Sermayenin, uluslararası mali sermaye ile en birleşmiş ve kaynaşmış kesiminin ve politik temsilcilerinin; iç ve dış politikadaki sapmaların ve diktatörlüğün kitleler içindeki dayanaklarının zayıflamasının ve büsbütün tecrit olmasının önüne geçmek; başta parlamento olmak üzere diktatörlüğün tüm kurumlarına doğru yayılan çözülme ve dağılmayı, gerici kamp içindeki çatışmaları ve dalaşmaları, kısa vadeli çıkarlar uğruna uzun vadeli çıkarları gözetmeyen grupları kontrol altına almak ve disipline etmek; gericiliğin tüm güçlerini tek merkez etrafında birleştirmek; birleşik ve koordineli saldırı olanaklarını genişletmek için başlattığı girişim; son iki ayda da çok yönlü gelişmelere yol açarak devam etti. Genelkurmay’ın yönetiminde başlatılan ve sürdürülen bu operasyon; devletin temel kurumu orduyla, % 20’ler civarında oy potansiyeline sahip olsa da, burjuva düzen partilerinin en güçlüsü olan Refah Partisi ve hükümet arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine, gerici kamp içindeki parçalarıma ve çatışmanın, yeni özellikler kazanarak derinleşmesine yol açarak ilerledi. İşçi sendikalarına yuvalanmış sendika ağalarından, tekelci ve tekel-dışı sermayenin çeşitli örgütlerine; sanat-kültür, basın-yayın kuruluşları ve üniversitelerden burjuva liberal, aydın çevrelere; tüm düzen partilerinden, saflarındaki kliklerine kadar; ekonomik, politik tüm kuruluşlarıyla gericiliğin bütün güçleri; başında Refah Partisi ve Genelkurmay’ın bulunduğu iki gerici odak arasındaki çelişme ve çatışmaya göre yeniden mevzilendi.
Zaman zaman yatışır gibi görünse de, her iki odak da; birbirini zayıflatmak ve köşeye sıkıştırmak ve tecrit etmek, yedeklenebilir tüm güçleri yedeklemek için çok yönlü ve her türlü aracın ve yöntemin kullanıldığı kesintisiz bir taktik savaş yürüttü. Hedefi kesinlikle birbirlerini yok etmek ya da dağıtmak olmayan bu mücadelede; Refah Partisi’ne ilişkin yönüyle Genelkurmay açısından sorun; Refah Partisi’ni kontrol altına almak, gelişmesini engellemek, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin, militarist-bürokratik aygıtla en belirleşmiş egemen kesimlerinin bugünkü tercihleriyle bazı yönleriyle çelişen iç ve dış politikadaki sivri yanlarını törpülemek, kendi çizdiği çerçevede düzenin bir unsuru haline getirmek ve platformunu kabul ettirmekti.
Genelkurmay ve generaller; ordunun aktif politik yaşama açıkça katılmasına ve müdahale etmesine karşı çıkan ve ordunun ülke politik yaşamındaki yerinin, parlamento ve hükümetle ilişkilerinin, burjuva demokratik rejim çerçevesinde yeniden düzenlenmesini savunan burjuva liberal, antiemperyalist demokratik eğilimler taşıyan laik-Kemalist çevrelerle ilişkilerini yeniledi. Bu çevrelerin ve İslâmi akımların gelişmesinden rahatsız olan tüm güçlerin desteğini alma, kitleler arasında 12 Mart, özellikle de 12 Eylül askeri darbelerinden sonra, militarist-bürokratik aygıtın gerçek işlevine ilişkin olarak gelişen bilinci ve unsurlarını törpüleme; başta Refah Partisi olmak üzere hükümete karşı gelişen tepkileri, artan hoşnutsuzluk ve öfkeyi, parlamento ve düzen partilerinden kopuşu, şeriat-laiklik ikileminin girdabına sokarak boğma ve yedekleme; ordunun politik yaşama hiçbir yasayla sınırlanmamış açık ve doğrudan müdahalesini meşrulaştırma çizgisi izledi. TÜSİAD, Odalar Birliği gibi sermayenin örgütleri, işçi sendika konfederasyonlarından ikisi DİSK ve Türk-İş, burjuva-liberal, Kemalist-laik çevrelerin, burjuva düzen partilerinin ezici çoğunluğu Genelkurmay etrafında birleşti ya da generaller tarafından yedeklendi.
Refah Partisi, bugüne kadar, halkın dini inançlarına ve duygularına saygısız, halka yabancı üst tabakaların tutumuna denk düşen sözde laik tutumun Müslüman halk arasında yol açtığı tepkilerin istismarının yanı sıra, Kürt sorununun çözümü, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün tanınması, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi halkın acil taleplerinin savunusu destekli, emperyalizm ve düzen karşıtı propaganda ve şiarlarla kitle temelini ve örgütlerini genişletti ve güçlendirdi. Ancak Refah-yol Hükümeti, son yıllarda, IMF-Dünya Bankası patentli yeniden yapılanma programını ve istikrar tedbirlerini, ekonomik saldırı paketlerini en fütursuz, hızlı ve istikrarlı bir biçimde uygulayan; yolsuzlukların, rüşvetin üzerine şal çeken, Susurluk kazasıyla açığa çıkan skandalların, devlet uyuşturucu-mafya ve politikacı bağlantılı çetelerin üstünü örten bir hükümet oldu. Bu durum; zorunluluklar, tek başına hükümet olamama gibi gerekçelerle açıklansa da, burjuva düzen partilerinin en örgütlü, en geniş ve en militan kitle desteğine sahip partisi olan Refah Partisi saflarında da tepki ve hoşnutsuzluğun gelişmesine yol açtı. Refah-yol Hükümeti’nin kurulmasıyla birlikte, kitleler açısından Refah Partisi’nin gerçek yüzünü, diğer düzen partilerinden özünde bir farkının olmadığını kendi öz deneyimleriyle görme süreci de başlamış oldu. Refah Partisi yönetimi; generallerin, devrim yasalarının uygulanması gibi Müslüman halka başta jandarma zulmü olmak üzere militarist-bürokratik aygıtın, laiklik ve uygarlaşma adına, din ve vicdan özgürlüğünü ayaklar altına alan, halkı aşağılayan geçmişteki uygulamalarını anımsatan unsurlar da içeren müdahalesinin, sözde laik çevrelerin zaman zaman muhalefetini, örgütleri ve kitle tabanıyla ilişkilerini yenilemek, Refah-yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra izlenen halk düşmanı ve emperyalizm ve işbirlikçileriyle tam uyumlu saldırılarını ve uygulamalarını geri plana atmak, dini önyargıların etkisi altında emekçilerin (halkın) dikkatini gerçek sorunlarından uzaklaştırmak için kullandı.
Refah Partisi; din düşmanlığı yapılıyor, halkın iradesi tanınmıyor, demokratik hukuk devleti ve kuralları çiğneniyor merkezli bir propaganda ile, bir yandan ezici bir çoğunluğu Müslüman olan halkın desteğini alma, başında generallerin bulunduğu militarist-bürokratik aygıta karşı birikmiş olan tepkiyi yedekleme, Refah Partisi karşıtı cepheyi parçalama, diğer yandan da Müslüman halkı sokağa dökme, gerekirse daha da ileri gitme tehditleriyle generallerin başında bulunduğu kampın girişimlerini püskürtme çizgisi izledi. MÜSİAD gibi yeni ancak hızlı gelişen tekelci sermaye grubunun etkin olduğu sermayenin örgütleriyle, Hak-İş ve İslâmi akımlar Refah Partisi etrafında birleşti.
Gerici iki kamp arasındaki mücadele; mevcut siyasi rejimin çerçevesini belirlemesi gereken yasaların ve anayasanın pratikte işlemez hale geldiği, çiğnendiği ve bunun açıkça bu yasaları uygulaması gereken kurumlar tarafından da savunulduğu bir süreç olarak ilerledi. 12 Eylül Anayasası ve yasalarıyla siyasal partilerle bağ kurmaları ve politika yapmaları yasaklanan silahlı kuvvetler, sendikalar, meslek odaları ve birlikleri, dinsel kurum ve kuruluşlar, dernekler, yargı organları vb. politik yaşama açıktan katıldı. Bu durum, hükümetle silahlı kuvvetler arasında bir çatışma özelliği de taşıyan Genelkurmay ve Refah Partisi’nin başında bulunduğu iki gerici odak arasındaki mücadele temelinde gelişiyor olsa da politik rejimdeki çözülmeyi hızlandıran bir etken olması bakımından önem taşır.
Genelkurmay ve generallerin ülke politik yaşamına doğrudan müdahaleleri ve ülke politik yaşamındaki rolleri giderek arttı ve meşrulaşarak, farklı düzeylerde de olsa kabullenilir bir özellik kazandı. Parlamento ve hükümet dağıtılmadı, ordunun yönetime el koyduğu açıklanmadı. Ancak, iç politikadan dış politikaya kadar ülkenin yönetimini Genelkurmay ve generaller üstlendi. Parlamentonun ve hükümetin görünürdeki rolleri de bir kenara itildi. Ülke yönetiminin ve politik iktidarın, Genelkurmay’ın başında bulunduğu militarist-bürokratik aygıtın elinde yoğunlaştığı, sözde ülkeyi yönetmek üzere seçilen halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentonun ve parlamentoda oluşan hükümetlerin generallerin kararlarını uygulamaktan ve onların yönetimini perdelemekten, halkın dikkatlerini parlamentodaki ve siyasal partiler arasındaki dalaşmaların girdabına çekerek oyalamaktan, rejime demokratik bir görünüm vermekten başka bir işlevlerinin olmadığı bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Ordunun, “hükümetin ve parlamentonun emrinde” ve “siyasal iradeye tabi olduğu” açıklamalarının, bir masal, bunları ciddiye alanların ise tam bir ahmak olduğu bir kez daha görüldü.
Başında Refah Partisi ve Genelkurmay’ın bulunduğu iki gerici kamp arasındaki çatışma, bir hükümet krizini de gündeme getirdi ve süreç bu doğrultuda hızla gelişiyor. Hükümeti oluşturan iki partiden biri olan Doğru Yol’da çalkantı gelişerek devam ediyor. Hükümetin parlamentodaki desteği; Refah Partisi’ne ve uyuşturucu-mafya bağlantılarından, kara para aklanmasına, vergi kaçakçılığından yolsuzluk, rüşvet ve açıkça yalan söylemeye kadar patlayan ve patlatılan skandallarla yıpranan ve kendi partisinde de giderek zayıflayan ve tecrit olan Tansu Çiller ve çevresine dayanmaktadır.
Refah-yol Hükümeti ne zaman ve hangi yöntemler kullanılarak düşürülürse düşürülsün; sorunların hiçbiri gericilik açısından çözülemeyeceği gibi istikrarlı bir hükümet de kurulamayacak ve Türkiye, hükümet krizinin eşiğindeki bir ülke olmaktan çıkamayacaktır. Esasında sorun tam da Refah-yol Hükümeti’nin düşmesi ya da düşürülmesinden sonra başlayacaktır. Refah-yol Hükümeti’ne karşı generallerin etrafında birleşmiş olan gerici kamp, homojen bir bütün oluşturmamaktadır. Hükümetin düşmesiyle birlikte; bugün geri kalan itilmiş olan çelişmeler ve çatışmalar tekrar alevlenecektir. Hükümeti kurduktan sonra; daha önce savunduklarının tam tersini yaparak yıpranma sürecine girmesine karşın; Refah Partisi bugün de, parlamentodaki gücü, örgütü, kitle desteği vb. her bakımdan burjuva düzen partilerinin en güçlü ve en büyük partisi durumundadır.
Erken bir seçim de sorunları çözmeyecektir. Bütün veriler, yeni bir seçimin de, parlamentodaki güçler ilişkisinde köklü bir değişikliğe yol açmayacağını, hatta durumun 1995 genel seçimlerinde olduğu gibi, daha da ağırlaştırarak sonuçlanabileceğini göstermektedir.
En önemlisi de hükümetin düşürülmesiyle birlikte, karşıdevrim cephesindeki (Refah-hükümet-Genelkurmay çatışmasına yol açan çelişme de dâhil) parçalanma ve çatışmaların toplumsal temeli ve unsurları ortadan kalkmayacak; aksine, önümüzdeki dönemde gelişmeye devam edecektir.
Gerici klikler arasındaki çelişkiler ve çatışmalar, önümüzdeki dönemde de, zaman zaman yatışıyor gibi görünse de yeni özellikler ve unsurlar kazanarak ilerleyecektir.
TEMEL EKONOMİK GÖSTERGELER
Refah-yol Hükümeti’nin sözcüleri, kısa bir süre öncesine kadar, başta tasarruf ve kaynak paketleri olmak üzere alman tedbirlerle, ekonomik sorunların ve açmazların, özellikle de bütçe ve dış ödemeler dengesi açıklarının aşılmakta olduğunu, hatta aşıldığını; uzun bir aradan sonra ilk kez denk bütçenin hazırlandığını, enflasyonun kontrol altına alınarak ekonominin istikrarlı bir büyüme sürecine girdiğini ve bunun devam edeceğini açıklıyorlardı. Ancak, tüm gerçekler gibi, ekonominin gerçeği de uzun süre gizlenemezdi ve gizlenemedi de… Başta Başbakan Erbakan olmak üzere Refah-yol Hükümeti’nin sözcüleri de; kısa bir süre önce, siyasi durumu gerekçe göstererek, “son iki ayda dengelerin bozulduğunu” ve “ekonominin tam bir bıçak sırtında” olduğunu açıklamak zorunda kaldılar.
Açıklanan son veriler; konjonktürel ve kısa süreli dalgalanmalar olmakla birlikte, özellikle geçen yılın ikinci yarısında belirginleşen ve ekonomiyi yeni bir durgunluk ve kriz sürecine sürükleyen etkenlerin 1997 yılında da zayıflamak bir yana, geliştiğini göstermektedir.
Özellikle geçen yılın ikinci yarısında; sanayinin sürükleyici sektörü olan otomotiv ve yan sanayisinde durgunluk belirtileri ortaya çıkarken, bütçe açığının yanı sıra dış ticaret açığı; AT ile Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesine de bağlı olarak, sınırlı döviz rezervlerinin erimesine yol açacak ve mali bir krizi gündeme getirecek bir hızla büyüdü. 1995 yılında 14 milyar 73 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1996 yılında 20 milyar dolara yükseldi. Tüm faturasını halkın ödediği tasarruf ve özü emperyalist ve işbirlikçi tekellere satılabilecek her şeyin ne pahasına olursa olsun bir an önce satılası olan kaynak paketleri, zamlar, karşılıksız para basma ve yüksek faizlerle borçlanarak açıkları kapatma, iç ve dış ödemeler dengesini sağlama yolu izlendi. 1996 yılında, mali sektörde panik ve kaosa, yeni bir krize yol açabilecek döviz rezervlerinin erimesinin önüne ancak; enflasyonun % 80’e, iç borçların 30 milyar dolara, dış borçların 80 milyar dolara ve toplam borçları içinde, kısa vadeli borçların oranının yükselmesiyle geçilebildi. (Belirtilmesi gereken bir nokta da; gerek iç gerekse dış ödemeler dengesi açıklarını kapatmanın unsurlarından biri de uyuşturucu-mafya bağlantılı kara paradır. Türkiye, dünyanın sayılı uyuşturucu trafiği ve kara para aklama merkezlerinden biridir. Bu merkez olma işlevini, başta istihbarat teşkilatı olmak üzere devletin çeşitli kurumlarının dolaylı ve dolaysız desteğiyle gerçekleştirmektedir. Susurluk kazasıyla açığa çıkan skandalların üzerine gidilememesinin ve kapatılmasının nedenlerinden biri de sorunun bu yönünün açığa çıkmaması oluşturmaktadır.)
Türkiye’nin kredi notu düşerken,-riskli ülkeler sıralamasındaki yeri de yükseldi. Yeni dış borçlar bularak, spekülatif sermayeyi ve doğrudan yatırımlar biçiminde yabancı sermayeyi çekerek dış ticaret ve ödemeler dengesi açıklarını, döviz rezervlerindeki erimeyi durdurarak finanse etme olanaklarını daralttı. Tüm bunlar; dış ticaret açığının büyümesiyle birleşince, 1997 yılında özellikle de son 2 ayda döviz rezervlerindeki erimenin gizlenemeyecek ve konjonktürel dalgalanmalarla açıklanamayacak bir düzeye yükselmesine yol açtı. Döviz rezervlerindeki erime, geçen yılın sonu itibariyle 2,5 milyar doları aştı.
Hükümetin denk bütçe iddiası ve iç borçları bu yılsonuna kadar 15 milyar dolara indirme hedefi ise, yılın ilk aylarında iflas etti. Yeni yatırımlara, eğitim, sosyal güvenlik gibi toplumsal harcamalara, maaş ve ücretlere ayrılan fonlar alabildiğine kısıtlanmasına ve denk bütçenin temel unsurlarından biri olarak yansıtılan özelleştirmelere karşın; bütçe açık vermeye ve bu açıklar büyümeye devam etti. Öncesinde olduğu gibi son 4 ayda da bütçe açıkları iç borçlanma, karşılıksız para basma ve zamlarla finanse edilmektedir. Bunun kaçınılmaz sonuçları ise; TL’nin değer kaybının hızlanması, enflasyonun yükselmesi, 15 milyar dolara çekileceği açıklanan iç borçların 30 milyar doları aşması, faizlerin dolayısıyla rantiye gelirlerin yükselmesi ve maaşlara ve ücretlere yapılan sınırlı zamların da hızla aşınması ve emekçilerin alım gücünün düşmesi oldu.
Yukarıdaki veriler ekonomiyi mali bir krize doğru sürükleyen etkenlerin, 1997 yılında da gelişmeye devam ettiğini; Refah-yol Hükümeti’nin, IMF ve Dünya Bankası’yla uyum içinde ve onların denetiminde uyguladığı tedbirlerin mali bir kriz açısından da sorunların ağırlaşmasından başka bir sonuca yol açmadığını göstermektedir. Kaldı ki; başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, burjuva kapitalist çevrelerin ileri sürdüğü gibi; ekonomiyi yeni bir krize doğru sürükleyen etkenler, dış ve iç ödemeler dengesi açıklarıyla sınırlı olmadığı gibi, izlenen ekonomi-politika ve bu bağlamda alınan tedbirler de; ekonominin gelişme sürecini belirleyemez. Politik koşullar, izlenen ekonomi-politika; ekonominin gelişme sürecini etkiler, ancak, insan iradesinden bağımsız yasalara göre gelişen ekonominin gelişme sürecini tersine çeviremez.
Burjuva kapitalist çevreler ve onlarla aynı tezleri savunan burjuva, küçük burjuva sosyalist akımlar; ekonominin gelişme süreci ile hükümetlerin izlediği ekonomi-politika arasındaki ilişkiyi tersine çevirerek, krizin ve durgunlukların kapitalist ekonominin gelişme sürecinin doğasında olan gerçek temelini ve kaynağını gizlemektedirler. Hükümetlerin izlediği ekonomi-politika ekonominin gelişme sürecini belirlememekte, tersine, ekonominin gelişme süreci, izlenen ekonomi-politikaların içeriğini belirlemektedir.
Öncesinde olduğu gibi günümüzde de; üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki, uyumsuz ve dengesiz gelişme; kapitalist ekonominin gelişme sürecinin temel özelliklerinden biridir. Üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile kapitalist pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki kaçınılmaz olarak aşırı üretimi gündeme getirir ki; bu aynı zamanda kapitalist ekonomide devrevi krizleri kaçınılmaz kılan ve krizin üzerinde yükseldiği temeli oluşturur. Sermayenin merkezileşmesi ve üretimin yoğunlaşmasının ilerlemesi ve bunun bir ürünü olan tekellerin ekonomiye hâkim olması, bilim ve teknikteki devrim, sözde planlama, pazar araştırmaları ve son yıllarda ülkemizde de uygulanan esnek üretim vb. yöntem ve araçlar, emperyalizme bağımlılık, dünya ekonomisiyle birleşme adı altında bağımlılığın ilerlemesi gibi gelişmeler; bu temeli ortadan kaldırmaz. Aksine, bu temeli ilerleterek, yeni özellikler kazandırır. En önemlisi de, kriz koşullarında tekellerin azami kârı sağlama ve krizin tüm yüklerini ezilen ve sömürülen yığınların sırtına yıkma araçlarını, olanaklarını genişletir.
Türkiye gibi geri, bağımlı ülkeler açısından tipik olan; aşırı-üretim bunalımlarının mali bir krizle birlikte gelişmesi ve zaman zaman temeli aşırı üretim olan ekonomik krizlerin öncelikle mali bir kriz olarak uç vermesidir. Sermaye birikiminin zayıflığı, ülkelere göre farklılıklar arz eden tüketim mallarının yanı sıra, temel yatırım mallarının ve ara malların ithal edilmesi; geri ve bağımlı ülkeler ekonomisinin temel özelliklerinden biridir. Bu nedenle, ekonominin büyüdüğü, üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki üzerinde yükselen ve temeli aşırı-üretim olan krize doğru ilerleme süreci aynı zamanda; ithalatın patladığı, dış ticaret ve bütçe açıklarının büyüdüğü, iç ve dış ödemeler dengesinin bozulduğu bir süreç olmaktadır. Bu ülkenin geri ve bağımlı olmasının ve bu temel üzerinde şekillenen özelliklerinin bir sonucudur.
Önceki yıllar bir yana, ekonominin mali bir krize doğru sürüklendiği ancak mali krizin patlamadığı 1996 yılında; özellikle de ikinci yarısında başta sanayinin sürükleyici sektörü olan otomotiv (yan sanayi de dâhil) olmak üzere bazı dallarında durgunluk belirtileri ortaya çıkarak gelişmeye başladı. Bu yılın ilk üç ayına ilişkin veriler; geçen yılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve temeli aşırı üretim olan durgunluk belirtilerinin toplam sanayi üretimini etkileyen bir özellik kazanarak yaygınlaştığını ve geliştiğini; toplam sanayi üretim artış hızının, 1997 yılının ilk 3 ayında, geçen yılın aynı dönemine ve son 3 ayına (bu aynı zamanda 1997’nin ilk 3 ayının öncesine denk düşen dönem olmaktadır) göre gerilediğini göstermektedir.
DİE’nin verilerine göre; 1997 yılının ilk 3 ayında üretim artış hızı toplam sanayide ve imalat sanayisinde % 5,4 olarak gerçekleşti. Oysa üretim artış hızı 1996 yılının ilk 3 ayında sanayinin bütününde % 9,2 imalat sanayisinde ise % 8,7 olarak gerçekleşmişti…
Kaynak paketlerinden birinin temel unsuru olan bedelsiz ithalat ve AT ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasının tüm hükümlerinin yürürlüğe girmesi sanayideki durgunluk belirtilerinin gelişmesini hızlandıracaktır.
Sanayinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceği, gelişen durgunluk belirtilerinin ve toplam sanayi üretim artış hızındaki düşüşün tam bir endüstriyel durgunluk veya krize hangi süreçten geçerek ilerleyeceği bu günden bilinemez. Bu, etkileri ve sonuçları bugünden bilinemeyecek ulusal ve uluslararası pek çok etkene bağlıdır. Ancak veriler, toplam sanayi üretiminin büyüme hızının düştüğünü, kısa süreli ve konjonktürel dalgalanmalar olmakla birlikte, bu düşüşün süreceğini göstermektedir.
Sanayinin gelişme hızındaki düşüşün ve bu düşüşün endüstriyel bir durgunluk ve krize yol açmasının ilk sonuçları ise, işten atmaların yoğunlaşması, işsizliğin büyümesi, gerçek ücretlerin hızla düşmesi ve sermayenin ve diktatörlüğün çok yönlü saldırılarının yeni bir ivme kazanması olacaktır.
Hükümetin ve TÜSİAD gibi tekelci kuruluşların sözcülerinin de kabullendiği gibi, ekonomi tam bir bıçak sırtında. Hükümet; yeni tasarruf tedbirleri, yüksek faizlerle bulunacak dış borçlarla, özelleştirme programına alınıp da bu güne kadar özelleştirilemeyen telekomünikasyon, petrol, maden işletmeleri gibi stratejik öneme sahip büyük işletmelerin yok pahasına emperyalist ve işbirlikçi tekellere satılmasıyla sağlanacak gelirlerle, yeni zamlar ve karşılıksız para basarak zaman kazanmayı ve mali krizi bir süre daha ertelemenin ve mümkün olduğunca hafif atlatmanın hesabını yapmaktadır. Ancak, varlığı yokluğu tartışma konusu olan ve ülkeyi artık sadece fiilen değil, görünürde de yöneten ve tam bir siyasal parti gibi hareket eden Genelkurmay’la çatışan mevcut hükümetin bunu, üstelik de Türkiye’nin riskli ülkeler sıralamasındaki yerinin yükseldiği ve ilk sıralara çıktığı koşullarda gerçekleştirmesinin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Kaldı ki bu gerçekleşse bile ülkeyi çok yönlü bir krize sürükleyen temel ve faktörlerin hiçbiri ortadan kalkmayacak, aksine, bir süre sonra daha da ağırlaşarak gündeme gelecektir.
Ekonomi, ödemeler dengesi ve bütçe açıklarındaki büyümenin gündeme getirdiği mali bir krizin yanı sıra, temeli aşırı üretim olan ve bağımlı ve giderek daha bağımlı hale gelen geri ülke koşullarında şekillenen endüstriyel bir durgunluk ve kriz sürecine doğru ilerlemektedir. Bu süreç; ezilen ve sömürülen sınıfların yanı sıra, ara sınıfları, emperyalist ve işbirlikçi tekelleri ve büyük toprak sahiplerini, tüm kurum ve kuruluşlarıyla mevcut toplumsal sistemi doğrudan etkileyen, ekonomik politik toplumsal çok yönlü sonuçlara yol açarak gelişmektedir ve gelişmeye devam edecektir.
Türkiye yeni bir durgunluk ve kriz sürecine; üstyapıdaki çözülme, dağılma ve çürümenin tüm kurum ve kuruluşlara yayılarak derinleştiği koşullarda ilerlemektedir. Yeni özel birlikler kurularak, teknik donanımı modernleştirilerek saldırı aygıtları sürekli güçlendirilmesine karşın; diktatörlüğün, kitle temeli ve kitle hareketi ve örgütleri içindeki dayanakları zayıflamakta, emekçiler arasında yeni arayışlara yöneliş gelişmektedir. Kitlelerin, burjuva düzen partilerinden kopuşu, emperyalizmin, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin diğer egemenlik araçlarından kopuşa doğru genişleyen ve ilerleyen bir özellik kazanmaktadır. Burjuva düzen partilerinden hiçbiri (ya da partiler ittifakı) TBMM’de istikrarlı bir hükümet kuracak ve sürdürecek çoğunluğa sahip olmadığı gibi, geçici bir süre için de olsa kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkeyi yatıştıracak, tereddütlü de olsa beklenti yaratabilecek durumda değil. Parlamento, öngörülen işlevi yerine getirmemekte, sürekli itibar kaybetmektedir. Bunun da ötesinde, parlamento ülkeyi sürekli hükümet krizinin eşiğinde tutacak bir bileşime sahip ve sadece parlamentodaki gücü açısından değil, kitle bağları ve örgütlenme düzeyi bakımından da parlamentodaki en güçlü parti olan Refah Partisi, ülkeyi egemen sınıflar adına yöneten ve diktatörlüğün yönetici merkezi olan Genelkurmayla çelişen yönelişlere sahip… Belli başlı emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında şiddetlenen dünyayı yeniden paylaşım mücadelesi ve bu mücadelede Türkiye’nin oynayacağı rol ve tekelci gruplar arasındaki çıkar çatışmalarıyla da bağlantılı, gerici kamp içindeki parçalanma ve klikler mücadelesi yeni unsurlar ve özellikler kazanarak gelişmektedir.
Gerici kamp içindeki çelişkilerin ve çatışmaların şiddetlenmesi; gericiliğin şu ya da bu kliği geçici olarak güç toplasa ve güçlense de, bir bütün olarak ele alındığında, gerici kampın zayıflamasına ve yıpranmasına yol açar. Susurluk kazası ve sonrasında açıkça görüleceği gibi, daha önce gizlenen, kapalı kapılar ardında dönen dolaplar, yıllardır gizlenen, üstü örtülen ilişkiler, rezaletler açığa çıkar. Emekçiler, Özel bir çaba sarf etmeksizin düzenin ve kurumlarının işleyişine, gerçek yüzüne ve niteliğine ilişkin bilgi (eksik ve çarpık da olsa) edinme olanağı bulur. Gerici önyargıları yıkmanın, işçilerin emekçilerin bilincini ve mücadelesini ilerletmenin, çok yönlü bir aydınlatma çalışması örgütlemenin koşulları ve unsurları genişler. Sorun sınıf bilinçli işçinin ve örgütlerinin bu olanakları değerlendirip değerlendiremeyeceğidir.
EMEKÇİLERİN DURUMU
1997 yılında gerek memur maaşlarına yapılan zamlar gerekse başta 700 bin kamu işçisi olmak üzere toplusözleşmelerle işçi ücretlerinde sağlanan artışlar; öncesi bir yana 1994 krizinden bu yana ücretlerde ve maaşlarda gerçekleşen erimenin gerisinde kaldı. Sağlanan artışlar da yükselen enflasyon ve zamlar karşısında erimeye başladı ve bu süreç devam ediyor. İşten atmalar yoğunlaşırken, toplumun açlık sınırında ve altında yaşayan, asgari sağlık hizmetlerinden yararlanma olanaklarından yoksun ve geleceğe ilişkin hiçbir güvencesi olmayan kesimleri büyüdü. Önümüzdeki dönemde; bu süreç, hızlanarak devam edecek ve ekonominin, durgunluk ya da kriz sürecine girmesiyle birlikte, yeni bir ivme kazanacak ve küçük ve orta işletmelerde iflasların yoğunlaşması ve büyük işletmelere doğru genişlemesi, tarımda durumun kötüleşmesi gibi gelişmelere yol açarak ilerleyecektir. Bunun kaçınılmaz sonuçları ise; sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının yanı sıra, küçük ve orta işletmelerin durumunun kötüleşmesi, mülksüzleşme ve sermayenin merkezileşme sürecinin ilerlemesi, sınıf kutuplaşmasının derinleşmesi, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin kitleler arasında gelişmesi olacaktır.
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, uluslararası mali sermaye ve işbirlikçi egemen sınıflar, gelişen durgunluk ve kriz belirtilerinin ve kaçınılmaz hale gelen bir durgunluk ya da krizin tahrip edici sonuçlarını kendileri ve düzenleri açısından en aza indirmeyi ve bu süreci en kısa sürede atlatmayı; ekonomik, politik tüm yönleriyle toplumsal yapının emperyalizmin tercihleri ve gereksinimleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini merkezine alan ve bir süredir gündemde olan orta vadeli istikrar programını ve diğer tedbirleri uygulamak için son hazırlıklarını yapmaktadırlar. Bu program ve tedbirlerin uygulanmasıyla birlikte halka ve ulusal olan ne varsa ona karşı yürütülen saldırılar yoğunlaşacaktır. Ara sınıf ve tabakaların, tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin yaşam ve çalışma koşulları daha da kötüleşecektir.
Gerçek ücretlerin ve maaşların düşürülmesi, en alt düzeye çekilmesi; bugüne kadar gündeme alınan ancak gerçekleştirilemeyen, stratejik öneme sahip devlet işletmeleri de dâhil, devlet mülkiyetindeki işletmelerin, madenlerin, hazine arazilerinin, sağlık, eğitim, sigorta ve diğer sosyal yardım ve güvenlik kuruluşlarının özelleştirilmesi; özelleştirilemeyenlerin tasfiye edilmesi; emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermayeye yeni pazar ve kârlı yatırım alanlarının açılması, devlet bütçesinden toplumsal harcamalara, ücret ve maaşlara ayrılan fonların, küçük ve orta işletmelere, tarıma sağlanan desteklerin kısıtlanması ve emperyalist tekellerin yıkıcı rekabetine karşı koruyucu önlemlerin son katıntılarının da tasfiye edilmesi vb. yeni saldırı dalgasının ekonomik unsurları olacaktır. Özü, ülkemizin emperyalizmin tipik bir yeni sömürgesi haline gelmesi; ekonomik, politik, toplumsal yapının buna uygun düzenlenmesi olan yeniden yapılanma programının bütün unsurlarıyla eksiksiz uygulanması amaçlanmaktadır.
Önümüzdeki dönem; ekonomik saldırıların yanı sıra, hatta öncelikle politik saldırıların yoğunlaşacağı bir dönem olacaktır. Diktatörlüğün saldırıları öncelikle; yasaların eksiksiz uygulanması gerekçesiyle ezilen ve sömürülen sınıfların fiilen kazandıkları ve kullandıkları hakların ve mevziilerin gaspına yönelecektir.
Egemen sınıflar, bir yandan, ezilen ve sömürülen sınıfların saflarında dağınıklığı, bölünmeyi, örgütsüzlüğü geliştirmek, bunu aşmaya yönelik tüm girişimleri etkisiz kılmak, olası her türlü direnişi ezmek; öte yandan; başta militarist-bürokratik aygıt olmak üzere tüm egemenlik araçlarını ve dayanaklarını güçlendirmek, Susurluk kazası ve sonrasında art arda patlayan skandallarla, klikler arası dalaşmalarla, yıpranan ve hırpalanan güçlerini toparlamak, bu hırpalanma ve yıpranmanın orduya doğru genişlemesini engellemek ve saldırı olanaklarını genişletmek için diktatörlüğün tüm güçlerini yeniden mevzilendirmekte ve aralarındaki ilişkileri yeniden düzenlemektedirler. Bu, saklanmamakta, Genelkurmayın verdiği son brifinglerde, ulusal güvenlik açısından öncelikli tehlikenin dış değil iç tehlike olduğu ve milli savunma stratejisinin buna göre yeniden düzenlendiği vurgulanarak ilan edildi.
Türkiye; yarı-feodal ilişkilerin yer yer zayıflayarak varlığını sürdürdüğü, emperyalizme bağımlı geri bir ülke. Ancak uzun bir zamandır kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir ülkedir. Kapitalist gelişme, emekçilerin giderek büyüyen bölümünü üretim araçlarından kopararak, işgücünü pazarda herhangi bir meta gibi özgürce satan proleterler durumuna getirir ve kişisel bağımlılık ilişkilerini tasfiye eder. Bu gelişmenin kaçınılmaz sonuçları ise; toprak beyine ya da lonca ustasına, krala ya da sultana tabi, Ortaçağ uyuşukluğu içindeki emekçilerin yerini, ülke yönetimine ve aktif politik yaşama katılma eğitimi gösteren emekçilerin alması; feodal despotik kurumlar, araçlar ve biçimlerle ülkeyi ve toplumu yönetmenin ve egemen olmanın toplumsal koşullarının ortadan kalkmasıdır. Tüm ulusun ülke ve devlet yönetimine katıldığı görünümü yaratan kurumları ve araçları da içeren burjuva kapitalist biçimler ye araçlar devrimci bir dönüşümle ya da sancılı ve uzun bir süreç olan evrim yoluyla tedricen, adım adım eski biçimlerin ve araçların yerini alır -ki bu aynı zamanda burjuvazinin egemen sınıf haline gelmesine denk düşer-.
Yerel ve genel seçimlerden, referandumlara, siyasal partilerinden temsili kurumlarına ve hükümetlerine kadar tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamenter sistem, halkın ülke yönetimine katıldığı görümünü yaratır ve sermayenin -günümüzde tekelci sermayenin, mali oligarşinin- egemenliğini perdeler. Bunun da ötesinde işçilerin, tüm emekçilerin dikkatini gerçek sorunlarından uzaklaştırarak, temsili kurumlardaki ve burjuva partileri arasındaki dalaşmaların girdabına çekerek şaşkına çevirme, bölüp parçalama, kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini düzen içi kanallara akıtma işlevi görür.
Başta işçi hareketi ve örgütleri içindeki uşakları olmak üzere diğer dayanaklarıyla birlikte parlamenter sistem, aynı zamanda ülkeyi yöneten küçük azınlığın, ezici çoğunluğu oluşturan yönetilenlerin desteğini almalarının, onları denetimleri altında tutmalarının ve aralarındaki bağlantının araçlarından biridir. Bu işlevlerine karşın dün olduğu gibi bugün de; en demokratiğinden en antidemokratik ülkelere kadar, sermayenin, -günümüzde tekelci sermayenin-, temel egemenlik ve yönetim aracı militarist-bürokratik aygıttır. Ancak; temel egemenlik ve yönetim aracı olmamasına karşın; tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamenter sistem, burjuvazinin, günümüzde tekelci burjuvazinin egemenliğini ve yönetimini sürdürmesinin araçlarından biridir ve zorunlu kalınmadıkça da bir kenara fırlatılıp atılamaz. Tüm yıpranmışlığına, kitleler nezdinde itibarı, tarihinin en düşük düzeyine inmesine, istikrarlı ve uzun süreli bir hükümetin kurulmasını engelleyen bir bileşime sahip olmasına ve militarist-bürokratik aygıtla tam bir uyum içinde çalışan bir hükümetin kurulmasında karşılaşılan güçlüklere karşın; parlamentonun, siyasal partilerin bir yana itilmemesinin ve Genelkurmayın gösterdiği şaşırtıcı(!) sabrın nedenlerinden biri de budur.
Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir sınıf, sadece zora ve militarist-bürokratik aygıta dayanarak egemenliğini sürdüremez. Bu nedenle; ara sınıf ve tabakaların yedeklenmesi ve desteğinin alınması en azından tarafsızlaştırması, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kitlelerin bağımsız hareketinin ve örgütlenmesinin engellenmesi, bölünüp parçalanması, hiç değilse bir bölümünün aktif ya da pasif desteğinin alınması, bunun için gerekli dayanakların ve araçların geliştirilmesi ve güçlendirilmesi egemen sınıf (ya da sınıflar ittifakı) açısından da büyük önem taşır.
Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki çelişmelerin keskinleşeceği bir sürece doğru ilerlemektedir. Emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakının yönetici merkezi, hazırlıklarını buna göre yapmaktadır.
Sınıf bilinçli ileri işçi ve örgütü de içinde bulunduğumuz dönemin özelliklerini, olası gelişmeleri göz önüne alarak çalışmasını yeniden planlamak, hatalarından arındırarak ilerletmek zorundadır.
Kitleleri bu bakımdan uyaran, olası gelişmelere hazırlayan somut ve canlı örneklere ve kanıtlara dayanan bir aydınlatma çalışmasının örgütlenmesi, artan bir önem kazanmaktadır. Sınıf bilinçli ileri işçi ve örgütü, gerici kamp içindeki çelişmeleri ve dalaşmaları, güçler ilişkisini ve olası gelişmeleri dikkatle izlemeli, kitleler arasında yürüttüğü aydınlatma çalışmasını, bu dalaşmaların gerçek özünün ve içeriğinin somut ve canlı örneklere dayanan ikna edici bir açıklanmasına, kitlelerin olası gelişmelere hazırlanmasına ve bilincinin ilerletilmesine doğru genişletmelidir.
Taleplerin, propaganda, ajitasyon ve eylem şiarlarının ve aralarındaki ilişkinin; koşullardaki değişim ve gündeme gelen sorunlarla bağlantısı kurularak sürekli yenilenmesi ve bununla uyumlu bir propaganda, teşhir-ajitasyon çalışması geliştirilmesi artan bir önem kazanacaktır. En önemlisi de; tüm bunların, emekçiler arasında kesintiye uğranmayan günlük bir çalışma ile; acil talepler etrafında emekçilerin kitlesel mücadelesinin örgütlenmesi ve geliştirilmesine en ileri düzeyde yardım çalışması ile birleştirilmesidir. Koşullara göre değişen ortak yönleri bulunmasına karşın, acil talepler; işyerine, işkoluna, mensup olduğu sosyal sınıf ve tabakaya göre farklılıklar arz eden ve süreç içinde sürekli değişen, yeni unsurlar kazanan bir özellik taşır.
Haziran 1997