“Anayasa’yı değiştirmek” ve ortaya çıkardığı gerçekler

TÜRKİYE’DE SİYASAL PARTİLER VE DEVLET

12 Eylül’ün Türkiye burjuva siyaset hayatında yarattığı değişikliklerin başında, siyasi partilerin rol ve konumlarının önemli ölçüde devletin temel işlevlerinin kenarına doğru itilmesi geliyor. Gerçekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tarihi boyunca siyasi partiler, örneği “demokratik” ülkelerde görülmeyecek bir biçimde, “resmi kurumlar” halinde örgütlene-gelmişlerdir ve bunun yönetim bakımından engeller yaratacak tarzda denetim dışı kaldığı zamanlarda da, bugün olduğu gibi, işlevsizleştirilmişlerdir. Bu durumda da, siyasi partiler, toplumsal sınıfların karşıtlıklarını ya da egemen sınıfların değişik katmanlarının çelişen çıkarlarını ifade etmekten çok, kitlesel kontrol mekanizmalarının düğüm noktaları olarak düşünülmüş ve kurulmuşlardır. Bununla birlikte, hiç kuşkusuz, Türkiye’de de, her bir siyasal parti, egemen sınıfların temel çıkarlarının savunulması ve geliştirilmesinde, birbirinden az çok farklı ekonomik ve siyasal programlar ortaya koymayı ve bunlar doğrultusunda “iktidar’ mücadelesi vermeyi, varoluşlarının bir gereği olarak yerine getirirler. Ancak bugünkü durumda bu işlev, basit bir taşeronluk müessesesine dönüşmüştür ve partilerin rolü, genel planların aracılığından öteye gitmemektedir.

Türkiye gibi, modern toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın, tarihi bakımdan oldukça gecikmiş olarak ortaya çıkmış sayılabileceği bir ülkede, devlet iktidarının ele geçirilmesinde siyasal partilerin rolü de, buna uygun olarak, demokratik devrimler dönemini erken zamanlarda kapamış ülkelerden farklı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kendine özgü mülkiyet ilişkileri üzerinde yükselen yapısı, devletin ekonomik ve sosyal hayatta belirleyici bir etki kazanmasına yol açtığı gibi, iktidar mücadelesinin de yönetilen sınıflarla egemen sınıflar arasında olmaktan çok, devlet içinde egemen sınıfların farklı kesimleri arasında bir mücadele biçiminde gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum, hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda sınıfların olmadığı, ya da egemen sınıf klikleri arasındaki mücadelenin kökeninde, üretici sınıfların sömürülme ilişkilerinin bulunmadığı anlamına gelmez. Görünürde, devlet üzerinde hâkimiyet mücadelesi veren kliklerin kavgası biçiminde gerçekleşen çekişme, gerçekte egemenlerle halk arasındaki ilişkinin bir sonucuydu. Bununla birlikte, devletin iç örgütlenmesi ve buna paralel olarak gelişen siyasal akımlar, bu temel çelişmeyi ancak dolaylı olarak yansıtabiliyordu. Siyasal hayat üzerinde ordunun ve bürokrasinin rolü, partilerin etkisinin sınırlarını ve derecesini belirliyordu. Örneğin, İttihat ve Terakki Fırkası, devletin temel kurumlarıyla dolaysız ilişkisine bağlı olarak, neredeyse sürekli iktidar partisi konumunda bulunurken, bundan görece bağımsız kalabilen ve kedince bir politika izlemeye çalışan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Rum, Ermeni, Arnavut, Bulgar kökenli birçok politikacıyı;    sosyalistler, “âdemi merkeziyetçiler”, şeriatçılar, liberaller gibi değişik görüşte birçok çevreyi bir araya getirmesine ve İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı sert bir muhalefet cephesi ekseninde geniş halk yığınlarının desteğini kazanmasına karşın iktidara geçemedi. 1912’de yapılan ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın büyük terörü altında gerçekleştiği için siyasal tarihe “sopalı seçim” adıyla geçen seçimde, Meclis’e ancak altı milletvekili sokabildi. Hürriyet ve İtilaf Partisi, Osmanlı İmparatorluğu çökerken, İngiliz işgalcilerinin desteğiyle, önde gelen politikacılarından bir kısmını Damat Ferit hükümetine nazır olarak sokabildi. Milli Mücadele’ye karşı padişahçıları ve emperyalistlerin politikasını destekledi. İsyan kışkırtıcılığı yaptı ve bu, onun siyasal varlığının sonunu belirledi. Milli Mücadele’nin sonunda, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de, yöneticilerinin hemen hemen tümü sürgüne gönderildi.

Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin siyasi tarihteki konumu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne, devlet ve siyasi partiler arasındaki ilişkinin temel ilkelerini açıklayıcı bir örnek teşkil etmektedir.

Geçenlerde, bütün yeni başbakanlara, bakanlara, hatta cumhurbaşkanlarına, göreve başladıkları gün, bir “kırmızı kitap” verildiği yolunda bir söylenti basında yer aldı. Buna göre, devletin değişmez politikaları, temel hedefleri ve ilkeleri hakkında hangi hususlara “mutlaka uyulması” gerektiği, bu kitapta yazılıymış. Aslında böyle bir kitap olmasa bile, geçmişten günümüze, siyasal partiler ve onların devlet yönetiminde yer alan üyeleriyle, belli bir sürekliliği ve değişmezliği temsil eden devlet arasındaki ilişkinin, ikinci tarafça belirlendiği, diğerlerinin ancak katı sınırlar içinde bir “serbestlik” sahibi olabileceği bilinmeyen bir şey değildir.

Siyasi partiler, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra, siyasi bakımdan tümüyle işlevsiz hale getirilmek istenmiştir. Bu plan, daha önce de başka fırsatlarla değindiğimiz gibi, iki yoldan yürütülmüştür. Birincisi, siyasi partiler, programları bakımından, hemen hemen birbirlerine eşit hale sokulmuş, piyasa ekonomisini savunmak, özelleştirmecilik, Avrupacılık, ABD politikalarına teslimiyet gibi, iç ve dış politikayı ilgilendiren konularda aralarında herhangi bir ayrım bırakılmamıştır. İkinci olarak, siyasi partiler, siyasal örgütler olmaktan ve değişik halk kesimlerinin bir biçimde politikayla ilgilenmesi için kullanılan araçlar olmaktan çıkmışlar, iş bulma ve iş takibi, ihale kapma örgütü, banka kredileri için rüşvet ve torpilin işlemesinin araçları haline gelmişlerdir. Bugün herhangi bir burjuva partinin üyeleri arasında, partinin program ve tüzüğünü benimsediği, “ideallerini paylaştığı” için orada bulunan pek az saf kalmıştır. Programlardaki farksızlık, partilerin kamuoyu karşısında kendilerini tanımlamak için siyaset dışı araçlara başvurmalarında da görülmektedir. Partiler için, artık, politikadan çok, “imaj” önemlidir. Propaganda için seçtikleri pop şarkı ya da liderlerinin görünüşü, partileri birbirlerinden ayırmak için kullanılan simgeler haline gelmiştir. Bu, 12 Eylül sonrası politikayı da devlet düzeyinde düzenleme girişiminin en önemli ve burjuva siyasi partiler bakımından en kalıcı sonuçlarından birisidir. Siyasi partiler, 12 Eylül’le birlikte oluşturulan “yeni hukuk”a göre, artık “temel, genel ve kalıcı ilkeler”in savunucusu olmak zorundadırlar ve bunun dışında, herhangi bir programları olamayacaktır. Şu anda parlamento içinde bu dayatmaya direnen parti yoktur. Yalnızca Refah Partisi, kendisini bu sınırlar içinde tanımlamaya razı olmadığını ürkek sesle tekrar etmekte, fakat genel hareket tarzı bakımından o da, bu koşulların partisi olmayı sürdürmektedir.

12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi ve buna bağlı olarak da “demokratikleşme”nin gerçekleşeceği yolundaki iddiaları kapsayan girişim, partilerle devlet politikaları ve planları arasında tarihsel olarak kurulmuş ve 12 Eylül hukuku tarafından kesinleştirilmiş bulunan ilişkiyi yansıtmıştır ve burjuva siyasi partilerin yalnızca toplumsal hayat bakımından değil, siyasi hayatın da düzenlenmesi için konulan kurallara göre kendilerine çeki-düzen vermelerinin devlet bakımından önemini bir kez daha göstermiştir.

 

12 EYLÜL ANAYASASI’NIN TEMEL ÖZELLİKLERİ

12 Eylül Anayasası, darbenin başlıca hedeflerinin yazılı kurallar halinde ortaya konulmasıydı. Buna göre, Anayasa’nın “Başlangıç” bölümünde, “12 Eylül 1980 öncesinin anarşi ve terör ortamına dönülmemesi”,  başlıca amaç olarak gösteriliyordu. 1961 Anayasası, aynı bölümde, “Türk milletinin bağımsızlığına, hak ve özgürlüklerine bağlılığını” dile getirirken, 1982 Anayasası, “devletin ve milletin varlığının korunması” temasını ilk sözler olarak kayda geçirmişti. Bu bölümde, son derece ırkçı ve şoven bir milliyetçilik vurgusuyla birlikte, “hürriyetlerin ve demokratik hakların anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik olarak kullanılamayacağı”   sloganı sık sık tekrarlanmaktadır. Bu, 12 Eylül darbesine yol gösteren temel ilkelerin bir ifadesidir: Demokrasinin çoğu zararlıdır, çünkü temel hak ve hürriyetlerin eksiksiz kullanılması, temel hak ve hürriyetlerin ortadan kalkmasına sebep olmaktadır! Bu paradoksal ana fikir, üstü örtük bir biçimde, “hak ve hürriyetler” kavramının karşıt sınıflar için taşıdığı karşıt anlamları ortaya koymaktadır. Egemen sınıfların hak ve hürriyetlerinin korunması, ancak, yönetilen sınıfların hak ve hürriyetlerinin “aşırı” olmamasına bağlıdır!

“Başlangıç” bölümünün önemi, burada söylenenlerin, Anayasa’nın diğer maddelerinde dile getirilen bütün kurallarının yorumlanması ve uygulanmasına esas teşkil edeceğinin de zorunlu kural halinde belirtilmiş olmasından gelmektedir. Demek ki, Anayasa’nın herhangi bir maddesi, eğer herhangi bir hak ve özgürlüğün bir biçimde dile getirilmesini içeriyorsa bile, bunun yorumlanması ve kullanılması sırasında, Başlangıç bölümünde dile getirilen esaslara uyulacaktır.

12 Eylül Anayasası, bütün ana çizgileriyle, “düzeni yeniden kurma” Anayasası olduğu için ve özellikle de “anarşi ve terör ortamına son vermeyi” amaçladığı için, önceki anayasalarda bulunmayan sert yasa düzenlemelerine olanak veren, hatta zaman zaman bir anayasadan çok Ceza Kanunu’nda bulunması normal olacak olan kurallar da içermektedir. Özellikle, “Temel Hak ve Hürriyetler” konusunda, devletle vatandaş arasındaki bütün ilişkilerde, vatandaşın aleyhine ve devletin tartışılmaz üstünlüğüne vurgular bulunmaktadır. Önceki anayasalarda “Temel Hak ve Hürriyetler”in sınırlanabileceğine dair herhangi bir belirleme bulunmazken ve gerekli sınırlamalar için yeterli yasal düzenlemeler ayrıca yapılmışken, 1982 Anayasası, sınırları belirlemeyi de kendi üstüne almıştır. “Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel sağlığın korunması” amacıyla, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanacağının belirtilmesi, ayırıcı bir özelliktir. Bunun sonucu olarak, insan hakları konusunda da, yeni yorumlara ve uygulamalara olanak veren hükümler, 1982 Anayasası’nın içine konulmuştur. Özellikle, “yaşama hakkının korunması” kavramı, 1982 Anayasası açısından, tümüyle siyasal amaçlara uygun olarak yeniden yorumlanmış ve kurala bağlanmıştır. Buna göre, bireysel yaşam hakkının korunmasının hüküm dışı tutulduğu durumlar şunlardır: Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi, meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu ya da hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanmanın bastırılması. Bu durumlarda yetkili kişilerce silah kullanılabileceği ve bu uygulamanın yaşam hakkının korunması ilkesi içinde değerlendirilemeyeceği anayasa düzeyinde hükme bağlanmış, bugün “yargısız infaz” olarak adlandırılan uygulamalar, hukuki kaynağını bu anayasadan almıştır.

Kişi özgürlüğü konusunda da, 1982 Anayasası, tümüyle “ayaklanma bastırma” mantığına göre değerlendirilmiş, tutuklanan kişilerin sorgulanma ve mahkeme süreçleri, olağanüstü durumların sürekliliği kavramı açısından düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemelerin, eski anayasalarda korunmaya alınmış olan, kişi hak ve özgürlükleri konusundaki denetleyici rolleri ve yasalara bu açıdan müdahale işlevleri tamamen kısıtlanmış, bu mahkemelere kişisel başvuru hakkı sınırlanmıştır. Buna karşılık, olağanüstü hal uygulamalarında ve sıkıyönetim koşullarında, askeri organların ve sivil bürokrasinin müdahale alanları genişletilmiştir. Bu da, tümüyle, 12 Eylül öncesindeki toplumsal ve siyasal koşulların “anarşi ve terör ortamı” olarak görülmesinin ve yalnızca bir kriz değil aynı zamanda bir ayaklanma döneminin yaşandığı tespitinin yapılmasına dayandırılmıştır.

Aynı şekilde “yerleşme özgürlüğü”nün de, “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek amacıyla” sınırlanabileceği, yine 1982 Anayasası’nın yenilikleri arasındadır. Bundan ne kastedildiği, gerçekte neyin hedeflendiği, daha sonra yaşanan büyük sosyal ve siyasal göç olayları göz önünde tutulduğunda anlaşılabilmektedir.

Düşüncenin açıklanması ve yayılmasına ilişkin hükümler de, tümüyle baskı ve yasak anlayışıyla düzenlenmiştir. Önceki anayasalarda bulunmayan, radyo, televizyon ve basın aracılığıyla yapılan yayınların önceden izne tabi tutulması da katı sınırlamalara konu olmuştur. Bu yayınlarda “yasa ile yasaklanmış bir dil kullanılmayacak”, bu yasağa uymayan yayınlar, basılı kâğıtlar, ses ve görüntü bantları toplatılabilecektir.

Örgütlenme özgürlüğü de, 1982 Anayasası’nın başlıca hedefleri arasındadır. Dernek, parti, sendika gibi kitlesel örgütleri kurmak, sert kurallara bağlanmış, siyasi partilerin, kitle örgütleri, vakıflar ve sendikalarla ilişkilerine yasaklamalar getirilmiştir. Özellikle işçi ve emekçi meslek örgütleri ve işçi ve emekçilerin siyasal örgütlenmeleri, hemen hemen tamamen olanaksız hale getirilmiştir. Kurulmasına izin verilebilecek örgütlerin tanımında ise, tıpkı siyasi partilerde olduğu gibi, bunların da Anayasa’nın Başlangıç ilkelerine uygun olma koşulu konulmuştur.

Devlet teşkilatlanması ve organlara yapılacak atamalar konusunda da, görece kalıcı ve hükümetler üstü konumda bulunan kurumlara verilen yetkiler artırılmıştır. Cumhurbaşkanlığı, eski anayasaların aksine, görece sembolik bir kurum olmaktan çıkarılmış, “Anayasa’nın uygulanması devlet organlarının düzeni ve uyumlu çalışmasını gözetmek” gibi bir yetkiyle donatılmış ve başlıca devlet kurumlarına yapılacak atamalarda, yüksek yargı, üniversiteler gibi kurumların yönetimlerine yapılacak seçimlerde müdahaleci bir konuma getirilmiştir. Cumhurbaşkanı, bakanları değiştirebilir, hükümeti ve parlamentoyu feshedebilir, sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan edebilir, Devlet Denetleme Kurulu, YÖK gibi organlara atamalar yapabilir ve bunların yöneticilerini değiştirebilir.

1982 Anayasası, askeri otoritenin devlet düzeni içindeki yerini de genişletmiş, daha önce gizli ve zora dayanan bir konumda bulunan ilişkileri kurala bağlamıştır. Milli Güvenlik Kurulu’ndaki sivil üyelerin sayısı, artık askeri üyelerin sayısından fazla olamayacaktır; kurulun önerileri, artık Bakanlar Kurulu için yalnızca bir “tavsiye” niteliğinde olmayacak, “öncelikle dikkate alınacak kararlar” olarak değerlendirilecektir.

1982 Anayasası’nın en önemli hükümlerinden bir diğeri ise, 12 Eylül hareketini gerçekleştiren darbeci subaylar hakkında, eylem ve uygulamalarından dolayı soruşturma açılamayacağına ilişkindir. Yalnızca hukuk dışı uygulamaların, baskı, işkence ve terörün değil, aynı zamanda, birçok yolsuzluk ve rüşvet olayının da sorumlusu durumunda bulunan bütün darbe kadroları, bu yolla, soruşturulmaktan ve yargılanmaktan kurtulmuşlardır.

 

ANAYASAYI DEĞİŞTİRMEK…

1982 Anayasası, gerçekte bütün temel özellikleriyle, Türkiye egemen sınıflarının devlet ve siyasi partiler, devlet ve vatandaş ilişkilerinin genel yapısına ilişkin, bütün tarihi boyunca sahip olduğu ilkelerini özetleyen ve ona son biçimini vermeyi amaçlayan bir metindir. Fakat bu haliyle de, siyasi partilerin kazandığı yeni özelliklerle çelişen hükümler taşımaktaydı. Burjuva siyasi partiler, aslında kendilerine biçilen “siyaset dışı” rolden şikâyetçi değillerdir. Asıl işlevleri haline gelen, ihale dağıtıcılığı, rüşvetçilik, iş takipçiliği, sömürünün sonuçlarının paylaşılması gibi etkinliklerini artırabilmeleri, birkaç özel koşulun yerine getirilmesine bağlıydı ve Anayasa’da buna engel olabilecek hükümlerin bulunması tek şikâyet konularıydı. Bu engeller, tek cümleyle özetlenebilecek bir sorun yaratıyordu: Kitlesel denetim noktalarıyla temasları önemli ölçüde kesilmiş bulunuyordu. Gerçi devlet, bu eksikliği, değişik örgütlenmeler aracılığıyla gideriyordu ve siyasi partiler aracılığıyla kurulacak ilişkilere, başta ordu olmak üzere, fazla güvenle bakılmıyordu. Bu konuda, özlenen eski bir örnek vardı: Tek parti yönetimi döneminde, CHP’nin il ve bölge örgütlenmeleri doğrudan doğruya devlet örgütlenmesinin bir yanını, üstelik belirleyici yanını oluşturuyordu. Parti müfettişlerinin yetkileri, valilerden daha fazlaydı. “Devlet Partisi” olma özelliğini koruduğu sürece, CHP’nin bu misyonu devam etti. Devlet, kendisine yeni bir parti yaratana kadar bu yetkiyi hiçbir partiye vermedi. Sonradan bu yetki, yarı-gizli resmi kurumlara devredildi. Son zamanlarda, Evrensel gazetesinin verdiği bir habere dayanılarak söylenecek olursa, bu görev, MGK’nın il ve ilçelerde örgütlenecek şubeleri aracılığıyla yürütülecek. Ne var ki uygulamada resmi bir kuruluşun, kitlesel denetim ve yönlendirme olanaklarını, kendine özgü yapısıyla gerçekleştirmesinin güçlüklerinin başka araçlarla kaldırılması gerekiyor. Bu görev, temel ideolojik ve siyasi yaklaşımları ve programı bakımından 12 Eylül yönetimiyle tam bir özdeşlik gösteren MHP’ye bırakılmaktadır ve MHP, bugünkü faaliyetinin esasını, kitlesel yerel militan örgütlere dayandırmaya yönelmiştir. Dolayısıyla, Anayasa’nın, siyasi partiler üzerinde, kitlesel odaklarla ilişkiyi sınırlayan hükümlerinin değiştirilmesinin merkezi yönetim aygıtı bakımından acil ve gerçekten anlam taşıyan bir değeri yoktur. Siyasi partilerin, devletin temel ilkeleri ve hedefleri bakımından “güven vermekten uzak” genel yapısı, bu işlevin bizzat devlet eliyle ve ona en yakın kuruluş tarafından yapılmasını gerektirmektedir. Bu açıdan bakılınca, MHP’nin bir siyasal parti olmaktan çok, en yüksek planlama ve yönetme organı olan MGK’nın kitle örgütü konumunda olduğu, en azından buna aday parti olarak geliştirilmeye çalışıldığı söylenebilir.

Bütün bu çözümlemeler, siyasal ilişkiler bakımından, burjuvazinin, 12 Eylül’ün faşist nitelikli anayasasını değiştirmek yönünde ciddi bir ihtiyacı ve talebi olmadığı sonucunu vermektedir. Buna rağmen, hemen hemen 1982 Anayasasının kabulünden hemen sonra, bu anayasanın değiştirilmesi yolundaki tartışmaların başlamış olmasının ve sonuçta da, aslında hiçbir ciddi değişikliğe karşılık düşmeyen birtakım düzenlemelerin yapılmış olmasının başlıca sebepleri şöylece özetlenebilir:

Her şeyden önce, gelişen işçi ve emekçi hareketi, 12 Eylül hukukunun aşılması ve getirdiği sınırlamaların tümüyle kaldırılması yönünde ısrarlı ve sürekli bir baskı oluşturmaktadır. Kürt hareketinin yarattığı darboğazlar ise, iç ve dış politikada Türkiye Cumhuriyeti’ni, geleneksel çözümler ötesinde bir çözüm aramaya zorlamaktadır. Ne var ki, bütün bu çözüm yolları yalnızca siyasal öngörü ve yönetim deneyimi getirmekle kalmıyor, aynı zamanda büyük ölçüde finans kaynaklarını ve bunları sürekli olarak yenileyecek yoğun sermaye birikimini ve dolaşımını da gerektiriyor. Bu durum, burjuvaziyi, toplumsal hareketi frenleme, ya da en azından yavaşlatma amacıyla işçi emekçi haklarında bir genişleme yaratma mecburiyetiyle, sömürüyü yoğunlaştırmayı aynı anda yapmak gibi imkânsız bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu noktada ağır basan eğilim, “demokratikleşme”yi ekonominin düzelmesine kadar ertelemek yönündedir. Ekonominin kastedildiği anlamda “düzelmesi” ise, nesnel koşullar bakımından tamamen olanaksızdır. Bu ise, demokratikleşmenin olanaksız olduğu anlamına gelmektedir. Bu durumda da, yükselen halk hareketinin taleplerinin hangi araçlarla karşılanacağı ve yükseliş karşısında nasıl ayakta durulacağı problemi çözümsüz kalmaktadır. Bunun tek yolu olarak, baskı ve şiddetin artırılması görünmektedir. Gerçekte, şu anda, devlete egemen olan düşünceyle 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün temel felsefeleri arasında köklü bir farklılık da yoktur. Ünlü sözde söylendiği gibi, “sosyal uyanışın, ekonomik gelişmenin önüne geçmemesi” gerekmektedir. Dolayısıyla,     “hak ve özgürlüklerin korunması için, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması gerekir” biçiminde özetlenebilecek yaklaşım, bugün de tümüyle geçerlidir. Dolayısıyla, işçi, emekçi ve Kürt hareketinin beklentileri ve uğruna mücadele ettiği hedefler ve bunlara karşı egemen sınıfların geliştirebileceği önlemler, anayasa değişikliği kapsamında çözülebilecek bir sorun olmanın çok ötesindedir.

İkinci olarak, burjuvazinin ekonomik bakımdan karşı karşıya bulunduğu zorluklar ve bunun aşılmasının tek yolu olarak görünen yeni ve daha yoğun bir biçimde, emperyalist sermaye ile entegrasyon ihtiyacı, bir “demokratikleşme” görüntüsü yaratma sürecini dayatmaktadır. Bu “demokratikleşme”nin tümüyle biçimsel olduğunu ve emperyalist sermayenin yeniden üretilebilmesinin koşullarını hazırlamaktan ibaret içerikle sınırlı kalacağını söylemeye gerek bile yok. Özel olarak Avrupa ile ilişkiler, yalnızca sermayenin basit anlamda iktisadi ihtiyaçlarının bir sonucu değildir. Bu ilişkiler aynı zamanda başlıca Avrupalı emperyalistlerin Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik uluslararası planlarında Türkiye’ye biçtikleri rolün de bir gereğidir. Fakat insan haklan ihlallerinin, “düşünce suçları”ndan mahkûm olanların durumlarının, baskı ve işkencenin Avrupa kamuoyunu sarstığı, bütün bunların, özel tarihsel ve güncel çelişkilerle Türkiye’nin karşısına dikilen Yunanistan tarafından engelleyici unsurlar olarak kullanıldığı koşullarda, emperyalistlere fazla manevra alanı kalmamakta, “Türkiye’ye baskı” olarak adlandırılan tutum, buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye, bu baskı karşısında, sorunu zamana yaymaya ve dereceli bir geçiş uygulamaya çalışmaktadır. Anayasa’nın, bütün propagandaya rağmen, ancak küçük bazı değişikliklerle Meclis’ten geçmesi de, bu tutumun bir yansımasıdır.

 

NELER DEĞİŞTİ?

Değişikliği gerçekleşen maddeler gözden geçirildiğinde, esas olarak siyasi partilerin faaliyetlerine ve bunun bir uzantısı olarak, milletvekili sayısına ve seçmen yaşına ilişkin maddeler olduğu görülecektir.

Bunun yanı sıra, grev yasakları, memur sendikalarına ilişkin yasaklamalar, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını yasaklayan maddeler, olduğu gibi kalmıştır. Başlangıç kısmından 12 Eylül darbesini zorunlu gösteren ve öven ifadelerin çıkarılması, ama darbecilerin yargılanmasını yasaklayan maddenin kalması, memurlara grev ve toplusözleşme yasağının devam etmesi, ama “toplugörüşme”ye izin verilmesi diğer maddelerdeki değişikliklerin de tümüyle görüntüyü kurtarmaya yönelik olduğunu gösteren kanıtlardır. Anayasanın toplumsal ihtiyaç bakımından değil, yalnızca siyasi partilerin güncel ve kısa vadeli hesaplarına uygun olarak değiştirilmesinin, hangi temel sorunu çözdüğü ise, daima askıda kalan bir soru olacaktır.

Burjuva basın, partileri ve Meclisi aşırı derecede öven manşetlerle olayı abartırlarken, bu gerçeğin de üstünü örtmeye gayret ediyordu. Sözde sivil inisiyatifle, “Askerlerin yaptığı Anayasa’yı değiştiren kahramanlar”, aslında, hala “emir komuta zinciri” içinde, eskinin onaylanmasından öteye geçememişlerdi.

Anayasa’yı değiştirme gösterisi, yalnızca mevcut siyasi partilerin 12 Eylül hukukundan bağımsız olmadıklarını ve asla ciddi bir değişiklik yapamayacaklarını göstermekle kalmamıştır; aynı zamanda gerçek bir demokratik değişikliğin hangi yollarla ve kimin eliyle yapılabileceğini de ortaya koymuştur. Bunun ipucunu da, Anayasa görüşmeleri sürerken Ankara’yı bir eylem merkezi haline getiren emekçi yığınları vermiştir.

 

Ağustos-Eylül 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑