Küçük burjuva “solculuğu”nun yığın hareketindeki tasfiyeci pratiği üzerine

Tarihin yasasıdır; sınıf farklılıkları ve çelişkileri toplumsal yaşama yön veren temel olgu haline gelince, ezilen sınıfların politik örgütlenmesi ve politik örgüt aracılığıyla iktidar mücadelesine atılması da kaçınılmaz oluyor. Proletarya-burjuvazi çatışmasının politik çatışma düzeyine yükselmesi, proletarya hareketinin bağlarından, (onu geri tutan, düzene bin-bir yolla bağlayan) kurtulmasıyla birlikte, çıkarlarını mevcut toplumsal sistemde gören tüm güçlerin tepkisiyle de karşılaşır. Bu özünde olumlu bir gelişmedir; çünkü toplumsal devrimin mayalandığına, işçi yığınlarının uyanışı ve eylemiyle tüm toplumun sarsılmaya başladığına, yalnızca iki başlıca sınıf olarak proletarya ile burjuvazinin değil, tüm ara tabakalarda da şu ya da bu biçimiyle bir hareketlenmenin başlayıp geliştiğine işaret eder. Olgu ve gelişmeler Türkiye’de sınıf ve halk hareketinin sancılı bir gelişme sürecini yaşadığını ve proletarya-burjuvazi çelişkisinin keskinleştiğini, diktatörlükle halk yığınları arasındaki mesafenin açıldığını gösteriyor. Burjuvazi ve diktatörlüğün, işçi hareketine karşı son yılların en kapsamlı saldırılarına girişmesi ve son 7 yılda 3 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı emekçinin işten atılması, kapitalist sınıfa ve sendika bürokrasisine karşı mücadele eden ileri işçi kuşağına karşı kıyıcı politika izlemesi ve Kürt halk hareketine karşı azgın katliamlara girişmesinin nedeni budur. Emperyalizm ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarınca dikte ettirilen ekonomi politikayı uygulamaktan başka bir seçene-ği bulunmayan Türkiye egemen sınıfları, yalnızca işçi sınıfında değil, kaçınılmaz olarak, toplumun tüm ezilen sınıf ve güçlerinde nefretin ve öfkenin birikmesine, yer yer öfkeli halk kalabalıklarının sokağa dökülerek, devlete, hükümete ve sisteme karşı sloganlarla gösteriler düzenlemelerine yol açıyor. Yalnızca işçiler değil, şehir yoksulları, “memur” olarak adlandırılan öğretmen, sağlıkçı ve belediye çalışanları, öğrenci gençlik ve Kürt köylülüğü, çeşitli biçimlerde devlet ve hükümet politikalarına karşı tepkilerini dile getiriyorlar.

Sermaye ve gericiliğin işçi ve halk hareketine cevabı; baskı, katliam ve işkencenin daha da yoğunlaştırılmasıdır. Yoğun işten atma, KİT’lerin tasfiyesi, sokak ve ev infazları, işkence ve gözaltı kayıpları, sendikal faaliyetin sınırlanması ve demokratik hak ve özgürlük istemlerinin kurşun ve zindanla karşılanması, burjuvazi ve gericiliğin cevabı oluyor.

Bütün bu gelişmeler, Türk ve Kürt milliyetinden Türkiye işçi sınıfının ve onun politik partisinin önüne; toplumun tüm ezilen kesimlerinin, şehir ve kırın geniş küçük burjuva yığınlarının, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelede, proletarya ile daha sıkı bir dayanışma içinde olmasını sağlayacak politikalar izlemesi görevini koyuyor. İşçi sınıfı, ezilen tüm sınıf ve güçlerin ve Kürt halkının taleplerine kararlılıkla sahip çıktığı, onları etrafında birleştirdiği oranda burjuvaziye karşı iktidar savaşında ileri mevziler kazanacaktır. Ancak, devrimler pratiği bunun o denli kolay olmadığını göstermektedir. Proletarya ve partisi geniş küçük burjuva yığınları, onların ikili sınıf özelliklerini, sisteme bağlayan bin-bir türlü ayak bağını göz önünde tutmadan, onları yanına almayı başaramadan, iktidar mücadelesinde zafer kazanamaz. Bunun dışında bir tutum devrimin zaferini imkânsız hale getirecektir.

Diğer yandan proletarya, küçük burjuva yığınların ilerici demokratik taleplerine ne kadar tutarlı biçimde sahip çıkarsa çıksın, bu kesimler adına politik mücadeleye katılan çeşitli grup, parti ve akımların ortaya çıkmasını engelleme olanağına sahip değildir. Kuşkusuz, şehir küçük burjuvazisi ve köylülüğün ayrı partiler olarak örgütlenmesi her zaman mümkün olmaz. Çoğu kez, politik platformları bu ara kesimlerin ideolojik çizgisine oturmasına karşın, çeşitli gruplar, proletarya ideolojisinden de şu ya da bu biçimde etkilenerek, ortaya “sosyalist” gruplar olarak çıkarlar. Bu durum, bizim ülkemizde olduğu gibi henüz sosyalist sınıf bilincinin işçi yığınları arasında egemen hale gelmediği koşullarda, küçük burjuva oportünizminin işçi hareketine sokulmasını olanaklı kılar. Proletaryanın devrimci partisi, bir yandan, işçi sınıfının geniş küçük burjuva yığınları yanına almasına yardımcı olacak bir politika izlerken, diğer yandan, proletarya saflarında burjuva, küçük burjuva etkiye karşı kararlılıkla mücadele etmek zorundadır.

Proletaryanın devrimci komünist partisinin, küçük burjuva ‘solculuğu’ ve küçük burjuva ideolojisine karşı yürüttüğü mücadele ve gösterdiği duyarlılığın başlıca nedeni budur. Marksistlerin 20 yıla yakın bir süredir, sağ ve sol oportünizme ve küçük burjuva ideolojisine karşı kararlı bir ideolojik mücadele yürütmelerinde, bu bakımdan şaşılacak bir yan yoktur. Türkiye’de, revizyonizm ve Marksizm ayrışmasının doğrudan sınıf hareketi içinde başlamış olmaması, bu mücadeleyi ve Marksizm’in saflığının korunmasını daha da önemli kılıyordu.

Çünkü son otuz yıllık sürece başa dönülerek bakıldığında; Türkiye sol hareketinde, devrimci bir yönelişe adım atıldığı yılların aynı zamanda uluslararası revizyonizmin, emperyalist burjuvaziyle el ele sınıf hareketinde ve ezilen halkların saflarında bozgunculuğu geliştirdiği ve Marksizm-Leninizm’e karşı uluslararası bir saldırı başlattığı yıllar olduğu görülür.

Revizyonizmin, Rus ve Avrupalı teorisyenleri, kapitalizmin yıkılışının “tarihsel bir zorunluluk” olmaktan çıktığını, burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşama” gerekliliğinin doğduğunu ve sosyalizme “barışçıl geçiş” olanaklarının genişlediğini vaaz ediyorlardı. Bu tezler, başka şeylerin yanı sıra “dev sosyalist bloğun varlığı”na dayandırılıyordu. Modern revizyonizm, işçi sınıfı devrimlerine ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine, emperyalistlerle, özellikle de ABD ile ilişkileri bozan olumsuzluklar olarak bakıyordu.

Revizyonistler, alttan alta, Marksizmin, kapitalizmin “kendiliğinden yıkılacağını öngördüğünü, ancak gelişmelerin bunu doğrulamadığını, Lenin’in emperyalizmin “sosyalizmin arifesi” olduğu tespitinin geçerliliğini yitirdiğini yayarak, devrimden vazgeçmenin teorisini yaptılar.

Aynı yıllarda uluslararası revizyonizmin, anti-Marksist tezlerine karşı, Marksizm’i kararlılıkla savunmaya çalışan, başta Enver Hoca olmak üzere komünistlerin proletarya ve halklara devrime sarılma çağrıları da devam etti. Revizyonizmin, anti-Marksist “barışçıl geçiş” tezlerine duyulan tepki ve ezilen halkların silah elde yürüttükleri anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri, bu yıllarda, Marksist silahlı devrim ve silahlı mücadele anlayışının, küçük burjuva çarpıtılmasına zemin hazırladı. 1970 ve sonrasında “silahlı mücadele” olarak sunulan ve küçük burjuva devrimciliğinin “öncü savaşı”, “öncü gerilla savaşı”, ya da “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” olarak teorileştirdiği, silahlı eylemciliğin, özellikle uyanış içindeki genç kuşaklar tarafından ilgiyle karşılanmasına yol açtı. Çünkü “silahlı devrim” fikri, yanlış ele alınışı ve çarpıtılmasından bağımsız olarak, reformist-revizyonist politikadan belli bir kopuşu ve devrimci savaş yöntemleri geliştirmeye yönelişi ifade ediyordu. “Öncü savaş”çı tezleri savunanlar, “silahlı hareket”i, bu türden politik-ideolojik mücadelelerin yerine geçirip, tek belirleyici biçim olarak ele aldılar. Bu tezleri, bugün de savunmayı sürdürenler, Marksizm-Leninizm’in, sınıf mücadelesi üzerine temel tezlerinin “koşullar” tarafından geçersiz kılındığını düşünüyorlar. Emperyalizmin olgunlaştırdığı çelişkiler ve uluslararasılaşma olgusunun proletaryanın mücadelesinde, dikkate alınmasını zorunlu kıldığı değişiklikler de, onlar tarafından yanlış yorumlanmakta, “devrimin objektif koşulları”nın genelde zaten var olduğu ve tek tek ülkelerin durumunun bu bakımdan ayrıca incelenmeyi gerektirmediği, gerekli olanın, “ihtilalci inisiyatifin harekete geçirilmesi olduğu biçiminde, kendiliğindenciliğin geliştirilmesine dayanak olmaktadır. Devrimci Sol (DHKP)’un, Sovyetler Birliği’nde Bolşeviklerin yaşama geçirdiği mücadele ve örgüt biçimlerinin Türkiye için “kesin geçersiz”liğini ilan etmesinin nedeni budur. Küçük-burjuva ‘solculuğu’, sınıf mücadelesi ve kitle hareketi üzerine hamasi nutuklar atmasına karşın, sınıf mücadelesinin yerine, “öncü” gruplarının devletle mücadelesini koyar. Bu tür devrimciliğe göre, bir avuç silahlı militan, modern sınıfların mücadelesinde, işçi sınıfı ve halk yığınlarını “temsilen” yer alır ve kararlılığı, eylemciliği, manevi-moral üstünlüğüyle belirleyici bir rol oynar. Mücadele biçimleri, toplumsal koşullara, ekonomik-politik gelişmelere, sınıf ilişkilerine göre değil, “devrimci öncü “nün durumuna göre belirlenmelidir. Bu anlayışa göre, kapitalizm, içerdiği toplumsal çelişkiler nedeniyle değil, sosyalizme inanmış bir “öncü” azınlığın istemi nedeniyle yıkılacaktır. Bugün, ülke koşulları ve sınıf hareketinin durumu, 20–30 yıl önceki duruma göre belirgin farklılıklar göstermektedir. Çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryası, hareketin tüm zaafları ve istikrarsızlığına karşın, toplumun tüm ezilen kesimlerine ve ilerici dinamiklerine cesaret verecek tarzda, sınıf mücadelesinden öncü devrimci sınıf konumunu düne göre daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bir öncü işçi kuşağı ortaya çıkmış ve sınıfın politik partisi etrafında birleşme eğilimi güç kazanmıştır.

Küçük-burjuva devrimciliği ise, 30 yıl önceki devrimci işlevinden iyice geriye kayarak, sınıf hareketine karşı tasfiyeci, halk hareketinde bozguncu bir rol oynamaya başlamıştır. Bu durum, küçük burjuva ideolojisi ve küçük burjuva “solculuğu”na karşı mücadelenin önemini daha da artırmaktadır. Proletaryanın devrimci komünist partisinin küçük burjuva devrimciliğine, onun ideolojik-politik tezlerine ve sınıf ve halk hareketinde oynamak istediği tasfiyeci pratiğe bunca eleştiri yöneltmesinin gerçek nedeni budur.

Sosyal pratik, somut olgular ve işçi ve halk hareketindeki gelişmeler karşısında alınan tutum, Marksist-Leninistlerle, küçük burjuva devrimciliği arasındaki ayrımın, yalnızca proletaryanın çıkarlarına bağlanmış sosyalist aydınlarca değil, bir ileri işçi kuşağı tarafından da anlaşılır hale gelmeye başladığını göstermektedir.

Türkiye’de, küçük burjuva ideoloji ve küçük burjuva siyasal pratik ile Marksist-Leninist ideoloji ve proleter sosyalist siyasal pratik arasındaki, proletarya devrimciliği ile küçük burjuva “solculuğu” arasındaki çelişki ve farklılıklar, içinde bulunduğumuz dönemde daha da belirgin bir netlik kazanmıştır. Marksistler, 20 yıla yakın bir süredir, revizyonizme ve sağ ve sol oportünizme karşı mücadele ederek, işçi hareketinde Marksist politik-ideolojik hattı egemen kılmaya çalışıyorlar.

Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine karşı revizyonist ihanetin ve burjuva emperyalist saldırının boyutu göz önüne alındığında, Marksist-Leninistlerin, sosyalizmi, proletarya ve emekçilerin çıkarlarını savunmadaki kararlılıklarının önemi daha iyi anlaşılır.

Marksistlerle, küçük burjuva “sosyalist”leri arasındaki görüş ayrılığı, yalnızca herhangi tekil olaylara ve gelişmelere ilişkin ‘taktik’ ayrılık değil, devrimin temel sorunlarına, devrime ve sınıflar mücadelesine ilişkin temel bir ayrılıktır. Devrimi, emek-sermaye çelişkisinin belirlediği bu toplumsal yapının yıkılması ve yeniden kuruluşunun projesi ve bir siyasal eylem süreci olarak ele almayan bu gruplar, değişim ve yeniden kuruluşun, ancak “emek ürünleri üreticisi” sınıfın, halk yığınları desteğindeki eylemiyle gerçekleşeceğini de kavrayamamaktadırlar.

 

TÜRKİYE’DE KÜÇÜK-BURJUVA ‘SOLCU’ PRATİĞİN KARAKTERİ

Devrimci Sol gibi gruplar, sosyal-sınıfsal dayanağının kayganlığıyla karakterize olmaktadırlar. Türkiye’de küçük burjuva bir köylü hareketi ve partisi yoktur. Köylülük henüz esas olarak, burjuva düzen partilerinin izleyicisi durumundadır. Küçük-burjuva gruplar toplumun en istikrarsız kesimine dayanıyorlar. Onların, proletarya ve halk hareketi karşısındaki sorumsuzluğu ve tasfiyeci pratiği, başlıca bu nedenden kaynaklanıyor. Küçük-burjuva grupların hepsi de kendilerini Marksist-Leninist olarak tanımlamakta, etkiledikleri gençlik çevrelerini sürüklemek için çıkardıkları ve sayıları her biri için 500–1500 arasında değişen dergi ve gazetelerde, anti-Marksist ideolojik-politik çizgilerini sözde doğrulamak amacıyla ve çarpıtılmış bir anlayışla Marksizm-Leninizm’in lafzını kullanmayı da elden bırakmayarak, “oportünizme ve tasfiyeciliğe karşı”(!) bazısı “dağların doruklarında” ve “toprağın derinliklerinde!”, bazıları, ekmek fırınlarını, atölyeleri, otoparkları ve otobüs duraklarını “molotoflayarak”, ne yaman ihtilalci olduklarını ortaya koymaktadırlar.

Bazılarının nicel büyüklüğü, grup sayısından daha küçük olan bu gruplar teorik planda sınıf mücadelesi ve kitle hareketini yadsımamaktadırlar. Çıkardıkları yayın organlarında bol bol proletaryanın ve halkın sorunlarından, çıkarlarından ve kurtuluşundan söz etmekte, bunun için mücadele edilmesini istemektedirler. Ancak bu istekler, eklektik çizgi bütünlüğü içinde bütün içinde anlamsızlaşmakta, bir süs olarak kalmaktadır. Ve bir adım daha atılıp siyasal pratik alana geçildiğinde, bu grupların eyleminin içeriği, çizgilerinin ekonomik, tasfiyeci anti-Marksist özünü gözler önüne sermektedir.

Küçük-burjuva grupların en karakteristik özelliklerinden biri, işçi sınıfının ve halk yığınlarının devrim yapabileceklerinden kuşku duymalarıdır. Kuşkusuz, kendine devrimci ya da Marksist adını yakıştıran bu grupların hiçbiri, inançsızlığı ve kuşkuyu açık olarak dile getirmez. Ama kitle hareketi karşısında alınan tutum ve izlenen pratik siyasal çizgi, onların inançsızlığını gözler önüne sermektedir. Bu grupların en çok kaygısını duydukları şey, grupsal varlıklarının ispatıdır! Bunun için “adlarını duyuracak” eylemlere başvururlar, bu eylemlerin, sınıfın devrimci eylemi ve halk hareketini geliştirip geliştirmediği üzerinde düşünmek onlara göre zaman öldürmektir ve onların, zamanı “boş geçirmek” gibi bir “lüksleri” yoktur! Boşa zaman geçirmemek için “ses çıkarıcı” eylemlerle adlarını duyuruyorlar. (İşte ses getirici (!) ve örnek olucu (!) eylemlerden bazıları; (8 Nisan-95 tarihli Kurtuluş Dergisi) “Mecidiyeköy ve Gülbağ’da sivil faşist birer üs konumundaki bir ekmek fırını, konfeksiyon atölyesi ve daktilo tamirhaneleri molotoflanarak tahrip edildi. Bağcılar Yenimahalle Mustafa Kemal Caddesi’ndeki market ve nalburiye, DHKC/Liseli Dev-Genç tarafından dağıtıldı. Gazi Mahallesi Dörtyol’da faşist bir odak molotoflanarak tahrip edildi. Devrimci Halk Güçleri adına gazetemizi arayan bir kişi “Dörtyol’da polis ve sivil faşistlerle işbirliği yaparak, halkı ihbar eden, Celal’in Yeri adlı cafeyi molotofladık, başkomutanımızın emirlerini bekliyoruz” dedi.)

Buna daha da “öğretici” olan fabrika bombalamalarını ve işçi direnişlerini sabote eden eylemleri eklemek mümkündür.

Bütün bu “gürültü grupları” birbirleriyle “üstünlük” yarışı içinde Devrimci Sol’dan MLKP-K’ya kadar hemen hepsi, sabotajlarla adını duyurmaya, “ses çıkarıcı” “molotoflama” eylemleriyle “öne geçmeye”, ne denli “savaşçı” olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Bu grupların tümü giderek daha çok birbirine benzemekte, aralarındaki nüanslar azalmakta ve proletaryanın devrimci hareketi karşısında tuttukları yer itibarıyla oynadıkları tasfiyeci rol berraklaşmaktadır. Dahası hitap etmeye çalıştıkları şehir küçük burjuvazisinin aşağı tabakaları içinde de tasfiyeci bir konuma savrulmaktadırlar. MLKP-K gibi bazıları, bu kesim içinde de tutunamamakta ve öfkeyle, şehir yoksullarıyla işçi sınıfı dayanışmasını sabote eden eylemlere girişmektedirler. İşçi sınıfının devrimci eylemi, kitle hareketi ve sınıfın öncü devrimci partisi karşısında tasfiyeciliğe soyunan bu gruplar diğer yandan, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” halk sözünü doğrularcasına, Marksistleri tasfiyecilikle suçlamaktan da geri kalmıyorlar. Küçük-burjuva oportünizmi, keskin ‘sol’ sloganları reformist-sağcı tezlerinin örtüsü olarak kullanmaktan da geri durmaz. Küçük-burjuvazinin sağ ve sol oportünist kanatları özünde aynı ideolojik platform üzerinde bulunur. En keskin “taktik”ler, en uç noktada sınıf güç ve ilişkilerinin abartılı değerlendirilmesiyle belirlenir. Kitlelerin gücünün hesaba katılmadığı, ya da bilinç ve örgütlenme unsurlarının abartıldığı durumlar bir aradadır bu tahlillerde. Örneğin, bir polis saldırısına direnç gösteren semt emekçilerinin bu eylemi “ayaklanma” olarak görülür, ya da, ekonomik-kendiliğin-den işçi hareketinin önünde secdeye varılır. Bu secdeye varışın diğer yanında ise, inkârcılık ve inançsızlığın, ucu kör baltası durur.

Küçük burjuva “gürültü grupları”, sınıf ve halk hareketi içinde oynadıkları tasfiyeci rol sonucu, içine düştükleri tecritten “çıkışı” proletaryanın devrimci öncüsüne saldırıda buluyorlar. Bunun için önce olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip, ardından don-kişotluk yapmaya çalışıyorlar. Ama tüm kılıç darbeleri boşa çıkıyor ve onlar yorulup sırtüstü yere yuvarlanıyorlar… Çünkü yel değirmeninin yalnızca hayalini görmüşlerdir ve modern çağda yaşadığımızı unutmuşlardır.

Bu bakımdan, gerek Devrimci Sol’un, gerekse “Atılım” adlı küçük burjuva haftalık gazetenin Aydınlık yetiştirmesi yazarları, sayfalarında proletaryanın partisini “tasfiyecilik”le suçlarken esasen, kendi tasfiyeci-sabotajcı-yasalcı çizgi ve pratiklerinin üstünü örtme telaşı içindedirler. “Gürültü grupları”nın sözcüleri, Türkiye’de revizyonizmin ve reformist parlamentarizmin yarattığı gelenek üzerinde bulunmalarına karşın, revizyonizme ve reformizme, tasfiyeciliğe duyulan haklı tepkiyi sömürmeye, gerici bir tarzda bundan yararlanmaya çalışıyorlar. Örneğin “Yasal parti mi, yasadışı parti mi?”, “Açık işçi partisi mi, illegal komünist parti mi?” biçiminde bir tartışma komünistler açısından söz konusu olmamasına rağmen, bu “uyanıklar” önce komünistleri böyle bir tartışma yürütür gösterip, ardından kendi uydurmaları olan sözde ‘yasalcılık’a karşı savaş baltalarıyla saldırıya geçiyorlar. Komünistler, bırakalım faşist diktatörlükle yönetilen herhangi bir ülkeyi, burjuva-demokratik ülkelerde bile, proletaryanın burjuva yasallığının sınırlarına hapsolmasını devrimin tasfiyesi olarak görürler. Proletarya ve onun komünist öncüsü illegaliteyi tercih ettiği için değil, ama iktidar savaşımında dişinden tırnağına silahlı karşı-devrim karşısında, eriyip yok olmamak ve zaferi kazanabilmek için, proletarya ve emekçi kitleler içinde illegal çekirdekler biçiminde örgütlenmek zorundadır. Siyasal gericiliğin olduğu ülkelerde illegal örgütlenmenin zorunluluğu daha da artar. Parti illegaliteyi temel almakla birlikte, işçi kitle hareketini geliştirmenin legal, yarı-legal yöntemlerine başvurmaktan, yığın hareketini ilerletici çok çeşitli örgütlenme biçimlerine başvurmaktan da geri durmaz. Sözde tasfiyeciliğin eleştirisi adı altında, mücadeleye cevap veren ya da hareketin ihtiyaç duyduğu örgüt biçimlerinin geliştirilmesinde sınıfa ve emekçilere yardımdan geri durmakta, gerçekte tasfiyeci bir tutumdan ve “ses çıkaran”ların “yasalcılığa” karşı kaldırdıkları bayrak, Leninizm’in değil, tasfiyeci Menşevizm’in bayrağıdır. Yasal dergiler etrafında örgütlenen ve sınıf hareketi tarafından itildikleri bürolardan örgüt biçimi ve mücadele yöntemi üzerine sınıfa ders vermeye yeltenen kibirli küçük burjuvaların konumları tastamam tasfiyeci bir konumdur.

İşçi sınıfının devrimci öncü birliği, içinde bulunulan koşulları dikkate alarak, sınıfı ve emekçileri iktidar mücadelesinde ileriye taşıyan taktikler geliştirmeden, komünist olmaya hak kazanamaz. Parti, devrim sürecinde, yığın hareketinin ortaya çıkardığı ve mücadelenin gelişmesine hizmet eden, ona cevap veren örgüt biçimleri geliştirmeden, öncülük rolünü yerine getiremez. Proletarya ve emekçiler, legal-illegal, açık-gizli tüm olanakları kullanarak, barışçıl-silahlı tüm mücadele yöntemlerine koşullara bağlı başvurarak iktidar mücadelesini kazanmaya çalışır. Bu bakımdan hiçbir örgüt ve mücadele biçimi önsel olarak lekeli ya da kabul edilemez değildir. Ölçü söz konusu örgüt biçimi ve mücadele yönteminin, içinde bulunulan koşullara ve toplumsal sınıfların güç ilişkilerine aykırı olmamasıdır. Çünkü aykırılık, proletaryanın sınıf eylemini ve halk muhalefetini gerileten, onun burjuva devlet zoru tarafından etkisizleştirilmesinde olanak sağlayan bir rol oynar ancak.

 

OPORTÜNİZM VE ŞAMATACILIKTA ‘ATILIM’

Proletaryaya ve devrime karşı sorumluluk taşımayanlar devrimin güçlerine saldırıda da pervasız olurlar. “Atılım” yazarları, komünistlere saldırarak ve gerçekleri çarpıtarak “güç kazanma” çabasındadırlar. Komünistleri önce liberal burjuvazinin temsilcileriyle birlikte, devrimci harekete karşı “reformcu ve yasalcı tuzaklar” kurmakla suçlayanlar, sonra da, “bir yandan bu düzenle kesin ve açık düşmanlıklarını ilan edip saldırma cesareti bulamayan” ve “öbür” yandan da ‘yasal parti’ üzerinden çıkış yolları arayarak, düzenin dışına çıkmaktan dem vur(an)larla elde kılıç savaşa tutuşuyorlar! Ama, bu zehir-zemberek sözlerin yer aldığı satırların hemen üç paragraf sonrasında da; “komünistler ve devrimciler açık mücadeleyi hiçbir zaman küçümsemeden, bu alanın imkanlarını ustalıkla kullanmakla birlikte, her zamankinden daha katı bir kıskançlıkla, yasalcılığın sınırları dışında kalan parti örgütlenmesine; Leninist parti ve gizli çalışmada Bolşevikleşmeye özel ağırlık vererek bir dizi yoldan, arayış içindeki yığınların örgütlenmesini ve mücadeleye çekilmesini sağlayacak, hem işbirlikçi sistemi ve hem de yasalcılık tuzağını aşacaklardır.” (1-8 Nisan ’95 Atılım, ‘Yasalcılık ve Devrimcilik’ başlıklı yazı)

Oportünizmin omurgasızlığı, bu makalenin birbirini izleyen paragraflarında sırıtıyor. Hem açık alanın yasal olanaklarının kullanılmasını savunacaksın, hem de örneğin, “illegal örgütlenme-legal örgütlenme” tartışmasına girişmeksizin ve illegal çekirdeklerini güçlendirerek, açık alanı daha etkin tarzda ve bir açık işçi partisi aracılığıyla kullanmasından söz edenleri, “devrimci harekete karşı reformcu ve yasalcı tuzak” kurmakla suçlayacaksın ve buna da “komünist örgüt politikası” diyeceksin; işte bu tastamam oportünist manevradır. Baylar, Marksist olmak için, Perinçek’e ya da Gorbaçov’a küfür etmek yetmiyor. Aydınlık okulunda gördüğünüz eğitimin tüm izlerini silmek zorundasınız!

Lenin, küçük burjuva sosyalizmi savunucularının, küçük burjuva aydının ‘coşku ve yılgınlık’ arasında gidip gelen tutarsızlığıyla bağından söz eder. Türkiye’nin “gürültü grupları”, son yıllarda Kürt küçük burjuva milliyetçilerinin başvurduğu “silahlı eylem” pratiğini, tüm boyutlarıyla değerlendirme, bu pratiğin yığın hareketi ve proletaryanın devrimci eylemi üzerinde ne gibi etkide bulunduğunu irdeleme yerine, uyanış içindeki genç devrimcinin coşkusunu sömürmeyi ve yaygaracılığı tercih ediyorlar. Atılım gazetesinin, 25 Mart-1 Nisan ’95 tarihli sayısında yayınlanan “Kalkışma, işgal ve Metropol Kürtleri” başlıklı yazı bunun tipik bir örneğini veriyor. Söz konusu yazı, bir abartı, umutsuzluk ve yanlışlıklar “abidesi”dir. Yazar önce, “Türkiye ve Kürdistan devrimlerini iç içe geçmiş iki devrim” olduğunu ve “Kürdistan coğrafyasının devrimci durumu” yaşadığını öne sürerek, “Batı’dan yükselmesi gereken destek”in olmamasından yakınıyor, sonra da 3. paragrafta, 21. sayıya atıfta bulanarak, içinde bulunduğu umutsuzluğun giderilmesinde yardımcı olmadıkları için “Kürt yurtseverleri”ni eleştiriyor. Bu paragrafta şunları okuyoruz: “…Batı metropollerinde yaşayan Kürt yurtseverlerinin metropol yangınına (Dikkat, yangın var, yani devrim başlamış ya da başlamak üzere!) körük olabileceklerine (yangına körükle hava verecekler, ama, her nedense “komünist” Atılımcılar, MLKP-K’cıların değil, Kürt yurtseverlerinin körük olması gerekiyor) vurgu yapmış, bunun her şeyden önce Kürdistan devriminin yararına olacağını belirtmiştik. Yazdıklarımızın üzerinden çok zaman geçmedi. Gazi’de patlak veren direniş ve gelişen ayaklanma da gösterdi ki, Batı’da patlak verecek her türlü toplumsal olaylar, muazzam devrimci olanaklar yaratırken, devrimci mücadele bakımından önemli sıçramalara da kaynaklık edebiliyor. Ortada böyle bir gerçeklik olduğu halde, son Gazi örneğinde görüldüğü gibi, bu tip olanaklar yurtseverler tarafından yeterince değ edendir ilememekte, konunun önemi kavranamamaktadır.”

Her şeyden önce ortada bir “yangın” durumu yok, olsa olsa kitle hareketinin patlamalı sönmeli durumundan söz edilebilir. Kitle hareketinin ortaya koyduğu şey istikrarsızlık içinde yükseliştir.

İstikrarsızlık, kendiliğinden karakterli kitle hareketinin, son iki-üç yılı açısından daha belirgindir. Proletarya ve emekçilerin siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyi henüz oldukça yetersizdir. Bu durum Kürdistan açısından daha da belirgindir. Kürdistan’da değil bir “devrim durumu” yığın hareketlerinin durgunluğu, dağınıklığı, ekonomik ve politik hareketin geriliği söz konusudur. Kürt köyleri boşaltılmış, şehir merkezlerinde biriken emekçilerin yığınsal direnişi ise henüz görülmemektedir. Bu kentlerin potansiyel patlama merkezleri olma özelliği taşımaları, devrimci patlamanın ya da onların söylemek istedikleri gibi bir devrimin bu günden başladığı anlamına gelmiyor. Son 1 Mayıs, Kürt işçi sınıfının eyleminin geçen yıllarla kıyaslandığında ciddi bir ilerleme göstermediğini ortaya koymuştur. Gerçek durum bu iken, “Kürt coğrafyasının devrimci durumu yaşadığı” neye dayanarak iddia ediliyor? Geriye PKK’nın şu ya da bu biçimde devam eden eylemleri kalıyor. Ve anlaşılan o ki, Atılım yazarları ve MLKP-K sözcüleri, “devrimci durum” tespitini PKK’ya ve eylemlerine dayandırıyorlar. Ancak bunun, Leninist devrimci durum tespitiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Devrimci durum tespitini, sınıf güç ve ilişkilerinden, proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyinden, ekonomik-politik krizden, en geri tabakaların burjuvaziyi yalnız bırakarak, proletaryanın yanına geçmesi olgusundan kopararak, yalnızca bir örgütün durumuna (üstelik bu örgüt, işçi ve emekçilerin yığınsal örgütlenmesi ve desteği gibi bir kaygı taşımadığı, aksine eylemleriyle yığın hareketini dağıtıcı bir rol oynadığı halde) bağlamak komplocu “devrim” anlayışıdır. Mahir Çayan bu anlayışı yıllar önce “oligarşi ile THKP-C arasındaki savaş” biçiminde ifade etmişti. Bugün PKK’ya, TİKKO’ya, Devrimci Sol’a hâkim olan devrim anlayışı da aynıdır. Bu anlayışın devrimci anlayışı da aynıdır. Bu anlayışın devrimci durum tahlilinde ve sınıf savaşımında, proletarya ve emekçilerin yeri ya yoktur ya da öncüye tabidir.

Atılım yazarı “Kürt yurtseverlerinden, “metropol yangınına körük olmaları”nı istiyor, bunu “yeterince” yapmadıkları için de onları eleştiriyor. Umutsuz bir küçük burjuvanın yakarışıyla karşı karşıyayız. “Kürt yurtseverleri” dediği PKK, bizce “Batı”da da bolca yangın çıkarıyor, trenlere, otobüslere, mağazalara, atölyelere karşı sabotaj eylemleri gerçekleştiriyor. Ve bu eylemler. Kürt ve Türk halkının mücadelesine darbe vurmaktan, Türk gericiliğinin değirmenine su taşımaktan başka bir şeye yaramıyor, MLKP-K, PKK ve Devrimci Sol’un sabotaj ve bombalama eylemlerini yetersiz görmüş olacak ki, Atılım sayfalarında “MLKP-K bombalarının, “kızıl müfrezeler”in eylemlerinin reklamı yapılıyor. Ve bir yerlerden, devrimci olmayan birilerinin el ovuşturduğunu görür gibi oluyoruz. “Körükleyin baylar, tutuştu tutuşacak!” Bu bayların, son zamanlarda hamasi nutuklar atmaları ve örneğin Gazi Mahallesi’nde, diktatörlüğün faşist provokasyonunun iç yüzünü teşhir ve burjuvazinin “Alevi-Sünni” karşıtlığını körükleme çabalarını açığa çıkarma, buna karşı kitleleri uyarma yerine, bu olayın üzerine balıklama atlama ve adeta çığırtkanlık yaparak, salt içinde birkaç yandaşları da yer aldı diye, “Gazi ayaklanması” üzerine şamataya varan değerlendirmeleri, küçük burjuva kendinden geçmenin diğer bir örneğini gözler önüne sermektedir. Alevi mezhebinden yoksul semt emekçilerinin, diktatörlüğün generallerini “polise karşı bir güç” gibi görüp, bir nevi sahiplenmesinin ciddi bir yanılgıya değil de, “devrimci ayaklanmaya” işaret sayma sorumsuzluğu olsa olsa MLKP-K gibi, yaşamlarında hiçbir ayaklanma görmedikleri gibi, Marksizm-Leninizm’in devrim ve ayaklanma üzerine tezlerinden de habersiz ya da bilinçli olarak bu tezleri görmezden gelenler tarafından gösterilebilir. (Burada Atılım yazarlarının görüşlerini tüm yönleriyle ele alma niyetinde değiliz. Ancak yazımızın temel çerçevesini ilgilendirdiği kadarıyla bazı noktalarına değinip geçiriyoruz. Bu bakımdan, yazarın “Kürdistan ve Türkiye devrimi’ni “İki ayrı devrim” olarak görmesine karşın, neden buna uygun bir örgütlenme türü ve mücadele platformu önermediği üzerinde durmuyor ve bu çelişkiyi, omurgasız oportünizmin “elastikiyet” mantığına “havale” ediyoruz.)

İstanbul Gazi Mahallesi’ndeki gelişmeler neyi gösterdi? Öncelikle bunu doğru değerlendirmek gerekir. Gazi mahallesindeki-kahve ve pastanelerin, ipleri açıkça devlete uzanan ve profesyonel oldukları belli olan güçlerce taranması sonucu, bölgede yaşayan emekçilerin yükselen protestolarına devlet güçleri azgınca saldırdı. Polisin pervasızca saldırması ve ateş açması, emekçilerin öfkelerini daha da artırdı ve yayılan gösterilerde devletin saldırılarını lanetleyen on binlerce işçi ve emekçi, öfkesini açığa vurdu. Kuşku yok ki, bu olay vesilesiyle ortaya konan tepkiler, emekçi halkın siyasal cinayetlere, faşist katliamlara karşı duyduğu ve biriktirdiği öfkenin, kendilerini kuşatan ekonomik ve sosyal zorluklara tepkinin açıkça dışa vurulmasının ifadesidir.

Diktatörlük, bu son olaylarla emekçi yığınlarda biriken ve artık bir sosyal patlamaya dönüşmesi muhtemel öfkesini provoke etmeyi amaçlamış, bunun toplumsal temellerini daraltmayı ve yönünü saptırmayı amaçlamıştır. Ancak, emekçi yığınların tutumu, bu faşist politikayı boşa çıkarmış; fakat sınıf dinamiklerinin harekete geçirilmesinde fazlaca bir başarı sağlanmamıştır. Gazi olayları hiçbir olayı kendi başına amaç haline getirmeden; ama her olay ve gelişmeyi işçi sınıfının ve halkın genel mücadele ve hedefleri ve buna hizmet eden bir taktik çizgiye bağlamanın, sınıf mücadelesi bakımından zorunlu tek devrimci tutum olduğunu göstermiştir.

Gazi olaylarının gösterdiği bir başka gerçek de, küçük burjuva devrimciliğinin bu tür olaylar karşısında takındığı “öncü” ve “artçı” tutumlarıdır. Orada, kimi küçük burjuva gruplar kendilerinden geçerek kendi özelliklerini eylemlere dayatmaya çalışırken, kimileri de patlayan ve politik bir mecraya çekilme imkânı oldukça yüksek olan eylemi “erteleme” tutumunu benimsediler.

 

EMEKÇİ SINIFLARIN ÇATIŞMASINDAN ‘DEVRİM’ BEKLENTİSİ YA DA TÜRKİYE DEVRİMİNİN “ATILIM”CI YOLU!

Bütün bu gelişmelerin “Atılım”ca yorumu ise, kendi “öngörüleri”nin “doğrulandığı”dır! Övünerek sundukları tespitleri şöyle; “Kuruluş Kongremizin inşa ettiği stratejinin öngördüğü ve dikkat çektiği, devrimimizin bariz dengesiz gelişeceği öngörüsünü devrimci Gazi deneğimi bütünüyle doğrulamıştır. MLKP-K Kongre Belgeleri’nde devrimin olası gelişme çizgisi şöyle konmaktadır; ‘Birincisi, Türkiye’yi anti-emperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun, burjuvazi ve proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve sosyal karşıtlıklar yanı sıra, fakat bundan daha çok Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Laik-Şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişecektir…'” (8–15 Nisan’ 95 tarihli 27. sayılı Atılım gazetesi, abç)

Proletarya ve emekçi kitlelere “komünist öncü” diye sunulmaya çalışılan MLKP-K’nın Kongre’sinde “devrimin olası gelişme çizgisi” işte böyle çiziliyor. Ve bu tahlil sahipleri kendilerini komünist olarak reklâm ederlerken, en küçük bir sıkıntı duymadan proletaryanın devrimci-komünist partisini, liberallik ve yasalcılıkla suçlayabiliyorlar.

Toplumsal çelişkilerin devrimci ele alınışı, sürecin devrimci çözümü içindir. Çelişki iki kutupludur ve kutuplardan birinde devrim güçleri bulunur. Örneğin, kapitalist toplumun temel çelişmesi olan emek-sermaye ya da bunun siyasal sınıfsal plandaki ifadesi olan, proletarya burjuvazi çelişmesinde durum budur. Keza, sosyalizm-kapitalizm ve emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinde de durum aynıdır. Bunların yanında bir de, kendisi devrimin güçlerini içermemesine karşın, dolaylı olarak devrim güçlerinin yararlanabilecekleri, karşı-devrim cephesini zayıflatan çelişmeler vardır. Bu tür çelişmelerin keskinleşmesinden devrim güçleri doğru taktik izlemek koşuluyla yararlanabilirler. Emperyalistler arası çelişme bu türden bir çelişmedir. Emperyalist burjuvazinin çeşitli bloklar ya da kamplara ayrılarak, sermaye ihraç alanları, toprakların ve hammadde kaynaklarının yeniden paylaşımı için savaşa tutuşması, emperyalizmi içten çürüten, zayıflatan ve proletaryanın ve ezilen halkların devrimci ayaklanmalarına müdahale olanaklarını sınırlayan bir işlev de gördüğü için, bu temel bir çelişme olarak ele alınır. Emperyalistler ya da burjuvazinin çeşitli grupları arasındaki temel çelişmenin hiçbir yanında devrimin güçleri bulunmaz, bu çelişmenin, örneğin savaşla çözümünden doğrudan doğruya devrim doğmaz. Ancak bu çelişme, dünya gericiliğinin ana dayanağının içten zayıflayıp parçalanmasına yol açması nedeniyle, dolaylı olarak uluslararası proletaryanın devrimci eyleminin zeminini güçlendirir. Proletarya ve halklar emperyalizmi en zayıf halkasından bir devrimle yarmak için ve çatışan güçlerden hiçbirine eklemlenmeden, bu çelişmelerden yararlanma taktiği izlerler.

Devrimin teorisinden ve proletaryanın uluslararası mücadele pratiğinden az çok öğrenmesini bilen herkesin kolaylıkla görebileceği gibi, MLKP-K belgelerinde çelişmenin devrimci olmayan bir yorumuyla karşı karşıyayız. Keskin slogancılığın altından, üç-dünyacı sağ oportünizm başını uzatıyor. Türkiye toplumunun devrimci tahlilinde, “Alevi-Sünni, Kürt-Türk” çelişkisinden söz etmek, burjuvaziyle proletaryayı aynı kampa dâhil etmek burjuvazinin bir potada eritme(!) anlayışını ele verir. Burada, burjuvazinin “Alevi-Sünni” ya da “Türk-Kürt” çelişkisi yaratarak, toplumun sınıf uzlaşmazlığı temelinde değişimini geciktirme ya da engelleme taktiği değil, toplumsal gelişmenin hangi çelişkiler temelinde olacağı ele alınıyor.

Kullanmayı sevdikleri tasfiyeci tanımını fazlasıyla hak eden bu oportünist “gürültücü grup” şeflerinin mantığına bakılırsa, “Alevi-Sünni çelişkisi”nin devrimci kutbunda, Alevi mezhebinden burjuvazi, emekçiler ve proletarya birlikte yer alıyor! “Kürt-Türk çelişkisi”nde de, Kürtler topluca ilerici-devrimci, Türkler de tüm sınıflarıyla gerici, karşıdevrimci(!) ilan edilmiş oluyorlar. Burada sınıf tahliliyle değil, sınıfların mezhep ve milliyet kategorileri içinde “uyumu” teorisiyle karşı karşıyayız. Aydınlık oportünizminin ideolojik platformu üzerinde bulunanların, ona küfretmelerinin bir işe yaramayacağı bir kez daha açıklık kazanıyor.

Dikkatli bir okur, Türkiye’de “Alevi-Sünni”, “Türk-Kürt”, “laik-şeriatçı” çelişkisinden en fazla sosyal demokratlar denilen, CHP-SHP çizgisindeki burjuva kesimlerin söz ettiğini, bu gibi kesimlerin burjuva-faşist ve gerici siyasal sistemi “laik devlet” propagandasıyla aklamaya ve sözde “şeriatçılığa” karşı, aralarında, yukarıdaki satırların yazarlarının da yer almaktan kaçınmayacaklarını sandığımız (eğer, “devrimin olası gelişme çizgisi”, örneğin “Alevi-Sünni” ya da “laik-şeriatçı” çatışması biçiminde olacaksa, bu çelişmenin bir yanında yer almak zorunludur. Başka türlü devrimci olunamaz.) “laik bir cephe” yaratmaya çalışıyorlar. MLKP-K yazarları, komünizm adını lekelemek pahasına, “laik-şeriatçı”, “Kürt-Türk” çatışmasını, demokratik devrime götürecek yol olarak görmektedirler. Bu anlayışın Gazi olayını onca abartmasının ve dahası, geri bilinçli kitlelerin de gerisine takılarak, laiklik adına farklı mezheplerden emekçilerin birbirlerine karşı saldırıya geçmelerini desteklemelerinin nedeni buradan kaynaklanıyor.

MLKP-K teorisyenleri “devrimi zafere götürecek yolun”, yoruma yer bırakmayacak tarzda, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-şeriatçı çatışmasından geçtiğini söylüyorlar. Devrimci bir örgütün “devrimci” niteliğinin tartışılır hale gelmesi için, çelişkinin bu tarz yorumu yeterli bir nedendir. Proletarya ve emekçilerin mezhep ve milliyet farkı temelinde çatışmasını, devrimin yararına görmek için, kişinin ya da kişilerin aklını yitirmesi gerekir.

Sorumsuzlukta sınır tanımayan “Atlım” yazarlarına göre, “devrimin dengesiz gelişimi” Gazi olaylarıyla açıklık kazanmıştır! Kapitalizmin, ülkeler, bölgeler ve sektörler arası dengesiz gelişimi ve bunun politik-kültürel gelişim farklılıklarını etkilemesinden hareketle, “devrimin dengesiz gelişeceği” tespit yapmakla, böyle bir tespit, Gazi provokasyonu ve ardından gelişen emekçi direnişiyle tanıtlama-doğrulama çabası, farklı eğilimlere işaret eder.

Gazi’de, ne bir ayaklanma olmuş ne de devrim başlamıştır. Bütün diğer benzerleri gibi, emekçi semt halkı faşist saldırılara tepki gösterip sokağa dökülmüş, polisle çatışmaya girişmiştir. Türkiye’de benzer türden olaylar ’80 öncesinde çokça yaşandı. Tariş direnişi ve ardından Gültepe semtinde gelişen eylemler, gelişim biçimi ve kapsamıyla Gazi’deki olayı kat kat aşan yaygınlık ve nitelikte olmasına karşın, bu eylemi ayaklanma olarak nitelendirmek kimsenin aklına gelmemişti. Anlaşılan Gazi’deki provokasyon ve çatışma, salt içinde örgütün yandaşları da bulunduğu için “ayaklanma” olarak adlandırılmaya hak kazanıyor ve devrimin nasıl gelişeceğine dair, MLKP-K kurgularını doğrulamış oluyor!

 

KISACA BİR KEZ DAHA MÜCADELE BİÇİMLERİ SORUNU

Türkiye’de, küçük burjuva sol hareketler tarafından, devrimin çeşitli sorunlarıyla ilgili tartışmalar, revizyonizm ve reformizmin ideolojik hattı üzerinden sürdürülmektedir. Bu grupların hemen hepsi aradan 25–30 yıl geçmiş olmasına karşın, henüz ’60’h yıllardaki ÇKP-SBKP arasında sürdürülen çarpıtılmış ideolojik tartışmaları eksen almaktadırlar. Böyle olunca da, örneğin, Maocu sınıf tahlili ve “halk savaşı” tezi Marksist-Leninist fakat silahlı halk ayaklanması tezi ise “revizyonist” oluyor. Revizyonizmle Marksizm-Leninizm’in bu tarz bir ayrıştırılması ve tanımlanmasının oportünizmi maskelediği açıktır. Bu tür bir sözde ayrışmayla, hem revizyonistler, halk ihtilalini ve proletarya ve emekçilerin devrimci ayaklanmasını savunan devrimciler katına yükselmiştir, hem de belli tarihsel-toplumsal koşullarda, ulusal ve uluslararası sınıf ve güç ilişkilerine bağlı olarak şu ya da bu ülkede gündeme gelmiş “uzun süreli halk savaşı” tezi, dogmatik biçimde evrensel ve her tarihi dönem için geçerli “tek yol” olarak ilan edilmiştir.

Küçük burjuva gruplar “halk savaşı” sözcüklerinde ifadesini bulan “halkın savaşı” anlayışından uzaktırlar. Onların mantığındaki “halk savaşı”, küçük devrimci grupların savaşı, öncü savaşıdır. Bir örgütün, niteliğini ortaya koyar. Mücadele biçimleri, taktikler ve eylemler sınıf mücadelesinin gelişim seyrine, işçi hareketinin nesnel durumuna, toplumsal, ekonomik ve politik koşullara bağlıdırlar ve iradi olarak belirlenemezler. Bu bakımdan, herhangi bir mücadele biçimi, önsel olarak ne reddedilebilir ne de mutlaklaştırılır. “Öncü savaşanı temel bir mücadele biçimi ya da “stratejik aşama” sayan küçük burjuva gruplar, bunun için, yalnızca devrimin diğer temel sorunlarına ilişkin görüşleriyle değil, mücadele biçimleri sorununa yaklaşımlarıyla da anti-Marksist bir çizgi üzerinde bulunmaktadırlar.

Burada, Lenin’in ünlü makalesini bir kez daha anacağız. Lenin, 1905 Aralık Moskova Ayaklanması ve ardından devrimin yenilgisi üzerine (1906) kaleme aldığı söz konusu makalede Rusya proletaryasının silahlı ayaklanmasına bağlı olarak gelişen gerilla mücadelesine yöneltilen eleştirileri cevaplarken, sorunu daha geniş bir çerçeveden ele alarak, mücadele biçimlerini kitle hareketiyle bağı içinde irdeler. Lenin’in konuya ilişkin söyledikleri şöyledir:

“Başından başlayalım. Savaşın biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksist’in temel istemleri nelerdir? İlk önce, Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel savaşım biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik savaşım biçimlerini kabul eder ve onları “uydurmaz”, ama devrimci sınıfların hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren savaşım biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün sosyal formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesinkes düşman olan Marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve daha yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle savaşımına karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, Marksizm, kesin olarak herhangi bir savaşım biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni savaşım biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan savaşım biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden Marksizm, kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir ve “sistem yapanların” tek başına çalışmalarıyla keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki -toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir- yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni savaşım biçimleri getirecektir.

İkinci olarak, Marksizm savaşım biçimleri sorununun kesinkes tarihsel bir incelemesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılamadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel, yaşam ve öteki koşullarındaki farklılığa bağlı olarak, farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın biçimleri halini alır ve bununla bağlantılı olarak, ikincil yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumunun ayrıntılı bir incelenmesini yapmaksızın, herhangi bir özel savaşım aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorununa evet ya da hayır biçiminde verilecek bir yanıt, Marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir. “(Marx, Engels, Marksizm, sf. 131–132)

Bir de DHKP (Devrimci Sol) “önderi”nin yazdıklarına bakalım:

“Silahlı mücadeleyi, gerilla savaşını, uzun süreli halk savaşını esas almayarak, bu mücadele dışında, ajitasyon-propaganda ile kitleler içinde örgütlenerek ve özellikle de işçi sınıfı içinde çalışarak, daha çok işçi grevleri ve direnişler temelinde kitle eylemlerinin örgütlenmesi ile, krizin derinleştiği bir anda, kitleleri topyekun ayaklandırarak, burjuva iktidarını alıp, (proletarya burjuva iktidarını almaz, lağveder, dağıtır, yerine kendi iktidarını kurar. ÖD) devrimci iktidarı kurmak isteyenler, tamamen farklı bir çalışma tarzını esas alırlar. Bu çalışma tarzında hiçbir silahlı eyleme ve gelişime yer yoktur denemez. Bu stratejinin savunucuları da zaman zaman silaha başvurur. Son aşamada ise, kitlelerin silahlı olarak iktidarı alması hedeflenir. Ama silahlı mücadelenin temel olduğu tespitinin yapıldığı, politikleşmiş askeri savaş stratejisi çizgisinin esas alındığı, bizim gibi ülkelerde, silahlı mücadele olgusu baştan beri süreci belirliyor olup, partinin tüm çalışma alanlarının temel hedefi ideolojik ve örgütsel, kültürel yapının harcı olup, her şey ile savaşa göre biçimlenmişti… Bizim gibi ülkelerde, Sovyetlerdeki örgütlenmeyi taklit etmek hiçbir zaman (hiçbir zaman!) devrime götürmez ve devrimi engelleyen bir işlev görür. Biz silahlı savaşı daha baştan öncü gerilla biçiminde şehirde ve kırda, birleşik devrimci savaş perspektifi ile Gerilla Ordusu’ndan, Halk Ordusu’na doğru uzanan bir çizgide ele alıp, oligarşik devleti yıkmayı düşünüyoruz.” (abç) Burada hedefe konan, “hiçbir zaman” devrime götürmeyeceği ileri sürülen görüşler, Marksist partinin işçi sınıfı ve emekçiler içindeki çalışmasının esasına ilişkin, Lenin’in ve tüm Marksistlerin görüşleridir.

Önce, Lenin’in görüşlerinin “geçersiz” olduğunu ilan eden bu “parti”nin nasıl bir parti olduğuna kısaca bakalım. Devrimci Sol, kurduğu partiyi şöyle tanımlıyor: “Bu parti Kürt ve Türk halklarının, Arapların, Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin, Rumların, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin, tüm mezhep ve dinden emekçi halkımızın, tüm Anadolu halklarının, emperyalizm ve oligarşi ile işbirliği yapan bir avuç hainin dışında, herkesin partisi olmalıdır.” Burada tanımı verilen DHKP-C en çok demokratik bir burjuva partisi olabilir, o bile kuşkuludur. Eğer böyle olursa, bu partinin Aydınlık çizgisiyle ve Maocu üç dünyacılıkla bir farkı yoktur. Burada tanımı yapılan “parti”, “bir avuç hain”in dışında, orta ve küçük burjuvazisi, köylüsü ve proleteriyle, “Lazların, Çerkezlerin, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin…” toplumsal partisidir. Böyle bir partinin proletaryanın sınıfsal partisiyle bir ilişkisi olamaz.

Devrimci Sol vb. gruplar, Marksizm-Leninizm’i revizyondan geçirip, onun devrimci özünü anlaşılmaz kılarken, öte yandan Marksist-Leninist olduklarına “yemin” etmekte ve başkalarını da devrimi engellemekle suçlamaktadırlar. Marksizm’e ve Leninist devrim tezine saldırılar en açık biçimiyle, mücadele ve örgüt biçimleri sorununda ortaya çıkmaktadır. Mücadele biçimleri sorunu devrimin en temel sorunlarından birisidir. Devrimi kimler yapar? Bu soruya verilen cevap, mücadele biçimlerini de kapsar. Devrimi kitlelerin eseri olarak ele alan bir örgüt ya da parti, tüm mücadele ve eylem çizgisini kitlelerin eylemine dayandırmayı, kendiliğinden kitle hareketi içinde yer alma yoluyla, kitlelerin aydınlatılması, eğitilmesi ve örgütlendirilmesini eyleminin esası sayar. Parti, siyasal bir örgütün, grubun ya da bir sınıfın, iradesine tabi olmayan, doğrudan doğruya sömürü ve baskı sisteminden kaynaklanan ve zorunlu olarak sınıf karşıtlıkları ve çatışmalarının yaşanmasına yol açan kitle hareketlerine katılır, onun ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini, bilinçle ele alıp, örgütler, geliştirip genelleştirir.

Marksizm, kitle hareketini, kitlelerin ruh halini, eğilimlerini, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki güç ilişkilerini dikkatle irdeleyerek yığınların mücadele pratikleri içinde ortaya çıkan gelişen çeşitli mücadele biçimlerini yığın mücadelesini geliştirmeye hizmet edecek tarzda genelleştirerek kitlelere yardımcı olur. Böyle bir irdelemeye dayanmayan, “devrimci öncü”nün iradi olarak kitlelerin önüne sürdüğü “temel mücadele biçimleri” yoktur. İşçi sınıfı hareketinin tarihine baktığımızda, mücadele biçimlerinin yığınlara öğretilemediğini, sınıf hareketinin gelişimi içinde ortaya çıktığını görürüz. Kitle hareketi ve sınıf bilincinin yükselmesi ile birlikte, iktisadi ve siyasi krizlerin derinleşmesi ve sınıf çatışmalarının artmasıyla eski biçimleri bir yana atan yığınlar, yeni mücadele biçimlerine başvururlar. Marksizm bu bakımdan bütün koşulları göz önünde bulundurarak, hareketin ortaya çıkardığı, bütün mücadele biçimlerini, en kesin sonuç alınmasına hizmet edecek tarzda, uygulanmak üzere genelleştirir. Bir başka deyişle, kitle hareketinin pratiğinden öğrendiğini, kitlelere bilinçle uygulanmak üzere geri verir. Devrimci bir parti, bütün devrimci sınıfları, devrimci bir program etrafında birleştirmeye ve yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini siyasal iktidarın alınması perspektifine bağlamaya çalışır. Küçük burjuva devrimciliği ise, sınıfların eylemi ve tarihsel rolü yerine, “öncü”nün ya da “öncülerin” eylemi ve rolünü geçirerek, sınıf mücadelesini daraltmakta, onun canlı çeşitliliğini göz ardı etmekte ve kendisinin “devrimci” gördüğü eylemleri, kitlelerin de devrimci görmek zorunda olduklarını düşünür.

Bütün bunlardan hareketle, küçük burjuva devrimcileri Marksizm’in, kendiliğindenci, ekonomist ya da onların deyişiyle “determinist” olduğu sonucunu çıkarabilirler. Oysa bu yargı yanlıştır. Marksizm, her zaman insanın bilinçli eylemine ve siyasal öncünün devrimci rolüne hak ettiği önemi vermiştir. Devrimci siyasal faaliyet olmadan, proletaryanın siyasal sınıf bilincine ulaşması ve iktidarı alması olanaksızdır. Bunun için Marksizm, proletarya partisinin görevini proletarya ve emekçilerin deneyleri temelinde eğitimi, aydınlatılması ve örgütlü mücadeleye çekilmesi olarak belirler. Partinin politik faaliyetinin “maddi güce” dönüştüğü alan, yığınların kendi öz politik deney alanıdır.

Öncülük üzerine çokça laf eden küçük burjuva devrimcileri öncülük rolünü nasıl ele alıyorlar? Tartışmamızın ana noktalarından biridir bu… Öncü örgütün, sınıflar arası ilişki ve çelişkiler temel veri kabul edilerek, ezilen sınıfların değiştirici eyleminin örgütlenmesi için mi gerekiyor, yoksa proletarya ve ezilen kitleleri “pasif izleyici” konumuna iten, onlar adına iş gören, “iktidar alan” (ki, bu mümkün değildir) bir işlev mi yükleniyor? Küçük burjuva yazarlar bu soruya yanıt vermekten her zaman kaçınıyorlar.

Küçük burjuva devrimciliğinin öncü savaşı tezlerini herhangi bir “yanlış anlamaya” yer bırakmayacak tarzda formüle eden ve kendilerini THKP-C’nin devamı sayan Devrimci Sol’un, yukarıda sözü edilen Kongre Belgeleri’nde ifade ettiği gerilla mücadelesi anlayışının, Marksizm-Leninizm’le en küçük bir ortak yanının olmadığı açıktır. Rusya’daki gibi bir çalışmanın ve örgütlenmenin Türkiye için geçersiz olduğunu söyleyen fakat bunun nedenleri üzerinde durmaya yanaşmayan yazarın; “Bizim gibi ülkelerde silahlı mücadelenin baştan beri süreci belirlediği” tespitiyle de sorunu mutlak bir dogma haline dönüştürdüğü açıktır.

Bolşevikler işçi sınıfı içinde, fabrikalarda ve sendikalarda hücreler biçiminde örgütlenerek ve geniş işçi ve emekçi yığınlarıyla kopmaz bağlar kurarak devrimci bir örgüt çalışması yürüttüler. Günün koşulları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci ayaklanmasını doğurduğunda da, sınıf içindeki örgüt bu ayaklanmanın başarısı için gerekli olan araçlara sahip bulunuyordu. Bolşevikler bu güce proletarya ve emekçiler içinde kesintisiz bir politik faaliyet yürüterek, en geniş yığınlar içinde propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla bilinçlendirme görevini yerine getirerek ulaşmışlardı. Böyle bir çalışma ve örgütlenmenin “bizim gibi ülkelerde… hiçbir zaman devrime götürmediğini” söyleyenler, açıktır ki, proletarya ve emekçiler içinde çalışmanın gerekliliğine inanmıyorlar. Devrimci Sol (DHKP), “hiçbir zaman” ifadesiyle, Bolşevik çalışma ve örgütlenme tarzının “geçersizliğini” de mutlaklaştırıyor. Lenin’in söyledikleri ikinci elden yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır:

1- Marksistler, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamazlar. Tüm mücadele biçimlerini tanırlar ve onları kafadan iradi olarak “uydurmaz”, kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimleri genelleştirip, onlara bilinç unsurunu katarlar.

2- Yeni mücadele biçimleri, sınıf hareketinin gelişmesi ve yığınların bilinçli eylemine bağlı olarak iktisadi-siyasi krizin çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte ortaya çıkarlar. Bunun için hiçbir mücadele biçimi peşinen reddedilmez. Koşullara bağlı olarak ortaya çıkabilecek biçimler dikkate alınır; eskiyen biçimler terk edilir; kitle pratiğinin gündeme getirdiği yeni biçimlerin geliştirilip-genelleştirilmesi için çaba gösterilir.

Sorun bu kadar açıkken, küçük burjuva grupların, 20–25 yıla yakın bir süredir tekrarladıkları “silahlı mücadele, temel mücadele biçimidir” nakaratının ve “öncü savaşçıların yığın hareketinden kopuk silahlı eylemlerine indirgedikleri “silahlı mücadele” pratiğinin, Marksist-Leninist bir pratik sayılması için herhangi bir neden var mıdır? Lenin ve tüm Marksistler, kitle pratiğinden, kitlelerin ayaklanmasından ve bu ayaklanmaya bağlanan gerilla mücadelesinden söz ederken, gerilla savaşını, kendi küçük gruplarının devletle savaşına indirgeyen ve bunu da toplumsal-iktisadi koşulları (ve bu koşullardaki değişmeleri) dikkate almaksızın, tüm bir stratejik devrim aşamasının “temel mücadele biçimi” olarak ilan edenlerin, Leninizm’le en küçük bir yakınlıklarının olmadığı açıktır. Sınıf mücadelesi ve toplumsal tarih, siyasal grupların ve partilerin, önceden saptanmış planlarına göre gelişmez. Aksine, siyasal parti ve gruplar plan ve taktiklerinde, sınıf mücadelesini ve toplumsal koşullan gözetmek zorundadırlar. “Öncü savaşı” ya da “gerilla savaşı” yürüttüklerini söyleyenlerin iddialarına göre, Türkiye’de sürekli bir devrimci durum yaşanmaktadır. “Oligarşi”, “patron-ağa devleti” ya da “sömürgeci faşizm” olarak tanımlanan devletle, halk arasında sürekli bir “denge durumu”, vardır! Ve “halk savaşçıları”, sabotaj, saldırı ve son zamanlarda geliştirilen yeni yetme “molotoflama”larla, bu suni dengeyi kıracak, halk kitlelerinin “devrimden yana geçmesini” sağlayacaktır!

90 yıl önce Lenin tarafından mahkûm edilen Rus Narodniklerinin “güç aktarma” teorisi, bugün karşımıza “yeniden” çıkarılıyor. Küçük burjuva gruplar (Devrimci Sol’dan MLKP-K ve PKK’ya kadar) toplumsal-tarihsel koşulları kendilerine uydurmaya, kendi iradi belirlemelerine uydurmaya, kendi iradi belirlemelerine göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Onlar için ülkenin koşullarının ve kitlelerin ruh hali, bilinç ve örgütlenme düzeyinin hiçbir önemi bulunmuyor. Silahlı mücadele üzerine demagojik bir propagandayla, uyanış içindeki genç devrimcinin coşku ve dinamizmini sömürmeye çalışan küçük burjuva grup şefleri, silahlı eylemin işçi ve halk hareketinde bir unsur olarak yer alıp almadığına bakma yerine, onu, kitle hareketine dışardan zorlayarak sokmaya çalışıyorlar. Yığınlara, karşı-devrimci zoru yenmenin ve burjuva iktidarı tasfiye etmenin, silaha başvurmadan mümkün olamayacağı bilincini verme yerine, kendilerinin silah kullanmalarını yeterli görüyorlar. Çünkü küçük burjuva grupların anlayışına göre, silahlı eylem devrimciliğin tek kıstasıdır!

Silah sorununun bu tarz ele alınışı anti-Marksist’tir. Bir eylemin devrimci eylem sayılması için, o eylemde silah kullanılması ya da kullanılmaması değil, bu eylemin hangi talepler üzerinde yükseldiği, hangi temel hedeflere bağlandığı, neyi amaçladığı, işçi ve kitle hareketinin gelişmesine hizmet edip etmediği önem taşır. Lenin, bir örgütün eyleminin devrimci özelliğini “örgütün eyleminin içeriği” ile tanımlıyordu. Herhangi bir eylem, hangi politikanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve proletarya ve halk kitlesinin mücadelesini geliştiriyor mu? Sorun tam da budur.

Proletaryanın ekonomik-kendiliğinden hareketin sınırları içinde siyasal iktidar bilincine ulaşması ve bunun aracı olan politik örgütlenmeye ulaşması olanaklı değildir. Bunun için proletarya, burjuvaziden bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeli, diğer ezilen kesimlerin desteğini de kazanmalıdır. O, sosyalizm teorisiyle buluşmadan, sosyalizm ile işçi hareketinin birliği sağlanmadan, baskı, zor ve suiistimalin her biçimine karşı mücadele içinde, sosyalizm bilinciyle donanmadan iktidar savaşı yürütemez. Marksistlerin temel görevi, proletaryanın bu bilince ulaşması, burjuvaziyle çıkarlarının uzlaşmaz karşıtlığını, kapitalist sistem içinde sömürülen sınıf olma durumunun onu, burjuva iktidarına ve kapitalizme son verme (ve bunun için toplumun tüm ezilen sınıflarının başına geçme) tarihsel göreviyle yükümlü olduğunu kavramasında yardımcı olmaktır. Bu ise, sınıf ve emekçiler içinde kesintisiz politik çalışmayı gerektirir.

Küçük burjuva devrimcilerine göre, işçi sınıfı ve emekçiler içinde, bu kapsama genişleyen bir çalışmaya gerek yoktur! Kitlelerin devrime katılması için, “öncü gerilla savaşı” sürdürülür. “Öncü” ile devlet arasındaki çatışma nedeniyle, devletin halka yaptığı baskı, halkın gerillanın safına geçmesini sağlar! DHKP Kongre Raporu’nda bu anlayış şöyle ifade ediliyor: “Süregelen öncü gerilla savaşı ve artan eylemliliği karşısında, düşman güçleri de baskı ve terörünü artırdığında, halk kitleleri, faşizmin gerçek yüzünü daha yakından görüp, yaşayan ve savaşan gerillanın düzen alternatifi olduğu her gün biraz daha netleşecek, gerillaya yoğun akışlar başlayacaktır.” Aynı anlayışın TKP/ML dilindeki ifadesi şöyledir; “Merkezi görevimiz kızıl siyasi iktidarlar uğruna gerilla savaşımı sürekliliğinde kökleştiğimiz an, terazinin kefesinin en sonunda bizim  tarafımıza ağır basacağı mecraya daha da yaklaşmış olacağız.”

MLKP-K’nın, TİKKO ve Devrimci Sol’a, Devrimci Sol’un PKK’ya “benzeme”ye çalıştığı ve kim daha fazla “molotoflama” yaparsa, o daha fazla devrimcidir mantığıyla umutsuz girişimlerin yoğunlaştırıldığı günümüzde, bu grupların “silahlı eylemleri”nin, halkta “güven ve coşku yaratacağı”, “gerillanın  düzen  alternatifi  olduğu”nu göstereceği, halkın, kendisini “koruyan” ve “zalimlere yönelen” bu gücü görüp, akın-akın devrimci saflara katılacağı vaaz ediliyor.

Lenin, 93 yıl önce, terörist darbelerle Çar’ın ve bakanlarının yıldırılacağı iddiasıyla, “indirilen her terörist darbe, istibdadın gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü özgürlük uğruna savaşanların safına aktarıyor.” biçimde saçma düşünceleri ileri sürenleri, şiddetle eleştiriyor ve o çok bilinen sözü; (“Emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür, hem de gerçekten güçsüzdür.”) söylüyordu.

Kendi küçük gruplarının “silahlı eylemleri”yle, “düşmana vurdukları darbe”lerde coşku arayanlara da Lenin’in cevabı şuydu: “Fakat biz geçmişten biliyor ve şimdi de görüyoruz ki, sadece kitle hareketinin yeni biçimleri, ya da yığınların yeni kesimlerinin uyanarak bağımsız bir mücadeleye atılmaları hepimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu gerçekten kabartabilir. “(Lenin, Örgütlenme Üzerine)

Lenin bu “güç aktarma” teorisini 93 yıl önce mahkûm etmişti. Türkiye’nin “sosyalist devrimci”leri, onu 93 yıl sonra yeniden hortlatmaya çalışıyorlar. Onlar, halk yığınlarında, yönelen baskıların karşı-öfke ve direnci geliştirdiği düşüncesinden hareketle, tam bir komplocu kafayla, halk üzerindeki baskıları artırıcı yöntemlere sarılıyorlar. Bombalama ve sabotaj eylemleriyle, halk kitlelerinin, “faşizmin gerçek yüzünü daha yakından” görmesine sözde yardımcı oluyorlar! Küçük burjuva komploculuk, “terazinin kefesinin” kendilerinden yana “ağır basacağı” bir gelişmeyi sağlamak için, diktatörlüğün saldırılarının artmasını istiyor, bunun gerekçelerini devrimcilik adına yaratmaya çalışıyor. Bu, halkın mücadelesinin sabote edilmesidir. Marksizm, emekçi kitlelerin devrimci muhalefetinin, kapitalist sömürü ve baskı koşulları tarafından hazırlandığını, kapitalizmin çelişkilerinin, halkın devrimci muhalefetine yol açtığını belirler. “Bir devrimin önkoşulu olan, devrimi hazırlayan tüm olgular kapitalizmin kendisinden doğar ve gelişirler.” Toplumsal sınıflar arasındaki çelişkiler ne iradidir, ne de iradi olarak onlara yenileri eklenebilir. Komünistler, yığınların dikkatini bu çelişkilerin toplumsal kaynağına çekerek, çelişkilerin devrimci çözümü için, proletarya ve emekçilerin politik örgütlenmesi ve politik eyleminin gelişimi için çaba gösterirler. İşçi sınıfı ve emekçilerin, burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesi geliştikçe, burjuvazi, sınıf diktatörlüğünün aracı devlet aygıtını tüm kurumlarıyla harekete geçirir ve emekçilerin devrimci darbelerinden kurtulmak için, halk muhalefetini kana boğmaktan kaçınmaz. Burjuvazinin gerici-faşist baskılarının artmasına olanak sağlayan kör terör eylemleri, -bu bakımdan, halk muhalefetinin gelişmesine değil, karşı-devrimci saldırı dalgasının güçlenmesine, kara propagandaya malzeme olmaya yarar. Bu baskıları ortadan kaldırmanın tek yolu, kitle mücadelesinin geliştirilmesidir. Marksistler, savaşların sınıf çelişkilerini keskinleştirdiğini, yoksulluğu artırarak sefalete sürüklenen halk yığınlarının, burjuva devletine karşı umutsuzluk ve tepkilerini artırdığını bilmelerine karşın, nasıl ki savaş destekçiliği yapmıyorlarsa; faşist baskıların halk muhalefetine ve emekçilerin öfke patlamasına yol açtığını bilmelerine karşın, burjuvazinin provokasyon ve saldırılarına da zemin hazırlamazlar. Marksist tutum, emperyalist savaşların ve halka yönelik baskıların son bulması için mücadeleyi gerektirir. DHKP (Devrimci Sol) gibi küçük burjuva gruplar ise, yukarıda aktarılan satırlardan da anlaşılacağı gibi, demokratik hakların varlığı ve kullanımını, sınıf mücadelesini “yumuşatıcı” bir etken olarak görüyorlar. Oysa demokratik siyasal özgürlükler ne kadar eksiksiz kullanılırsa, proletarya ve emekçilerin, sömürü ve baskının nedeninin, hakların eksikliği değil de bizatihi kapitalist toplumsal sistem olduğunu görmelerinin olanakları o kadar genişler; proletarya, anti-kapitalist mücadelenin zorunlu görevi olduğunu daha iyi anlamaya başlar.

Halkı “uyandırmak” için daha fazla baskıya ihtiyaç olduğunu söylüyor, bunun için burjuva devleti kışkırtıcı eylemlere başvuruyorlar. Her şeye “namlunun deliği”nden, bakan bu anlayış bir başka biçimde şöyle ifade ediliyor: “Devrimciler kitleler içindeki otoritelerini; ancak namlularını halk düşmanlarına çevirerek, onları etkisiz kılarak kurabilirler.” Aralarında fırın, butik, okul vb.nin de bulunduğu “hedef”lerin imhasının bir nedeninin de, kitleler içinde “otorite kurmak” olduğunu öğreniyoruz. Bu anlayıştaki bir örgütün, halk yığınları içinde aydınlatma çalışması yürütmeyi “yük” sayması doğaldır. Lenin, devrimci bir parti ya da örgütün, kitleler içinde destek görmesi ve saygınlık kazanması için, kitlelerin kendi deneyleri temelinde, bu partinin yaptıklarının, şiar ve taktiklerinin doğruluğuna inanmaları gerektiğine dikkat çekiyordu. DHKP’nin anti-Leninist otorite anlayışı, yalnızca Devrimci Sol’un pratiğine yön vermekle kalmıyor, diğer küçük burjuva gruplarda aynı anlayışla rekabeti körüklüyor, “öncülük” ele geçirme rekabeti “molotoflama”nın pratikte ve literatürde öne çıkmasına yol açıyor.

Aralarındaki farkların küçüldüğü bu grupların durumunu daha iyi anlamak için DHKP Kongre Raporu’ndan okumaya devam ediyoruz. “Ekonomik ve sendikal çalışmayı reddetmeyeceğiz ama bu çalışmaya ivme kazandıran, kitleleri politize eden, ona güç veren, önündeki engelleri aşan devrimci şiddeti ve onun yeraltı organizasyonunu mutlaka yaratmak zorundayız.” “Türkiye ortamında, Türk ve Kürt halkları ile tüm Anadolu halkları iktidarın zulmüne karşı devrimci şiddetin gerekli olduğu anlayışındadır. Çünkü yaşadığı haksızlıkları, adaletsizlikleri, sömürü ve zulmü engelleyecek, devlete karşı kendisini koruyacak hiçbir güç yoktur. Bu güç devrimcilerin silahlı güçleri olmalıdır… Halkın adaleti olan bir silahlı güç olmalıyız. Biz, adaletimizle, kararlılığımızla zalimlere yöneldiğimizde, halk da bu mücadeleye ummadığımız ölçüde hızla katılacak ve büyük ölçüde destekleyecektir. “

Küçük burjuva devrimciliği, başlıca TİKKO, Devrimci Sol, bir dönemden sonra PKK’nın şahsında (TİKB ve MLKP-K, da bu alanda kendilerine yer bulma çabasındadırlar.) 20 yılı aşkın bir süredir “halk adına” silah kullanıyor. Bu gruplar, “devrimci şiddet’e “kitleleri politize eden” bir rol biçiyorlar. “Çaresiz ve korumasız” olduğunu düşündükleri halk kitlelerinin “koruyucusu” olduklarını ispatlamak ve halkın bunu görmesini sağlamak için de “zalimlere” yönelik eylemlere başvuruyorlar! 20 yılı aşkın küçük burjuva devrimci pratiğin öğretici olmadığı, değil halkın pratiğinden öğrenmeyi, bu grupların kendi pratiklerinden de öğrenme yeteneği göstermedikleri görülüyor. “Gürültü grupları”nın eylemleri, halkın bu mücadeleye “umulmadık hızla katılmasına” değil, devrimcilere olan güveninin sarsılmasına yol açtı. Onlar, pratikleriyle halkın saflarında umutsuzluk ve güvensizliğin gelişmesine hizmet ettiler ve halk hareketinde tasfiyecilik tam da buydu.

Engels, daha 1847’lerde, “Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları” olarak gündeme geldiklerini yazıyordu. Küçük-burjuva gruplar, Marksizm-Leninizm’e karşı kendi dogmalarına daha sıkı sarılıyorlar ve şiddet eylemleriyle halkı devrime sürükleyebileceklerini iddia ediyorlar. Diyorlar ki, silahlı eylem yoluyla devletin güçsüzlüğünü ispatlıyoruz ve bunu propaganda ederek, kitlelerin “umulmadık ölçüde hızla” bizim tarafa geçmesini sağlıyoruz! Kör terör eylemlerini gerekçelendirmek için bir yandan, halkın “devrimci şiddetin gerekli olduğunu anladığı”nı ileri sürüp, öte yandan, halkın “koruyucu”ya ihtiyacından söz ediyorlar.

Öncelikle, Türkiye’de halk yığınlarının “devrimci şiddetin gerekli olduğu anlayışından” söz etmek için, ülke gerçeklerinden, proletarya ve emekçilerin bugünkü bilinç ve örgütlenme düzeyinden habersiz olmak gerekir. Bugün işçi sınıfının çoğunluğu, burjuva partilerine ve devlete büyük bir güvensizlik duymasına ve bir kopuş sürecini yaşanmasına karşın, henüz çıkarlarının burjuvazi ve kapitalizmle tam bir uzlaşmazlık içinde olduğunun bilincine ulaşma ve buna uygun bir örgütlenmeyi sağlama durumunda değildir… Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleler, eğer devrimci şiddetin gerekliliğini kendi siyasal pratikleriyle kavramış olsalar, kuşku yok, küçük burjuva grupların kendi varoluş nedeni haline getirdikleri ve kitle mücadelesinde sabotörlükten başka bir şey ifade etmeyen eylemleri “ıskartaya çıkarır”, ve kitle coşkunluğu ve kitlelerin devrimci şiddetiyle, diktatörlüğün iktidar burçlarına karşı saldırıya geçerler. Kitleler, silahlı mücadelenin gereğini, “gürültü grupları”nın eylemlerine bakarak, ya da bu tür eylemlerin onları “politize etmesi” sonucu değil, bizzat kendi tecrübeleriyle, burjuvaziye karşı çok çeşitli mücadele biçimlerini deneyerek, onun karşı-devrimci şiddet kurumu ve uygulamasını, ancak karşı şiddetle, devrimci kitle şiddetine, silahlı ayaklanmaya başvurarak etkisiz kılabileceklerini anlayarak, kavrayabilirler.

Tek tek saldırı, sabotaj ve soygun eylemleri ve bunların propagandasıyla “zihinlerin aydınlanacağı”, “kitlelerin politize olacağı” iddiası, Leninizm’e karşı bir küçük burjuva zırvasıdır. Kitlelerin, hepsinden önce de işçi sınıfının politize olması için yığınlar içinde “olanaklı en geniş siyasal ajitasyon” yürütülmelidir. Burjuva diktatörlüğünün tüm yüzünün, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin açığa çıkarılmadığı yerde, hiçbir bomba halkı politize edemez. Lenin, yığınların devrimci eğitimi için kapsamlı bir siyasal teşhir ve ajitasyonun zorunluluğuna dikkat çekiyordu. İşçi sınıfı, toplumun hangi kesimini etkiliyor olursa olsun, “baskı, zor ve suiistimalin her çeşidine karşı sosyalist açıdan tepki gösterecek” denli siyasal yönden gelişmemiş ise, kapitalizme ve gericiliğe karşı toplumsal başkaldırının başını çekemez. Sınıf ve emekçi kitleler, devrimci sosyalist bilinci, ancak kesintisiz bir sosyalist propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla edinirler. Kitlelerin “silahlı propaganda” ile bilinçlendirilmesinden, buna bağlı “güç aktarmadan söz edenler, Marksizm-Leninizm’in, proletarya partisinin önüne koyduğu, yığınların eğitimi, aydınlatılması ve örgütlendirilmesi görevine sırtlarını dönmüşlerdir. Lenin, “Siyasi teşhirden başka hiçbir şey, siyasi bilinci ve kitlelerin siyasi etkinliğini geliştiremez” derken, “Leninist olma” iddiasındaki “gürültü grupları”, “hayır” diyorlar, “kitleleri silahlı eylem politize eder.” Onların anlayışında, politika “silahın ihtiyaçları”na uyarlanmıştır. Kör terör eylemleri, küçük burjuva grupların ellerinde, kitle hareketi karşısında tasfiyeci bir işlev görmektedir. Terörizmin “kendiliğindenliğe kölece boyun eğiş” olduğu bir kez daha tanıtlanmıştır.

Politize olmak, eğer, bir başka açıdan değil de, işçi sınıfı ve ezilen yığınların, mevcut toplumsal sistem içindeki kendi konumlarını ve burjuvaziye karşı mücadele gereğini kavramaları bakımından ifade ediliyorsa; proletarya için, siyasal bilincin elde edileceği alan “… Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır… İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal-demokratlar, nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar, ordu birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar.” “Biz” diyordu Lenin; “teorisyenler olarak, propagandacılar olarak, ajitatörler olarak ve örgütçüler olarak ‘nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz.” ve devam ediyordu, “Elbette ki asıl önemli olan şey, halkın bütün katmanları arasında propaganda ve ajitasyondur.”(Lenin, Ne Yapmalı?) .

İşte Lenin tarafından, proletaryanın, çağımıza damgasını vurmuş en büyük Marksist öğretmeni olan Lenin tarafından siyasal bilincin geliştirilmesinin ve kitlelere siyasal bilinç verilmesinin yolu böyle gösteriliyor. Bütün sınıfı ve geniş emekçi yığınları kazanmak için, yaygın ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütülmeli ve bunun sonucu, yığınlar kendi siyasal deneyimleriyle siyasal “öncü”nün şiar ve taktiklerinin doğruluğunu görüp, onun etrafında birleşme gerekliliğini hissetmeli, kavramalıdırlar. Lenin, bunu “bütün büyük devrimlerin temel yasası” olarak değerlendiriyordu.

Devrimi, öncü, yani proletaryanın politik partisi, yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele ve örgüt biçimlerini aralarındaki ilişkilerden hareketle genelleştirerek, her somut durumda, sınıf ilişkilerini ve toplumsal koşulları irdeleyerek ve mücadeleyi geliştiren, kitlelerin örgütlülüğünü güçlendiren taktikler izleyerek, devrimi ilerletmelidir. “Silahlı eylem”lerini yığınları “politize etme”nin temel aracı sayanlar ve bunu baştan sona “temel mücadele biçimi” olarak ele alanlar, gerçekte, proletarya ve emekçi halk kitlelerini mücadelenin dışında görmektedirler. Bu bakımdan, onlardan herhangi birilerinin “oturup bekleyecek miyiz?” diye hiddetle öne fırladığını görür gibiyiz. Hayır, oturup beklemeyeceğiz, “devrimci” dostlar!

Biz Marksistler, burjuvazinin ve uşaklarının hesabının olası en kısa zamanda görülmesinden yanayız. Ama bu hesap görme, ancak, Marksizm çizgisinden sapmadan, Lenin’in gösterdiği yolda yürünerek başarılabilir.

Lenin, 1905’te şöyle yazıyordu: “Burjuvazinin ve onun halkı hiçe sayan uşaklarının hesabını bir an önce görme arzusuyla yanıp-tutuşanları alıkoyan güç nedir? Bu örgütlenmenin ve disiplinin gücüdür; tek tek katliamların saçmalığının, halk kitlelerinin ciddi devrimci mücadelesinin zamanının henüz gelmediğinin, istenen genel siyasi durumun var olmadığının bilincinde olmaktır. İşte bu nedenle, bir sosyalist, böyle durumlarda halka ‘silahlanın’ demez ve asla demeyecektir; ama halkı her zaman silahlanma ve düşmana saldırma coşkun arzusuyla silahlandıracaktır. (Bunu yapmıyorsa zaten bir sosyalist değil, gevezenin biridir.) Ne var ki, Rusya’nın bugün içinde bulunduğu durum bu alışagelmiş koşullardan tamamen farklıdır. Bu yüzden şimdiye kadar hiçbir zaman ‘silah başına!’ çağrısında bulunmamış olan, ama işçileri durmadan coşkun silahlanma arzusuyla silahlandıran devrimci soysal-demokratlar; bugün hep birden devrimci inisiyatife sahip işçilerin ardından ‘silah başına!’ şiarını attılar.”

“Devrimci şiddet”i “temel mücadele biçimi” sayan bir küçük burjuva devrimcisinin, Lenin’i “pasifist” ilan etmesi işten bile değildir! Ama bu yalnızca, Lenin tarafından Rus Narodniklerine, “sosyalist devrimci”lerine yöneltilen eleştirilerin hedefinde durmayı ifade eder. Kitle eyleminin, siyasal özgürlükler için mücadelenin, siyasal grevlerin doğuracağı kitle coşkunluğunun yerine, Devrimci Sol, PKK ya da MLKP-K “molotoflama”larının genç devrimci taraftarda yarattığı “coşku”yu (tatmin duyusu demek daha doğru olur) tercih etmektedirler. Gürültücü gruplar, işi öyle bir noktaya vardırdılar ki, devrimci mücadeleyi “şamatacılık” derekesine düşürdüler. Sonradan başlayanlar, öncekileri “geçme” telaşıyla daha fazla şamata çıkarıyorlar. MLKP-K adlı grubun, İstanbul-Gazi olaylarını ele alışı bunun en bariz örneklerinden biridir. Faşist provokasyona karşı halk tepkisini “ayaklanma” olarak ilan edip, kendilerinden geçiyorlar. Gazi Mahallesi’ndeki direnişte birkaç taraflarının da yer alışından hareketle yürüttükleri abartılı propagandaya bakılırsa, “Özgür Gazi”de devrimci iktidar kurmuşlar, devlet Gazi’de üç gün süresince yokmuş; Gazi direnişi, tam da onların “öngördüğü ve dikkat çektiği” devrimin dengesiz gelişeceği “öngörüsünü… bütünüyle doğrulamıştır.” Bu hamasete ancak gülünür. Her nedense, Türkiye proletaryası ve emekçileri, “devrimci Gazi”de, MLKP- K önderliğinde “kızıl müfrezeler”in gerçekleştirdiği bu “devrim”den habersizdirler. Gazi’de, diktatörlüğün denetimi altında kurulan MLKP-K iktidarı, devrimin dengesiz gelişeceğini kanıtlamış, ama nankör komünistler ve kitleler, “yüksek bir iradeyle birlik devrimini başarmış kuvvetlerin…” yönettikleri bu “devrim”in önemini kavrayamıyorlar! Nerede yaşıyorsunuz baylar?

Her adımlarını “bir devrim”, her halk direnişini “ayaklanma” mertebesine yüceltme alçak gönüllüğü gösteren bu baylara bakılırsa, proletaryanın devrimci komünist partisi “kendiliğindenliği teorize etme ve barışçıl gelişme stratejisini izlemekteymiş! Bu sonuca nasıl vardıkları, bu konudaki “devrim”i hangi somut veriler üzerinden gerçekleştirdikleri bilinmiyor ama olsun, eğer bu tespiti yapanlar başkaları değil de MLKP-K’lı “komünistler” ise, bu kesin doğrudur! Sakın “birleşmiş kuvvetler” kendileri gibi, fırınlara, galerilere ya da karakollara “MLKP- K roketi” atmadıkları, “molotoflama” yapmadıkları ve proletaryanın devrimci politik hareketini geliştirmeye çalıştıkları, proletaryaya, kendi konumu ve tarihsel görevini kavraması için ‘yardımcı olma’ya çalıştıkları için, komünistleri “kendiliğindenci” ve “barışçıl gelişme”ci ilan etmiş olmasınlar? Ama hayır, onlar, henüz söylediklerinin ayırtına varacak kadar “devrim” yapmamışlardır. Yoksa bir yandan “komünist” dediklerini, diğer yandan, Aydınlık yetiştirmesi “Halkın Yolu”cu yazarın bir kalem oynatmasıyla, “faşizmin işbirlikçisi” dedikleri Aydınlık-İP’nin “ikiz kardeşi” ilan edecek kadar “tutarlı” olamazlardı.

Marksist partinin görevi, proletarya ve emekçilerin, burjuvazi, gericilik ve kapitalizme karşı mücadelesini, bu mücadele içinde yer alarak, yığınları, toplumsal koşullar, sınıf ilişkileri, sınıf mücadelesinin ve toplumların tarihinin gelişme yasaları konusunda aydınlatma yoluyla geliştirmektir. Parti, bu görevini, hiçbir mücadele biçimini baştan ve peşinen reddetmeden, ama iradi olarak kitle hareketine dışardan sokmaya da çalışmadan, kitle hareketini siyasal iktidarın alınması hedefine yöneltmeye çalışarak yerine getirir. Herhangi bir eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katar. Marksistlere yöneltilen küçük burjuva “sol” eleştiri, gerçekte sınıf ve halk hareketi karşısındaki sorumsuzluğun örtüşüdür. Bütün abartılı ve şaşaalı değerlendirmelerin gerisinde küçük burjuva umutsuzluk, sınıf ve halk hareketine güvensizlik ve anti-Marksist küçük burjuva ‘solculuğu’ (gerçekte sağcılık) yatmaktadır. Onların “coşku”yu kendi eylemlerinde aramalarının nedeni de budur.

1912 Rusyası’nda, kitle hareketinin, yenilgi yıllarının ardından yeniden yükselişe geçtiği dönemi irdeleyen Lenin, kitle hareketindeki yükselişin, “kitle ajitasyonu” işlevi gördüğünü belirtiyor ve şöyle yazıyordu: “Bu proleter ajitasyon yöntemi, kitleleri harekete geçirip, birleştirme ve mücadeleye katma yöntemi, geniş çapta ilk defa Rusya devriminde geliştirilmişti. Şimdi proletarya bu yöntemi bir kere daha ve sıkı bir şekilde uyguluyor. Proletaryanın devrimci öncüsünün bu yöntemle gerçekleştirmekte olduğu şeyi, dünyada hiçbir şey gerçekleştiremez.”

“Halkla, yani kitlelerle sımsıkı kenetlenmiş olduklarından, kitlelerin arasında yaşadıklarından, her işçi ailesinin en acil ihtiyaçları uğruna savaştıklarından ve kitlelerin monarşiye karşı protesto ve mücadelelerini birleştirdiklerinden, etkileri olabildiğine artan yüz binlerce devrimci ajitatörün birdenbire ortaya çıktığını görüyoruz. Çünkü karşı-devrim, milyonlarca ve on milyonlarca insanda monarşiye karşı şiddetli bir nefret uyandırdı ve onların, monarşinin oynadığı rol hakkında temel bir kavrayışa sahip olmalarını sağladı. Ve artık başkentin en ileri işçilerinin sloganı ‘Yaşasın Demokratik Cumhuriyet’ her grev kutlamasında, en geri kesimlere, en uzak illere, ‘halk’a ve ‘Rusya’nın derinliklerine binlerce yoldan yayılıyor.”

Türkiye henüz ne 1905 öncesini, ne 1912 Rusya’sındaki siyasi grev dalgasını, ne de 1917 öncesini yaşıyor. Komünistler, proletarya ve halk hareketinin yüz binlerce devrimci ajitatörü ortaya çıkarması için, daha bugünden, koşullara uygun ve hareketin ihtiyaçlarına cevap veren mücadele ve örgüt biçimlerini geliştirilerek, kitleleri, diktatörlükle politik savaşa hazırlamaktadırlar. Küçük burjuva ‘solculuğu’ ise, yöntem ve taktikleriyle, kitle hareketi karşısında tasfiyeci bir konumdadır. Yığınların devrimci muhalefetinin yükselmesi için, kitlelerle sımsıkı kenetlenme yerine, kendiliğinden gelişen eylemlere ‘dıştan’ katılıp, eylemi “radikalleştirme” adına, somut durum ve taleplerle ilişkisi olmayan keskin slogancılıkla “önderlik”lerini ispatlamaya çalışan küçük burjuva gruplar, dışlandıkları sınıf hareketine bir yandan aşırı övgü düzüp, kendiliğindenliğe secde ederken, diğer yandan kendi slogancı önderliklerine(!) boyun eğmeyen işçi hareketini provoke etme ve dağıtma çizgisi izliyorlar. Adana’daki ‘95 1 Mayıs kutlaması sırasında aldıkları tutum, söylediklerimizin kanıtlarından yalnızca biridir.

Küçük burjuva grupların pratiğini, yalnızca, onların “silahlı eylemci”liğinin sınıf ve halk hareketi karşısında tahrip edici etkisi nedeniyle değil, politik mücadeleye yaklaşımları, sınıf mücadelesine bakış çizgileri, toplumsal yaşamı yorumlayışları ve sınıf çelişkilerini, burjuvazinin proletaryaya karşı saldırılarını güçlendirici tahlilleri nedeniyle eleştiriyoruz. Küçük burjuva gruplar, kör terör eylemlerini kendi “devrimcilik”lerinin ve ” radikalizm”lerinin kanıtı olarak ortaya koyarken, Marksizm-Leninizmin, sınıf mücadeleleri ve devrim sorununa devrimci yaklaşımını da, devrimci komünist partinin şahsında saldırı hedefine koymaktadırlar. Yani onlar, ideolojik olarak proleter sosyalizmin karşı kutbunda yer almaktadırlar.

Bitirirken, Lenin’e bir kez daha başvuracağız. “Bizim, savaşımın herhangi bir yapay biçimini, eylem içindeki işçilere zorla kabul ettirme ya da hatta Rusya’daki iç savaşın genel gelişimi içinde, gerilla savaşının herhangi bir özel biçiminin hangi rolü oynayacağına koltuğumuzda oturarak karar verme konusunda en ufak bir eğilimimiz yoktur.” diyen Lenin’in aşağıdaki sözleri, bugün de proletarya ve komünistlere yol gösteriyor.

“Başkaldırmanın bütün ülkeyi kucaklayan uzun bir iç savaş, yani halkın iki kesimi arasındaki silahlı bir savaşım biçiminde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçim alacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesine bir iç savaş oldukça uzun aralıklarla çok az sayıda büyük çarpışmalar ve bu aralıklar arasında çok sayıda küçük çatışmalar dizisinden başka bir şey olarak anlaşılamaz. Böyle olunca -ve kuşku yok ki böyledir- sosyal demokratların, bu büyük çarpışmalarda ve aynı zamanda da, olabildiği kadarıyla, bu küçük çatışmalarda yığınlara en iyi biçimde önderlik edecek örgütlerin yaratılmasını kendilerine görev edinmeleri kesinlikle zorunludur. Sınıf savaşımının iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev edinmelidirler. Sosyal-demokratlar, örgütlerini, düşman güçlerine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırmayan bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar.” Lenin bu satırları Aralık-Moskova ayaklanmasından “çıkarılan dersler” kapsamında yazdı. Açıktır ki, gerilla savaşını ayaklanmaya ve uzun aralıklarla gelişecek “büyük çarpışmalar” arası dönemde başvurulacak “küçük çatışmalar” olarak değerlendiriyordu.

Türkiye’de henüz herhangi bir ayaklanma durumu, bir iç savaş durumu yaşanmadığına göre, gerilla savaşı üzerine tartışmalar, aklı başında insanlar tarafından yadırganabilir. Ama küçük burjuva devrimcileri, “gerilla savaşı” dedikleri bir tür “silahlı eylemciliği” Lenin’in ve Marksizm’in karşısına çıkarmayı “göze alarak”! “biricik, ya da hatta baş savaşım yöntemi olarak” kitlelere dayatmaya çalıştıkları ve bunu da devrimciliklerinin en iyi göstergesi saydıkları için, bu tartışmalar gerekli hale gelmiştir. Uluslararası proletarya hareketinin devrimci deneyiminden ve Marksist-Leninist teoriden öğrenmesini bilenler için her şey anlaşılırdır.

Proletarya, kendi devrimci eylemiyle yolunda yürüyeceğini, tarihsel görevini yerine getireceğini, toplumu tüm köleleştirici bağlarından kurtaracağını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan ona barikat kurmaya ve kitle hareketinden tasfiyeciliğe soyunanlara da er geç hak ettikleri dersi verecektir. Tasfiyeciliğin, salt gizli örgütü yozlaştırma ve dağıtma ve “legal Marksizm”e kapılanma olmadığı, bizde bundan da daha fazla, eylemi, taktiği ve önermeleriyle işçi ve halk hareketinde, burjuvazi yararına sonuçlar doğuracak bir ideolojik-politik ve pratik çizgi olarak, küçük burjuva “gürültü grupları”nın şahsında boy gösterdiği bugün daha da açıklık kazanmıştır.

Küçük burjuva “solculuğu”nun bugün gördüğü işlev tam da budur.

 

Haziran-Temmuz 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑