Türkiye işçi sınıfının en büyük eylemlerinden biri olarak gerçekleşen son grev eyleminin üzerinden kısa sayılamayacak bir süre geçti. Buna karşın bu önemli eylemi çeşitli yönleriyle ele alma ve hangi gelişmelerin devamı olarak gerçekleştiğine bakma ihtiyacı devam ediyor. Çeşitli kesimlerden politikacı, sendikacı ve yazarların greve ilişkin değerlendirmeler yaptıkları ve sınıf hareketine karşı tasfiyeci konumda bulunan “sosyalist” etiketli küçük-burjuva grupların da bu greve övgü düzmekten geri durmadıkları biliniyor.
Devrimci işçi basınında yer alan bazı değerlendirmelerde ise, daha çok grevin, işçilerin kendi güçlerini görmelerine sağladığı katkı ve grev-ücret ilişkisi ağırlıklı yanı oluşturdu. Büyük grevin bu açıdan ele alınması kuşkusuz gerekliydi. Ancak bu grevin başkaca önemli özellikleri üzerinde durulmadan ve greve gelen süreçte işçi hareketinin izlediği çizginin ana özellikleri ortaya konmadan doğru sonuçlara ulaşmak olanaklı değildir.
Son grevin öne çıkan ve kuşkusuz işçilerin deney birikimiyle doğrudan bağlı özelliklerine değinmeden önce, bu grevin daha önceki grev ve eylemlerden farklı yeni özellikler kazanmasını sağlayan, ya da onları hazırlayan önceki gelişmeleri kısaca da olsa gözden geçirmek zorunludur.
İşçi hareketi hangi süreçlerden geçerek bu büyük eyleme ulaştı ve yeni özellikler nelerdi?
İlk önce bu grev, Türkiye işçi sınıfının son on yıllık mücadelesi ve deney birikimi üzerinden gerçekleşti. 85’te Netaş greviyle başlayan eylemler, 89 yılında ülke düzeyinde gerçekleşen “Bahar Eylemleri”yle tırmanışa geçti, 90–91 yıllarındaki direnişlerle ve Zonguldak madencilerinin 40 günü aşkın eylemleri ve sonrasında başvurulan ‘genel eylem’le genel grev doğrultusuna girdi. Ancak burjuvazi ve emperyalizmin, özellikle Körfez Savaşı’nı kullanarak geliştirdiği karşı saldırı dalgasıyla bir miktar geri püskürtülen işçi eylemleri, ’94 yılında yeniden ve kitlesel olarak yükselişe geçti. Bunlar, son büyük greve ön-gelen başlıca önemli işçi eylemleriydi.
Netaş grevi, cunta yasaklarına vurulan ilk işçi darbesi ve sonraki yıllarda gelişecek eylemlerin habercisiydi. ’89 bahar eylemleri işçi hareketinde, kendi koşullarında yeni bir ‘zirve’nin yakalanmasını sağladı, işçi hareketi yaygınlaşırken, daha ileri mücadele biçimleri gündeme giriyor, eylem öncesi ve eylemler sırasında “işyeri komiteleri”, “grev komiteleri” gibi örgütler kurularak, mücadele daha ileri mevzilerden sürdürülmeye çalışılıyordu.
’89 bahar eylemleri ve (89–90) 1 Mayıs kutlamaları, işçinin kendi gücüne güvenini artırdı, bu eylemler içinde bir ileri işçi kuşağı giderek daha genişleyen bir güç olarak ortaya çıktı. ’89 bahar eylemleri, işçi hareketinde hem bir yükselişe işaret ediyordu, hem de genel grev talebinin giderek daha fazla işçi tarafından dile getirildiği ve gelişmenin bir genel işçi-emekçi eylemine doğru olduğunu gösteriyordu. İşçiler, sermayenin topyekûn saldırılarına karşı, işyerleri ya da birbirinden kopuk olarak çeşitli işçi merkezlerinde ve çeşitli işkollarında başvurulan grev, direniş, fabrika işgali vb. eylemlerin yetersiz kaldığını görüyor, özellikle öncü işçi kuşağı tarafından genel grev sloganı, hemen her işçi eyleminin baş sloganı olarak haykırılıyordu.
Zonguldak madencileri, yöre halkının aktif desteğine sahip olan, Aralık ’90’da başlayıp ’91’e ve 3 Ocak’a uzanan büyük direnişi, 40 gün boyunca bütün olumsuzluklara göğüs gererek sürdürdüler. Madenciler, eşleri-çocukları ve yöre halkının önemli bir kesimi, kış havasına aldırmadan, sınıf ve emekçilerin mücadele gücü ve kararlılığını ortaya koyarak, sermaye ve diktatörlüğün saldırılarına karşı, Ankara’ya doğru yola koyuldular. Zonguldak madencilerinin bu direnişi, işçi ve emekçiler tarafından coşkuyla karşılandı. Bu süreçte birçok fabrika ve işyerinde direnişler baş gösterirken, Kürt emekçileri bu direnişlerde moral bir güç buluyorlardı. Pendik ve Taşkızak tersanelerinde, Beykoz Sümerbank’ta, Ereğli Demir-Çelik’te, Paşabahçe, Maga Deri, Toros Gübre, Kargo ve belediye işyerlerindeki direnişler, birbirini izleyen, birbirinden cesaret alan ve harekette genel bir direniş için koşulları olgunlaştıran eylemler olarak gerçekleştiler.
İşçi hareketi, bütün bu gelişmelere karşın, üzerinde daha sonra duracağımız nedenlerle ’91 ortalarından başlayarak bir durgunluk dönemine girdi. ’92 1 Mayıs’ıyla birlikte işçi hareketinde yeniden yükseliş eğilimi görülmesine ve çeşitli illerde gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamaları, işçi ve kamu çalışanı emekçilerin eylemlerinin gelişmesini etkilemesine karşın, hareketteki durgunluk esas olarak devam etti. ’93 yılındaki “Çöp grevi” ise, büyük oranda desteksiz kaldı ve sermayenin burjuva basın aracılığıyla yürüttüğü karşı devrimci ve işçi düşmanı propagandanın da etkisiyle bitirildi.
İŞÇİ HAREKETİNİN BU SÜREÇTE KAZANDIĞI ÖZELLİKLER, HAREKETİN OLUMLULUKLARI VE ZAYIFLIKLARI, SONRAKİ GELİŞMELER ÜZERİNDE ETKİLİ OLDU
İşçi hareketinin ’80 sonrası ilk yükseliş dönemi, kısa durgunluk ve ardından gelen yeni yükseliş süreci harekette başlıca şu özelliklerin belirginleşmesini sağladı.
1- Belirtilmesi gereken ilk şey, bu sürecin ve özellikle son yedi-sekiz yıllık dönemin, işçi hareketinin, bütün tarihinin inişli-çıkışlı da olsa en ileri düzeyini yakaladığı bir dönem olduğudur. Kapitalist saldırının fütursuzluğuna karşı, kitlesel işçi hareketi, yalnızca bütün yasakları çiğneyerek ve sokaklara taşarak değil, ama ülke düzeyinde gösterdiği yaygınlıkla da yeni mevziler için zemin hazırladı, işçilerin ellerine kendi güçlerinin farkına varmaları için önemli silahlar verdi. İşçi hareketi bir yandan sınıfın ana kitlesini kucaklayarak genişler ve gelişirken, diğer yandan öncü bir işçi kuşağının giderek daha etkin tarzda sınıf eyleminin yönlendirici gücü olarak ileri çıkmasını sağladı. Sınıf içindeki sosyalizm çalışmasının bu öncü işçi kuşağıyla buluşmasını ve aynı kanalda akmak üzere birleşmesini kaçınılmaz hale getirdi.
a-) İşçi sınıfının ve diğer emekçilerin, burjuva partisi ve devletle çelişkilerinin uzlaşmaz karakteri, sınıfın mücadele içinde burjuvazi ve diktatörlükten kopuşunu hızlandırdı. Burjuva partilerine karşı güvensizlik, giderek açık bir kopuş ve uzaklaşmaya yol açarken; sınıfın ileri kitlesi, hareketin kendi diyalektiği içinde, deneyimini ve bilgisini geliştirdi.
b) İşçi kitle hareketinin geliştiği koşullarda, baskı altındaki diğer emekçi yığınlar sınıfın direnişinden aldıkları güç ve destekle sınıf hareketinin çekim alanı içine girerek, kendi talepleriyle işçi talepleri arasında kurulan bağ üzerinden sermaye cephesine karşı, sınıfla birlikte davranmaya başladılar.
İşçi kitle hareketi ve ondan güç alarak gelişen şehir ve kır emekçilerinin mücadelesi, doğal olarak işçi ve emekçilerle, hareketin önüne barikat kuran sermaye güçleri ve sınıf içindeki uzantıları arasındaki çelişkileri giderek keskinleştirdi.
c) İşçi sınıfı içindeki çalışmayı tüm devrimci çalışmasının merkezine alan ve işçilerin kendi deneyleri temelinde kendi mücadelelerinden öğrenerek, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirmelerinde, onlara yardımcı olmayı günlük eyleminin içeriği olarak benimseyen proleter sosyalist hareketin, sınıf hareketinin öne çıkardığı ileri işçi kitlesiyle birleşmesi, bu ileri işçi kuşağının, sınıf içindeki konumunu güçlendirdiği gibi, onların sendika bürokrasisine karşı mücadelesini de ilerletici bir rol oynadı.
d) Sendika bürokrasisinin sınıf içindeki gücü bu dönem içinde büyük darbe yedi. Bir öncü işçi kuşağı, hareketi örgütleme ve sınıfın taleplerini kararlılıkla savunma tutumunu daha açıktan üstlenmeye başladı. Sendikaların taban örgütlerinden başlayarak işçi muhalefeti, bürokrat sendikal kastın çözülmesine, eski gücünü yitirmesine yol açtı. Sendikaların şube ve işyeri temsilcilikleri önemli oranda yenilenirken, ileri işçilerin ve sınıfa yakın sendikacıların mevzi kazanma olanakları genişledi, hareket içinde oynadıkları rol arttı. Tabandan gelen ve sınıfın talepleri üzerinde yükselen muhalefet, sendika şubelerinin bir kısmının bu işçilerin yönetimine geçmesiyle sonuçlandı. Bu sınıfın, burjuvaziye ve onun sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadelesinin yeni ve daha güçlü bir mevziden sürdürülmesi demekti. ‘89 sendika şube genel kurulları, mücadeleci işçi kuşağının bir bölümünün şube yönetimlerine gelmesiyle sonuçlandı. ’92 Türk-İş Genel Kurulu, mücadeleci-ileri işçi kuşağının sesini duyurmaya başladığını gösteren bir kurul oldu. Sendika şube yönetimleri, genel merkez ve Türk-İş delegeliklerine de yansıyan bu mücadele içinde işçiler, bürokratik sendikal kastın parçalanıp çökertilebileceğini ve daha iyi organize edilmiş, fabrika temeline oturan ve sendika şubeleri üzerinde yükselen bir çalışmayla ve güç biriktirilerek alaşağı edilebileceğini somut olarak da gördüler.
e) Bu süreç aynı zamanda, işçi hareketinin biriktirdiği öfkeyi gören sendika bürokrasisinin, mücadeleyi yozlaştırmak amacıyla, eylemlerin başına geçmeye başladıkları bir süreç oldu. İşçi hareketindeki yükseliş sürer ve daha etkili eylemlere eğilim güçlenirken, sendika ağaları da tabandan yükselen mücadelenin bütünüyle karşısında durulamayacağını gördüler ve mücadeleyi, burjuvaziye karşı yaptırım gücü zayıf olacak tarzda, geri bir düzeyde tutmak amacıyla işçi eylemlerinin başında boy göstermeye ve “genel eylem” kararları almaya başladılar. Zonguldak madenci direnişine çekilen barikat, 3 Ocak “genel eylemi” ve sonraki “eylem kararları” sendika ağalarının bu tutumunu açıklıkla ortaya koydu.
2-) Yenilgi yıllarının suskunluğunun kırılmasında başrolü oynayan işçi hareketi, sonraki tüm gelişmelerde, emekçi hareketinin motoru oldu ve işçiler hareketin başında yürümeye devam ettiler.
İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin dağıtılması ve yığınların susturulmasını baş hedef olarak belirleyen 12 Eylül cuntasına ve onun çizgisinde yürüyen hükümetlere en önemli darbeyi işçi sınıfının, bütün bu eylemleriyle vurduğu açık bir gerçektir. İşçi hareketinin öne çıkardığı mücadeleci işçilerin işten atılması, çoğunun tutuklanması, sendikaların işlevsiz kılınması ve sendika bürokrasisinin generallerin “emir eri” haline gelmesi; işçi hareketinin mücadele platformunda bütün bu saldırı ve yasakların etkisiz kılınmasını acil bir görev haline getirmişti.
İşçiler, ülke yönetiminin esas yürütücü gücü olan MGK’nın kararlarına öfke duymalarına karşın, bir süre sürdürdükleri suskunluklarını, açlık, sefalet ve işsizliğin artmasının etkisiyle ve sendika bürokrasisinin “bu yasalar varken hiçbir şey yapılmaz” fetvalarını da duymazdan gelerek, Netaş greviyle yeni bir mücadele süreci başlattılar.
Zonguldak madenci direnişi önemli bir dönemeç oluşturdu. Mengen’de barikatın iki yanında duranlar iki sınıfın temsilcileriydi ve sendika ağaları her zamanki gibi sermayenin safındaydılar. Bu dönemde 100 bini aşkın işçinin greve çıkması ve diğer işyerlerinde de mücadelenin yükselmesinin koşulları oluşmasına karşın, sınıfın genel eylemi, genel grev gerçekleştirilemedi. Her bölge ve her işyerinin direniş merkezine çevrilmesine hizmet eden bir çalışma yerine, dayanışma ziyaretleri türünden ‘destek eylemleri’ daha fazla ilgi gördü.
İşçi hareketindeki bu yükseliş, bir genel grev eylemiyle sermayenin saldırılarının püskürtülmesi ya da geri atılmasını olanaklı kılıyordu. Kuşkusuz, sendika ağalarının, hareketteki yönelime karşın böyle bir eylemden yana olmaları beklenemezdi. Yerel düzeyde başlayan grevlerin birleştirilebilir, işyerleri ve işkolları arasında dayanışma eylemlerine gidilerek, işçi ve kamu çalışanlarının eylemleri birleştirilebilir ve bir genel grev gerçekleştirilebilirdi; bu mümkün ve olanaklıydı. Ancak, sendika bürokrasisinin engelleyici ve dağıtıcı rolünün yanı sıra, ileri işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların sınıfın ana kitlesiyle ilişki düzeyi sermaye ve hükümetin manevralarının etkisizleştirilmesini engelledi ve genel grev gerçekleştirilemedi.
3 Ocak “genel eylemi”, sınıfın mücadele isteğinin ve alttan gelen baskının sonucu, alınan kararla ve Türk-İş üyesi işçilerin bir günlük iş bırakmasıyla gerçekleşti. Sendika bürokrasisi, işçilerin alanlara çıkmasını ve işyerlerinde direnişlerin yükselmesini engellemek için, bu eylemin “evde kalarak” gerçekleştirilmesini istediler ve bir kez daha devlete yardımcı olma kararlılıklarını gösterdiler.
Bütün bunlar ve kendiliğinden hareketin bilinen zaaf ve zayıflıkları, burjuvazi ve sermayenin işçi-emekçi hareketini bir süre için de olsa geri atmayı başarmasına ve harekette bir düşüş ve durgunluk döneminin yaşanmasına yol açan etkenler oldular.
HAREKETİN DURGUNLUK DÖNEMİ VE BUNA YOL AÇAN BAZI ETKENLER
Zonguldak direnişi, Metal grevleri ve 3 Ocak eylemiyle işçi hareketi doruğa çıkarken, bu hareketin moral desteğiyle güçlenen Kürt emekçi hareketi de Vedat Aydın’ın katledilmesini protesto gösterileri ve Newroz kutlamalarıyla kitlesel katılımın üst düzeye çıktığı bir boyut kazanmıştı.
İşçi-emekçi hareketi, kendiliğinden-ekonomik karakterli bir hareket olarak gelişmesine karşın, genişliği ve giderek yükselen bir çizgide yaygınlaşmasıyla, sermaye ve gericiliğin saldırılarının püskürtülmesinin olanaklarını genişletmiş, Özal hükümeti eliyle yürürlüğe sokulan “Sansür ve Sürgün Kararnamesi”nin geçersiz kılınmasını sağlayarak, ANAP Hükümeti’nin işlevsiz kalması ve ömrünü tamamlamasında başrol oynamıştı.
Ancak işçi hareketinin, sendikal bürokrasinin denetimini ve gerici barikatlarını esas olarak aşamaması, öncü işçi kuşağı ve sendika şube platformlarının hareket içindeki zayıf konumu, hareketin ortaya çıkardığı potansiyele ve düzenden kopuş eğiliminin sürmesine karşın, bu potansiyelin kitlesel bir politik parti olarak örgütlenememesi vb. etkenlerle birleşen sermayenin “demokratikleşme” demagojisinin yarattığı beklenticilik ve Körfez Savaşı nedeniyle estirilen şoven rüzgârlar, kitle hareketinde bir durgunluk ve düşüş döneminin başlamasına yol açtı. Kuşkusuz, düşüş ve durgunluğun daha başka ve birçok etkeni de vardı.
İşçi hareketini geri çekici, pasifleştirici bir rol oynayan sendika bürokrasisi, sermayenin çok yönlü ideolojik ve politik saldırılarına destek oluyordu. Kürt emekçi hareketine Kürt reformcu burjuvazisinin platformundan müdahale eden küçük burjuva ulusalcı akımın üzerinde bulunduğu platform ve eylem çizgisi bir diğer olumsuz etkendi. İşçi hareketindeki gelişmeden aldığı güçle hak mücadelesine girişen kamu emekçileri, işçilerin eylemiyle birleşen bir mücadele için yeterli yeteneği gösteremiyorlardı.
Hareketin düşüş eğilimine girmesinde rol oynayan etkenlerden biri, 12 Eylül sonrasında sürekli olarak düşen reel ücretlerin 91–92 yıllarında göreli bir artışı yakalaması ve bu durumun, hareketin kendiliğinden zemininde filizlenen zaaf ve zayıflıklarla birleşerek bir rehavetin yaşanmasına yol açmasıydı.
Grev ve direnişlerin öne çıkardığı mücadeleci işçi kesiminin tasfiyesi, işyeri ve birim örgütlenmesinin zayıflığı, DYP-SHP hükümeti aracılığıyla yaratılan beklenti tutumu, “sol”culuk adına girişilen kör terör eylemlerinin, MİT ve kontrgerilla gibi diktatörlük örgütlerinin cinayet ve katliamlarına karşı tepkisizliğe yol açması vb. etkenler kitleleri bir dönem için de olsa hareketsizliğe ve durgunluğa itebildi.
İşçi hareketi ve yığın eylemindeki durgunluk ve geri çekiliş Kürt kentlerinde daha net ve güçlü olarak yaşandı. Kürt burjuva ulusalcı hareketin Amerikancı “barış” planına gösterdiği güçlü eğilim, Kürt emekçi hareketinde yılgınlık ve karamsarlığa yol açarken, şoven Türk milliyetçiliği ve faşist ırkçı akım, Kürt milliyetçiliği bahanesiyle, Türk emekçi kitleleri içinde belli bir destek görerek örgütlenmesini geliştirdi. “Adriyatik’ten Çin Seddine büyük Türk dünyası” demagojisiyle şovenizmi körükleyen Türkeş ve Demirel’in başını çektiği Türk milliyetçiliği, ABD’nin Körfez Savaşı’yla yarattığı yeni durumdan emperyalizmin taşeronluğuna soyunarak yararlanmaya, “Türkî Cumhuriyetler”le ilişkilerini ABD politikaları doğrultusunda düzenlemeye, Azerbaycan’da olduğu gibi, bu ülkelerde hükümet darbelerinin tezgâhlanmasına katılarak, “Türkî” ve “İslami” bağlar üzerinden dış ilişkileri, içerde sınıf ve halk hareketinin bastırılmasının aracı olarak kullanmaya başladılar. Bütün bu girişim ve gerici-şoven propaganda, özellikle küçük burjuva kitlelerde milliyetçi-dini duyguları geliştirerek, onların bazı kesimlerinin sınıf ve emekçi hareketine karşı tutum almalarını sağlarken, “dış olanaklar” ve “dış düşman” demagojisiyle bir “milli mutabakat”ın yolu da açılmış oldu. Bu durum, MHP, RP gibi partilerin yığınlar içindeki desteğini artırmalarını ve burjuvazi ve gericiliğin daha genişlemiş bir platform üzerinden saldırılarını sürdürmesini olanaklı kıldı.
Burjuvazi, Körfez Savaşı’yla birlikte şovenist propagandaya hız verdi. Küçük-burjuva “solcu”luğu ve Kürt burjuva-reformcu ulusalcılığının, sınıf ve halk hareketinde tahrip edici, güçten düşürücü rol oynayan eylem ve çizgilerinden de yararlanarak, hareketi bir miktar geri püskürtmeyi başardığı gibi, burjuva düzen partileri ve devletten kopuş eğiliminin devam etmesine karşın, yığınları “demokratikleşme” beklentisine sürükleyebildi. DYP-SHP koalisyonunun, seçim faaliyeti kapsamında ve hükümet programı’nda, sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılacağı, ‘Kürt realitesi’nin tanınacağı, “demokratikleşme”nin sağlanacağı vb. propagandaya ağırlık vermesi ve bu propagandanın “sol”, “sosyalist” küçük burjuva parti, akım ve grupları da kazanan bir etki yaratması, sendika ağalarının hareketi geri çeken tutumuyla birleşince, sınıf ve emekçi hareketinde kısa süreli de olsa bir durgunluk dönemine girildi.
Ne var ki, burjuvazi, izlediği taktiklerle işçi hareketini geri atmasına karşın, bunu, ancak yeni dönemin olanaklarını tüketerek, içinde bulunduğu açmazı derinleştiren yöntemlere başvurarak sağlayabiliyordu. Diğer yandan işçi ve halk hareketinin bütünüyle püskürtülmesi söz konusu değildi. Sınıf ve emekçilerin düzen partilerinden kopuşu devam ediyor, işçiler çeşitli eylemlere başvuruyorlardı. Belediye işçilerinin İstanbul, Gebze ve diğer işyerlerindeki eylemleriyle Petro-Kimya işkolunda başvurulan eylemler buna örnek olarak gösterilebilir. “Demokratikleşme” ve “refah” propagandasına karşın, yığınlara yönelik saldırı politikasını daha da sertleştiren sermaye ve hükümete karşı, yığınların yer yer zaten sürdürdükleri mücadelenin yeniden yükselişe geçmesinin koşulları devam ediyordu. Burjuva propagandası inandırıcılığını yitiriyor, yığınların hükümet politikalarına karşı tepkisi yeniden büyüyordu. Kamu emekçilerinin, hükümetin ‘sendikal hak vaadi’ni tutmaması üzerine başvurdukları eylemler giderek yaygınlaşıyordu.
İŞÇİ VE HALK HAREKETİNDE YENİ YÜKSELİŞ DÖNEMİ, ‘94 VE SONRASI
Burjuvazi, yığınlara yönelik ekonomik-politik saldırıların kapsamını daha da genişleten bir programla 1994 yılına girdi. Ekonomik kriz ve ‘yeni 24 Ocak Planı’ olarak adlandırılan 5 Nisan kararları, burjuvazi ve gericilik açısından olduğu kadar, işçi hareketi ve ezilen yığınlar açısından da yeni bir dönemin başlamasını ifade ediyordu. Sermayenin saldırılarına karşı işçi yığınlarının hoşnutsuzluğu, yeni bir öfke patlamasını gündeme getiriyordu.
‘94′ 1 Mayıs’ı, 20 Temmuz genel eylemi, 20 Aralık gösteri ve direnişleriyle, hareket yeniden yükselişe geçti. 5 Nisan paketiyle, açlık, sefalet ve işsizlik dayatılıyor, iç ve dış borçların birikmiş büyük yükünün emekçilerin sırtından karşılanması hedefleniyor, kazanılmış sosyal haklar gasp ediliyor, ücretler fiilen donduruluyor, yüz binlerce işçinin sokağa atılması planlanıyordu. Kürt kentleri ve köylerinde saldırılar aralıksız sürüyor, köylerin boşaltılmasına devam ediliyor, zora dayalı göçler sonucu kent merkezlerine yönelen Kürt emekçileri buralarda iş, ekmek, barınma vb. gibi sorunların yanı sıra, polis baskısıyla karşılaşıyor, işkence ve gözaltı kayıpları artarak devam ediyordu.
Bütün bunlar, işçi ve emekçi mücadelesinin ekonomik temellerini güçlendirirken, yığınlar içinde politik saldırı ve zorbalığa karşı öfke de büyüyordu. İşçi ve emekçilerin düzenden kopuş eğilimine bağlı olarak burjuva partilerinin, yığınlar üzerindeki etkileri önemli oranda zayıflıyor, hareket geçici durgunluğu aşarak, sendika bürokrasisini de açmaza alan ve hareket önünde sürüklenmesini sağlayan bir çizgide yeniden, yükseliyor ve yeni bir zirveye doğru yol alıyordu.
1 Mayıs ’94 kutlamaları, önceki bir Mayıslardan farklı olarak, hareketin biriktirdiği bu öfke üzerinden ve daha kitlesel, daha yaygın bir katılımla gerçekleşti. Gösterilerin başında yürüyenler işçilerdi. Sendika bürokrasisinin, liberal-‘sol’ çevrelerin, küçük burjuva grupların reformcu-sağcı dayatmalarına karşın, proleter sosyalist hareketin ve öncü işçi kuşağının, mücadeleyi tüm ülkeye ve tüm işyerlerine yayma tutumuyla sınıf ve emekçiler içinde yürüttüğü çalışma ve sendika şube platformlarının, önceki dönemle kıyaslandığında sınıfın gücünü dağıtıcı rol oynayanlara karşı gösterdiği daha net tutum, 1 Mayıs’ın güçlü gösterilere sahne olmasını sağladı ve bu durum işçi hareketindeki yeni yükselişe güç verdi.
20 Temmuz eylemi, sendika ağalarının, eylemi, süre, katılım vb. bakımlardan sınırlamalarına karşın, genel bir iş bırakma ve iş yavaşlatmayla gerçekleşti ve kamu çalışanlarının aktif desteğini aldı.
20 Aralık 1994’te kamu çalışanı emekçilerin gerçekleştirdikleri genel eylem ise, “grevli, toplusözleşmeli sendika hakkı” talebiyle gelişen ‘memur’ mücadelesinde bir üst noktayı ifade ediyordu. 200 bin kamu emekçisi sokaklara çıkarken, sendikalarda örgütlü kamu çalışanları sayısını katlayan genişlikte bir kitleyi kapsayarak gelişen bu eylem, işçi sendika şube platformlarının destek kararıyla, daha güçlü bir eyleme dönüştü.
İşçi hareketi ve giderek daha açık biçimde yönünü işçilere dönen diğer emekçi kesimlerin mücadelesi ’95 yılında da yükselişini sürdürdü. 1 Mayıs ’95 sendika üst yönetimlerinin ve kamu çalışanları sendikaları yöneticilerinin engelleyici ve moral bozucu tutum ve faaliyetlerine karşın, yüz binlerce işçi ve emekçinin alanlara çıktığı, iş bıraktığı, taleplerini dile getirdiği ve baskı ve saldırıları lanetlediği bir gün oldu. Yanı sıra bu 1 Mayıs, sınıf ve emekçi hareketinde tasfiyeciliğe soyunan küçük burjuva grupların, hareketin dışına süpürüldüğü ve işçi devrimciliği ile küçük burjuva devrimciliğinin daha net ayrıştığı bir 1 Mayıs oldu.
İşçi hareketindeki yükseliş ve yüz binlerin sokaklara çıkarak faşizm ve sermayenin saldırılarını ve IMF patentli ekonomik programı protesto etmeleri, diğer olumlu etkilerinin yanı sıra, öncü işçi kuşağının hareket içinde tuttuğu mevziinin güçlenmesine yol açtı. Proletarya partisinin yeniden ve sınıf temeline daha sağlamca oturmuş biçimde inşa edilmesini ve işçi hareketinin politik bir kitle partisi biçiminde örgütlenmesinin olanaklarını genişletti. Bu gelişme aynı zamanda ileri işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların hareket içindeki yerini güçlendirici bir rol oynadı.
İŞÇİ HAREKETİNDE ÖNEMLİ BİR GELİŞME; İLERİ İŞÇİ KUŞAĞININ HAREKET İÇİNDE MEVZİ KAZANMASI VE SENDİKA ŞUBE PLATFORMLARININ OLUŞUMU
Yasakları çiğneyerek sokağa taşan işçi hareketi, bu süreçte, sendika bürokrasinin harekete çektiği barikatları yıkmayı da hedefleyen bir oluşumu, Sendika Şube Platformları’nı gündeme getirdi. ’89 Bahar eylemleri ve sonrasında yükselişini sürdüren işçi hareketi, işçi sınıfının ileri kesimlerinin başlıca işçi merkezlerinde hareketin başına geçmelerini adeta zorunlu hale getirmişti ve bunun olanakları giderek genişliyordu.
İstanbul başta olmak üzere büyük işçi merkezlerinde ileri işçiler, daha örgütlü bir mücadeleyle sendikaları sınıf hareketinin gerçek örgütleri haline dönüştürme hedefini de içeren bir çalışmanın içine girdiler. Önce İstanbul’da, daha sonra diğer illerde mücadeleci-ileri işçilerin örgütlü oldukları sendikalardan başlayarak Sendika Şube Platformları oluşturuldu. Sendika Şube platformları, yalnızca kararlarıyla değil, örgütledikleri çeşitli eylemlerle de işçi hareketinde önemli bir rol oynadılar. 1 Mayıs’larda, çeşitli işçi eylemlerinde, diktatörlüğün saldırılarını püskürtme hedefi güden ve düzen sınırlarına hapsolmayı reddeden bir eylem çizgisinden yana tutum alarak sendika bürokrasisinin hareket üzerindeki etkisini zayıflatmada olumlu rol oynadılar. Bu olumlu rol, platformların işçiler içindeki etkisini artırdı ve bir mücadele mevzisi olarak benimsenmelerini sağladı.
Ancak, platformlar henüz önemli zaaflara sahipti; öncü işçilerin, tuttukları mevziinin hareket içindeki ve üzerindeki etkisini yeterince kavrayamamaları ve bunun kaynaklık ettiği inisiyatifsizlik, küçük burjuva sınıf dışı akımların rekabeti körükleyen ve işçilerin birliğini sabote eden tutumları vb. gibi nedenlerle önemli zaaflar taşımaktaydılar. Bu zaafların bugün aşıldığı ise henüz söylenemez. Bununla birlikte, mücadelenin yükseltilmesinde önemli bir rol oynayan bu platformlar bugün de ileri işçilerin elinde hareketi ilerletmede dayanacakları önemli bir mevzi durumundadır. Bu mevziinin daha etkili kullanılması ise, ancak öncü işçi kuşağının, sınıfın geniş kesimleriyle birleşmeyi esas alan bir çizgide ısrarıyla ve “dıştan” gelen küçük burjuva baskıyı etkisiz kılacak bir tutumu benimsemesiyle mümkün olacaktır.
SENDİKA AĞALARININ İŞÇİ HAREKETİNİ SAPTIRMA ÇABALARI; “İŞÇİ PARTİSİ” DEMAGOJİSİ VE “İŞÇİ KURULTAYLARI”
Burjuvazi bir yandan doğrudan saldırılarla hareketi geri atmayı hedeflerken, diğer yandan, işçi kitlesi içindeki kaynaşmanın açık politik bir Emek Partisi’ne evrilmesini sendika bürokrasisi eliyle saptırma çabalarını artırdı. Türk-İş üst yöneticilerinin ortaya attıkları “işçi partisi” sloganı bu kapsamda gündeme geldi. Sendika üst yönetimi, işçilerin kendi gerçek partileriyle birleşmelerini ve bağımsız bir parti olarak örgütlenmelerini engellemeyi ve yanı sıra kof böbürlenmelerle sözde burjuva partilerine karşı bir politika izleyebileceklerini göstermek suretiyle hükümeti “sıkıştırma”yı hedefliyorlardı.
Sendika üst yönetimleri, öncü işçi kuşağı ve proletarya sosyalizmi akımının işçi hareketinde tuttuğu mevziinin güçlenmesi durumunda, saltanatlarının son bulmasının kaçınılmaz hale geleceğini kavramakta gecikmediler. İşçi sendika şube platformlarının hareket içinde kazandığı ve giderek güçlenen konum; sınıftan yana sendikacıların ve öncü işçilerin girişimiyle üst bürokrasiyi hedefleyen gelişmelerin güçlenmesi ve bir işçi kurultayının toplanması yönünde çalışmaların başlaması, sendika ağalarının telaşa kapılmaları için yeterliydi. Sendikal bürokrasi, kendisini de hedefe koyan gelişmeleri etkisiz kılmak için, işçiler tarafından ortaya atılan “kurultay” fikrini sahiplenerek, Zonguldak, İstanbul, İzmir, Adana gibi kentlerde “işçi kurultayları” topladı.
Ancak, tüm burjuva ayak oyunlarına karşın, “İşçi kurultayları”, işçilerin mücadele isteklerinin dile getirildiği, mücadele kararlılığının haykırıldığı platformlar oldular ve bu platformlarda sermayeye karşı daha kararlı bir tutum alınması ve genel grev yapılması yönündeki işçi istekleri dile getirildi.
Özellikle İstanbul ‘İşçi Kurultayı’nın örgütlenmesinde öncü işçiler ve sınıftan yana temsilci ve sendikacıların önemli bir rol oynaması, 200 civarında ve çeşitli sendikalara üye işçinin Kurultay hazırlık çalışmaları içinde yer alması, çalışmaların fabrika ve işyerlerine taşınması ve çalışma süresinde yapılan toplantılarda işçilerin sorunları tartışmaları, harekette yeni bir canlılık sağlamaktaydı. İşçi kurultayları, sendika şube platformlarının, çalışmayı işyeri ve fabrikalara taşımada gösterdiği zaaf sonucu, nispeten işlevsiz kaldıkları bir süreçte gündeme gelmeleri ve sendika üst yönetimlerinin sinsi bir manevra ile bu kurultayları örgütleme işini üstlenerek denetimlerine almaları nedeniyle, istenen sonucu doğurmamalarına karşın, özellikle 3000 civarında işçinin katıldığı İstanbul İşçi Kurultayı ve İzmir İşçi Kurultayı, sendika ağalarının manevra alanının sınırlanmasına ve işçilerin, öncü işçilere ve şube platformlarına güveninin artmasına yol açtı.
Sendika ağaları, ileri işçileri, hareket içindeki mevzilerinden geri atmak için “tüm çalışanların partisinin kurulması” tartışmalarını kurultaylara da taşıdılar ve bu tartışmalarla işçilerin dikkatini dağıtarak kendi konumlarını güçlendirmeye çalıştılar. Sendika bürokrasisi, hareketin kendi denetiminden çıkmamasının yollarını aramaktaydı ve farklı nedenlere dayanmasına, farklı yerlerden gelmesine karşın sınıf dışı küçük burjuva grupların rekabetçi-dağıtıcı faaliyetinden destek bulmaktaydı.
Kısaca, kurultay toplantıları, sınıftan yana sendikacılar, öncü işçiler ve işçiler bir yanda, sendika ağaları ve onların konumunu güçlendiren tutumlarıyla küçük burjuva sınıf dışı akımlar diğer tarafta olmak üzere, bu iki taraf arasında bir mücadelenin yaşandığı platformlar olarak gerçekleştiler. Zaaf ve eksikliklerine ve sendika ağalarının denetimine karşın, işçi hareketinin yeniden yükselişe geçmesine, taban inisiyatifinin ve öncü işçilerin konumunun güçlenmesiyle hizmet ettiler.
‘ANKARA YÜRÜYÜŞLERİ’ VE İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNDEKİ YERİ
İşçi-emekçi mücadelesinin son yıllarda ortaya çıkardığı eylem biçimlerinden biri de Ankara Yürüyüşleri’dir. ‘Ankara Yürüyüş ve mitingleri’ işçi hareketine Zonguldak madencilerinin büyük direnişiyle, bu direnişi ‘daha etkili kılma’ düşüncesinin ürünü olarak girdi.
Zonguldak madencilerinin, yöre halkının ve ülke emekçilerinin desteğini alan direnişi ve sonrasında gelişen Ankara yürüyüşü Mengen barikatıyla geri çevrilir ve bu durum işçiler içinde tepkiyle birlikte moral bozukluğuna yol açarken, sonrasında gelişen birçok işçi ve kamu çalışanı eylemlerinin ‘Ankara’ya yapılacak bir yürüyüş’le bitirilmesi adeta alışkanlık haline geldi.
İzmir’de işten atılan Belediye işçileri, grevli toplusözleşmeli sendika mücadelesi yürüten kamu çalışanları, çeşitli işkollarına mensup işçiler, eylemlerini “Ankara’da bitirme”ye başladılar. Kamu çalışanları sendikalarının ve Türk-İş’in yöneticileri, müjdelenin ülkenin her tarafında ve tüm çalışma alanlarına yayılarak gelişmesi için çaba gösterme yerine, “hükümete baskı yapma” gerekçesiyle işçileri ve diğer çalışanları
Ankara’ya toplayarak, bu yürüyüş ve gösterilerden, hareketi güçten düşürme yönünde yararlanmaya çalıştılar. Yüz binlerin bir araya gelerek, burjuvazi ve hükümete karşı taleplerini ve öfkelerini haykırmalarına karşın, içine girilen eylemlerin ‘son durağı’ olan bu yürüyüşler, giderek belirginleşen bir biçimde bıkkınlık ve yorgunluğu besleyen bir rol de oynadılar. Bu özelliğiyle Ankara yürüyüşleri, hareketin gücünün değil, zaafının göstergesi oldular. Türk-İş yöneticileri, bu yürüyüşler aracılığıyla on binlerce ve bazen yüz binlerce işçinin öfkesini Kızılay Meydanı’nda, ya da “Atanın huzuru”nda etkisiz kılarken, işyerlerinde geliştirilecek yaygın grev ve direnişlerin önünü de kesti.
Ancak işçilerin bizzat kendilerinin örgütledikleri ve ‘kamuoyu’ desteği alarak burjuvazi ve hükümetin saldırılarını püskürtmek amacı taşıyan eylemlerle, sendika ağalarının, hareketi geriye atma yönünde yararlanmayı hedefledikleri ‘Ankara yürüyüşleri’ arasında da ayrım yapılmalıdır. Sermayeye karşı belli merkezlerde yoğunlaşan yürüyüş ve gösterilerin genel olarak reddedilemeyeceği açıktır. Dahası, bu türden eylemler bazen zorunlu hale de gelebilir. Sendika bürokrasisinin çağrılarıyla Ankara’da gerçekleştirilen ‘merkezi’ eylemlerin, hareketin ivmesini düşürme yönünde kullanıldığı ise bir gerçektir. Buna karşın işçiler, sendika üst bürokrasisinin gerici barikatlarını kırma tutumunu bu eylemler sırasında da gösterdiler ve eylemlerin sendika ağalarının denetim ve kontrolünde bir resmigeçide dönüştürülmesine önemli ölçüde engel oldular.
Türk-İş üst yönetiminin, işçileri yatıştırma amacıyla başvurduğu Ankara yürüyüşleri, kamu çalışanları tarafından adeta tek eylem biçimi haline getirildi. Birçok kez, memurlar, ülkenin her tarafından büyük baskılara, sürgünlere ve mali sıkıntılara katlanarak Ankara’ya geldiler, polis saldırılarını göğüsleyerek yürüdüler, taleplerini haykırdılar ve dağılıp gittiler. Son olarak 17–18 Haziran ’95’te alınan eylem kararı üzerine 150 bin civarında memur Ankara-Kızılay Meydanı’nda ‘oturma eylemi’ yaptı. Hükümetten beklentiyi güçlendiren bir işlev de gören bu yürüyüşlerle güç toplamaya çalışan reformist sendikal çizginin, mücadeleci işçi ve emekçi kitlesinin enerjisinden yararlanmayı başardığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Yazının daha önceki bölümünde, işçi-emekçi hareketinde yeni bir yükseliş için güç ve öfke birikimine işaret ederken; sendika bürokrasisi ve doğrudan sermayenin, hareketin önünü kapamak için çeşitli oyunlara başvurduğunu, bu kapsamda “işçi partisi kurma” türünden demagojilerle birlikte ‘Ankara yürüyüş ve mitingleri’ne daha fazla rağbet edildiğini belirtmiştik. Bütün bunlara karşın, sermaye ve hükümetin saldırılarının işçi-emekçi mücadelesinde yeni bir yükselişi zorladığına da dikkat çekmiştik.
HAREKETİN YÜKSELİŞİNDE YENİ BİR ZİRVE OLARAK SON BÜYÜK İŞÇİ GREVİ
Yukarıda, son işçi grevinin Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından taşıdığı özel öneme vurgu yaparken, bu grevin son yılların işçi mücadelesinin birikmiş deneyleri üzerinde yükseldiğini harekete yeni kazanımlar eklediğini, bir genel grev için koşulları bugüne kadar olmadık ölçüde olgunlaştırdığını, öncü işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların hareket içinde tuttukları mevziiyi daha da güçlendirdiğini, hükümet ve sermaye planlarını önemli oranda bozduğunu, emperyalizme karşı mücadeleye genişleme yönünde adımların atılmasını sağladığını ve işçi sınıfının, tüm ezilenlerin hareketinin gerçek motor ve merkezi gücünü oluşturduğunu bir kez daha gösterdiğini belirtmeye çalıştık. Son büyük greve gelen sürecin işçi-emekçi hareketindeki gelişmeler bakımından incelenmesi, bu grevin özel öneminin kavranması bakımından gerekliydi. Gelişmeleri kısaca da olsa özetlemeye çalıştık. Şimdi yeniden son büyük işçi grevine dönebiliriz.
“Cumhuriyet tarihinin en büyük grevi” olarak adlandırılan son işçi grevi, birinci olarak, son yedi-sekiz yıllık işçi-emekçi mücadelesinin birikimi üzerinden, bu mücadelenin deneylerinden öğrenen işçilerin kararlı tutumları sonucu ve sınıfın baskısıyla gerçekleşti.
İkinci olarak, ilk kez 300 ila 400 bin arası bir işçi kitlesi yirmi beş gün süreyle bir grev gerçekleştirdi. Bütün tehditlere karşın işçiler, coşku ve kararlılıkla grevi sürdürdüler. İşyerlerine kapanıp kalmadılar, sokaklara ve alanlara çıktılar; IMF’yi, hükümeti ve Meclis’in şahsında devleti hedefe koyan sloganlar haykırdılar. Büyük işçi grevi ülkenin iç ve dış politika tartışmalarının merkezine oturdu. Hükümetin düşmesi, yeni hükümet tartışmaları, burjuva partilerin hükümet pazarlıkları, “Gümrük Birliği” Ve Hazar Petrolleri görüşmeleri bu greve bağlanarak tartışılır hale geldi.
Bu grev, bir kez daha ve kesin bir biçimde, bir yanda IMF, hükümet, valisinden Cumhurbaşkanına devlet güçleri, burjuva partileri, sermayenin çeşitli diğer örgütleri; diğer yanda, grevci işçiler onların aileleri başta olmak üzere diğer emekçi kesimler, işçilerin ve emekçilerin kapitalist sömürüden kurtulmaları için yıllardır sınıf ve emekçiler içinde çalışma yürüten proletarya sosyalistleri, sınıfın çıkarlarını savunma kararlılığı içindeki bazı sendikacılar ve sınıftan yana aydınlar olmak üzere, işçilere karşı olanlarla, işçileri ve onlardan yana olanları açıktan karşı karşıya getirdi.
Çiller Hükümeti, IMF’yle yapılan anlaşmalar uyarınca işçi ücretlerini, memur maaşlarını ve tarım ürünleri taban fiyatlarını artırmama (ki bu ‘dondurma’ anlamına geliyordu) politikası izleyerek, önce “sıfır sözleşme”, sonra % 5,4 gibi komik bir rakamda diretiyordu. Sermaye ve hükümet, grev durumunda, ekonomik kayıpların, işçilerin istediği ücret artışı tutarından daha fazla olacağını bilmelerine karşın, uzlaşmaz davrandılar. Kuşkusuz, bu bir sınıf tutumuydu, ve dayatma yalnızca ücretler sorununu değil, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikaları etkisizleştirme yoluyla işçi sınıfının mücadelesini püskürtme hedefiyle doğrudan bağlıydı. Eğer, işçiler ücret sorununda geri püskürtülürlerse, sınıfa ve tüm emekçilere yönelik daha kapsamlı saldırılar için yol açılmış olacaktı.
Grevin başlaması ve uzunca sayılabilecek bir süreye yayılması, sermaye ve diktatörlük cephesinin güçlerini derlemesi ve grevci işçilerin şahsında işçi sınıfı ve emekçilere karşı, “bölücü” ve güçten düşürücü bir karşı kampanya başlatmasını birlikte geldi. Burjuvazi ve hükümet çevreleri, yüz binlerin eyleminin anlamını, denebilir ki işçilerin ana kitlesine göre daha iyi kavramışlardı. Grevlerin bir an önce ve en geri düzeyde hak kazanımı veya yenilgiyle bitirilmesi, sermayenin kısa vadeli çıkarları ve hükümetin kurulup güven oyu alması gibi günlük politik hedeflerden öte; uzun vadeli çıkarları açısından da zorunluydu. Grev, sistemi sorgulayan fikirlerin güç bulmasının olanaklarını genişletecek; burjuvazinin sınıf egemenliğinin işçi sınıfı ve emekçilerin köleliği anlamına geldiği fikrinin, işçilerin bilincinde yer etmesini kolaylaştıracaktı. Burjuvazi ve politik temsilcilerinin esas korkusu buydu.
Burjuvazi ve diktatörlük tüm kurum ve güçleriyle, işçilere karşı saldırı cephesinde birleşti. İşçi ve emekçilere, ‘milli gelir’ denen ve bizzat onların yarattığı toplumsal değer toplamından ne kadar az ‘verilir’se, büyük burjuvazi, rantiyerler ve devlet asalakları güruhu o denli palazlanacak, o denli fazla kâr sağlayacaktı. Onun içindir ki, tekelci burjuvazinin ekonomik, politik ve askeri kurumlarının sözcü ve yetkilileri, işçilere karşı, “birlik ruhu”yla harekete geçtiler. Bir yandan grevlerin “ülke ekonomisine verdiği zarar”, öte yandan, “işçilerin işsizlerin, memurların, emeklilerin vb. hakkına göz diktiği” üzerine gerici propagandalarla, grevci işçileri yalnızlaştırma ve bu yolla dize getirme taktiği izlendi. Bu taktiğin sökmemesi üzerine, ordu ve polis gibi “vurucu güçler”in “üst düzey yetkililerinin sesleri yükselmeye başladı. Önce, Ankara Valisi’nin “birlikte çay içme” teklifini geri çevirmeyen Türk-İş Başkanı’nı, “bir general, iki albay, üç binbaşı, iki emniyet müdür yardımcısı ve kim oldukları belli olmayan siviller'” karşıladılar. Bu resmi heyetin, grevler nedeniyle, Bayram Meral’in sağlık durumunu ‘kontrol etme’sinden sonra, Meral, Genel Kurmay Başkanı’na “durumu anlatma” ihtiyacını(!) dile getirdi. Türk-İş’in, 15 Ekim günü yapacağını açıkladığı büyük işçi eylemini bastırmak ve engellemek için ülkenin birçok bölgesinden polis kuvvetleri Ankara’ya taşındı. Burjuva basın, yalnızca “işçilerin aşırı istekleri” üzerine yalana dayalı ve hedefi diğer emekçi kesimlerin aldatılıp, işçilere verilen desteğin zayıflatılması olan bir kampanya başlatmakla kalmadı, “ordu grevlerden kaygılı” başlıklı haber ve yorumlarla, işçileri tehdit etmeye çalıştı. Genelkurmay yetkililerinin, “grevlerin milli güvenliğe zarar getirecek boyutlara ulaştığı” biçimindeki açıklamalarına yer veren bu gazeteler, ordu sopasını sallayarak işçileri korkutmaya çalıştılar.
Demirel, “kimse devletten güçlü olamaz, kimse hak arıyoruz diye devlet karşısında kaba kuvvet göstermeye kalkmasın” diyerek, devlet adına tehditler savururken, genelkurmay, grevlerin “milli güvenliğe zarar getirecek boyutlara ulaştığını” belirterek, “bitirin” diyordu. Oluşturulmasından buyana ilk kez toplanan ve on sekiz üyesinden on altısı sermaye ve devlet örgütlerinin temsilcilerinden oluşan “Ekonomik ve Sosyal Konsey”, burjuvazi adına, işçilere karşı, bir “savaş bildirisi” anlamı taşıyan deklarasyonunu yayınladı.
Devlet ve hükümet yetkilileri, bir yandan emekçilerin diğer kesimlerini işçilere karşı harekete geçirme taktiği izlerken, öte yandan, bütünüyle işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin yarattığı değerleri holding patronlarının kasalarına aktarma politikalarını aklamaya çalışıyor, emperyalizme bağımlı kapitalist ekonominin mahkum olduğu krizleri işçilerin ücret artışı talebiyle gerekçelendiriyorlardı.
Burjuvazi, işçi sınıfının sömürülmesi sayesinde, çalışmadan yaşama olanağı bulurken, İşçilerin ‘milli gelir’den aldıkları pay sürekli düşer ve örneğin son on yıl içinde % 30’lardan, % 14’lere kadar (yani % 50 oranında) gerilerken, işçi ücretleri, işçi ailesinin geçimi ve artan enflasyon karşısında erime dikkate alınmaksızın tespit ediliyorken, devlet bürokrasisinin üst kesimi devlet arpalığından besleniyor ve şirketlerin, devlet kurumlarının, holdinglerin yönetim kurullarında görevlerle ek vurgunlar sağlama ve rant gelirinin paylaşımına katılıyorken, yüz binlerce trilyon büyük tekelci şirketlere “iç borç faizi” olarak peşkeş çekiliyor ve Kürt illerinde sürdürülen ve gerçekte işçi ve emekçilere karşı savaş anlamı taşıyan devlet operasyonlarında yüz trilyonlar harcanıyorken, işçilerle ‘genel müdür’lerin, valilerle garsonların gelirleri kıyaslanarak emekçilerin aldatılması yoluyla işçiler yalnızlaştırılmak ve eylemleri etkisizleştirilmek istendi.
“Cumhuriyet tarihinin en büyük grevi” olma özelliği kazanan son işçi grevi, hangi ekonomik kazanımların elde edildiğinden bağımsız olarak, katılan işçi sayısı, kamu işçileriyle diğer işçi, işsiz ve emekçi kesimlerin desteğini almasıyla, grev sürecinde yaşanan kamplaşma ve dolaylı-dolaysız kapışmalarla, iki sınıf ve iki cephenin güçlerini açıktan tutum alacak biçimde karşı-karşıya gelmek zorunda bırakması gibi özellikleriyle, sınıfın mücadele deneylerine yeni derslerin eklenmesini kaçınılmaz hale getirdi. İşçilerin ve onların şahsında tüm emekçilerin, sermaye, hükümet ve diktatörlüğün tüm diğer kurumlarıyla, TİSK gibi büyük burjuva örgütleri ve TOBB, Ziraat Odaları ve Esnaf Birlikleri gibi burjuva-ekonomik (politik tutum almayan, salt ekonomiyle ilgili bir sermaye kuruluşu yoktur) kuruluşlarla daha açıktan karşı karşıya gelmelerine yol açarken, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, işçiler cephesinden de daha net olarak görülmesinin olanaklarını genişletti.
Üçüncü olarak, bu grev, sınıfın eylem içinde devrimci eğitiminde yeni ve daha kapsamlı bir rol oynadı.
Sınıfın devrimci eğitiminin, ya da kendi siyasal deneyleri temelinde eğitiminin, küçük burjuva aydınının masa başı kurgularıyla değil, ama ancak mücadele içinde ve sabırlı bir devrimci çalışmayla, fabrika, işyeri ve sendikalarda kesintisiz sosyalist faaliyetle gerçekleştirilebileceği, devrimci militan ve öncü işçi açısından yeniden ve daha net olarak görüldü. Hükümetin dayattığı IMF patentli “sıfır zam” uygulamasına karşı başlayan grev, eylem sürecinde, yüz binlerin, doğrudan IMF’yi hedefe koyan ve hükümet ve meclise karşı sloganları içeren tutumuna genişledi. Eylem içindeki işçiler, diğer emekçi kesimleri kendilerini desteklemeye çağırarak, “biz sizlerin de haklarınız için mücadele ediyoruz” mesajını verdiler. “Hükümeti yıktık, sıra Mecliste” biçimindeki sloganlarıyla, “tehlikeli bir yöneliş”e yol alan işçiler, Tansu Çiller’in, “istikrar” üzerine demagojilerini “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla cevaplayarak, emperyalizmin hegemonyasına karşı mücadelenin zorunluluğuna da işaret ettiler.
Grev, henüz bütün bir sınıfın eylemi düzeyine yükselmediği koşullarda bile, sermayenin varlık koşulları ve yaşam damarlarının işçilerin elleri arasında olduğunu ortaya koydu. Yalnızca, sınıfın kendi örgütlü gücünün farkına varması ve haklarını almak için mücadeleden başka yol olmadığını kavraması açısından değil, dost ve düşmanlarını daha iyi tanıması ve özellikle kendi sınıf örgütlerinin tepesine çöreklenmiş sendika bürokrasisinin, sistemi ve devleti temsilen sınıf eylemini yönlendirmeye, sınırlamaya ve durdurmaya çalıştığını, ancak, ikiyüzlü bir Mumla ve burjuva çıkarlar gereği, eylemin önünde yürümekten de geri durmadığının görülmesi açısından da yeni bir deneyim oldu.
Büyük grev, sendikal bürokrasinin sınıf içindeki işlevini bir kez daha ve netlikle açığa çıkarmakla kalmadı, ama sendika ağalarının “ihaneti”nin yalnızca düşük ücret-yüksek ücret çerçevesinde değerlendirilmesinin yanlışlığını da gösterdi. Daha yüksek ücretlerin sağlandığı durumlarda bile, sendika ağalarının işçi sınıfının çıkarlarını savundukları söylenemezdi.
Sorun şuydu: Sendikal bürokrasi, işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin temel hak ve özgürlükleri bakımından hangi konumdadır? Sömürü ve baskının ortadan kaldırılmasını ve işçi ve emekçilerin iktidarını hedefleyen bir mücadeleye nasıl bakmaktadır? Burjuva devlet ve düzenle ilişkilerinin niteliği nedir? İşçilerden alınan üye aidatlarını nasıl değerlendirmektedir? İşçilerin daha iyi koşullarda çalışmaları, işsizlik sorununun çözümü, işçi sağlığı vb. konularda sendika ağalarının tutumları nedir? vb.
Bu soruların cevabı açıktır. Sendikal bürokrasi, ihanetten çok, burjuvazinin sınıf içindeki uzantısı olarak kendi görevini yerine getirmektedir. İşçilerden yana gözükmesi, işçi eylemlerini engelleyemediğinde bu eylemlerin başına geçmesi, üstlendiği rol gereğidir ve ikiyüzlü bir tutumu ifade etmektedir. Bunun için sendika bürokrasisine karşı mücadele, sermaye ve burjuvaziye karşı bir mücadele olarak, bu mücadelenin bir yanı olarak ele alınmak zorundadır.
Grevin işçi sınıfı için “bir savaş okulu” olduğu, bu okulun, ‘devam eden öğrencileri’ için olduğu kadar, henüz herhangi bir grev eylemine katılmamış genç kuşak işçilerin ve bir bütün olarak işçi sınıfının eğitimine hizmet ettiği bir kez daha görüldü. Burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleye atılmaksızın ve bu mücadele içinde birleşmiş bir sınıf olarak yer almaksızın, herhangi bir hakkın alınamayacağı bir kez anlaşılmış oldu… Yüz binlerce işçinin, grev eylemini Ankara sokaklarına taşımalarının sınıfın devrimci eylemi, kararlılığı ve atılganlığını daha da pekiştirdiği, burjuvaziye karşı mücadele mevzilerinde bir adım daha ileri atılmasını olanaklı kıldığı açıktır. Elbette, bu grevin de bir bitiş noktası olacaktı. Ancak, işçi sınıfının bu grevle, sermaye ve diktatörlüğün hesaplarını altüst ettiğinden kuşku duyulmamalıdır.
Bu grevin, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin deneyleriyle eğitilip ilerletileceğini göstermiş olmasının yanı sıra, işçilerin eylemlerinin Kürt halkının mücadelesine büyük bir destek anlamına geldiği, sınıfsal zemine oturmasına katkıda bulunduğunu anlaşılır kılmıştır. İşçiler, yalnızca yüz trilyonların askeri operasyonlara ayrılmasını protesto ederek değil, ama daha da önemli olarak, burjuvazinin Kürt emekçilerine yönelik saldırılarının püskürtülmesinin ancak kendi eylemleriyle, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle mümkün olduğunu herkese göstermiş olmakla da, işçi devrimciliği ve proleter sosyalizmi tutumuyla, burjuva, küçük burjuva re-formcu-ulusal ve gerici, şoven-milliyetçi tutum arasındaki kalın çizgiyi çekmiş oldular.
Bundan böyle artık ne sermayenin faşist-inkârcı politikası, ne de sorunun “sınıflar-üstü olduğu” demagojisi tutmayacaktır. İşçi sınıfının, Kürt sorununa sınıf tutumuyla müdahalede bulunacağı açıktır. Ve gene yönünü işçi kitle hareketine ve emekçi sınıfların mücadelesine değil de, burjuvazi ve emperyalizmin “çözüm” planlarına dönen her anlayışın sınıf karşıtı ve gerici özü, Kürt işçi ve emekçisi açısından da artık daha kolay görülür hale gelmiştir.
İşçi sınıfının, bu büyük grev eyleminden öğrendiği kesindir ve grevin ortaya çıkardığı zayıflık eksikliklerini giderme doğrultusunda çaba göstereceğine kuşku yoktur. Grevin gösterdiği en önemli şey, üretim içindeki konumunun, sınıfa, tüm toplumsal yaşamı yönlendirme gücü verdiğidir. Grev, işçilere çok açık ve basit biçimde güçlerini görme olanağı verdi.
Yukarıda uzunca anlatıldığı gibi, işçiler ve onların müttefikleriyle burjuvazi ve kapitalizmin tüm güçleri, örtüsüzce karşı karşıya gelirken; bu mücadele kaçınılmaz biçimde basın alanını da içerecek biçimde genişledi, işçi basınıyla burjuva-gerici basının rolü bu grev sırasında net olarak ortaya çıktı. İşçi mücadelesinin daha ileri mevzilere yükselmesi için çaba gösteren işçi basını, bütün gücüyle bu eylem içinde ve işçilerle birlikte olurken, sermayenin sesi burjuva basın açık kimliğiyle işçilerin ve eylemlerinin karşısında yer aldı. İşçiler, burjuva basınla da çatışmaya girdiler. Grev sırasında açık işçi düşmanlığı yapan burjuva basını ve TV kanallarına karşı işçilerin protestosu ve sendikacıların ‘boykot’ çağrısı ve bunun bir parçası olarak, Haber-İş kolundaki işçilerin özellikle İstanbul’da, bu gazete ve televizyonların telefon ve fakslarını kilitlemeleri, onlara, işçi usulü verilmiş bir ders olarak, grevin sonuçları arasında sayılabilir.
Dördüncü olarak, bir genel grev için koşulların son derece uygun olmasına karşın, işçilerin, diğer çalışan ve ezilen emekçi kesimlerin ve onların örgütlerinin bu koşulları doğru değerlendirmediği, burjuvazinin artan saldırılarını püskürtme ve yalnızca kısmi ekonomik hakların elde edilmesini değil, demokratik-siyasal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için de hamle üstünlüğünü ele geçirmekten geri durmuş olmalarıdır. Bu bakımdan bir olanağın harcandığı söylenmelidir. Kamu işçilerinin grevi, eğer özel sektör başta olmak üzere, diğer işkolları ve işyerlerindeki işçiler ve hak alma mücadelesi içindeki öğretmen, sağlıkçı, vb. diğer çalışan kesimlerle, işsizler ve gençlik kitleleri tarafından aktif eylemlerle desteklenseydi, zaten büyük bir açmaz içinde olan sermaye ve gericilik cephesine birçok alanda geri adım attırmak mümkün olabilecekti. Kuşkusuz bu tutum ve onunla birleşen pratik, yalnızca grevci işçilerin eyleminin başarısı için değil, ama bu kesimlerin kendi taleplerinin elde edilmesi için de zorunluydu.
Bu grev, grevin etkin tarzda sürdürülmesinden ve güçlendirilmesinden yana olduğunu söyleyen kesimler açısından, daha çok da çeşitli illerdeki ‘işçi sendikaları şube platformları’ bakımından, sözlerin ve ‘destek ziyaretleri’nin öne çıktığı fakat grevi fiili olarak diğer işyerleri ve işkollarına yayma ve alanlara taşıma tutumundan geri durulduğunu, ya da en azından bu doğrultuda ciddi olarak çaba gösterilmediğini de ortaya koydu. Oysa işçi sendika şube platformları, mücadeleci ve öncü işçilerin girişimiyle ortaya çıkan ve sınıfın, sendika bürokrasisine ve sermayenin saldırılarına karşı mevzi kazanmasında olumlu rol oynayan bir oluşumdu ve bu grev, şube platformlarının daha da etkin tarzda öne çıkmasını, öncü işçilerin, bulundukları işyeri ve sendikalarda sınıfın ana kitlesiyle birlikte, hareketi daha ileri mevzilere taşımasını hem olanaklı ve hem de zorunlu kılıyordu.
İşçilerin, yalnızca şu ya da bu işkolu ve işyeri düzeyindeki ekonomik talepleri öne sürme ve bu talepler için eyleme geçmekle yetinmemeleri, tüm sınıfın ve tüm emekçilerin taleplerini birleştirmeleri, politik özgürlükler için mücadeleye daha fazla önem vermeleri zorunluluğu bu grev tarafından bir kez daha ortaya kondu. İşçiler, grev sınırlamalarının, dayanışma ve politik amaçlı grev yasaklarının, toplantı, yürüyüş ve örgütlenme hakları önündeki barikatların, işçi basınına yönelik saldırı ve yasakların ortadan kalkmasının doğrudan doğruya kendilerinin sorunu olduğunu ve bu saldırı ve yasakların püskürtülmesinin ancak sınıf olarak başında bulunacakları bir mücadeleyle mümkün olabileceğini bu grev sırasında bir kez daha görme olanağı buldular ve kuşkusuz bunun üzerinde düşüneceklerdir.
Şimdi, mücadelenin keskin çatışmaları içerecek biçimde gelişeceği yeni bir döneme giriliyor. Seçimler geçici ve kısmi bazı beklentilere yol açsa da, burjuvazinin açmazı, yeni saldırıları ve yeni 5 Nisan paketlerinin açılmasını kaçınılmaz kılıyor. “Acı reçete” kesin uygulanacaktır.
İşçi ve emekçiler ise bütün bu saldırılara sessiz kalmayacak, bu yazının önceki bölümlerinde özetlemeye çalıştığımız son 7-8 yılın mücadele deneyleri ve birikimi üzerinden cevap verecektir. Son büyük grevin bu bakımdan öğretici deney hazinesine önemli katkılarda bulunduğu açıktır. Sonuç olarak şu söylenebilir; işçi kitle hareketi, bundan sonra, bugüne kadar biriktirilen deney ve derslerin üzerinden gelişecektir. Artık, tek tek işyerleri, işkolları ya da, bölgelerde geçici geri biçimler görülse bile hareketin esas olarak 400 bin işçinin grev eylemi ve son 7-8 yılın deney birikiminden güç alarak gelişmesi ve diğer emekçi kesimleri de etkileyerek mücadeleye çekmesi için gereken birikim vardır. Dahası bugün işçi hareketi içinde bir öncü işçi kuşağı ortaya çıkmış, çeşitli işkollarında, sendika şube platformlarında, sendika bürokrasisinin etkisini kıran bir çizgide işçi hareketinin gelişmesinde kesin devrimci rol oynayabilecek bir mevzi tutmuştur. Bu, işçi ve emekçi hareketinin ve proletarya mücadelesinin burjuvazi ve emperyalizme karşı zafere ulaşması için bir güvencedir. Proletarya ve emekçilerin öncü-ileri kesimleri, yukarıda özetlemeye çalıştığımız birikim ve mücadele üzerinden bugün bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmekte, sınıftan yana sendikacı ve aydınları da yanlarına alarak, daha ileri mevzilere yürümeye çalışmaktadırlar. Proletarya ve emekçi hareketinin başında artık Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin öncü kuşağı durmaktadır. Artık, bu devrimci gelişmeye bağlanmayan ve sınıfın ileri kitlesinin tutumunu gözetmeyen hiçbir eylem ve hareketin başarı şansı kalmamıştır.
İşçi sınıfı, bizzat kendi eylemi içinde edindiği deneyim ile faşist, gerici ve reformcu burjuva politikası ve platformuna karşı devrimci sınıf platformu ve politikasıyla dikilme gerekliliğini bugün daha iyi anlamış durumdadır. O, tarihin kendisine biçtiği rolü oynamak için, güçlerini eğitmeye devam ediyor ve yeni mücadele araçları ediniyor. Grev ve direnişlerden öğrendiği kesindir.
Aralık 1995-Şubat 1996