ajitasyon temalarıyla kendi yoluna kazanmıştır.
Kazanılan işçi ve emekçi kitleler, değişik mücadele biçimleri içinde eğitilmiş, Rusya proletaryası içinde son derece güçlü, her türlü özveriye ve kahramanlığa hazır bir öncü kesimin oluşturulması sağlanmıştır. Nihayet bu öncü işçi kesiminin arkasında, devrimden başka yol kalmadığına kesin olarak inanmış, devrimi tırnaklarıyla koparıp almaya ant içmiş bir yığın oluşturulmuştur.
Daha önceki paragraflarda da değindiğimiz gibi, Lenin, artık, ta başından beri kafa yorduğu sorunu çözmeye yaklaşmıştan Ayaklanma zamanım doğru seçmek.
VE BÜYÜK ZAFER GÜNÜ
“6 Kasım çok erken. Ayaklanmanın tüm Rusya’ya dayanması gerekir. Oysa ayın altısında tüm delegeler henüz kongreye gelmemiş olacak. Öte yandan, 8 Kasım da çok geç. Bu tarihte kongre oluşacağından, kesin ve ivedi kararlar alamazlar. Kongre’nin açılacağı gün olan 7 Kasımda harekete geçip, ‘işte iktidar, ne yapacaksanız yapın’ diyebileceğiz o zaman.”
Lenin’in, 3 Kasımda yapılan Merkez Komitesi toplantısında söylediklerinin bunlar olduğunu yazıyor John Reed. Lenin, bir süredir, ayaklanma karan almakta tereddüt eden, değişik gerekçelerle ayaklanma gününü ertelemeye çalışan yoldaşlarını ikna etmek, kendi kafasında oluşturduğu tarihin en doğru zaman olduğuna onları inandırmak için, istifa etmek dâhil her yolu denemiştir. Sonunda, onun büyük devrimci iradesi galip gelmiş, Merkez Komitesi ayaklanmaya karar verebilmiştir.
Lenin’in, “Merkez Komitesi Üyelerine Mektup”u, John Reed’in dramatize ederek aktardığı sözlerin içeriğini doğrular:
“Tarih, bugün kazanabilecek (ve bugün kesin olarak kazanacak) olan, ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır.
“Bugün iktidarı ele geçirmekle, onu Sovyetlere karşı değil, Sovyetler için almış oluyoruz.
“İktidarın alınması, ayaklanmanın işi olacaktır.
“… Devrimin nazik anlarında kendi temsilcilerini beklemektense, onlara yol göstermek, halkın hakkıdır.
“Bütün devrimlerin tarihi bunu kanıtlamıştır ve devrimin kurtuluşunun, barış önerisinin, Petrograd’ın kurtuluşunun, açlığa karşı çarenin, toprağın köylülere devredilmesinin kendilerine bağlı olduğunu bilerek, bu fırsat anının kaçmasına izin veren devrimciler en büyük cinayeti işlemiş olacaklardır.
“Hükümet bocalıyor. Her ne pahasına olursa olsun işini bitirmek gerekir.
“Eylemde duraksama ölüm demektir.” (10)
Eski metafizik yöntemciler (materyalist olanlar da), Descartes, Bacon gibi bu konuda çığır açan bilginler dâhil, yapılacak işlerin birbirinden ayrı kategoriler halinde sıraya konulmasına büyük önem verirlerdi. Diyalektik ise, teoride ve genel planlama düzeyinde, şuranın önemini kabul etmekle birlikte, hareketin doğası gereği, uygulamada bütün pratik işlerin iç içe ve birbiriyle bağıntılı bir hareket bütünlüğünde gerçekleşmesini önerir. Mantıksal sıralama ve düzen, pratiğin, canlı, dinamik ve akışkan yapısını, soyut olarak ve hareketin doğasına en yakın biçimde yansıtabildiği ölçüde geçerlidir.
John Reed’in tanıklığı, ayaklanma tartışmaları sürerken, bir yandan da, başka bütün gerekli işlerin şaşmaz bir tempoyla yürütüldüğünü gösteriyor:
“Bu sırada, üst kattaki odalardan birinde, ince yüzlü, uzun saçlı, şimdi devrimci olmuş, Çar ordularının eski bir subayı, sürgün, iyi matematikçi, satranç ustası, kendisine Antonov denilen Ovseinski adında biri, başkentin ele geçirilmesi için ayrıntılı bir plan üzerinde çalışmaktaydı.” (11)
Kuşkusuz, Antonov’un planı, Lenin’in yıllardır üzerinde çalıştığı ve adım adım uyguladığı büyük devrim planının küçük son noktasıydı. Ama kendi içinde, Rusya’nın büyük başkentini devrimci tarzda kontrol altına almaya yönelik, dev gibi kapsamlı, en ince ayrıntılarına kadar analiz edilmiş, hassas bir plandı. Burada asıl dikkat edilmesi gereken bir başka özellik daha var Bolşevik Partisi Merkez Komitesi, ayaklanmaya karar vermek üzere tartışırken, Lenin, Merkez Komitesi’ni ayaklanma anının artık geldiğine ikna etmeye çalışırken, kentin ele geçirilme planı hazırdır. Burada, değişik olasılıkları göz önünde tutma ilkesinin uygulandığını görüyoruz. Merkez Komitesi toplantısı sonunda, ayaklanmaya karar verilir ya da verilmez; ama ayaklanma planı en ince ayrıntısına kadar tamamlanmış olmalıdır. Çünkü birincisi, bir kez karar verildikten sonra, oturup bir de plan yapmaya zaman olmayacaktır. Zamanlamanın önemine ve zamanlama ilkesinin uygulanmasına bir örnektir bu. İkincisi, elde bir plan olmadan, ayaklanmanın başlatılıp başlatılmayacağı, zaten tartışılamaz. Tıpkı, yukarıda değindiğimiz gibi, burada da, eylemin son adımı, henüz eylem hazırlıkları devam ederken, tasarı düzeyinde tamamlanmıştır.
Her planlama, mutlak olarak, nesnel koşulların tam ve doğru bir tahliline dayanmalıdır. Bu, örneğin hükümet güçlerinin elinde bulunan bir binanın kaç kişiyle kaç saatte ele geçirilebileceğini hesaplamak gibi teknik bir konunun nesnel koşulları da olabilir, genel olarak ülkede işçi ve emekçi kitlelerinin “ruh hallerini”, o günkü psikolojilerini anlamak gibi, daha karmaşık ve kestirilmesi oldukça güç bir konuda da. Ekim Devriminin kurmayı, Bolşevik Partisi, devrimin cereyan ettiği bütün alanlardaki problemleri ve bunların çözüm yollarını, zaferi kazanmaya yetecek kadar biliyordu. Bu bilginin kaynağında, proletaryanın devrim teorisine tam olarak hâkim olan, diyalektiği her anki düşüncenin olağan akış biçimi haline getirmiş, yüksek öngörü sahibi, zamanlama ustası, mücadeleci önderlerinin olağanüstü yetenekleri kadar, onun tam bir bilinçle devrimci gücüne inandığı Rusya proletaryasının devrimci deneyimleri de bulunuyordu.
Proletarya, bütün varlığıyla devrimi istemiş, Bolşevik Partisi ve onun büyük önderi Lenin, proletaryaya bunu nasıl elde edeceğini öğretmiş, zaferin planlarını ellerine vermişti.
O büyük sevinci, yine John Reed’in tanıklığından izleyelim:
“Ufukta, çıplak ovaya yaslanmış değerli taşlardan örülü bir baraja benzeyen başkentin ışıkları parlayıp duruyordu. Petrograd, geceleyin, gündüzle kıyaslanmayacak kadar güzeldi.
Yaşlı işçi, bir eliyle direksiyonu tutuyor, öbürüyle, uzakta ışıldayan başkenti sevinçle göstererek:
– Benimsin artık, diye bağırıyordu, yüzü ışıl ışıl. Şimdi benimsin artık Petrograd’ım.”
DİPNOTLAR
(1) Lenin, “Ne Yapmalı?”, Sol Yayınları, Ekim 1990, s. 163
(2) Stalin, Eserler, C. 15. “Sovyetler Birliği Komünist Partisi -Bolşevik- Tarihi,” Inter Yayınları, 1990, s. 40
(3) Lenin, age., s. 163
(4) Lenin, age., s. 153-154
(5) Lenin, age., s. 166
(6) Stalin, “Leninizm’in Sorunları”, Sol Yayınları, Kasım 1992, s. 118–130
(7) Lenin, “Ne Yapmalı?”, s. 176
(8) Lenin, age., s. 175
(9) Stalin, “Leninizm’in Sorunları”, s. 72
(10) Lenin, “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi”, Sol Yayınları, Kasım 1992, s. 210
(11) John Reed, “Dünyayı Sarsan On Gün”, Oda Yayınları, 1986, s. 83
Ekim-Kasım 1995