Sivil faşist hareketin yükselişi üzerine

Faşist hareketin gelişip güçlenmesi son yılların en önemli olgularından biri olma özelliği taşımaktadır. Burjuvazinin basın-yayın organlarına, siyasi parti ve temsilcilerine inanacak olursak, bu gelişme “çok sesli ve çok renkli demokrasinin” ne kadar iyi bir şey olduğunu gösteriyor. “Siyasi yelpaze” daha farklı partilerle genişliyor ve zenginleşiyor! Bazı liberal burjuva çevreler ise, özellikle Batı Avrupa ülkelerini işaret ederek “faşizmin hortlayan ruhundan ve tarihin tekerrür edebileceğinden” söz etmektedirler. Yine bu çevreler “faşist çetelere karşı yeterli önlemlerin alınmadığından” yakınarak devleti ve sivil toplum örgütlerini göreve çağırmaktadırlar.

Önceleri zaman zaman ortaya çıkan sivil faşist saldırılar, son dönemde giderek yaygınlaşmaya ve örgütlü ve birleşik bir karakter kazanmaya başladı. Toplumsal yaşamı terörize eden bu saldırıların yanı sıra, burjuva siyasetinin “resmi” göstergeleri de faşizmin yükselişine kanıt oluşturmaktaydı. Faşist partiler, yerel ve genel seçimlerde oylarını belirgin bir biçimde arttırıyor ve parlamentoda da somut bir güç haline geliyorlar. Avrupa ülkelerinde güçlenen faşizm, giderek büyüyor ve bütün ülkelerde bir olgu haline geliyor. “Faşizmin beşiği” sayılan Almanya’da, çetelerin “yabancı işçilere ve mültecilere” saldırıları görünümünde gelişiyor. Fransa’da Front Nottona ve şefi Le Pen yabancı düşmanlığını temel alan ırkçı-şoven bir politik çizgi izliyor. Le Pen parlamentoda da etkili bir güç olarak yer alıyor. Faşist MSI-DN İtalya’da yasal faaliyet yürütüyor ve güçlü faşist yerel müttefiklere sahip. Ayrıca bu ülkedeki faşist hareket, kontrgerilla örgütü GLADIO’nun ve mafyanın büyük desteğini alıyor. İngiltere’de bir dizi tarihsel ve siyasi nedenle dar bir tabana sahip olan faşist British National Party, gelecekte kullanılma olasılığı gözetilerek el altında hazır bekletiliyor. Diğer ülkelerde, İspanya, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde genelde yabancı düşmanlığı, ırkçılık-şovenizm propagandası temelinde faşist hareket ilerlemeye devam ediyor. Rusya ve diğer eski sosyalist ülkelerde, revizyonizmin çöküşünün hemen ertesinde faşist grup ve partilerin yaptıkları çıkış, Avrupa’daki faşist hareketlere güç, cesaret ve moral kazandırmıştır.

Gerek tarihsel deneyim gerekse Avrupa’nın bugünkü durumu, faşizmin kapitalizmin krizi ile kopmaz bir bağlantı içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Faşizm kapitalizmin krizinin ürünüdür. Ama kapitalizmin her krizi faşizmi doğurmaz, doğurmamıştır.

Faşizmin ortaya çıkışı, her şeyden önce, devresel krizler içine girse ve yeniden canlanıp ilerleyişe geçmesi üretici güçlerin önemli bir bölümünün tahribatı pahasına olsa da, henüz mülk edinmenin özel biçiminin üretici güçlerin gelişmesinin önünde belirgin ve kökten bir engel oluşturmadığı, kapitalizmin hala ilerletici bir potansiyele sahip olduğu tekel öncesi dönem ve o dönemde ortaya çıkan krizlerine (ilki 1825’de görülen devresel krizler) özgü değildir. Faşizm, kapitalizmin tekelci dönemiyle, tekelci kapitalizme has siyasal toplumsal ilişkilerle ilintilidir.

Serbest rekabetten doğan tekeller, ekonomide rekabetin yerini dikte ediciliğin alması anlamına gelmiş; tekelci dönemde rekabet bütünüyle ortadan kalkmamış, ama artık tekeller arasında rekabet olarak, ekonominin ve oradan giderek yaşamın bütün alanlarına yayılan kıyasıya bir çatışma halini almıştır. Tekel, bir yandan, neyin ne kadar üretileceğinin, fiyatların, pazarların vb. belirlenip, birkaç tekel arasında anlaşmalı -tröst- ya da anlaşmasız ama bu kez güçlü olanın dayattığınca topluma dikte ettirilmesi demektir; öte yandan da, pazarların, hammadde kaynaklarının, hatta yalnızca siyasal-stratejik üstünlük sağlama amacına bağlı olarak toprakların -bölgeler, ülkeler vb.- yine dikte yoluyla ve güçler oranında paylaşılması demektir. Tekelci kapitalizmde, dünya önce ekonomik sonra da toprak olarak birkaç büyük devlet arasında paylaşılmıştır.

Kaynakların, toprak ve fabrikalar içinde olmak üzere üretici güçlerin gittikçe daha az sayıda elde birikmesi ve sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçerek (mali sermaye) bütün ekonomik yaşamı denetimi altına alması demek olan tekelci kapitalizmde, burjuvazinin de görece dar bir kesimi (tekelci burjuvazi) tekelci bir konum edinir. Amacı artı değer sağlamanın, sıradan bir birikimin ötesinde azami kârı elde etmek olur. Bunun kesin aracı, kapitalist toplumun tekelci ilişkiler etrafında örgütlenişi ve ekonomide dikte ediciliğin koşullarının oluşmasıdır.

Ekonomide dikte ediciliğin doğal uzantısı siyasette de dikte ediciliktir. Ekonomide tekel, siyasette şart dayatıcılık, güce bağlı olarak boyun eğdiricilik, pazarlar, hammadde kaynakları ve toprak peşinde koşma, işgaller ve savaşlar olarak yansır. Tekeller, siyasette gericiliğin yoğunlaşması anlamına gelir ki, Lenin’in belirttiği gibi, tekellerin eğilimi, siyasal gericiliktir. Tekelci döneminde kapitalizm, artık üretici güçlerin gelişmesinin Önünde kesin bir engel haline geldiği gibi, siyasal gericilik üretmeye başlar: Burjuvazinin ne demokrasi ile ne de yurtseverlikle bağlantısı kalır. Artık her şey daha çok egemen olmak ve daha çok ele geçirmek içindir. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaşması, geri ülkelerin talanı ve halkların emek ürünlerinin, yerüstü ve yeraltı kaynaklarının yağmalanması, el koyma, ilhak, saldırı savaşları giderek dünyanın paylaşımı için savaş, kapitalizmin, gerici, asalak, çürüyen kapitalizm olarak göstergeleri haline gelir. Tekellerin siyasal gericilik eğiliminin yoğunlaşması ise, faşizmden başka bir şey değildir.

Ancak faşizm, tekelin sıradan bir ürünü ya da yansısı da değildir. Kapitalizmin kriziyle ilişkili bu tekelci ürün, yani faşizm, tekelci kapitalizmin belirli bir dönemine özgüdür: Birinci dünya savaşı içinde oluşmaya başlayan ve Ekim Devrimi ile dünyanın oldukça büyük bir parçasının kapitalist pazardan kopmasıyla olgunlaşan kapitalizmin genel bunalım dönemine.

Devresel krizleriyle çıkmaza giren kapitalizmin içine yuvarlandığı bütün çelişmelerini keskinleştiren ve krizlerini olağanüstü yıkıcı kılan genel bunalım döneminde, eğilimi zaten siyasal gericilik olan tekelci burjuvazinin, toplumsal siyasal boyutuyla devrimle karşı devrim arasında çatışma olarak beliren keskinleşmiş çelişmelerinin üstesinden gelmek (doğru deyimle bu çelişmelerin yıkıcı sonuçlarından kaçınmak ve onları ertelemek) ve kendi çıkarlarını dikte etmek üzere, gericilik eğilimin yoğunlaşması… Faşizm, yıkıcı sonuçları Ekim Devrimi ile görülmüş içinden çıkılmaz çelişmelerinin “çözüm” yöntemi olarak tekelci burjuvazinin siyasal eğilimi haline gelmiştir. O, Rusya’da kapitalistlerin alaşağı edilişiyle burjuvazi için yakıcı ve en çok korkulan gerçek haline gelen, kapitalist sistemi tehdit eden sosyal devrim tehlikesine karşı, son sömürü sisteminin öz savunma mekanizmasının harekete geçişi olarak anlam kazanmıştır. Faşizm, proleter devrimleri çağına özgüdür ve bu çağda devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmanın ürünüdür.

Tekelci burjuvazi, faşizme başvurarak, derinleşen krizinin hoşnutsuzluğunu ve öfkesini kabartma yönünde etkileyerek bağımsız tarihsel eylemiyle tarih sahnesine itme eğilimi gösterdiği ezilen ve sömürülen yığınları, örgütlerini dağıtıp mücadelelerini ezerek “kılıç ve kanla” siyasetin dışına atmaya yönelir. Ya da kapitalist sistem yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Ya proletarya ve ezilenlerin mücadelesi, bu mücadeleyi bastırıp ezmek üzere tırmanışa geçen ve burjuva demokrasisini de çiğneyip devleti giderek gericileştirerek açık ve dizginsiz terörün aygıtına dönüştürme eğilimi gösteren tekellerin egemenliğindeki sistemi devirecek (veya en azından, faşizmi tamamen tehlike olmaktan çıkaramasa da saldırısını püskürterek geriletecek ve geçici bir ferahlama ortamı -burjuva demokrasisi-sağlayacak) ya da sermaye ve faşizmin saldırısı, işçi ve emekçileri ve mücadelelerini kana boğarak, açık terörü, burjuva egemenliğin biçimi olarak örgütleyecektir. Tarih, iki yöndeki gelişmenin de tanıklığını etmiştir.

Günümüzde de Avrupa kapitalizmi toplumsal siyasal alanda belirtileri görülen derin bir bunalım içinde debelenmektedir. Merkez sağ ve merkez “sol” partiler erimekte, sandıktan istikrarlı olan sonuçlar çıkmamakta, işbaşına gelen hükümetler kısa zamanda toplumsal desteklerini yitirmekte, sık sık vurgulanan “erken seçim” istekleri çözüm olamamakta, özellikle yolsuzluk, rüşvet vb. skandallar yığınlarda umutsuzluk yaratmakta, burjuva politikası ve politikacılık “yalancılık” olarak tanınmaktadır. Bütün bunlar kapitalizmin krizinin politik ürünleridir. Üretici güçler ve üretimin bizzat kendisinin toplumsal niteliği durmaksızın artmasına rağmen, zenginlikler ve mülkiyet giderek daha az sayıda ellerde daha da büyüyerek toplanırken, nüfusun geniş yığınlarının yoksullaşması ve işsizliğin tehdit edici boyutlar kazanarak büyümesi, burjuvazi ve kapitalizmi yok oluşa sürükleyen çelişki olarak şiddetlenmektedir. Krize alternatif olarak öne sürülen özelleştirme bu krizi çözmek yerine şiddetlendirdi. Krize karşı burjuva partileri ve bilim adamlarının öne sürdüğü devlet harcamalarının sosyal yardımların kısılması, sosyalizm tehlikesi karşısında yatıştırma unsuru olarak gündeme alınmış “sosyal devletin ve işsizlik sigortasının kaldırılması” vb. türünden artık “klasik” sayılan çözüm önerileri de aynı sonuçları vermiştir. Üstelik bu önlemler, yıllardır sosyal yardımlardan yararlanmış emekçilerin düzene karşı hoşnutsuzluk ve öfkelerini körüklemektedir. Bu çıkmaz, kaçınılmaz olarak düzen partilerinin ve eski politikaların geçersizleşmesini, “radikal” ve “uç” politik kümelenmelerin güçlenmesi sonucunu doğuruyor.

Kapitalizmin krizi ve burjuvazinin politik olarak güçsüzleşmesi, komünist ve devrimci hareketin zayıf olduğu koşullarda yaşanmaktadır. Eski komünist partilerin tipik burjuva muhalefet partileri haline gelmesi, işçi sınıfının devrimci partisini kurmakta gösterdiği zayıflık ve uluslararası komünist hareketi temsil eden bazı ülke partilerinin genç ve deneyimsiz olması gibi özellikler, yaşanan krizin politik krizi de kapsayarak ve ezilen yığınları kendi çıkarları zemininde politika sahnesine çekerek devrimin ve sosyalizmin ilerletildiği bir olanağa dönüşmesini engelleyici rol oynamaktadır, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi politikalarıyla politik arenaya yeterince çıkamayışı ama düzen karşıtı hoşnutsuzluk ve tepkilerini şöyle ya da böyle ortaya koymaları, bu tepkileri sahte ve demagojik radikal söylemiyle çarpıtarak kapitalizmi sağlamlaştırma doğrultusunda kanalize etmeye yönelen ve burjuvazinin geniş çapta maddi ve manevi desteğine dayanan faşist hareketin gelişmesine yol açıyor. Böylece Avrupa burjuvazisi bütünüyle kapitalist sistemden doğan hoşnutsuzluk ve tepkileri kendi egemenliğinin sağlamlaştırmasına yarayan bir olanağa dönüştürmeye çalışıyor.

Faşist hareketin gelişmesinde, uluslararası düzeyde yaşanan sosyalizm aleyhtarı gelişmelerin de etkisi vardır. En çok revizyonizmin suçları ve çöküşünün kendisine fatura edilmesinin ezilen yığınlara belirli ölçüde kabul ettirilmesiyle sosyalizmin aldığı politik yenilgiler, sosyalist özlemler ve ideolojinin, geniş bir aydın tabaka tarafından yadsınmasına yol açmıştır. Bu ortamda, dinsel, ırkçı-milliyetçi ideolojilerin yeniden piyasaya çıkıp prim yapmasının “şaşırtıcı” görünen nedeni budur. Dünya ve özellikle Avrupa halklarının acı deneylerle tanıdığı faşizm, ancak örgütlülüğünün sürekliliğinde somutlanabilecek deney birikimi ve öncüsü tarafından yürütülecek sürekli bir aydınlatma faaliyeti ve kendi mücadelesinin deneyleriyle pişmeyle elde edilebilecek bilinçlilik halinin uzağında bulunan işçi ve emekçileri yeniden aldatmak üzere, medyanın “belleksizleştirme” operasyonunu da arkasına alarak bu ortamdan yararlanmaktadır.

1990 yılından bu yana, Türkiye’de de, faşist hareket ciddi bir gelişme ve toparlanma ortaya koymuştur. Türkiye’de doğrudan diktatörlüğün ve uzantısı sivil faşistlerin katliam ve saldırıları büyük artış göstermiştir. Diktatörlük bir yana, ona kopmaz bağlarla bağlı sivil faşist hareket, önemli farklılık ve özgünlülükler taşımakla birlikte, Avrupa’daki faşist hareketle aynı temele dayanmaktadır. Faşist diktatörlük, sivil görünümlü MHP’yi, kendi varlık nedenini de oluşturan işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve gençliğin mücadelesini ezmek amacıyla aktif bir biçimde kullanıyor. Faşist partilerin en azgını olan MHP, “kimlik değişimi” propagandasından Alevilerle ve sosyal demokratlarla ittifak kurmaya kadar bazı “yeni” taktikler izlemektedir. MHP, basın-yayın organlarının da şişirmesiyle toparlanıyor ve kitle tabanını genişletiyor. ANAP, DYP, SHP gibi karşı-devrim kampının diğer partileri zayıflarken MHP’nin oylarını arttırması karakteristiktir. Fakat MHP’nin yükselişinin asıl nedeni, kabartılan şovenizm ortamı ve yanı sıra doğrudan devlet tarafından örgütleniyor oluşudur.

Avrupa’da faşizmin güçlenmesi üzerine yazımızın ilk bölümünde kısa bir açıklama yapmaya çalıştık. Avrupa faşizminin ayrıntılı ve kapsamlı incelenmesini başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’de faşizmin incelenmesini, işçi sınıfının, halkın ve Kürt halkının devrimci mücadelesinin ilerletilmesi açısından daha yararlı görüyoruz. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfı, faşizmin tarihsel köklerini; oluştuğu iktisadi-siyasi koşulları; temsil ettiği ve dayandığı sınıf ve toplumsal katmanları; ideolojisi, siyaseti ve örgütlenme biçimlerini; kullandığı yöntem ve taktikleri kavramak zorundadır.

 

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKMASI VE GELİŞİMİ

Türk ulusal ticaret burjuvazisinin önderliğinde gelişen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlandı. Kemalist diktatörlük, başından itibaren, cılız anti-emperyalizmine karşın kitlelerin baskı altına alınması, Kürt halkının şiddetle sindirilmesine dayanan bir özellik gösterdi. Bu devlet, ticaret burjuvazisinin politik çıkarlarını savunan ve halk üzerinde korkunç bir terör estiren despotik bir burjuva diktatörlüğü oldu. Türk devletinin kurucusu olan sınıf daha savaş içindeyken “bir toprak devrimi ihtimaline ve işçilere ve köylülere karşı” tavır alıyor ve kazanan taraflar olan İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu.

O dönemde Türkiye’de kapitalizm oldukça az gelişmişti; sanayi başlıca küçük ölçekli işletme ve atölyelerden ibaretti. Üretim daha çok toprağa bağlıydı ve kapalı ekonomi koşullarında üretim oldukça yaygındı. Meta üretimi, feodalizmin en kapalı biçimlerini çözmeye başlamış olsa da feodalizmin ağırlığı reddedilemezdi. Meta üretimi tarımsal nitelikliydi ve ticaret, liman kentlerinde yapılmış pek fazla olmayan yabancı ve “yabancı-ortaklı” yatırım aracılığıyla emperyalizme bağlansa da, yine de ağırlıklı olarak toprak ve tarım bağlantılıydı. Toprak üzerinde ipotekler vb. aracılığıyla kesin bir tefeci karaktere sahipti. Ulusal burjuvaziyi neredeyse bütünüyle oluşturan ticaret burjuvazisi, tefeci-tüccar niteliğiyle, feodalizmin bağrında palazlanmaya başladığı haliyle kapitalizmin ilk gelişme döneminin bütün özelliklerini üzerinde taşıyordu. Kendisi de feodal bir karakter göstermekten büyük ölçüde kurtulamamış, toprakla ve feodaliteyle çok yakın ve sıkı bağlara sahip kapitalizmle yeni tanışmakta olan bir sınıf. Bu durumu, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında toprak beyleri ve eşrafla yakın ittifakını açıklayan temeli oluşturur.

Ama bu durumu, aynı zamanda savaş sırasında ve sonrasında, onun demokrasi ve demokratik tutumlarla ilişkisizliğinin de açıklamasıdır. Kurtuluş savaşı ve onu yöneten sınıf, aldatma yoluyla kendi emrine koşmak dışında başlıca köylülüğe ve az sayıdaki işçiye hiçbir zaman yakınlık duymamış; “köylü milletin efendisidir” lafları, pratiğin tam tersinin işareti olarak kalmıştır. Feodalizmle yakın bağlan ve üzerinde taşıdığı önemli izleri nedeniyle tefeci ticaret burjuvazisi, niteliği gereği, demokrasiye en küçük bir eğilim duymamış, demokrasi mücadelesini ve demokratizmi dayatıcı başka önemsenecek örgütlü güçlerin olmadığı koşullarda, savaş, karakteri ve yapısı itibarıyla yine en küçük bir demokratizm izine rastlanamayacak Osmanlı ordusunun kalıntılarına dayanılarak sürdürülmüştür. Savaşın ve önderliğinin bu niteliği, onun gelişmesi içinde “işçilere, köylülere ve bir toprak devrimi ihtimaline karşı” yönelmiş “cılız bir antiemperyalist devrim” olarak despotik bir diktatörlükle “taçlanması”nın temel nedeni olmuştur. Tefeci ticaret burjuvazisinin yine emperyalizmle bağlantılı bir “ticari şebeke”nin temsilcisi olması, hem “cılız anti-emperyalizmi”nin ve daha savaş içinde emperyalistlerle kurmaya yöneldiği iyi ilişkilerin hem de buradan da gidilerek elde edilebilecek demokrasi ile ilişkisizliğinin bir başka nedenini sunmuştur.

1929 yılında patlak veren emperyalist-kapitalist sistemin genel krizi ortamında Türkiye egemen sınıfları emperyalizmle geliştirilen ilişkilerin bir sonucu olarak devleti yeniden ve faşist bir biçimde örgütlediler. Devlet, belirli bir süreç içinde, despotik burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe evrilerek dönüştü. Türk devleti birdenbire faşist bir diktatörlük olmadı. Tefeci ticaret burjuvazi ve toprak beyleri içinden emperyalizmle girdiği ilişkilerden ve devletin dayanaklık edişinden de güç alarak palazlanan ve gelişen kapitalizm içinde tekelci konumlar kazanan burjuvazinin evrimine denk düşerek devletin şekillenmesinde bir dönüşüm yaşandı. Tekelci burjuvazinin oluşmasına paralel ve onun ihtiyaçlarına bağlı olarak devlet de süreç içerisinde ve adım adım faşistleştirildi. Kürt isyanları dışında ezilen ve sömürülen yığınların eylemli bir kalkışmaları henüz yoktu. Devletin faşistleştirilmesi ve faşist diktatörlüğe geçiş, sosyal devrim tehlikesi yaratan bir mayalanmanın ezilmesiyle değil, burnunun dibinde sosyal devrimin kalesi bulunan bir ülkede böyle bir potansiyel tehlikenin yolunu kesmek üzere gerçekleştirildi. Ekonomide yaşanan kriz, ticari şirketlerin iflasına yol açmış, tarıma konan vergiler köylüleri topraklarını terke zorluyordu. Sanayi büyürken, reel ücretler 1934–1938 arasında yüzde 25’e düşmüştü. Kriz ve alınan önlemler hoşnutsuzluk biriktirmeye başlamış, güçlü tepkilerin oluşması için toprak sürülmüş bulunuyordu. Feodalizm çözüldükçe, onun tarafından ekonomi dişi zora dayanılarak siyaset dışı tutulmaktan kurtulup özgürleşme yoluna girecek ve kriz ve alınan önlemlerin de “kışkırtmasıyla” gittikçe daha fazla demokratik tutumların öznesi olacak yığınların (köylüler) ve mücadeleleri, kriz tarafından da kolaylaştırılarak, bu köylülükle bağlantı içinde gelişme eğilimi gösterecek işçilerin, bu kez kapitalizm kaynaklı siyasal zorbalıkla siyaset dışı kalmalarını sağlamak üzere, faşist diktatörlük sermaye egemenliğinin biçimi olarak gerçekleşti. Demokrasiyle ilişkisiz burjuvazi demokrasi “getirecek” değildi. Kapitalizmin gelişmesi süreci içinde demokrasi mücadelesi yürüten güçler de olgunlaşıp sahneye çıkamadı. Bu durumda olması doğal olan oldu: Ulusal burjuvazinin egemenliğinden emperyalizmle işbirliği halindeki oligarşinin egemenliğine geçildi. Despotizmden faşizme…

Demokrasiye, örneğin birden fazla partinin örgütlenmesine zaten önceden yasak getirilmişti. Zaman zaman ikinci partiye izin verilse de, kısa süre sonra, beklenen an gelip çatıyor ve parti kapatılıyordu. 1925’de çıkarılan Takriri Sükûn yasasıyla neredeyse konuşmak bile yasak kılınmıştı En son “majestelerinin muhalefeti” olarak tasarlanan ama kısa zamanda kuruluş amacını aştığı görülen Fethi Bey’in partisi kapatıldıktan sonra tek parti diktatörlüğü yasallaştırıldı. İtalya ve Almanya’nın faşistleşmesi, yalnız ideolojik değil, siyasal ve örgütsel etkilerini de göstermeye başlamıştı.

1930’da Türk Tarih Tezi ve sonra Güneş-Dil Teorisi geliştirildi ve ırkçı-faşist yönelimin teorik ve tarihsel temelleri yaratılmaya çalışıldı. Irkçılık ve faşizm ideolojik akımlar olarak da benimsenmeye başlandı, gelişmelerinin yolu tümden açıldı. 1930 tarihli faşist İtalyan Ceza Hukuku Türkçeye çevrilerek temel alındı. Kürtlere karşı uygulanan katliam ve baskılar “Zorunlu İskân Kanunu” çıkarılarak yasallaştırıldı. Gençlik içinde faşist bir taban oluşturmak için Milli Türk Talebe Birliği kuruldu. Söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlükleri hukuksal olarak da zaten yasaklanmıştı. Ve zaten işçi sınıfı ve sendikalar üzerinde bir terör sistemi kurulmuş bulunuyordu. İç politikada gerici-milliyetçi bir politik söylem hâkim olurken dış politikada şoven bir siyaset izlenmeye başlandı.

Türkiye’de faşist diktatörlük kuruluş döneminde ciddi bir kitle tabanına dayanmadı. Belirtildiği gibi, demokratik olmayan bir burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe geçiş, yukarıdan, egemenler ve devlet eliyle gerçekleştirildi. Alman Nazi Partisi iktidara geldiğinde 11 milyon civarında bir seçmen desteğine sahipti. Türk egemen sınıfları böyle bir desteğe sahip değillerdi ve faşist diktatörlüğü “yukarıdan aşağıya” inşa ettiler. Ve bu süreç içinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğü olarak faşist diktatörlük kendisine kitleler içinde de taban bulabilmek için faaliyetlere girişti. Faşizmin kitle desteğini sağlamak amacıyla sivil uzantı ve beslemelerinin örgütlenmesine çalışıldı.

Faşist diktatörlük, gençliği kazanmanın geleceği kazanmak olduğu bilindiğinden, gençlik içinde MTTB’yi kurdu. Dar bir genç kadroya sahip olan MTTB, gençlik içinde ırkçılık ve şovenizmin propagandasını yaparak faşizme taban yaratmaya çalıştı, fakat başarılı olamadı.

1930’ların sonundan itibaren Hitler’cilik ülkede ve başlıca egemen sınıflar içinde, devlet katlarında etkisini göstermeye başladı. Almanya’nın Rusya içinde ilerleyişi bu etkisinin yayılmasına neden oldu. Bu sırada, diktatörlük hala göreli bir “tarafsızlık” siyaseti doğrultusunda davranırken, ülkede “Almancı”ların ağırlığı arttı ve hükümet Alman yanlıları tarafından oluşturuldu. Toplumda, başlıca burjuva ve küçük burjuva katlar içinde, en çok da ordu içinde, subaylar arasında NAZİ hayranlığı gelişti. Askeri okullarda ve bazı aydın çevrelerde yayılmaya çalışan faşist örgütlenme bütünüyle devlet olanaklarını kullandı. Bu dönemde hükümet tarafından da görece diplomatik bir incelikle izlenen Alman faşizmi yanlısı ve Hitler’in Kafkasya’ya varıncaya kadar Türkî toprakları ele geçirmesinden güç alan, onlarla işbirliği içinde gerçekleştirilmesi kurgulanan ırkçı-Turancı siyaset, sivil faşist çevreler tarafından, diplomatik kaygılar taşınmaksızın, daha açıktan savunuldu. Faşist diktatörlük 1944 yılında kendi beslemeleri olan sivil faşistleri dağıtmak ve faaliyetlerini kısa bir süre için engellemek zorunda kaldı. Nedeni, Alman faşizminin Sovyetler Birliği ve Kızılordu karşısında gerilemesi ve sosyalizmin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesiydi. Ayrıca, Alman emperyalizminin gerileyiş sürecine girmesiyle birlikte, ülke içinde de Anglo-Amerikan yanlılarının ağırlığı artmış ve dünya çapında olduğu kadar ülkede de “rüzgâr” “faşizmin ezilmesi” ve “demokrasi” yönünde esmeye başlamıştı. “1944 Tevkifatı” olarak adlandırılan tutuklama ve davalar, uluslararası gelişmelere uygun olarak devletin kendisine çeki-düzen verme manevrasıdır. Faşist harekete yönelen bu göstermelik davalarda bugünün faşist “Başbuğ”u A. Türkeş de yargılanmıştır.

ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin istikrarını bozan ve egemenliğini tehdit eden komünist harekete karşı “gayrı nizami harp” doktrini çerçevesinde kontrgerilla faaliyetlerini örgütledi. 1947’de tekrar faaliyetlerine başlayan sivil faşistler, ABD’nin planlarına bağlı ve uygun biçimde “anti-komünizm” propagandasına sarıldı ama çok fazla etkili olamadı. Bu arada demokrasi rüzgârları, Türkiye’de iktidar kliğinin değişmesine yol açtı. Emekçi kitlelerin yoksulluk ve sefaletinin doğurduğu tepkileriyle demokrasi özlemlerini kullanan Bayar-Menderes çetesi, ’50 seçimlerini kazanarak diktatörlüğün hâkim mevkilerini tuttu. Çok partili hayata geçilmiş, parlamenter “asma yaprağını” daha bir “asaletle” örtünen faşist diktatörlük kendisini sağlamlaştırmıştı. Böylelikle sermaye ve diktatörlük, sivil faşistleri öne sürmenin ve ABD planlarına uygun davranmanın yanı sıra ulusal ve uluslararası gelişmelere de uygun olarak daha gösterişli bir “elbise” giymiş oldu.

CIA Türkiye’de kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde faşist harekete büyük para “yardımı” yapmıştır. ABD, 1954-1965 arasında sivil faşist harekete 150 milyon dolarlık bir yardımda bulundu. Kontrgerilla Türkiye’de Amerikan Yardım Heyeti “JUSSMAT”la bağlantılı olarak, Genelkurmaya bağlı özel Harp Dairesi içinde örgütlenmişti. Bu durum aynı zamanda kontrgerilla-ordu bağlantısını, kontrgerillanın orduya dayanan, emperyalizmin patronajında çekirdek bir faşist yuvalanma olduğunu da ortaya koyuyordu. Karşı-devrimci faşist devlet aygıtı içinde kontrgerilla ve ülkenin siyasal yaşamın gerçek yönlendiricisi faşist elebaşların nerede bittiği ve ordu ve siyasi polisin nerede başladığı adeta bir “sır” gibidir.

’60 Hükümet Darbesi, reformcu görünümüne rağmen, bu kez Bayar-Menderes çetesine karşı yükselen tepkilerin zayıflattığı, çeperinde gedikler açılmasına neden olduğu faşist diktatörlüğün sağlamlaştırılmasına yönelikti, bu sonuca vardı.

1963 yılında Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. ABD bu örgütün de parasal finansmanını sağladı. Sivil faşist faaliyetlerin legal bir kuruluşu olan dernek, işadamı, tüccar, esnaf, gazeteci-yazar, avukat ağırlıklı bir kadroyla oluşturuldu. Derneğin ideolog ve sözcüleri geçmiş hareketten ayakta kalmış faşist elebaşlarıydı.

1964 yılında MBK içinde yeni bir darbe gerçekleştirilmiş ve 14 subay tutuklanarak komiteden ihraç edilmişti. Bu subaylardan 10’u A. Türkeş’in öncülüğünde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine üye oldu.

Faşizm kendi propagandasında dönemsel koşullara bağlı olarak dinci bir motifi eksik etmez. 1960’ların başında faşist milliyetçilik İslamiyet faktörünü kullanarak “dinci” bir biçime bürünmüştür. Dincilik, sonraki tarihlerde de geniş ya da dar biçimde faşist propagandada yer tutmuştur.

1968 yılından sonra MHP’nin öncel örgütü olan CKMP, “Komando Kampları” ile yeni bir dönemin başladığını ilan etti. Sivil faşistler yarı-askeri örgütlenmeye yönelmişlerdi. ABD’li subaylarla ordudan emekli bazı subayların eğittiği faşist komandolar Kızılay’ın sağladığı çadırlardan yararlandı. (Son G. Kürdistan işgali sırasında da “Kızılay”ın istihbarat hizmetlerinden yararlanıldı!)

Egemen sınıflar, gelişen gençlik hareketine karşı polis ve asker gücünü seferber etmenin yanı sıra, faşist ve şeriatçı terörü de harekete geçirdi. CKMP’li faşistler kamplarda öğrendikleri adam öldürme ve dövüş tekniklerini üniversiteler ve öğrenci yurtlarında devrimci gençlere saldırarak uyguladılar. 1969 yılı sonuna kadar faşistlerin eğitilmesini sağlayan kampların sayısı, tespit edildiği kadarıyla 49’u bulmuştu. CKMP bu kamplarda ağırlıklı olarak, demagojik kalkınmacı-milliyetçi programıyla, taşradan gelen gençleri eğitiyordu.

8 Şubat 1969 CKMP Adana Kongresi’nde, önceki saf ırkçı söylem bir ölçüde zayıflatılarak, ABD’nin Ortadoğu politikasına uygun biçimde “Türk-İslam Sentezi” benimsendi. Partinin adı MHP olarak değiştirildi ve Türkeş yönetime geldi. Böylece “sivil” faşist hareket, halk hareketinin ezilmesine katılmak ve toplumsal çapta faşist bir akım olmak için tarihinde en büyük ve örgütlü çalışmayı başlattı.

 

70’Lİ YILLARDAN GÜNÜMÜZE MHP: KONTRGERİLLANIN SİVİL BİÇİMİ

1968 devrimci hareketi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumu temellerinden sarstı. Başta gençlik olmak üzere işçi sınıfı ve köylülük de mücadele ve direniş alanlarına çıktı. Üniversite boykotları, grevler, fabrika ve toprak işgalleri, üretici mitingleri, gösteriler ezilenler cephesindeki derin mayalanmayı ortaya koyuyordu. Yaşanan uyanış, siyasal planda da devrimci akımların doğmasına, reformizmin ve düzen içi “sosyalizm” anlayışlarının pratik olarak aşılmasına neden oldu.

Egemen sınıflar ve faşist diktatörlük, yaşanan devrimci hareketlenmenin karşısına polis, asker, jandarma vs. faşist kolluk kuvvetlerini çıkarırken aynı zamanda faşist ve şeriatçı “sivil” kuvvetlerini de harekete geçirdi. Sivil faşistler ve şeriatçılar ilk önce gençlere saldırdılar ve bu saldırılar bir süre sonra işçi sınıfına, emekçilere yöneldi. Devrimci mücadeleyi engelleyemeyen egemen sınıflar 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle, devrimci hareketin kadrolarını fiziken imha etti ve halk üzerinde büyük bir terör estirdi. Faşist diktatörlük, yarı-askeri bir biçim kazandı

12 Mart darbesinden sonra MHP resmi olarak büyük bir örgütlenmeye girişti. 1974’den sonra “Ülkücü Maliyeciler”, “Ülkücü iktisatçılar”, “Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği”, “Ülkücü Köylüler Derneği,” “Ülkücü Gaziler Cemiyeti”, “Ülkücü Hukukçular Derneği”, “Ülkücü Polis Birliği” vb. adlar altında faşist örgütler kuruldu. Bu örgütlerin hemen hepsini devletin resmi “görevlileri” ve “faşist siviller” kuruyordu. Devletin maddi olanaklarını da kullanıp beslenen MHP, bu tür örgütlerde halk düşmanı faşist militanları planlarına uygun olarak harekete geçirdi.

MHP 1970’lerin başından itibaren Avrupa’daki işçi ve göçmen Türkler arasında da örgütlenmeye başladı. Türk kontrgerillasının ve diplomatlarının da yardımıyla çalışmalarını başlatan MHP, 5 Haziran 1974’te Almanya’da “Avrupa Teşkilatları Büyük Kongresi”ni yaptı. MHP bu çalışmalar sırasında Avrupa’daki faşist ve gerici partilerle ve istihbarat örgütleriyle de ilişkiler geliştirdi. 1978 yılına gelindiğinde Avrupa’da toplam 103 Derneğe dayanan “Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” kurulmuştu. Bütün bu yurtdışı çalışması, faşist diktatörlüğe yurtdışında kitle tabanı sağlamak, ilerici ve devrimci faaliyetleri suikastlar, sabotajlar vb. yoluyla yok etmek, yabancı istihbarat örgütlerinin yardımıyla Türkiye aleyhtarı çalışmaları ortaya çıkarmak, mali dayanaklar edinmek vb. amaçlarla yapılıyordu. Bu çalışmaların anti-komünist niteliği öylesine belirgindi ki; “bağış kampanyaları”, “her mark komünistlerin kafasına sıkılacak bir kurşundur” sloganı altında düzenleniyordu. Bu çalışmaların ortaya koyduğu önemli bir gerçek de; MHP-devlet iç içeliği ve işbirliğinin çok açık olmasıydı.

Bir yandan devletin yardımıyla yukarıdan aşağıya örgütlenen ve devlet içinde kurumlaşan MHP, öte yandan legal kuruluşlarla terör eylemlerini artırmaya ve kitle tabanını genişletmeye başladı. Eski konumlarını ekonomik kriz yüzünden kaybeden orta sınıflar, günden güne yoksullaşan ve köyünü ve toprağını terk etmek zorunda kalan Orta Anadolu’nun, Karadeniz Bölgesi’nin tutucu-milliyetçi kesimleri MHP’nin faşist çalışmasının başlıca merkezini oluşturuyordu. Bu kesimlerdeki tepki ve hoşnutsuzlukları, iyi değerlendiren MHP, dinci -milliyetçi propagandasıyla belli bir taban oluşturdu. Örgütlediği unsurları kontrgerilla kamplarında eğiterek halk hareketinin üzerine sürdü. Okullarda, gecekondu semtlerinde, işyerlerinde katliamlar, sabotajlar, bombalamalar gibi yöntemlerle devrimci mücadele boğulmaya çalışıldı. Devrimciler, sendikacılar, öğretim görevlileri, öğrenciler faşist terörün özel hedefi oldu.

Faşist MHP dinsel propagandayı yoğunlaştırarak özellikle Orta Anadolu’nun geleneksel dindar küçük mülk sahiplerine mesajlar vermeye çalıştı. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız” sloganı dönemin sloganıydı. Faşist önderler ve cellâtları hacca gönderen MHP “Allahsız Komünistler” propagandasını yaymaya çalıştı. Böylece MHP, bütün dünyadaki faşist akımlar gibi, “halkın duygularına ve inançlarına el atarak” faşist amaçlarına ulaşmaya çalıştı. Ulusal duyguların ve kültürün istismar edilmesinin yanında dinin ve inançların istismar edilmesi, faşist propaganda ve söylemin diğer bir özelliğidir.

Faşist MHP’nin katliamları, kentlerde, profesyonel faşist komandolar eliyle gerçekleştirilirken, taşrada ise zayıf da olsa bir kitle desteği söz konusuydu. Yozgat,

Erzurum, Elazığ, Kahramanmaraş gibi yerlerde faşist hareket kısmen de olsa kitlesel bir görünüm kazanmıştı. İlişkilerinin zayıf olduğu yerlerde ise faşist hareket, kontrgerillanın çabalarıyla gelişmeye çalışıyordu. Ecevit Başbakan olduğu dönemde bir demecinde şunları söylemişti: “Kars Valisine Kontrgerilla faaliyetini sorduğumda bana bölgedeki kontrgerilla faaliyetinin başının MHP Kars II Başkanı olduğunu söyledi”.

MHP 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde devlet aygıtı içindeki örgütlülüğünü artırdı. Hükümette etkili olmanın olanaklarını iyi değerlendiren MHP, polis, MİT vb. kuruluşlar içinde kadrolaşmasını genişletti. Aynı dönemde toplumsal muhalefete karşı yönelen saldırılarda da büyük artış yaşandı.

1970’lerin ikinci yarısı devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın şiddetlendiği bir dönem oldu. Yükselen devrimci hareketi ezmeye çalışan MHP, yeni bir taktik planı uygulamaya soktu. Bu plan, düzen açısından en geniş karşı devrimci cepheyi kurma ve bir iç savaş stratejisine dayanarak terörü yoğunlaştırmayı hedefliyordu. Bu planın parçası olarak “ünlü ve yüksek mevkideki” kişilerin yanı sıra “sıradan insanı” da hedef alan bir faşist saldırı dalgası başladı. Komünist ve devrimcilerin yanı sıra savcı, öğretim görevlisi, bürokrat gibi mesleklerden kişiler saldırının hedefi oldu. 16 Mart tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere bomba ve makineli tüfeklerle saldırıldı. Trenler, kahvehaneler, duraklar bombalandı.

MHP halka yönelik saldırısında Alevi-Sünni, Türk-Kürt vb. ayrılıklarını da kışkırtarak halk hareketini bölmeye ve zayıflatmaya çalıştı. Bu politika çerçevesinde Malatya, Maraş vb. Alevi ve Sünni mezhepten halkın bir arada yaşadığı yerlerde bu mezheplerin önde gelen kişilerine “bombalı paketler” gönderildi. Malatya’da patlayan bomba Belediye Başkanı gerici Hamit Fendoğlu’nu öldürdü. Cinayeti “Alevilere ve teröristlere” yıkan MHP’li faşist sürüleri, Alevilere karşı Sünni emekçileri peşine takmaya çalışarak demokrasi güçleri ve emekçi halk üzerinde büyük bir faşist terör estirmeye girişti, ancak saldırı püskürtüldü. Ama emekçilerin bölünmesi ve anti-faşist “cephenin” parçalanması doğrultusunda bir adım da atılmış oldu. Faşist terör ağırlıklı olarak Alevi-Sünni ayrılığının kışkırtılmasına yönelirken, Kars’ta olduğu gibi, Azeri-Türk şovenizmini de körükledi. Faşist terörün aldığı bu yeni biçimler Maraş Katliamı’nda doruk noktasına ulaştı.

Aralık 1978’de Maraş Katliamı gerçekleştirildi. Yüzlerce emekçi öldürüldü, yüzlerce insan işkencelerden geçirilerek tutuklandı. Katliam bölgesinde demokratlar ve Alevilere ait evler, işyerleri yıkıldı ve canını kurtarabilenler göç ettirildi. Bu olay, MHP’nin uzun bir süredir savunduğu “sıkıyönetim”in uygulanması için bir neden oldu. Sıkıyönetime rağmen antifaşist mücadele zayıflamadı, tersine ivme kazandı. MHP de “terörün durdurulması” için orduyu göreve çağırıyordu.

Maraş Katliamı sonrasında MHP’ye ve faşizme karşı mücadele gelişmeye ve ilerlemeye devam etti. Faşist sürüleri bazı bölgelerde toplumsal desteklerini yitirirlerken ülke çapında manevra olanakları daraldı. Karşıdevrim cephesinde çelişkiler sertleşti ve devleti aklamak için MHP hakkında bazı yerlerde davalar açıldı. MHP’nin yan kuruluşları olan “ÜGD” ve diğer ülkücü örgütlerin otoriteleri sarsılırken bundan sonra katliamlar “yeni” isimlerle üstlenilecekti. “Esir Türkleri Koruma Ordusu (ETKO)”, “Türk Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu (TÜŞKO)”, “Türk İslam Birliği Komandoları (TİBKO)”, “Türk İntikam-Mukavemet ve Katliam Ordusu (TİMKO),” “Şeriatçı İntikam Tugayı (ŞİT)”, “Türk İntikam Tugayı (TİT) bunlardan birkaç tanesidir.

Faşist terörün boyutları ve yaygınlığı öylesine büyüktü ki, kimi dönemler hareketin önderleri bile bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. 12 Eylül’den sonra MHP Genel Merkezi’nde bulunan bir parti genelgesinde bu durum görülüyordu. “Canı sıkıldığı için eyleme çıkanlara gelince, bunlar partinin canını sıkmaktadır” diyen faşist elebaşların “rahatsızlığı” nedensiz değildi. MHP’nin iğrenç saldırıları ve soykırım niteliği kazanan katliamları halkta büyük bir nefret dalgası yaratmıştı.

Diktatörlüğün, eteğinin altında MHP ile birlikte yürüttüğü terör kampanyasının etkili olmasında, devrimci hareketin kimi yanlış kavrayış ve pratik tutumlarının da payı vardı. Devrimci Komünistler dışındaki devrimci grupların önemli bölümüne hâkim olan “faşizmi MHP’den ibaret” sanan görüş, devrimci ve sürekli bir anti-faşist cephenin kurulamaması, faşizme karşı mücadelenin işçi sınıfı önderliğinden yoksun ele alınışı ve emekçileri seyirci durumuna iten “düellolar”a indirgenmesi vb. hatalar, faşizme karşı mücadeleyi zayıflattı ve faşist hareket ve diktatörlük bazı avantajlar kazandı. Özellikle devlet tarafından yapılan “sağ-sol çatışması” propagandası ve devletin tarafsız ve sınıflar-üstü olduğu yalanları toplumsal çapta belli bir meşruiyet sağladı. Devrimci akımların büyük bölümü, faşist devlet egemenliğini ve iktidar hedefini unuttular. Büyük bir anti-faşist kitle ise, ideolojik bunalım ve karmaşa içine itildi. Devrimci hareketin faşizm karşısındaki yanılgılarının ağır ve acı sonuçları en iyi biçimde 12 Eylül döneminde görülecekti.

’70’li yıllarda (ve günümüzde) faşizm, yasal ve parlamenter zeminde MHP’den ibaret değildir. O yıllarda AP, MSP, Güven Partisi gibi partiler de şu veya bu ölçüde faşist nitelik taşıyordu. Bu partilerin hepsi de aşırı milliyetçi ve anti-komünist olmalarının yanı sıra, biçimsel farklılıkların dışında bütünüyle tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunuyorlardı. Bu partiler, yürüttükleri siyasi faaliyetleriyle, faşist MHP’nin strateji ve politikasının taban bulmasına ve meşruiyet kazanmasına yardım ve hizmet ediyorlardı. Örneğin, AP de, MSP de, “komünizm tehlikesi” imajına sarılıyor, Demirel “Kars Kalesi’ne orak çekiçli kızıl bayrak dikildiği” söylentisiyle “bayrak mitingleri” düzenlenmesine öncülük ediyordu.

Genel olarak söyleyecek olursak; faşist partilerin sınıfsal niteliği ile sosyal yapısı, faşizmin dayandığı sosyal sınıf ve katmanlar, faşist politikanın militan tabanı birbirinden farklıdır. Faşist partilerin hepsi de tekelci sermayenin açık terörist diktatörlüğünü kurmaya ve ayakta tutmaya çalışırlar. Fakat bu partilerin militanları, kadroları ve tabanı genellikle küçük mülk sahipleri ve işsizlerden oluşur. Bugünün Avrupa’sında bu olgu çok nettir. Faşist çeteler; işsizlerden, gençlerden, sınıf-dışı kesimlerden ve lümpen proleterlerden oluşmaktadır. Bu partiler tekelci burjuvazinin terörist diktatörlüğünü kurmaya çalışıyorlar ve burjuvazinin büyük desteğine dayanıyorlar.

Tekelci sermayenin faşist diktatörlüğü koşullarında, baskı ve sömürü altında umutsuzluğa mahkûm olan siyasi mücadeleden uzak küçük üreticiler ve işsizler genel olarak faşist propagandadan ve gerici ideolojilerden etkilenmeye açık hale gelir. Devrim tarafından, öznel olarak kendi dinamikleri arasına katılmaya güç yetirilemediğinde, bu toplumsal katmanlar, sahte demagojik söylemiyle hareketlendirilebilmek üzere, faşizm için bir olanağa dönüşür. MHP’nin militan tabanı, işsizlerden ve köylü ya da köyden kente gelen milliyetçi etkilenmelere açık küçük burjuva kesimlerden oluşmaktadır. MHP’nin bu dönemdeki kadrolarının bir diğer özelliği ise hemşeri ve akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı unsurların ağırlığıdır. “Malatyalılar Grubu” “Erzurumlular Grubu” vb. türü gruplaşmalar, geri ilişki ve feodal ağırlıklı propagandanın bir sonucudur. Faşist hareketin iç ilişkileri doğal olarak onun sınıfsal dayanağının izlerini taşır, taşıyor. Çek-senet tahsili, eroin ticareti, mafya ile ilişkiler vb. kirli işler, MHP’lilerin “yan işleri” durumundadır.

MHP bu dönemde ideolojik olarak milliyetçiliği savunurken demagojik bir kapitalizm karşıtlığını da elden bırakmamaktadır. 1970’li yıllar, revizyonist karşı-devrime rağmen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmeye devam ettiği, Türkiye’de ise ciddi bir sosyalist ve devrimci mücadelenin geliştiği bir dönemdi. Faşist propaganda bu durumu dikkate alarak “Ne kapitalizm ne komünizm” sloganını kullandı. Böylece faşist MHP, işçi, halk ve sosyalizm düşmanlığını gizlemeye çalıştı.

MHP komünizme düşmanlığını ve faşist milliyetçi çizgisini, “yabancı ideolojilerin Türk milletinin tabiatına aykırı olduğu” iddiası altında sistemleştirdi. Partinin programına kaynaklık eden “Dokuz Işık Teorisi” faşist teori ve planın değişik bir biçimidir. Bu teorinin temel ilkeleri: “Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, ilimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik”tir. MHP programı “kalkınmacı” ve milliyetçi bir program olarak eklektik ve tutarsızdır. Tekelci burjuvazinin ve ABD’nin en kararlı savunucusu olan MHP, programında “gelişmecilik” “özgürlük”, “toplumculuk”, “bilimsellik” gibi emperyalizmin ortadan kaldırdığı kavramları kullanarak emekçi kitleleri aldatmayı amaçlamaktadır. Dünyadaki bütün faşist partilerin programlarının “toplumculuk, ahlakçılık, yurtseverlik, bilimsellik” vb. sözlerle dolu olmasına karşın demagoji ve yalanın faşizmin temel araçlarından olduğuna tarih tanıklık etmektedir.

 

MHP’NİN VARLIK NEDENİ DÜZENİ SAVUNMAKTIR

12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle işçi ve halk hareketi ezildi ve devrimci hareket kanlı bir biçimde bastırıldı. Askeri faşist diktatörlük “hem sağa hem sola karşıyız” yalanını bir parça olsun inandırıcı kılmak uğruna diğer burjuva partileri gibi MHP’yi de kapattı, yöneticileri hakkında göstermelik davalar açtı. Halbuki bu davalar iç ve dış kamuoyunu aldatmak, faşist MHP’yi kapatarak, devleti temize çıkarmak için açılmıştı. Nitekim, 1970’lerin ortalarından itibaren “orduyu göreve çağı nyoruz” nakaratını tekrarlayan faşist Türkeş, cuntacılara yazdığı mektuplarda “biz içerdeyiz ama düşüncemiz iktidarda” demişti.

1983’de “demokratik parlamenter rejim” yeniden kurulduğunda MHP’nin kadrolarının önemli bölümü “dört eğilimi birleştiren” ANAP içinde yer aldı. Kısa bir süre sonra MHP’liler Türkeş’in çağrısı üzerine faşist ANAP’tan ayrılıp yuvalarına döndüler. 1980’li yılların sonuna kadar egemen sınıflar ANAP Hükümeti’ni kullanarak iktidarını sürdürdü. 1980’li yılların başlıca yönetici ve yönlendiricisi olan ordu ve MGK’nın devlet yönetimindeki ağırlığı hemen hiç eksilmemişti ve halk hareketinin gelişimi burjuva siyasetini tüketmeye başlamıştı. Gelişen işçi hareketi ve Kürt ulusal mücadelesi, ’80’den sonra ihtiyaç olmadığı için bir süre köşede bekletilen MHP’nin yeniden eski “görevini” yapmak üzere harekete geçirilmesine yol açtı.

12 Eylül sonrasında işçi ve emekçi hareketinin bastırıldığı ve devrimci hareketin ezildiği ortamda emekçi kitlelerde diğer şeylerin yanı sıra küçümsenemeyecek bir hafıza kaybı ortaya çıkmışta. Bu gelişmede uluslararası planda, revizyonizmin yarattığı havanın da etkisi vardı. Komünist Partisi ve devrimci güçler işçi sınıfı ve halka karşı görevlerini yerine getiremedikleri için yığınlar emperyalist-burjuva propagandadan önemli ölçüde etkileniyordu.

Burjuvazinin ve gericiliğin ekonomik-siyasi saldırıları yığınlarda karşı koyma ve mücadele eğilimini artırdı. Bir yandan ekonomik kriz diğer yandan krizin de körüklediği işçi hareketi ve 1988’lerden itibaren kitleselleşen ulusal mücadele, düzeni büyük bir bunalıma soktu. Egemen sınıflar Kürt halkının mücadelesini “bölücü terör” olarak damgalayıp şovenist propaganda yaptılar ve Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalıştılar. Şovenizmin yaygınlaştırılması için parlamento, TV, basın-yayın organları, sanatçılar, milli bayramlar, spor, asker cenazeleri vb. etkili biçimde kullanıldı. Bu dönemde MHP şovenizmin kışkırtılmasıyla güç toplarken aynı zamanda, şovenizmden başka bir propaganda yapmıyordu. Tekelci kapitalizm derin bir iktisadi çıkmaza girmişti ve işçi ve emekçi hareketiyle Kürt hareketini ezerek krizi atlatmak için MHP ve kontrgerilla terörü yeniden kullanılmak durumundaydı.

Burjuva ekonomi ve siyasetinin derin bir çıkmaza saplandığı dönemde ilk önce Türkeş’in anıları büyük bir gürültüyle gazetelerde yayınlandı. Türkeş, açıklamalarında partisinin bir “kimlik değişimi” safhasında bulunduğunu ileri sürüyordu. “Ülkücülerin oyuna gelmeyeceklerini ve terörle mücadelenin devletin görevi olduğunu” söylüyordu. “Cumhuriyete ve laikliğe sahip çıkıyoruz” buyuran “başbuğ” “fundamentalizme, şiddetle karşıyız” diyordu. Bir süre sonra Türkeş son MHP Kongresinde “komünist şair” Nazım’dan şiir bile okudu! Özellikle bu son olay o kadar tantanalı bir “değişim” propagandasına dayanak oldu ki; “sol”dan da destek geliverdi: MHP’nin faşist olmadığını Sadun Aren de tekrarladı!

MHP’nin değiştiği yalanı.”kamuoyu araştırmaları” ve seçim sonuçları örnek gösterilerek yaygınlaştırıldı. MHP’nin seçimlerde oylarını arttırması “değişimcin bir ürünü sayıldı. Burjuva seçim uzmanları ve gazeteciler, toplumun faşistleştirilmesinin genişleyen boyutlarını “çok sesli demokrasinin normal gelişmesi” olarak tanımlıyorlardı.

MHP komünizm düşmanlığı propagandasını bir ölçüde zayıflatarak “bölücülük” korkuluğuna sarıldı. Bu kez, komünizm “yakın” bir tehdit olmadığı için yükselen Kürt mücadelesi hedefe kondu. Bu arada MHP, devlet desteğinde semtlerde, okullarda ve Kürt şehirlerinde örgütlenmeye başladı. Kürdistan’da aşiretleri ve korucu takımını örgütlemeye girişti, bölgede ağalara ve korucu takımına dayanarak faaliyetini yaygınlaştırmaya çalıştı. Kullandığı temel motif “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” oldu.

Bu dönemde Türk burjuvazisinin Kafkasya’da ortaya çıkan siyasi gelişmelere müdahale etmesi ve içteki DYP-SHP “terör hükümetinin” baskı ve katliamlarını dışta şovenizmle birleştirmek üzere; “Adriyatik’ten Çin Şeddine Büyük Türk Dünyası” propagandası yeniden gündeme getirildi. Türkî Cumhuriyetlere yapılan yatırım ve “dostluk” amaçlı gezilere, hükümette olmadığı halde A. Türkeş özellikle götürüldü. Dışardan belki de daha çok içe yönelik Türkî Cumhuriyetler cereyanı içte gericiliği ve şovenizmi körükledi. Krizden olumsuz etkilenen bazı küçük burjuva tabakalar, çarpıtma ve demagojinin etkisiyle çıkış yolu olarak gösterilen milliyetçiliğin peşine takıldı.

İşbirlikçi egemen sınıflar, 1991 seçimleri sonrasında krizin yükünü halkın sırtına yıkmak ve iktidarlarını sürdürebilmek için, Cumhuriyet tarihinin en büyük “demokratikleşme” propagandasını başlatırken, sistemin olanaklarını tüketme pahasına kontrgerilla ve MHP terörünü göstere göstere devreye soktu. Kürt gericiliğinin “gelenekçi” kesimlerini (toprak beyleri ve aşiret reislerinin güçleri olarak korucular) kontrgerilla ile ittifak halinde silahlı terör yoluyla halkın üzerine sürerken, reformcu ve “yenilikçi” kesimlerini ise “siyasi çözüm” yoluyla hareketi engellemeye yöneltti. Faşist MHP’nin Türkiye ve Kürdistan’da yükselen terörist saldırıları, gözaltında kaybetmeler, infazlar, köy yakmalar, “özel ordu” operasyonları faşist diktatörlüğün saldırganlık biçimleri olarak gündeme geldi.

Bugünün somut siyasi durumu faşist diktatörlük ve burjuvazinin başlıca açmazının gelişen Kürt hareketi olduğunu kanıtlamaktadır. MHP, bundan dolayı, ırk-çı-şoven bir söylem tutturmuştur. Güç topladıkça, tam hâkimiyet sağlamak için saldırganlaşmaktadır da. İşçi ve emekçilerin giderilemeyen hoşnutsuzluk ve öfke birikimlerinin ve karşı koyma eğilimlerinin varlığı da, sermayenin bir aleti olarak MHP’yi saldırganlaştıran bir başka temel faktördür. Nitekim üniversitelere, gecekondu semtlerine, TÜMTİS, Gebze ve Keçiören’de olduğu gibi işçi sınıfına ve sendikal faaliyetlere yönelen silahlı saldırılar bunu kanıtlamaktadır.

MHP, eriyen “merkez sağ” ve “merkez sol” partilere sırt çeviren özellikle küçük burjuva kitlelerin bir bölümünü katı ve milliyetçi söylemiyle kazanmayı başarmıştır. Özellikle Türk gençleri ekonomik krizin ve işsizliğin ağır yükünden dolayı büyük bir umutsuzluk içinde olduğundan, faşist hareket demagojik propagandasıyla bunlar içinde etkisini yayabilmekte ve belirli kesimlerini kazanabilmektedir.

Kürt milliyetçi hareketinin reformcu-Amerikancı çözümü sağlamak uğruna bir pazarlık unsuruna indirgenmiş haliyle sürdürdüğü, hedefi iyiden iyiye muğlâklaşmış kör terör kampanyası, Türk milliyetinden küçük burjuva tabakalar, işsizler arasında milliyetçi ve ırkçı propagandasıyla faşizmin güç kazanmasına neden oldu. Küçük burjuva grupların bireysel terör eylemleri ise, faşizme demagoji ve katliamlarını gizleme olanağı sunduğu gibi, antifaşist devrimci mücadelede kesinlikle kazanılması gereken küçük burjuvaziyi ve ara tabakaları burjuvazi ve faşizme doğru itici rol oynamıştır.

MHP gerçekte gelişen halk hareketi önünde karşı-devrim barikatı olma rolünü gizlemek amacıyla bazı vitrin değişiklikleri yapmaktadır. Yıpranan ve teşhir olan kadrolar -siz katiller diye okuyun- geri çekilip, taze ve “yeni” yüzler öne sürülüyor. Böylece hem “kimlik değişimi” reklâmı yapılıyor, hem de faşist Türkeş’e bağlı kadrolaşma güçlendiriliyor. Bu politika geçmişte de uygulanırdı. Geçmişte kitle katliamlarında teşhir olan bazı militanlar “komünist” olarak damgalanıp “harcanmıştı”. Yakın bir zamanda ise faşist hareketin önde gelen “önderlerinden”, “Avrupa Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” başkanı Serdar Çelebi, “Papa olayında ve başka bazı olaylarda ülkücü harekete ve MHP’ye gölge düşürdüğü” için görevinden alınmıştı. MHP içinde bu tür vitrin değişikliği ve tasfiye hareketleri bazen silahlı çatışmalarla sonuçlanmaktadır. MHP Kilis Belediye Başkanı Burhan Kerküklü’nün imha edilerek tasfiye edilmesi bunun en son ölmeğidir.

Bugün “değiştiği” söylenen MHP, özünde eski faşist rejim savunucusu ve terörist kimliğini korumaktadır. Hatta faşist karakteri daha da koyulaşmakta ve söylemde bile faşist motif derinleşmektedir. Bugünün faşist MHP’si örgütlenmesi, söylemi, taktikleri vb. bakımından döneme bağlı bazı “değişiklikler” içerisindedir. Bu “değişiklikleri” genel bir biçimde açıklamaya çalışalım.

* Bugünkü MHP düzene demagojik bir saldırı söylemi içinde dahi değildir. MHP önderi Türkeş, her zaman IMF ve Dünya Bankası kararlarının harfiyen uygulanması ve buna muhalefet eden “teröristlerin” ezilmesi gerektiğini söylemektedir. Bugün için MHP’nin sözde “iktidar partisi” olma diye bir hedefi de yoktur. Tersine DYP-SHP “terör hükümeti”nin bütün kararlarını desteklemektedir. Bu yolla kadrolarını devletin hemen tüm kademelerine, bakanlıklara, ordu ve polise yaygın bir şekilde yerleştirmiştir. Kürt sorunu konusunda “teröristle halkı ayırma”, “Kürt gerçeğini tanıma” gibi “klasik” politikaları bile “bölücülüğe destek” olarak niteleyen MHP, katliam ve soykırım dışında hiçbir “çözüm” önermemektedir. MHP ’80 öncesi dönemde kullandığı sahte kapitalizm karşıtı sloganları da terk etmiştir. Söylemdeki bu “değişim”, sermayenin bugünkü ekonomik kriz ve politik güçsüzlük koşullarının manevra olanaklarını daraltmasından ötürüdür.

* Hükümette yer almasa da devlet aygıtı içerisinde en örgütlü güç MHP’dir. İçişleri Bakanlığı, Emniyet müdürlükleri, Özel Tim, Özel Ordu vs. terör kuruluşları içerisinde MHP kadroları ağırlıktadır. Bu olgu “yeni” değildir ve sivil faşist hareket ortaya çıktığı günden bu yana devlet desteğine sahip olduğu gibi, devlet aygıtı içerisinde örgütlüdür. Bugün yaşanan, MHP’nin devlet aygıtının organik bir parçasına dönüşmüş olması ve aygıt içindeki ve yönlendirilmesindeki ağırlığının artmasıdır. Devletin kimi militarist kuruluşları (özel ordu ve özel tim) hemen tamamen MHP’lileştirilmiştir. Bu polis açısından da hemen hemen böyledir. MHP, sivil bir örgüt olmanın ötesinde, devlet aygıtıyla iç içe durumdadır ve bir bakıma “yarı resmi” bir konumdadır. Gazi katliamında teşhir olan polisi toz kondurmadan yalnızca MHP’nin savunmasının bir nedeni de budur.

* MHP ’80 öncesinde terörist saldırılarında kimi sivil kuruluşları da paravan olarak kullanırdı. Bu dönemde ise “Ülkü Ocakları” dışında sivil kuruluşlara sön verilmiştir ve polis, özel tim ve kontrgerilla ile saldırılmaktadır. Kimi zaman işbirliği halinde birlikte, ama daha da çok, polis, özel tim ve kontrgerilla olarak.

* MHP dünden daha fazla bugün Türkiye egemen sınıflarının “Kontrgerilla Diplomasisi” çerçevesinde yurtdışında faaliyet sürdürmektedir. Bosna ve Azerbaycan, Kontrgerilla ve MHP’nin “pilot bölgeleri” olmuştur. Buralarda da, sivil, askeri ve ya-n-askeri tüm biçimlerde örgütlü ve faaliyet halindedir.

28 Mart 1995 tarihli Hürriyet gazetesinde, Haydar Aliyev, Azerbaycan’daki darbe girişiminin arkasında bulunanları açıklarken Kenan Gürel adlı birinden söz etmektedir. Bilindiği gibi, bu darbe girişiminde MİT ve MHP’nin de rolü vardı. Kenan Gürel bu ülkedeki MHP ve Kontrgerilla faaliyetlerinin elebaşlarından biridir. Azerbaycan’ın MHP’nin Turancı amaçları açısından özel bir konumu olduğunu bilmeyen yoktur. MHP’nin kontrgerilla faaliyetleri Avrupa’da; Almanya’da Türklere ait işyerlerinin kundaklanması, Yunanistan’da turistik yerlerin bombalanması, Hollanda’da “SKP’ya Hayır!” mitingi vb. olaylarda açığa çıkmıştır.

* MHP bazı “yeni taktikler” kullanarak kitle tabanını genişletmeye çalışıyor. “İslam Fundamentalizmine karşıyız”, “Laik’iz” vb. sözler, Alevileri kandırmak için yapılan açıklamalar ve bazı Alevilerin üye alınması gibi adımlar dönemsel bir taktik değişikliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca MHP sosyal demokrasinin iflasından sonra bu akımdan kopan kitleyi kazanmak için de bazı yeni adımlar atmaktadır.

* MHP’nin rolü yalnızca Kürt direnişine ve işçi, emekçi direnişlerine saldırmak değildir. Toplumsal yaşamı terörize etmek ve toplumun faşistleştirilmesini geliştirmek, onun en önemli işlevlerinden biridir. Bu uğurda TV’de açıkoturumlar düzenlenmekte, aydınların ve sanatçıların katıldığı “MHP Geceleri” yapılmaktadır.

Bugün MHP dışındaki burjuva partileri, daha fazla faşizmin bir parçası haline gelmektedir. Kriz dönemlerinde bütün burjuva partileri şu veya bu ölçüde faşist bir nitelik kazanırlar. Bugün CHP, DYP, ANAP, DSP vb. arasında sadece Kürt sorununda değil, özelleştirme, işten atmalar, sendikasızlaştırma, gözaltında kaybetme gibi konularda da bir fikir ve politika birliği vardır. MHP bu partilerden en gerici çalışmasıyla ayrılmaktadır. Unutulmamalıdır ki; faşizm de sosyal demokrasi de tekelci sermaye egemenliği ve burjuva diktatörlüğünü savunan politikanın iki farklı görünümüdür.

Buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyecek olursak; Türkiye devletin faşist biçimde örgütlenmesiyle yönetilen bir ülkedir. Sınıf mücadelesinin boyutları, devrimci kitle mücadelesinin seyri, uluslararası siyasal koşullardaki değişiklikler vb. nedenlerle devlet örgütü bazı biçimsel değişiklikler gösterebilir, siyasi özgürlüklerin kullanılma olanakları darlaşabilir ya da genişleyebilir; fakat devrimle devrilmedikçe devletin örgütlenmesinin faşist biçimi değişmeyecektir. Parlamento ve seçim sisteminin varlığı da bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Parlamento, seçim sistemi, politik partiler vb. tekelci burjuvazinin diktatörlüğünü gizleyen birer asma yaprağıdır. Günümüzde gerçek siyasi iktidar MGK’nın elindedir. Cumhuriyet rejiminin 36 yılı sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal yönetimi ve 3 askeri darbe altında geçmiştir. Türk devleti işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüdür. Burjuvazinin ekonomik ve politik egemenliğine son vermedikçe faşizm yıkılmayacağı gibi faşizm tehlikesi de ortadan kalkmaz. Türkiye’de faşist diktatörlük hüküm sürmesi, burjuvazinin iktidarını sürdürme aletlerinin yalnızca resmi devlet güçlerinden ibaret olduğu anlamına gelmez. Uluslararası bir sınıf olan ve nüfusun onda dokuzu üzerinde sömürü ve zulüm uygulayan burjuvazi, iktidarını sürdürmek için sivil faşistlere de ihtiyaç duyar. Burjuva devlet “tarafsız ve sınıflar-üstü” konumunu halka benimsetmek için kendi kanatları altında beslediği sivil faşistleri ortaya sürer. Sivil faşistlerin yetersiz kaldığı durumda diktatörlüğün resmi güçleri devreye girer ki, bugün bunların çoğunluğu da neredeyse MHP örgütlenmesi, MHP’yse bir devlet örgütlenmesi durumundadır.

Bugün MHP’nin yükselen terör eylemleri, burjuvazinin parlamenter ve legal yöntemlerle iktidarını sürdürmekte zorluk çektiği, politik zayıflık ve tükeniş içerisinde olduğu ve olanaklarının sınırında bulunduğunu da göstermektedir.

MHP son aylarda gecekondu mahallerine, üniversitelere, işçi ve memurlara yönelttiği saldırılar ile yükselişinin durulma sürecine adımını atmış durumdadır. Bizzat kendi eylemleriyle kayba uğrayan toplumsal hafızayı tazelemekte, emekçiler nasıl bir bela ile karşı karşıya olduklarını yeniden hatırlamaktadırlar. MHP’nin medya desteğiyle ısrarla vurguladığı “değişim” propagandasının bir aldatmaca olduğu daha geniş yığınlar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Şimdiden, Gazi’de ve Nurtepe’de olduğu gibi MHP ve saldırıları karşısında duyarlı hale gelişleri ve karşı koyma haline geçişlerine tanık olunmaktadır. Ve bu kez, faşizmin MHP’den ibaret görülmesi eğilimi de görünmemektedir. Bu devletle MHP iç içeliği nedeniyle zaten pek olanaklı da değildir.

Anti-faşist mücadelenin sermaye saldırılarına karşı mücadeleyle birleştirilerek faşizmin kaynağına da yönelmesi ve bu kaynağı tasfiyeyi hedeflemesi iki temel ihtiyacın giderilme yoluna girmesiyle olanaklı olacaktır. İşçi ve emekçi hareketinin dağınıklıktan kurtulmak üzere politik bir örgütlülüğe kavuşması ve antifaşist mücadelenin yığınların örgütlü mücadelesi olarak gelişmesi ve ikincisi bu mücadelenin toplumun en dinamik kesimini oluşturan işçi hareketini odak edinerek ilerlemesi… Anti-faşist mücadele, işçi ve emekçi yığınların örgütlü politik eylemi olarak yürüdüğünde başarıyla gelişme şansına sahip olabilir. Ne örgütsüz ve dağınık ne de kitlesel olarak sınıf temeline dayanmayan sınıf dışı ve hedefi her zaman şaşabilecek eylemlerin sermaye ve faşizmin saldırılarını püskürtme ve onu yok etme şansı olabilir!

 

Haziran-Temmuz 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑