Geleceğe bakmak–2 Ekonomi ve tarih

Geleceğe Bakmak’ın arka kapağında bulunan ve kitabın ilan metni olarak da kullanılan yazı şöyle başlamaktadır: “Eskiden kaba Marksizm’le özdeşleştirilen ‘ekonomi hayatı belirler’ tezini maalesef çok çeşitli toplum kesimleri kabullenir oldu artık. İlişkilerimiz, aşklarımız, bugünümüz, geleceğimiz, kısaca hayatlarımız ekonominin ipoteği altında. Ekonomik gerekliliklerden söz edildi mi akan sular duruyor. Hayal gücünden yoksun politikacılar, ekonomi uzmanları ve gazeteciler ‘özelleştirme’, ‘piyasa’ gibi zorunluluklar karşısında esas duruşa geçip insanca yaşamaktan, özgürlükten dem vuranları ‘alternatifin ne kardeşim, bak komünizm de çöktü işte’ diye paylıyorlar. Onların gözünde ekonomi kontrol ederek insani amaçlarla yönlendirebileceğimiz bir toplumsal faaliyet alanı değil, hayatımızı ona göre tanzim etmemiz gereken bir zorunluluk alanı.”

Burjuva düşüncesinin Marksizm’e karşı geliştirdiği başlıca tezlerden birisi de, onun “ekonomi hayatı belirler” şeklindeki teziyle tek yanlılığa düştüğü idi. Görülmektedir ki, katılımcı iktisatçılar da, burjuvazinin Marksizm’e karşı geliştirdiği ve on yıllardır çeşitli biçimlerde tekrarlayıp durduğu eskimiş bir teze, farklı bir içerik kazandırarak sahip çıkıyorlar. Bu tez, Marksizm’in kendisine ve gerçek içeriğine değil, ama onun gerçek içeriğinden kopartılmış burjuva bir yorumuna aittir. Aslında yukarıda aktardığımız sözlerde, bunun bir türlü kanıtının ipuçlarına da rastlamaktayız. Fakat Albert ve Hahnel, burjuvazinin eskiden Marksizm’e yönelttiği sözde eleştirileri, şimdi aynı zamanda burjuvaziye de yöneltmiş görünüyorlar. Bununla birlikte, katılımcı bir ekonominin aşağı yukarı bütün ayrıntılarıyla tarif edildiği bu kitapta; ekonominin, tarih ve toplam toplumsal ilişkiler bakımından taşıdığı anlamın burjuva idealist bir içeriği ve yorumuna rastlamaktayız. Kuşkusuz ekonomiyi bu tarzda kavrayanlar da, önce bilimsel sosyalizmin ekonomi politik teorisine bilim dışı bir saldırıyla işe başlamaktadır. Bu bakımdan, onların geliştirdiği sistemin çeşitli açılardan eleştirisine buradan başlamak yararlı olacaktır.

a) MARKSİZM AÇISINDAN EKONOMİNİN TARİHTEKİ YERİ

Marksizm’in, “tarihteki her şeyi ekonomiyle açıklamaya çalıştığı ve bunda başarılı olamadığı” yolundaki eleştiriler yeni değildir. Bu yollu sözde eleştiriler, Marx ve Engels’in sağlığında da defalarca gündeme getirilmişti. Kuşkusuz burada, burjuvazinin Marksizm’in geçersizliğini sözde kanıtlamak üzere geliştirdiği sistemli saldırıların bir parçası görülmektedir ve Marksizm’e saldırının bu yönü, özü genel olarak aynı kalmakla birlikte, çeşitli dönemlerde değişik biçimler kazanmıştır. Örneğin bilimsel sosyalizmin özellikle Avrupa işçi hareketiyle sağlam bağlar kurmaya başladığı andan itibaren; burjuva ve sözde sosyalist bilim adamları, burjuvazinin güncel ihtiyaçlarına denk düşen benzer tezler ileri sürmüşlerdi. Aynı biçimde, Marksizm’in Rusya toprağında işçi ve halk hareketleriyle devrimci bir tarzda birleşme koşullarının ortaya çıkmasıyla birlikte Mihaylovski gibi Narodnik teorisyenler de aynı paslı eleştiriye sahip çıkmışlardı.

Bu tür eleştirilere karşı Marksizm asla kayıtsız kalamaz, kendi yaklaşımlarının burjuvazi tarafından çarpıtılmasına ve devrimci militanlar tarafından eksik algılanmasına izin veremezdi. Bu yüzdendir ki, Marx’ın ölümünden sonra Engels özellikle çeşitli ülkelerin sosyalistlerine yazdığı mektuplarda ve daha sonra Lenin özellikle “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” adlı eserinde konuya gerekli açıklığı kazandırmıştır.

Marx, daha Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da ekonomi politikle ilgili çalışmalarına başladıktan sonra temel bir sonuca ulaştığını ve sonuca ulaştıktan sonra, onun, bütün çalışmalarına kılavuzluk ettiğini söylüyordu. Bu sonuç kendisinin kısa ama oldukça yoğun şu sözlerinde açıklanıyordu: “Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar aralarında, sorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar… Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur… “

Marx’ın burada vurguladığı temel nokta, insanların, belirli bir üretim sistemi içinde aralarında kurdukları ilişkilerin, kendi iradeleri tarafından değil, ekonominin gelişme yasaları tarafından belirlenen zorunlu ilişkiler olduğudur. Çünkü bütün bilimler gibi, ekonomi biliminin yasaları da insanlar tarafından belirlenemez. Bilim, bu yasaları keşfedip açıklayabilir; ama onları yok edemez. Dolayısıyla bilimsel sosyalizmin, ekonomi bilimini ele alırken kullandığı yöntem ve amaçladığı şey, belirli bir sisteme ait gelişme yasalarını açıklamak, onun temel çelişkilerinin nerede yattığını göstermek ve aynı zamanda bu temel çelişkilerin çözüm olanaklarının nasıl yine verili sistemin içinde bulunduğunu kanıtlamak olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, sosyalist öğretinin yaptığı şeyin, kapitalist üretim koşullarının bilimsel bir tahliliyle, bu üretim koşullarında sömürünün zorunlu olduğunu aydınlatmak olduğu söylenebilir. Fakat Marksizm, sadece kapitalist üretim koşullarında sömürünün zorunluluğunu göstermekle kalmamıştır. Burada kalmak, insanları, kapitalizme körü körüne boyun eğmeye çağırmak olurdu.

Buna rağmen Marx’ın geliştirdiği bu temel yaklaşım, bu tezlerin öne sürüldüğü koşullarda, hem burjuvazi tarafından çarpıtıldı hem de kimi genç Marksistler tarafından eksik ve yanlış algılandı. (Bunun nesnel nedenleri, Marx’ın temel tezlerini geliştirdiği dönemde yaygın olan başlıca anlayışın felsefi idealizm oluşu ve kapitalizmin yasalarının doğal ve değiştirilmez yasalar olarak algılanışıydı. Bu koşullarda Marx ve Engels vurguyu bu yöne yapmak zorundaydılar.) Burjuvazi, Marksizm’in bu tezini Albert ve Hahnel’in belirttiği tarzda çarpıtma yolunu seçerken, Engels’in ifadesiyle kimi “yeni yetme Marksistler” de “ekonomi hayatı belirler” tezini bir kez ezberlendikten sonra her şeyi değiştirebileceklerini sandılar. Bu yüzdendir ki Engels, hem bu burjuva eleştirilere yanıt vermek hem de genç sosyalistleri uyarmak amacıyla meseleyi enine boyuna ele aldı.

Joseph Bloch’a yazdığı 21 Eylül 1890 tarihli mektupta şunları söylüyordu Engels: materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben hiçbir zaman daha fazlasını iddia etmedik…” (Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri, s.184-185. Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ekim 1979, 3. Baskı, Ankara)

Engels, yine aynı mektubunda materyalist tarih anlayışının bu temel görüşünün, “tek belirleyici etken ekonomidir” yahut da “hayatı belirleyen tek şey ekonomidir” şeklinde yorumlanmasının sadece bilim dışı olmakla kalmadığını, “boş, soyut ve anlamsız” bir yorum olduğunu da belirtmektedir. Engels’in bunların ardından yaptığı açıklama ise, Marksizm’in tarih, toplum ve ekonomi ilişkisinin çok yönlü ve karmaşık ilişki ve süreçlerinin sade bir ele almış tarzını yansıtmaktadır:

“Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak baktığımız iktisadi ilişkiler adı altında, belirli bir toplumun insanlarının kendi geçim araçlarını üretiş ve kendi aralarında ürünleri (işbölümünün var olması ölçüsünde) değiş-tokuş ediş tarzlarını anlıyoruz…

a) Siyasete, hukuka, felsefeye, dine, edebiyata, sanata değgin gelişme vb. iktisadi gelişmeye dayanır. Ama bunların hepsi de birbirleri üzerinde ve iktisadi temel üzerinde etki yaparlar. Böyle oluşu, iktisadi durumun tek etkin neden, bütün geri kalanların ise ancak edilgin bir etken olmasından dolayı değildir. Tersine, son tahlilde her zaman, üstün gelen iktisadi zorunluluk temeli üzerinde karşılıklı etki vardır… Demek ki, salt kolay geldiği için şurada burada inanılmak istendiği gibi, iktisadi durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, kendi tarihlerini yapanlar insanlardır, ama bunu, tarihi koşullandıran belirli bir ortam içinde, daha önceki asıl gerçek koşulların temalı üzerinde yaparlar, bu koşullar arasında, iktisadi koşullar, öteki siyasal ve ideolojik koşullardan ne kadar etkilenebilirse etkilensinler, sonu sonuna, belirleyici koşullardır…”

Dolayısıyla “ekonomi hayatı belirler” türünden “boş, soyut ve anlamsız” bir görüş Marksizm’e ait bir görüş değildir, Ama Marksizm’in çarpıtılmış bir yorumu olarak ortaya sürülen ve Marksizm eleştirilerinde kullanılan bu tür bir görüşün burjuvaziye ait olduğu doğrudur. Burada iki tür doğruluktan söz edilebilir; Bunlardan birincisi, bu görüşün geçmişte (ve bugün) burjuvazinin Marksizm’e yöneltmiş olduğu paslı bir eleştiri olmasıdır. İkincisi ve daha önemlisi ise Albert ve Hahnel’in belirttiği gibi “ekonomi hayatı belirler” tezinin, bugün burjuvazi tarafından, kapitalist sistemin emekçilere dayatılması anlamında kullanılmasıdır. Örneğin Türkiye’deki özelleştirme tartışmaları düşünüldüğünde, burjuvazinin işçilere, “krizi atlatabilmenin başka bir yolu yok ve bunu yapmaktan başka bir şansa sahip değiliz” demesi ve her ağzını açtığında işe “komünizmin ölüm ilanıyla” başlaması boşuna değildir.

b) KATILIMCI İKTİSAT AÇISINDAN EKONOMİNİN TARİHTEKİ YERİ

Albert ve Hannel, “ekonomi, kontrol ederek insani amaçlarla yönlendirebileceğimiz bir toplumsal faaliyet alanıdır.” diyorlardı. Bu tezlerini, kitabın bir başka yerinde, daha çok bir temenni olarak şöyle dile getiriyorlar: “Biz, insanı değerleri somutlaştıran ve etkili biçimde işleyen yeni bir ekonominin kurulabileceğine inanıyoruz”. Dolayısıyla, katılımcı iktisat, her şeyden önce, örneğin kapitalizmin ve kendi deyimleriyle koordinatörizmin yarattığı bütün kötü ve olumsuz sonuçların giderilebilmesinin ve bunun yerine gerçekten adil, gerçekten demokratik ve gerçekten insani değerlerin getirilebilmesinin başlıca yolunun, alternatif bir ekonomik sistemin, yani katılımcı ekonominin uygulanabilir hale gelmesinden geçtiğini iddia etmekte ve aşağı yukarı bütün teorisini bunun üzerine kurmaktadır. Dolayısıyla, onlar, modern ekonomik kurumlara yönelik tercihlerin başlıca olarak üç şıklı olduğunu söylerken, üçüncü şık olan katılımcı ekonominin neden ve nasıl bir alternatif oluşturacağını ya da oluşturması gerektiğini ortaya koyarken, diğer iki şıkkı oluşturan kapitalizm ve koordinatörizmin, insani açıdan kötü sonuçlara yol açtığını teşhir etmeyi başlıca görevleri olarak görmektedirler. Öyleyse, ilk önce, hem kapitalizmin bütün sömürü ve sefaletinin sonuçlarını üstlenen emekçilere, hem de kapitalizm ve koordinatörizm üzerine yürütülecek tartışmanın başlıca muhatapları olan aydınlar ve bilim adamlarına, yaşanan ve uygulanan sistemlerin ne gibi sonuçlara yol açtığı anlatılacaktır. Daha sonra, insanlığın sadece bu iki sisteme mahkûm kalmaması gerektiği açıklanacaktır. Öyle ya, insanlığın bütün umut ve hayallerini esir alanlar, kapitalizm kötüdür diyenlere hep aynı fırçayı basmaktadırlar: “İyi de alternatifin ne kardeşim. Anla artık komünizm de çöktü. Deniz buraya kadar.”

Ama kapitalizmin en gelişmiş biçiminin yaşandığı ABD’de bile, kötü ve yetersiz beslenmeden dolayı her hafta 211 çocuk ölüyorsa; 3 milyon tane insan akşam yemeklerini çöp kutularından topluyorsa; ABD nüfusunun % 1’lik bir toplamını oluşturan mutlu azınlık bütün zenginliğin üçte birine sahip olabiliyorsa; şiddet olayları günden güne artıyor ve hırsızlık ve ırza geçme gibi olaylar gündelik yaşamın sıradan parçaları haline geliyorsa; her yirmi dakikada bir insan hayatına kendi elleriyle son veriyorsa; kimileri villalarda yaşarken kimileri sokaklarda yatıp kalkmaya zorlanıyorsa eğer; neden bu sisteme ya da daha doğru bir ifadeyle bu sistemlere mahkûm olsun insanlık? Katılımcı iktisadın teorisyenleri, her anı bu temel olgularla örülen kapitalist ve koordinatör hayatların bu sonuçlarını sıraladıktan sonra, bütün bunların yaşanıp yaşanmayacağının veya hangi düzeylerde yaşanacağının belirleyici etkeninin toplumda hangi ekonominin var olduğuna bağlı olduğunu söylüyorlar. Yani; toplumda kapitalist bir ekonomi hüküm sürüyorsa, şu yukarıda sıralanan sonuçlar yaşanacaktır. Yok, eğer, koordinatör bir ekonomiyse söz konusu olan, yaşanacak sonuçlar hiç de bundan farklı olmayacaktır. Öyleyse; açlığın, sefaletin, eşitsizliğin, diktatörlüğün bütün biçimlerinin, yabancılaşmanın ve katılımın önüne set çeken her türden engelin ortadan kaldırılmasının başlıca yolu, topluma bu iki tip ekonominin yerine bir başkasını hakim kılmaktan geçmektedir. Katılımcı iktisatçıların bütün temel tezlerine kaynaklık eden bu yaklaşımda dikkat çekici bir nokta bulunmaktadır: Çalışmamızın bu bölümünün girişinde, onların, toplam toplumsal ilişkiler sistemiyle ekonomi arasındaki ilişkiyi nasıl ele aldıklarını açıklamaya çalışmıştık. Buna göre, ekonomi bir kez kontrol altına alındıktan sonra bütün toplum katılımcı ve eşitlikçi temellerde yönlendirilebilecekti. Nasıl ki eşitsizliklerin önündeki başlıca engel kötü ekonomik tercihlerse ve nasıl ki bütün toplumsal kötülüklerin kaynağında kapitalist ve koordinatör ekonomiler bulunuyorsa, bütün bunlardan kurtulmanın başlıca yolu da ekonominin kontrol altına alınması ve ona katılımcı ve eşitlikçi bir içerik kazandırılmasıdır. “Bu kitapta yeni bir ekonomiyi tarif ediyoruz” diyor Albert ve Hahnel. Oysa şimdiye kadar hiç kimse yeni bir ekonomiyi tarif etmemiş, böylesi bir yönelişe girmemişti. Kimileri egemen olan ekonomik sistemin insan doğasına ve aklına en uygun sistem olduğunu tanıtlama yarışına girmiş, kimileri ise kapitalizmi eleştirmekle birlikte onun yerine konulacak sistemi ayrıntılarıyla açıklamaktan daima geri durmuşlardı. Dolayısıyla birinci türden yaklaşımlar sistemin korunmasına ve kutsanmasına hizmet ederken, ikinci türden yaklaşımlar ise özellikle gelecek toplumu ayrıntılarıyla açıklamaktan kaçındığı için tepedekilerin kendi çıkarlarına göre düzenleyebildikleri ve yıkılana benzer bir sistemin oluşumuna yarıyordu. Albert ve Hahnel’in yeni ekonomik sistemlerini olabilecek bütün ayrıntılarıyla tarif etme çabası bundandır. Yeni bir ekonominin tarif edildiği bu kitapta, çalışmanın nasıl düzenleneceğinden karar süreçlerinin nasıl belirleneceğine, üretimin hangi esaslara göre yapılacağından paylaşımın hangi ilkelere göre gerçekleşeceğine kadar bütün her şey, baştan sona kadar olabilecek en ayrıntılı biçimde, tarif edilmiştir. Bu ayrıntılı tarif sırasında, kimi zaman kapitalist, koordinatör ve katılımcı taraflara hoşsohbet ortamlar yaratılmış, kimi zaman da geliştirilen teoriler örneğin hayali bir yayınevinde karşılaştırmalı olarak sınanmıştır. (Kitabın giriş bölümünde katılımcı iktisadın ilk temel tezleri açıklandıktan sonra, hem düşmanları mat etmek hem de kuşkucuları ikna etmek için hayli ilginç bir yol seçilmiştir. Ukala bir kapitalist, kibirli bir “sosyalist” ve insani ve ağırbaşlı bir katılımcı ekonomi yandaşı arasında, öne sürülen tezler üzerine hayali bir tartışma ortamı yaratılmıştır. Bu, yazarların geliştirdikleri ilginç anlatım yöntemlerinden birisidir. Öyle ya, yeni teoriler ve yeni yaklaşımlar yeni anlatım biçimleriyle ifade edilmelidir.) Ve oldukça popüler sayılabilecek bu tarifin ardından, geleceğe dair umudunu yitirmiş aydınlara ve yaşanılan sistemlerden olumsuz yönde etkilenen bütün herkese şu soru sorulmaktadır: “böylesi bir alternatif geliştirmek kayda değer bir uğraş değil midir?” Sanki tartışılan şey, hayatın bütün alanlarında olanca gücü ve olanaklarıyla egemen olan bir sistemin ve bir sınıfın yıkılması değil de, örneğin birkaç on kişinin çalıştığı ortalama bir işyerinin çalışma hayatının düzenlenmesi isteği; ya da küçük bir kasabanın belediyecilik anlayışının yeni bir programla ortaya konulmasıdır. Ama katılımcı teorisyenlerin de hâlâ tanıklık ettikleri sınıf mücadelesi bu kadar eğlenceli olmuyor. Sözde yeni adına söylenerek burjuva bilim adamları ve aydınlar arasında yaratılan tartışmanın sesi, ezilen sınıflara hiç mi hiç ulaşamıyor. Öyleyse toplumsal değişime, devrimlere ve tarihe bu türden yaklaşımlar ne anlama gelmektedir?

“ÖRNEK ALINACAK DENEYLER”

“Toplumda yanılgılardan başka bir şey yoktu; bunları gidermek sağduyunun göreviydi. Öyleyse, yeni ve daha yetkin bir toplumsal düzen sistemi bulmak ve onu topluma dışardan propagandayla ve olabildiği her yerde, örnek alınacak deneylerle kabul ettirmek gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler, ütopik olmaya önceden mahkum edilmişti; bunlar ayrıntıları bakımından ne kadar tam işledilerse, olmayacak hayallere kapılmaktan o ölçüde kurtulamadılar.” (F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm. Sf. 61-62, 7.baskı, Eylül 1993, Sol Yay. Çev: Öner Ünalan.) diyordu Engels, ütopik sosyalistlerin iyi niyetli çabaları için. Bu iyi niyetli arayışların gerçekleştiği dönem, kapitalizmin “eksik üretim koşullarıydı. Ve bu koşullarda ütopik sosyalistler, ezilenlerin çektiklerine bir çare olur umuduyla belki de nesnel açıdan bakıldığında kapitalizm içinde sosyalize edilmiş alanlar açmak amacıyla birtakım yönelişlere girmişlerdi. Gerçekten de aşağı yukarı bütün çabaları kendi kurdukları örnek sistemleri deneyler yoluyla somutlaştırmak ve bunu topluma propaganda yoluyla yayarak genelleşmesini sağlamaktı. Katılımcı iktisatçılar da benzer bir yola başvurmaktadırlar. Ama hemen söylemeliyiz ki bu benzerlik sadece görünüşte bir benzerliktir. Şöyle ki; artık kapitalizm eksik üretim koşullarını yaşamıyor. Tersine, alabildiğince gelişmiş bir dönemini yaşıyor ve bu gelişmişlik onun iç çelişkilerini daha da şiddetlendiriyor. “Yeni dünya düzeni”nin başlıca tezlerinin piyasaya sürülebildiği koşullar da ortadan kalkıyor. Ortaya çıkan yeni koşullarda (ki Özgürlük Dünyası bu koşulları emperyalist krizin yeni bir aşamasının başlangıcı olarak değerlendirmişti), rasgele söylenmiş bayağı laflar, bilimsel tez diye yutturulmaya çalışılan gerici gürültüler para etmiyor. Başta gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri olmak üzere Asya’nın, Latin Amerika’nın ve Avrupa’nın ezilen halkları ve işçileri, üzerlerindeki ölü toprağını atmaya başladılar. Artık ezilenlerin öne sürdüğü talepler ve bu talepler uğruna giriştiği mücadeleler görmezden gelinemiyor. Uluslararası burjuvazi bütün bu emekçi hareketlerinin bir şekilde sosyalizme yönelmekte olduğunu ya da önünde sonunda yöneleceğini biliyor, işte kapitalizmin yeni özürleyicilerinin ve geliştirdikleri temel tezlerin piyasaya sürülmesinin zemini budur. Artık burjuvazi açısından kapitalizmi alçakça mazur gösteren tezlerin, bir şekilde işçilerin umutlarına ve taleplerine bulaşıyor oluşu, bir biçimde işçi dalkavukluğuna dayanıyor oluşu önem kazanmıştır. Bu yüzdendir ki iğrenç bir işçi ve komünizm düşmanlığı temelinde geliştirilen tezlerin piyasası siftah bile yapamaz hale gelmiştir. Bundan böyle eğer işçi düşmanlığı yapılacaksa birazcık işçiden yana görünerek, komünizm düşmanlığı yapılacaksa eğer birazcık komünist bir söylem kullanılarak yapılacaktır. Katılımcı iktisatçılar, işlerini iyi yapıyorlar doğrusu. Geleceğe Bakmak’ta işçi dalkavukluğu, birtakım komünist söylemler, umuda dair söylenmiş güzel sözler, işçi talepleriyle kapitalizmi uzlaştırma çabası ve yönelişinin arasına ustaca yediriliyor. Artık bunları somut olarak görme zamanı gelmiş bulunuyor.

KATILIMCI İKTİSADIN TEMELLERİ

“Çalışmanın güven mi aşıladığı yoksa güveni yok mu ettiği, tüketimin ihtiyaçları mı karşıladığı yoksa yabancılaşmış alışkanlıkları mı beslediği, ekonomik kararların katılımı mı pekiştirdiği yoksa katılımın önüne set mi çektiği, malların dağılım biçiminin bir sürü insanı yoksullaştırarak bir avuç insanı mı zenginleştirdiği yoksa eşitliği herkese mi paylaştırdığı, bir toplumda hangi ekonominin var olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterir.”    diyor katılımcı iktisatçılar. Dolayısıyla burada, çözülmesi gereken başlıca temel problemler şöyle sıralanmaktadır: a) çalışma ortamının çalışanlar üzerinde yarattığı güvensizlik yok edilmelidir; b) yine çalışma ortamının yarattığı yabancılaşmaya son verilmelidir; c) karar süreçlerine katilimin önü açılmalıdır; d) üretilen mallar adilce paylaşılmalıdır. Aslında kapitalistler de kendi sistemlerinde bütün bunların zaten var olduğunu iddia etmiyorlar mı? Örneğin bugünkü üretim biçimi esasına göre gerçekleşen paylaşma biricik adil paylaşım biçimi değil midir? O çok klasikleşmiş ifade biçimiyle, kapitalizmde, burjuvalar sermayelerinin, işçiler emeklerinin karşılıklarını almaktadırlar. Üretim unsurlarının bu dağıtım biçiminde bundan daha adil bir paylaşım biçiminden de söz edilemez. Katılım için de aynı şey geçerlidir: Kapitalist üretim tarzı işçilere üretimin kişisel koşullarına sahip olma imkânı vermiştir, burjuvalara ise üretim araçlarının mülkiyetini. Öyleyse işin karar süreçlerinde de herkes kendi katılım biçimine göre yer almaktadır; işçiler kendilerine verilen işleri yapmakta, sermayenin neye yatırılacağına, nasıl yatırılacağına, onun akıbeti açısından ne gibi gerekli düzenlemeler yapılacağına da doğal olarak üretim araçlarının sahipleri karar vermektedir. Yine güven olgusu da bu temeller üzerinde şekillenmekte, işçilerin temel güvencesi emekleriyken kapitalistlerinki sermayeleri olmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle, işçilerin emek-güçlerini istedikleri kapitaliste satma özgürlüğü varken temel güvenceleri emekleri olmakta ve kapitalistler açısından da, aynı şey sermaye bakımından geçerli durumda bulunmaktadır. O halde, güven denilen şey de, katılım denilen şey de, adil paylaşma denilen şey de kapitalist üretim tarzında zaten bulunmaktadır ve kapitalistler de bunların daha da gelişmesi için ellerinden ne geliyorsa onu yaptıklarını iddia etmektedirler. Ama çalışmamızın başından beri vurguladığımız gibi Albert ve Hahnel, kapitalistlerin kendi sistemlerini bu biçimde mazur göstermesini asla içine sindirememekte ve kendilerine bunlar söylendiğinde, derhal şu bildik kötü sonuçları sıralamaya başlamaktadırlar: Açlık, sefalet, yabancılaşma, güvensizlik, vs, vs… Ve doğal olarak o çok kıymetli alternatif arayışlarından ulaştıkları sonuçları açıklamaya başlamaktadırlar:

“Ekonomimizde, her yurttaşın yeteneklerini dilediği gibi kullanarak ve toplumun sunduklarından aynı derecede yararlanarak onurlu, tatmin edici bir yaşam sürebileceği şekilde yapısal bir değişiklik gerçekleştirmenin istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız!’ Ekonomimizde, biz başkalarına saygı gösterirken başkalarından da saygı göreceğimiz, karar süreçlerinde herkesin ortaklaşa yer alacağı şekilde yapısal bir değişiklik gerçekleştirmenin istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız? Ekonomimizde, yabancılaşmaya, eşitsizliğe ve herkesin herkesle savaşına son verecek, gençlerin geleceğe boynu bükük değil hevesle bakacakları, gezegenimizi mahvetmeyeceğimiz ve hiyerarşik yapıların ‘mümkünse hiç kalmayana’ kadar ortadan kaldırılacağı şekilde bir yapısal değişiklik gerçekleştirmenin, istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız?” (vurgular bizim-ÖD) Yani gerçekleştirilecek yapısal değişimler aşağı yukarı bütün temel meseleleri çözmek açısından yeterli olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, örnek alınacak hayali deneylerle bu yapısal değişiklikler gerçekleştiğinde temel insani değerleri nasıl yeniden yarattığı açıklanmaktadır. Katılımcı iktisatçıların tezlerini sınadıkları ilk hayali örnek, bir yayınevi üzerinden verilmektedir. Şimdi, katılımcı ekonomiyi daha yakından tanımak üzere Albert ve Hahnel’in hayalinde yarattıkları katılımcı yayınevinin kapısından içeri giriyoruz. Kapıdan girmeden önce, seçilen hayali örneğin neden bir fabrika ya da atölye olmadığını düşünebiliriz; ama girdiğimiz kapıdan çıkarken bu sorumuz zaten yanıtlanmış olacak.

Önce, örneğin Türkiye’deki yayınevlerine göre birazcık daha modern bir kapitalist yayınevinin aşağı yukarı bilinen sistemi anlatılıyor, katılımcı yayınevinin temel özelliklerine geçilmeden önce. Bildik ücret geciktirme numaraları, çocuk ve kadın işçileri çalıştırma tercihleri, kafa ve kol emeklerinin en katı biçimde birbirinden ayrılmaları, olabilecek en kısa yoldan vurgun yapma planları ve bütün her şeyin patronun kârına bağlanması vs. vs. “Sonuçta, insani kaynakların muazzam bir savurganlıkla tüketildiği, çoğu işçinin yeteneklerinin utanmazca yok sayıldığı bir durumla karşılaşılmadı…

Kapitalizmin yeni özürleyicilerinin eskilerinden farkları esas olarak yok gibidir. Onlar da sadece kapitalizmin görünüş biçimleriyle uğraşmakta ve kapitalist üretim tarzının iç bağıntılarını ve bu bağıntıların götürdüğü zorunlu sonuçları ellerinden geldiği kadar gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu bakımdan katılımcı iktisatla ilkel ekonomi politik arasında hemen hemen hiçbir fark yoktur. Çünkü çalışmamızın başından beri belirttiğimiz gibi Albert ve Hahnel’in kapitalizm (ve aynı zamanda koordinatörizm) eleştirileri sıradan bir insanın  dahi  rahatlıkla  görebileceği  sonuçlara yöneliktir. Ve ikinci olarak ilginç ve ayrıntılı anlatım biçimlerinin eninde sonunda gelip dayandığı yer kapitalizmin iç bağıntılarının gizlenmesidir.

Onların hayali ve katılımcı yayınevlerinin başlıca özellikleri şunlardır örneğin: Bu yayınevinde çalışanları mutlu eden kimi şeyler vardır; örneğin, okurlara hoş vakit geçirtecek kitapların hazırlanması gibi.   Oysa kapitalist yayınevinde, okurların ihtiyaçları ve hoş vakit geçirme istekleri değil, kâr getirecek yayınlar hazırlanıyordu. İşçiler kimi angarya işlerden kurtulmuşlardır; çünkü tashih gibi işler otomatik formatlı bilgisayarlara bırakılmıştır. Teknolojik gelişmeler sayesinde kitaplar, bilgisayar disketlerine yüklenmekte, böylece ağaçlardan tasarruf yapılmakta ve çalışanlar çevreye zarar vermemenin mutluluğunu duymaktadırlar. Yayın programı işyeri konseyinin aldığı karara göre düzenlenmekte ve burada herkes eşit söz ve oy hakkına sahip olmaktadır; böylece şu yüce demokrasinin nimetlerinden bütün çalışanlar yararlanma imkânına sahip olmaktadırlar. Bu hayali yayınevinde, erkekler, kadınlar, homoseksüeller,  heteroseksüeller,  çeşitli dinlere, mezheplere, renklere ve uluslara mensup insanlar, bu çalışma ortamının getirdiği renklilik, uyumluluk ve yetkinleşme sayesinde kendilerini rahatça ifade etme imkânına da sahip olacaklardır. Çünkü işyerinin sorunlarıyla ilgili olarak düzenlenen aylık toplantılarda dertlerini anlatma olanağına sahiptirler. Ama bütün bunlara rağmen kimi katı kurallar katılımcı biçimiyle burada da uygulanacak, disiplinin, denetlemenin ve değerlendirmenin dışına çıkanlar işten çıkarılabilecektir örneğin. Ve sonuç olarak,  “katılımcı bir ekonomide:

1) Hiyerarşilerin yol açacağı sıkıntılar ortadan kalkar.

2) Kapitalist kâr yerine insanın refahı gözetildiğinden yayıncılık yapmanın hazzı tartışılmaz boyutlardadır.

3) Kişisel gelişme ve işçi arkadaşlarla dostluk geliştirme olanakları çok fazladır.

4) Hiç kimse tek başına insanın gücünü tüketici, kötü iş yapmaz.”

Katılımcılar, hayallerindeki bu örneği anlatırken bir yandan da katılımcı ekonominin temel yapısını ve organlarını vermektedirler. Bunlar özet olarak şöyledir:

“Çalışma, herkese bir oy hakkının tanındığı, sorumlulukların duyarlılıkla dağıtıldığı demokratik işyeri konseylerinin himayesinde yürütülmektedir.”

“Sabit bir işyeri hiyerarşisi yoktur. Her işçinin -bazısı zihin, bazısı kol emeği gerektiren; bazısı yetkinleştirici, bazısı rutin olan- çok yönlü sorumlulukları vardır, öyle ki her işçinin çeşitli görevleri ‘ya da iş bileşimi’ diğer işçilerinkiyle adil biçimde dengelenmektedir. Her işçi gerek istenilen gerek istenilmeyen işleri adil biçimde paylaşır, gerekli sorumlulukları üstlenip fırsatlardan yararlanır ve karar süreçlerine katılmaya aynı derecede hazır olur.”

“Tüketiciler toplumsal üründen kabaca eşit pay alırlar… Kolektif mallar, herkesin tek oy hakkına sahip olduğu tüketim konseylerince seçilir. Adalet ve özyönetim egemendir, ama özel hayata saygı ile çeşitliliğe ve deneyler yapmaya karşı olumlu bir tutum da yaygındır.” (vurgular bizim -ÖD)

“Yeni ekonomide katılımcı planlama, işçi ve tüketici konseylerinin ne üretip tüketecekleri konusundaki önerileri gözden geçirmelerinin bir aracıdır. Bütün taraflar önerilerini ‘danışma kurulları’ aracılığıyla birbirlerine aktarırlar.”

Zeki, insani özellikleri az çok gelişmiş olan, çalışma yaşamında birazcık deneyimli bir kişiye “şu işyerini patron bir süreliğine sana verse nasıl düzenlerdin” diye sorsanız, o da size çalışanların hepsini asgari olarak mutlu edecek kadar pembe bir tablo çizebilir. Türkiye’de her 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda devletin en yetkili makamına çıkarılan birkaç çocuktan birisi makam koltuğuna oturtulur ve o makamın sahibi çocuğa sorar: “Şu anda benim yerimde olsan ne yapardın?” Çocuklar da genellikle aynı yanıtları verirler: “Savaşların olmamasını, kimsenin ezilmemesini, itilip kakılmamasını, çevrenin korunmasını, her şeyin demokratik bir şekilde yaşanmasını isterdim.” Kuşkusuz ki Albert ve Hahnel, makam koltuğuna oturtulan çocuk değildir ve hiçbir kapitalist onlara “benim yerimde olsan bu yayınevini nasıl düzenlerdin” diye sormamaktadır. Onlar, her şeyden önce bilim adamıdırlar ve bütün amaçları temel insani değerlerin yerleşmesiyle ilgilidir. Ama o makam koltuğundaki tertemiz çocukla benzer bir yanları vardır. Her ikisi de bütün yanlarıyla birbirine bağlanmış, bütün egemenlik araçlarını elinde bulunduran sermayenin kopmaz ve bütünsel dünyasından uzak olarak, onu yok sayarak düşünmektedir. Çok temel bir de fark vardır ki, o da, çocuğun hiç duymadığı kapitalizmi ve sosyalizmi, hiç işitmediği uluslararası burjuvazi ve uluslararası proletarya sınıflarını, Albert ve Hahnel’in çok iyi tanıyor oluşlarıdır. Birisi gerçek anlamda çocukça bir düştür, diğeri uluslararası bir sınıfın bütünsel eyleminin bir parçasıdır. Tartışmamızı artık bu açıdan sürdürmeye devam edebiliriz.

 

SINIFLARA BÖLÜNMÜŞ BİR DÜNYADA SİSTEM İNŞA ETMENİN KOŞULLARI

Üzerinde yaşadığımız dünya, sınıflara bölünmüş bir dünya olmasaydı, yukarda sınırlı bir özetini yapmaya çalıştığımız “geleceğe bakış” tarzı belki de insanlar tarafından üzerinde az çok konuşmaya değer düşünceler olarak gündeme gelebilirdi. Ama hem kapitalizmi eleştirdiğini söyleyen hem de sosyalizmi cepheden gören bilim adamı sıfatlı bu insanların geliştirdikleri düşünceler, iki ana sınıf arasındaki bunca savaşın, bunca hesaplaşmanın ve şimdi iyice keskinleşmiş bulunan bunca çelişkinin yaşandığı bir dünyada ortaya sürülüyorsa eğer, nasıl izah edilirse edilsin, mutlaka iki sınıfın savaş araçlarından birisi olarak gündeme gelecektir. Bu açıdan da bu fikirler üzerindeki tartışma “üzerine az çok konuşmaya değer” düşüncelerden daha çok, sınıflar mücadelesinde ne gibi bir rol oynadığına ilişkin olacaktır. Öyleyse, işçi sınıfı ve toplumsal gelişmenin gerekliliğine inanan ve bunun gereklerini yerine getirmeyi önüne koyan aydınlar, Geleceğe Bakmak’ı bu açıdan ele alacaklardır. Bu durumda, şu katılımcı iktisat denilen sistemin içinde hangi sınıfların var olduğuna dair sorulacak bir soru, aslında, işin çözücü öğesi olacaktır. Anlatılan hayali örneklerin hiçbirinde bu sorunun yanıtı yoktur. Örneğin katılımcı yayınevinin temel insani yanları, olabilecek en ayrıntılı biçimiyle açıklanmaktadır ama orada patron kimdir, işçi kimdir bütün bunlar asla açıklanmamaktadır. Fakat onlar daha işin başında bu temel çözücü meseleye nasıl yaklaştıklarını şöyle ifade etmektedirler: “Amacımız sadece insanların ABD ekonomisini anlamalarına yardımcı olmak ya da toplumun farklı bir sınıf egemenliği biçimine bürünmesini sağlamak değil; aynı zamanda üretimi, tüketimi ve dağılımı, başlıca önceliği toplumsal dayanışmaya, kolektif özyönetime ve üretim çeşitliliğine vermek üzere hiyerarşik yapıları ‘mümkünse tamamen ortadan kaldırana’ kadar azaltacak şekilde yeniden düzenleyerek, sınıfsız bir topluma dönüşmesine katkıda bulunmaktır. ” İlk elde farklı bir sınıfın egemenliği asla gündeme getirilmemektedir. Bu ifade ediş tarzında, Marksizm’in, bütün bir toplumun kurtulabilmesi için önce bir sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmesi gerektiği fikrine bir gönderme vardır. Yani, proletarya devrimi gibi bir şey asla bir daha düşünülmemelidir; bütün toplumun kurtuluşu için bir sınıfın kurtuluşu gibi bir tezin gerçekleşmesi halinde insanlığın başına neler geldiği de bellidir. Her şey bir yana, burada ortaya konulan temel yaklaşımda, Albert ve Hahnel’in örneğin Heilbroner’in sınıf mücadelesine yaklaşımından, örneğin Fukuyama’nın tarihe yaklaşımından hiçbir fark olmadığı görülmektedir. Öyle ya, bunlardan birisi sınıf mücadelesinin artık anlamsızlaştığını söylerken diğer ise daha da ileri giderek tarihin de sona erdiğini söylüyordu. İkinci olarak söylenen şey ise, üretimin, tüketimin, dağıtımın “temel insani değerler”e göre yeniden düzenlenmesiyle sınıfsız topluma geçileceğidir.

Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle diyordu Marx: “Bütün çağlarda, tüketim maddelerinin dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtılış tarzının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtış üretim tarzının kendisinin bir niteliğidir. Örneğin, kapitalist üretim tarzı, yığınlar, ancak üretimin kişisel koşullarına: emek-gücüne sahip bulunurken, üretimin maddi koşullarının, çalışmayanlara kapitalist mülkiyet ya da toprak mülkiyeti biçiminde sunulmasını buyurur. Eğer üretimin unsurları bu biçimde dağıtılma, tüketim maddelerinin bugünkü dağıtımı, bundan kendiliğinden çıkar. Üretimin maddi koşulları, emekçilerin kendilerinin kolektif mülkiyeti olunca, tüketim maddelerinin bugünkünden değişik bir dağılımı da aynı biçimde bu yeni durumun sonucu olacaktır.”

Dolayısıyla Marksizm’in temel tezi, sınıfsız topluma geçişin önkoşulunun mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve bunun bir sınıfın, proletaryanın önderliğiyle gerçekleştirilmesi şeklindedir. Şimdi katılımcı yayınevine bir an için geri dönelim. Orada da yayınevinin sahibi durumunda bir patron vardır ve üretimin maddi koşulları ona aittir. Bununla birlikte, ne kadar insani değerler açısından yaklaşılırsa yaklaşılsın, üretimin kişisel koşullarına sahip-olan, sadece emek-güçlerine sahip olan çalışanlar vardır. (Kuşkusuz ki yazarlar hayali örneklerini, örneğin bir fabrika üzerine değil de, bir yayınevi ve ya bir havaalanı üzerine bunun için kuruyorlar. Örnek olarak seçilen eğer bir fabrika olsaydı her şey daha açık bir biçimde görülecekti çünkü.) Ve o sözde iyi niyetli insancıl yaklaşımlar kapitalizmin yasalarının, artı-değer yasasının katılımcı ekonomide de işlemesini asla engellemeyecektir.

Hele de söz konusu olan, daha önce örnek verdiğimiz gibi, küçük bir işyerinin ya da ücra bir kasabanın ekonomisinin görece özerk bir şekilde yeniden örgütlenmesi değil de, alternatif bir sistemin gerçekleştirilmek üzere ortaya sürülmesiyse o zaman durum bambaşka bir içerik kazanacaktır. Albert ve Hahnel de kendi alternatif sistemlerini, egemen bir sistem kılmak üzere geliştirdiklerini söylüyorlar. Bu durumda ise, elbette ki iş, bu alternatifin nasıl hâkim kılınacağına geliyor. O zaman, bu hakim kılma eyleminin nasıl bir mücadeleyle gerçekleşeceğinin açıklanması gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Katılımcı iktisatçılar, katılımcı ekonominin hâkim kılınması mücadelesinin temel perspektiflerini açıklamaya başlarken, önce, bunun sınıfsal bir mücadele olmayacağını açıklıyorlar, “ilerici toplumsal değişimde, sınıfın, politika, ırk ve cinsiyet karşısında kuramsal ve stratejik önceliğe sahip olduğu şeklindeki varsayımlar temelsizdir ve politik, cinsiyetçi, ırkçı ve sınıfsal baskıların ortadan kaldırılmasında gerekli olan hareket ilişkilerinin kurulması açısından yıkıcı bir nitelik taşıdığı çoktan beri kanıtlanmış durumdadır.”

Değişim hem ilerici bir toplumsal değişimdir, hem de stratejik önceliğe sahip bir sınıfı temel almamaktadır. Burada, son yıllarda özellikle batıdaki toplumsal hareketleri temel alan ve işçi sınıfının öncü rolünü yitirdiği temel tezi üzerine kurulu olan çeşitli teorilerin “katılımcı biçimi”nin gündeme getirildiğini görüyoruz. Bunların tümünün de sadece işçi sınıfının öncü rolünü reddetmekle kalmayıp, Marksizm’in sınıf mücadelesi teorisini tümden reddettiklerini biliyoruz. Ama katılımcı iktisatçılar, aynı zamanda, mücadelenin belirli sınıflar arasında geçeceğini de ifade ediyor ve bunu şu şekilde açıklıyorlar: “Çağımızdaki ekonomik mücadelede birbirine zıt üç amacın peşinde koşturan belli başlı üç sınıf görünür: (1) Kapitalizmi muhafaza etmeye çalışan kapitalistler; (2) koordinatör ilişkilerini kurmaya ya da muhafaza etmeye çalışan koordinatörler; (3) katılımcı ekonomiyi hayata geçirmenin mücadelesini veren işçiler.”

İşçilerin, Albert ve Hahnel’in tarif ettiği gibi katılımcı bir ekonomiyi hayata geçirmek için mücadele ettikleri duyulmamıştır. Toplumun belirli bir kesiminin, katılımcı ekonomiyi hayata geçirme mücadelesi verdiği için, işçi diye adlandırıldığı ise hiç duyulmamıştır. İşçilerin, attıkları en küçük bir adımda bile burjuvaziyle karşı karşıya geldiği ve bunun eninde sonunda sosyalist bir içerik kazanmak zorunda olduğu ve kazandığı bir dünyada, nesnel koşulları ve nesnel sınıf ilişkilerini yok sayarak, böylesi tanımlar yapmanın ve böylesi sistemler inşa etmenin gerçek içeriğinin ve amaçlarının bu karşı karşıya olan sınıflardan birisinin yanında yer almak demek olduğu yeterince açıktır. Kapitalizme ait ne varsa onu devralarak, onun iç çelişki ve bağıntılarını gizleyerek, kapitalizmin kendisine değil onun sokaktaki adam tarafından bile rahatlıkla görülebilen sonuçlarına eleştiriler yönelterek, kapitalizmin dışına çıkılamaz; ancak kapitalizmin bir kez daha bilimsel kutsanışı gerçekleştirilebilir.

Kapitalizmin görünür sonuçlarından hareketle, bütün bu kötülüklerin olmadığı bir alternatif sistem projesi tasarlamak mümkündür ve bunun tarihte örnekleri de vardır. Ama bu, köklerini mevcut sistemin derin iç çelişkilerinde bulan bilimsel bir sistem olamaz; etkisi uçucu ütopik bir tasarım olarak kalır. Yalnızca kötüye tepki ve iyiye özlem, dünyayı değiştirmeye yetmez. Toplumsal gelişimin yasaları insan iradesinden bağımsızdır ve insanlar ancak onu açıklayabilirler, bilebilirler ve bildikleri oranda amaçlı bir eylemle kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilirler. Marksizm’in kurucuları hiçbir zaman, kapitalizmin yol açtığı sömürüye, sefalete, açlığa, baskıya ve yabancılaşmaya bakarak bunların olmadığı alternatif bir sistem geliştirme gibi aptalca bir yol seçmemişlerdir. Onlar bunun tersini yapmışlardır. Kapitalizmin sonuçlarını değil de kendisini eleştirmeye yöneldiklerinde, onun temel yasalarının bilimsel bir analizini yapmışlar, bu sistemde artı-değer sömürüsünün zorunluluğunu açığa çıkarmışlar ve kapitalizmin çelişkili doğasının nasıl zorunlu olarak sosyalizme ve komünizme götürdüğünü açıklamışlardır. Ama onlar, sadece bununla kalmamışlar, aynı zamanda bu zorunluluğun her şeyden önce işçi sınıfının kurtuluşuyla mümkün olabileceğini göstererek, işçi sınıfının eline dünyayı devrimci tarzda değiştirebilmenin nasıl mümkün olacağının bilimsel yöntemini de vermişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, Marksizm’in sesi, dünyanın bütün ülkelerinin işçi sınıflarına ulaşabilmiş ve onların elinde devrimci bir araç ve devrimci bir yöntem olabilmeyi başarabilmiştir. Ama Marksizm asla gelecek toplumun ayrıntılı bir tablosunu çizmemiş, sadece onun ipuçlarını vermiştir. Çünkü onun açısından gelecek toplum, yani komünizm, akli ya da mantıki bir süreç değil, tarihsel bir süreçtir. Bu, Gotha Programının eleştirisinde Marx tarafından şöyle açıklanmıştır: “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında,  bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğiş sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül  fışkırdığı  zaman,   burjuva  hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu   yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!” (K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s.31, Çev. M. Kabagil, 3. baskı, Sol Yayınları, 1989, Ankara)

Devrimci proletarya, burjuvaziyi ilk kez yere vurduğu Rusya’da ise, ilk olarak Sovyet iktidarı aracılığıyla her türlü sömürüyü ortadan kaldırma, ikinci olarak da hiçbir öğesini hazır bulmadığı ve kapitalizmden devralmadığı sosyalist ekonomi biçimlerini yaratma olanağına kavuşmuştur. Lenin ve Stalin döneminde Sovyetler Birliği, artık çözme imkanına sahip olduğu sorunların devrimci çözümlerini gerçekleştirmiştir. Ama yine Marx’ın öngördüğü gibi, kapitalizm, “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce yok olmamış”tır.

SONUÇ

Toplumsal mücadele sahnesine çıktığından beri işçi sınıfı adına söz söyleyen, ütopyalar kuran, alternatif sistemler geliştiren pek çok kişi ve akım oldu. Ama yukarda da belirttiğimiz gibi işçi sınıfının yaratacağı yeni dünya, akli değil tarihsel bir sürece dayanıyordu. Kapitalizm tarihsel bir süreçte ortaya çıkmıştı ve kendi tarihsel koşullarının yok olmasıyla birlikte o da yok olacaktı. Bunu açıklayan tek bilimsel düşünce sistemi Marksizm’di ve bu yüzden hiçbir akla dayalı sistem tarihte kalıcı bir yer tutamazken, o, yeni toplumun yaratıcısı olan sınıfın eyleminin içerisinde, bunca yok etme saldırılarına karşın daima canlı ve daima yol gösterici bilimsel bir ideoloji olarak hep var oldu. Tarih; alternatif adına, başka türlü bir gelecek adına söz söyleyen bütün akımların, ilkin Marksizm’le hesaplaşmaya girdiğine tanıklık etti. Ama günümüzde, toplumsal bir gelecek tasarımı adına sunulan her şey, kapitalizmin içinde eriyip gidiyor. Neresinden bakılırsa bakılsın, bugünkü sınıf mücadelesinin koşulları düşünüldüğünde, örneğin katılımcı ekonomi gibi kapitalizmin yeni özürleyicisi sistemler, ancak, uluslararası burjuvazinin elinde, devrimci proletarya hareketine karşı kullanılan ucuz silahlar olabiliyor.

Çalışmamıza, Fransız Devrimi’nden devralman ve hareketli Avrupa topraklarında hızla yayılan ütopik sosyalist düşüncelerin hakim olduğu bir dönemde iki işçi arasında geçen bir diyalogla son vermek istiyoruz:

“-Tartışmaya gerek yok, diyor perdahçılardan biri, Cabet burada olduğu zaman gel. Ben onun öğretisine inanıyorum ve para biriktirdiğimiz zaman, yeni dünya ülkesine gideceğim. Orada komünist rejimi kuracağız.

Stock, nefret dolu bir ifadeyle konuşmaya katılıyor:

– Fransa yeterince mutsuz iken, onun için bir şeyler yapmayıp, var olmayan bir İkaros ülkesine niçin gidelim?

– Ben, İkarya’ya gidebilmek için gerekirse Ay’a çıkmaya hazırım. Bu işin şakası var mı?

– Ben ise, diye kızgın bir şekilde onun sözünü kesiyor Stock, böyle bir ülke için burada savaşacağım.” (Ateşi Çalmak, Galina Serebryakova, çev. Nurşen Özkan, Evrensel Basım Yayın, 1994 İstanbul, s. 623)

 

Ağustos-Eylül 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑