24 Aralık seçimlerinden bu yana olup bitenler, sermayenin, bir saldırı hükümetinden başka seçeneğinin kalmadığını çok açık bir biçimde gösterdi.
İşçi sınıfı ve emekçilere, yakın bir seçim kaygısı olmayan, güçlendirilmiş ve halktan yeni “yetki” almış bir hükümetle saldırmak isteyen büyük sermaye, acil bir erken seçimi dayatmıştı. Ne var ki; işler beklendiği gibi gitmedi. Bırakalım güçlü bir hükümeti, sermayenin en has partileri ANAP ve DYP’nin toplamı bile bir çoğunluk hükümetini mümkün kılmıyordu. Üstelik bu iki parti, seçim kampanyası sırasında yürüttükleri karşılıklı suçlama kampanyaları ile aralarında bir koalisyon için gerekli asgari ilişkileri de yok etmişlerdi. Buna rağmen büyük sermaye bu iki güzide partisini koalisyona zorladı. Böylece, özelleştirmeden esnek çalışmaya, terörün azgınlaştırılmasından emekçilerin her tür demokratik hakkının kaldırılmasına kadar pek çok önlem bu uyumlu hükümet tarafından kolayca alınacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Anayol Hükümeti, yolsuzluklar, rüşvet, soygunculuk, örtülü ödenek skandalları arasında çöktü.
Refah-yol Hükümeti, yine büyük sermaye tarafından bir seçenek olarak tezgâhlandı. “Batı, Çiller ve ordu izin vermez” tezlerinin gürültülü bir biçimde ortalığı kaplamasına karşın, büyük sermaye çevreleri, RP’yi yakından tanımanın verdiği güvenle, medyaya ve sözde laik çevrelerden yükselen gürültüye aldırış etmeden Refah-yol Hükümeti’ni kurdurdu. Beklendiği gibi, bu hükümetin de programı, kendisinden önceki hükümetlerin programından farklı değildi.
Kısacası hükümetler değişti, parlamentonun bileşimi değişti, ama programlar değişmedi: Gerek işçi ve emekçi sınıfların eylemlerinin baskısıyla çöken DYP-CHP Hükümeti, gerek seçimden hemen sonra kurulup dağılan Anayol, gerekse bugün görev başında olan Refah-yol hükümetleri; özü işçi ve emekçi sınıflara saldırı olan ve Türkiye’yi emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline getirmeyi hedefleyen politikanın, emperyalizm ve büyük sermayenin programının hükümetleri oldular.
Hükümetler niyetlerini açıkça ortaya koymak için her vesileyi kullandılar. Örneğin 1 Mayıs provokasyonunun yarattığı ortamdan yararlanan Anayol Hükümeti, bir yandan yığınların hak alma eylemlerini ve her türden sokak hareketini polis terörüyle önlemeye çalışırken, bir yandan da, epey zamandır bir köşede hazır bekletilen İller İdaresi Yasası’nı yürürlüğe koyma, Polis Yetki ve Salahiyetleri Yasası’nda polisin yetkilerini daha fazla artıracak değişiklikler yapma, kimlik bildirme yasasını değiştirme gibi Olağanüstü Hal’i bütün ülkeye yaymayı sağlayacak anti-demokratik uygulamaları gündeme getirdi. Öte yandan hükümet, herkese 1 Mayıs’ta olup bitenleri anlatmaya çalışırken, “3 Mayıs Kararları”nı alarak, SSK ve diğer sosyal güvenlik örgütlerinin özelleştirileceğini ve tasfiyelerine hız verileceğini, bu konularda gerekli yasal değişikliklerin hızla gerçekleştirileceğini de açıkça kamuoyuna deklare etti. Cezaevlerindeki siyasi tutuklulara karşı, Mehmet Ağar Genelgesi denilen bir genelgeyle yeni bir saldırı başlatıldı. Kürtlere karşı savaşı yumuşatacağı sinyalleri vererek işbaşına gelen Mesut Yılmaz, savaşı, daha da sertleştirerek sürdürdü.
1 Mayıs’tan itibaren geçen üç ay içinde 1 Mayıs provokasyonu, HADEP Kongresi’nde “bayrak indirilmesi”, cezaevlerindeki ölüm oruçlarında 12 kişinin ölmesi gibi, kamuoyu gündemini sermaye lehine değiştiren, bir başka söyleyişle sermayenin baskı ve terörünü artırmasına vesile olan ve olmaya devam edecek olan önemli olaylar yaşandı.
Yaklaşık bir yıldan beri IMF, Dünya Bankası, büyük sermaye ve onların sözcüleri, “Eğer gerekli önlemler alınmazsa, Meksika’da yaşanandan çok daha ağır bir kriz”in kaçınılmaz olduğunu öne sürüyorlar. Önlemden neyi kastettiklerini de açıkça ifade ediyorlar. KİT’lerin özelleştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin parçalanarak özelleştirilmesi, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, esnek çalışmanın yaygınlaştırılıp sanayinin yeniden yapılanmasının önündeki yasal engellerin yok edilmesi, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, ücretler ve sosyal hakların budanması, pazar ekonomisinin gelişmesini engelleyen yasaların ortadan kaldırılması vb. Ancak bu ekonomik politikaların tam olarak uygulanabilmesi için, her şeyden önce işçi ve emekçi yığınların hak arama mücadelesinden caydırılması; alınan her önleme boyun eğecekleri bir toplumsal psikolojik ortamın yaratılması gerekiyordu. Bunun için de, öncelikle 1989 Bahar Eylemleri’nden beri yol olan sokakların, emekçilerin hak alma ve arama mücadelesine kapatılması gündeme getirildi. Bu yüzden de özellikle 1 Mayıs provokasyonu sonrasında polis, sokak eylemlerine karşı vahşice saldırdı. Emekçilerin taleplerini ifade etmek için yıllardır kullandıkları alanların kapatılması için polis, kitlesel basın açıklaması, çelenk bırakma vb. eylem türlerini fırsat bulduğu her yerde ve zamanda kitlelere vahşice saldırarak engellemeye çalıştı.
Devrim mücadelesini polisle kendileri arasındaki bir savaşa indirgeyen sınıf dışı bazı siyasi grupların tutumları da, polisin ve hükümetin saldırılarına fırsat ve gerekçe yarattı. 1 Mayıs provokasyonu, HADEP Kongresi’nde bayrak indirilmesi vb. gibi olayları kullanan hükümet; şovenizmi kışkırttı, gelişmelerden ürken orta sınıfları şiddet politikasının destekçisi haline getirecek bir propaganda kampanyası yürüttü, yürütüyor.
Gelişmeler yakından incelendiğinde; büyük sermaye ve hükümetlerinin halka verebileceği tek şeyin, daha çok terör olduğu görülüyor. Çünkü sistemi sürdürebilmeleri için önlerinde tek bir program var ve bu programın tek amacı, daha çok sömürü, emekçi sınıfların daha çok sefalete itilmesi. Üstelik uygulanmak istenen program, ancak emekçi yığınlardan bir muhalefet, bir direniş gelmediği takdirde uygulanması mümkün olan bir program. Bu yüzden de her tür karşı koyuş odağını tahrip etmek, baskı ve terörle hak ve özgürlük mücadelesini sindirmek istiyorlar. Şimdi bu yöntemlere Refah’ın uyuşturucu etkisini de eklemiş bulunuyorlar.
Henüz göreve başlamış olan Refah-yol Hükümeti’nin uygulayacağı programın ve yığınları yıldırma yöntemlerinin de önceki hükümetlerden farklı olmayacağı, geçen bir ay içinde, RP’ye emek yanlılığı, anti-emperyalizm, “adil düzen”cilik vehmeden en saf çevrelerce bile artık görülür hale gelmiştir. Faize, Çekiç Güç’e Olağanüstü Hal uygulamasına karşı olduğunu her vesile ile açıklayan, Kütlere, açıkça olmasa da, “İslâm kardeşliği” çerçevesinde “eşitlik”, “özgürlük” vaat eden RP, daha hükümet olma ihtimalinin ortaya çıkmasıyla birlikte, bütün bu iddialarından vazgeçip klasik düzen partilerinin tipik politikasını benimseyerek, DYP ile uyumlu bir ikili oluşturmuş; RP’nin düzene ve devlete takiyye yaptığından emin olarak anti-RP olma üstünden politika yapan çevreler bile DYP-RP Hükümeti’nin açık düzen yanlısı tutumu karşısında hoşnutluklarını açıkça ifade etme noktasına gelmişlerdir. RP’nin halka takiyye yapmasından son derece hoşnut olan büyük sermaye çevreleri, RP’nin yıpranmamış yığınsal desteğini de kendi programlarının arkasına alarak daha pervasız davranacakları bir pozisyon kazanmış olmanın avantajıyla RP’nin yığınları aldatmak için başvurduğu küçük şovları hoş karşılamaktadırlar.
Ancak sermayenin ve hükümetinin önündeki yol, düz bir yol değildir. Tersine, daha son birkaç yıl içinde iki hükümet deviren işçi ve emekçi yığınlarının, sendika bürokrasisinin arkadan hançerlemesine, hükümet ve büyük sermaye çevrelerinin entrikalarına, baskılarına karşın hoşnutsuzlukları hızla artarken, işçi sınıfının uyanış içindeki kesimleri de hoşnutsuzluklarını ifade edecek yeni araçlar geliştirme çabası içine girmiştir. İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun gerçekleştirdiği temsilci toplantıları ve düzenlenen İstanbul İşçi Kurultayı, pek çok sanayi merkezindeki şubeler ve temsilciler platformu girişimleri, bölgesel kurultaylar düzenleme çabaları, mücadeleyi daha sürekli ve kitlesel kılma eğiliminin yığın hareketi içinde kök salma belirtileridir. Ve nihayet Gaziantep dokuma işçilerinin eylemi, sınıf ihtiyaçları ve talepler üstünden hareket edildiğinde yığın hareketinin kendi partisiyle birleşmekte tereddüt göstermekten çekinmeyeceğinin pek açık bir kanıtı olarak, geleneksel solun aşamalı bilinçlendirme konusu da dâhil, pek çok önyargısını yıkacak bir olgu olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Uluslararası sermayenin yönetim odakları IMF, Dünya Bankası ve yerli işbirlikçileri, “gerekli önlemler alınmazsa ’97 kriz yılı olacak” dediklerine göre, “alınacak önlemlerin” bu yılın son çeyreğinde yoğunlaşacağı ortadadır. Bunun bir başka anlamı ise; işçi ve emekçi yığınlarının tepkisinin yoğunlaşacağı, yeni bir işçi emekçi mücadelesi dalgasının yükseleceği bir dönemin eşiğinde olduğumuzdur. Bu ise, emekçi yığınların tepkilerini ifade edebilecekleri, yığın hareketi içinde otorite olabilecek karar mekanizmalarının yaratılması ve işler hale gelmesi için çabaların hızlandırılması gerektiği anlamına gelir. Yerel işçi ve memur sendikaları platformlarının canlandırılması, bunların yerel düzeydeki değişik kitle örgütleriyle ilişki içine girmesi, İstanbul başta olmak üzere başka bölgelerdeki platformlarla aralarında koordinasyon sağlanması, işçi ve emekçi mücadelesinin etkisi ve kararlılığı bakımından son derece önemlidir.
Çok açıktır ki; cezaevleri, kayıplar, sokak infazları, insan hakları ihlalleri, hatta çok daha kapsamlı sorun olarak Kürt sorunu ve bütün bunlardan türeyen sorunlara karşı gelişen yığın tepkisinin toparlanıp sisteme karşı mücadelenin dinamikleri haline gelebilmesi ve bu, işçi ve emekçi sınıflar içinde oluşan mücadele dinamiklerinin anlaşılıp gelişmesine yardımcı olacak bir pozisyon alınması son derece önemlidir. Son yılların deneyimi de açıkça göstermiştir ki; şu veya bu talep etrafında oluşan tepkiler, emek eksenli bir platformda da birleştirilmedikçe sistem içinde kalmaya, tecrit olmaya ya da sistem tarafından asimile edilmeye mahkûmdur. Bu platformun esası İstanbul İşçi Kurultayı’nda, İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu tarafından ortaya konmuştur. (Okur, adı geçen platformun sunduğu önerge ve taleplerin tam metnini dergimizin bu sayısındaki, “emek cephesi için çağrı” yazısında bulabilir.) Tüm toplumsal muhalefet, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların acil talepleri üstünden giderek o temelle birleşen bir eylem programı etrafında birleştirildiği ölçüde sisteme karşı mücadelenin gerçek gücü haline gelebilir.
Kuşkusuz RP-DYP koalisyonunun özellikle RP kanadının henüz yıpranmamış ve oldukça geniş bir kitle desteğine sahip olması, emekçi sınıfların birleştirilmesi sürecinde kimi güçlükleri büyütse bile, hükümetin uygulamak zorunda olduğu çıplak sermaye yanlısı program emekçi yığınların RP’den hızla kopuşunu getirecek kadar ciddi gelişmelere yol açabilir. Bu yüzden de, önümüzdeki dönem, büyük güçlüklerin yanı sıra sınırsız imkânların da ortaya çıktığı bir dönem olacaktır. Yeter ki; sınıfın ileri unsurları doğru talepler üstünden hareket eden bir eylem çizgisini benimsesin, mücadelenin ihtiyaç duyduğu beceriyi gösterebilsin.
Ağustos 1996