Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında yer alan birçok yazıda, küçük burjuva solculuğunun yığın hareketi üzerindeki tahrip edici etkisine dikkat çekilmiş, bunların tasfiyeci bir konumda oldukları vurgulanmıştı. Son birkaç ayda yaşanan olaylar, önceleri, kimi iyi niyetli genç devrimciye “sert” görünen bu nitelemeleri doğrulayan yeni, somut veriler sundu. Sözü edilen küçük burjuva solcu gruplar, geçen zaman içinde, kitlelerden ve kitle hareketinden daha fazla koptular. Bu kopuşun doğal bir sonucu olarak, daha da sorumsuzlaştılar ve devletin provokasyonlarına zemin hazırlayan eylemleriyle “gündeme” girdiler.
Marksizm’in genel formüllerini; kitlelerin içinde bulunduğu siyasal koşulları, sınıf ilişkilerinin ve çatışmasının düzeyini göz önünde bulundurmadan her fırsatta yinelemeyi seven, en sert, “en keskin” mücadele biçimlerini savunmayı ve “yeraltı” örgütü olmayı, devrimciliklerinin “özel belirtisi” sayan bu grupların “tasfiyeci” sayılmasının kimi genç devrimcilerce “yanlış” görülmesini anlamak gerekir.
12 Eylül gericilik dönemi ile bu gericilik döneminden çıkış yılları boyunca, tasfiyecilik kavramı, devrimci örgütü ve esas olarak da yasadışı devrimci aygıtları tasfiye etmeye yönelik çizgi ve pratiği tanımlamak için kullanıldı. Kavramın bu tarz kullanımı, Lenin’in, muarızları Menşevikler için kullandığı 1907–12 gericilik yıllarındaki anlamına da uygundu.
Belirli bir tarihsel kesitte kavrama yüklenen bu özel içerik, zamandan soyutlanarak genelleştirildiğinde, elbette ki, “yeraltında” olmayı devrimciliğin mutlak kuralı sayan bir çizginin tasfiyeciliğini anlamak zorlaşacaktır. Ne var ki, açık örgütlenmenin mümkün olmadığı koşullarda, legal olanaklardan ustaca yararlanarak faaliyetin açık ve gizli yanlarını birleştirme becerisini göstermektense, gizli devrimci aygıtı açığa çıkarmak, onun pratiğini burjuva hukuk kuralları çerçevesine sıkıştırmayı hedefleyerek, partinin düzenle uyumlulaşmasıyla sonuçlanacak bir çizgiye yönelmek, tasfiyeciliğin özel bir türüdür yalnızca.
Ama tasfiyeciliğin bir tek biçimi olduğundan söz etmek mümkün değildir. Kitle hareketinin yönelimini hesaba katmayan, işçi ve emekçilerin gerçek politik ihtiyaçlarının üzerinde durmaya gerek duymayan ve yasal olanakları kullanmaya ve bu olanakları kitle hareketinin genel seyri içinde geliştirmeye uzak duran bir politikada ısrarlı olmak da tasfiyeciliğin bir başka biçimidir. Bu bakımdan, bugün yığın hareketinin kazanımları üzerinde sorumsuzca tepinen, bu hareket üzerinde uyuşturucu ve alıklaştırıcı bir rol oynayan, kendi dar grup çıkarlarını hareketin genel çıkarlarının önüne geçirerek devrimi, kitlelerin dışındaki bir devrimciler grubunun işi olarak gören; böylece de işçi ve emekçileri devrim fikrinden uzaklaştıran küçük burjuva grupların pratiğini de tasfiyeciliğin bu ikinci biçimi içinde değerlendirmek gerekir. Buradan çıkarak söylenebilir ki, gerçek anlamıyla ve bugünkü mücadelenin sorunları bakımından öne çıkan tasfiyecilik türü, “yeraltında” ya da yer üstünde olan ama yığın hareketini “sol”dan ya da sağdan torpilleyen küçük burjuva çizgi ve pratiktir.
YIĞIN HAREKETİNİN GÜNCEL İHTİYAÇLARI VE RADİKALİZM
Bu küçük burjuva grupları eleştirirken üzerinde ısrarla durduğumuz, yığın hareketinin gerçek ve güncel ihtiyaçlarını gözetmeyen her siyasi tutumun tasfiyeci bir pratik göstereceği saptamasının, denk düştüğü nesnel duruma bakıldığında, bu ihtiyaçların, sınıflar arasındaki çelişkinin politik bakımdan taşıdığı derinlik düzeyi tarafından belirlendiği görülecektir.
1989 bahar aylarından itibaren hantallıktan kurtulmaya, önlerine baskı, terör ve korkuyla çekilen engelleri yavaş yavaş kırmaya başlayan işçi ve emekçiler bugüne değin önemli bir birikim elde etti, deney kazandı. Ancak, sokağa ve alana çıkma eğilimi hızlanmasına karşın işçi ve emekçilerin içinde bulundukları geri bilinçlilik düzeyi, bu eylemlerin kalıcı ve ısrarlı taleplerle sürekli kılınamamasının nedenlerinden biri oldu. Diğer yandan, sendika ağalarının işçi ve emekçileri burjuvazinin yedeğine çekmek için yaptıkları manevralar da bu hareketin handikabıydı. Böylece örgütlü görünmelerine karşın büyük bir işçi ve emekçi kitlesi nesnel bakımdan örgütsüz kaldı.
Ayrıca, sosyalizmle işçi hareketi arasında hâlâ tam bir birlik sağlanamamıştır. Emekçilerin, kendiliğinden giriştikleri eylemler sırasında, mücadelenin ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı kendilerine özgü birlik, platform vb. gibi örgütlenmeler oluşturmalarına karşın; bu örgütler kendiliğindenliğin izlerini taşıdıkları için sözü edilen sıkıntının günümüz koşullarında da sürmekte olduğu görülmektedir.
Kapitalizmin onları kendi çıkarlarına yabancılaştırıcı etkisinden sıyrılabilmeleri için, kitlelerin her zaman, burjuvazinin ve devletin uygulamaları konusunda açık bir teşhir faaliyetini takip eden bir meşruiyet anlayışının gelişmesine ihtiyaç duydukları göz önünde bulundurulduğunda, mevcut koşullarda hareketin, sürekli ama inişli çıkışlı ilerlediği görülecektir. Ne var ki, şimdi zulüm politikalarının görünür sonuçlarından hareket ederek -ve yine kendiliğinden- gelişen işçi ve emekçi eyleminin, yukarıda saydığımız örgütlenme zafiyeti, henüz açık sosyalist bir karakter kazanamamış olmak gibi nedenler yüzünden yardıma ihtiyacı vardır. Bu yardım, işçi ve emekçilere ancak mücadele içinde verilebilir.
Hal böyleyken, kitleler adına kitleler için politika yapıldığının öne sürülmesi sosyalizmle kitle hareketi arasındaki mesafenin ve açının biraz daha genişlemesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Hareketin içinden, kitlelerin politik ikna faaliyetiyle birlikte süren bir politik örgütlenme faaliyeti, hareketin ileri unsurlarının politik ajitasyon ve propagandayla eylem içinde açığa çıkarılması ve daha ileri itilmesi için harcanan çaba -ancak ve ancak böyle bir çaba- geniş işçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu koşullara denk düşen bir pratik olacaktır. Hareketin güncel ihtiyaçları, politik örgütün bu koşullan gözetmesini ve duruma uygun manevralar yaparak kitlelerin üzerinde inisiyatif göstermesini gerektirir; bu raydan çıkmayı değil. Buradan, sonuç alıcı olan; parlak ama gelip geçici çatışma görüntüleriyle sağlanan psikolojik doyumla ilgisi olmayan, kitleleri devrimci bir sürece bir adım daha yaklaştırmayı hedefleyen bir anlayış doğrultusunda geliştirilmiş çalışmanın gerçek bir radikalizmi ifade ettiği sonucunu çıkarmak gerekmektedir. Kendilerini kitlelerden yalıtmış devrimci grupların molotof kokteylleri, silah şakırtıları, cam kırıkları ve cürümü kadar yer yakan ateşlilikleriyle ilginç ritüeller sergiledikleri söylenebilir ama eskimiş slogan ve yöntemlerin günün devrimci ihtiyaçlarını karşılamayacağı da son derece açıktır.
Oysa son zamanlarda ortalığı, devrimci eylem örneği olarak kaplayan birtakım sorumsuzca pratiklerin kitle hareketinin ihtiyaçlarını gözetmek gibi bir derdi yoktur. Ve bu eylemleri gerçekleştiren burjuva ve küçük burjuva sosyalist akımların sınıf hareketi üzerindeki etkisinin uyuşturucu, inisiyatifsizleştirici ve “sosyalist” tarzda alıklaştırıcı bir etki olduğu genel bir olgudur.
Gösterilen sorumsuzluktaki payları ve düzeyleri farklı olsa da, aynı başlık altında ele alabileceğimiz bu grupların, dergilerinde de övünerek söz ettikleri “eylemleri” son zamanlarda yoğunlaştı: Bankalar, faşistlere ait olduğu iddia edilen dükkânlar, sokaklar molotoflanıyor; işçi miting ve toplantılarında kürsüler işgal ediliyor, ölüm orucu ve süresiz açlık grevlerine destek olmak amacıyla gecekondu semtlerinde otobüsler yakılıyor, gerici-faşist partilere sempati duyan insanlar öldürülüyor ya da dövülüyor… Doğal olarak, gruplar, bu eylemlerini abartarak ve büyük bir övünme vesilesi yaparak sahipleniyor ve dergilerindeki üslup da buna uygun oluyor.
Bu eylemler boyunca hangi grubun “en cesur” olduğu, hangi grubun hangi elemanının eylemden kaçtığı, hangi grubun eyleme kaç kişiyle katıldığı uzun uzun anlatılıyor; her biri ötekine, sayılan konularda eleştiriler, karşı eleştiriler ve yine eleştiriler yapıyor. Kimisi hızını alamıyor “atılım” üstüne atılım gerçekleştiriyor. Yüz-iki yüz gençle bir “ayaklanma” gerçekleştiriyor ve ardından; ayaklanmanın başka başka bölgelere sıçratılmasını, giderek merkezileştirilmesini talep ediyor. “Milisler”inin önüne yeni ayaklanma görevleri koyuyor…
Andığımız akıma mensup grupların dergileri, baştan aşağıya bu tür övünmelerle doludur. Bunları ayrı ayrı ele almak ve sergilemek olanaksız ve gereksiz. Ancak geçtiğimiz aylar içinde yaşanan olaylardan birkaçında sergiledikleri tutumlardan verilecek örnekler aydınlatıcı olacaktır.
1 MAYIS’TA NASIL BİR ZAFER KAZANILDI?
Bilindiği gibi, bu yıl 1 Mayıs gösterileri yüksek bir katılımla gerçekleşti. En yüksek katılımın gerçekleştiği İstanbul Kadıköy’deki mitingi başlıca üç işçi konfederasyonu düzenlemişti. Mitingi, işçilerin baskısıyla düzenlemek zorunda kalan sendika bürokratları, 1 Mayıs’ın olabildiğince sönük geçmesi için hiçbir hazırlık yapmadılar, bağlı sendikaların katılımını adeta engeller bir tutum aldılar. Sendika bürokrasisinin bu yasak savma tutumuna rağmen 150 bin işçi ve emekçi; ama çoğunluğu sendikaların değil çeşitli parti ve örgütlerin pankartı altında mitinge katıldı. Bu kitlesel mitingde emekçiler kendi taleplerini dile getirdiler. İşçiler, gerek bağlı oldukları sendikaların, gerekse de sempati duydukları parti ve örgütlerin pankartı altında ama burjuvazinin özelleştirme, işten atma, sosyal güvenlik kurumlarını yok etme saldırılarına karşı sloganlarla alana aktılar.
Kuşku yok ki, böylesine yüksek katılımlı bir gösteri, sermayenin, saldırı paketi uygulamasını püskürtmek için büyük bir imkândı. Eyleme katılmamış işçiler bile sermayenin saldırılarının engellenebileceğine dair bir güven kazanacaklardı. Kısacası, İstanbul 1 Mayıs ‘ı, sermayenin saldırı programını geriye atmanın, daha ileri mevzide saf tutmanın yolunu açacak türde bir eylemdi. Ancak devlet, ustaca hazırlanmış bir saldırı örgütledi. Kuşkusuz, devletin göstericilere ateş açması ve kitlelerin meşru direnişi, yığınların sermaye ve iktidara karşı tepkisini azaltmayacaktı. Tam bu noktada sorumsuz küçük burjuva grupların sınıf dışı eylem çizgileri, eyleme katılış tarzları, giriştikleri rast gele kırıp dökmeler, saldırıya gerekçe olarak yığınlara gösterildi; devletin alanda üç kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamının üstü, medyanın da gayretleriyle, küçük burjuva anarşizminin yönlendirdiği ve gösterinin temel yönü olmaktan uzak olan “eylem”lerde örtülebildi. Durumu kendi lehine çevirdiği hesabıyla, sermaye, daha önceleri yığın tepkisini göze alamadığı için bekletilen saldırı programını fütursuzca uygulamaya koyuldu: Polisin yetkilerinin artırılması, olağanüstü halin ülke çapında genelleştirilmesi gibi düzenlemeleri gündeme getirebildi; bundan sonra da kitlesel eylemlere karşı vahşice saldırdı. Ekonomik saldırı paketlerini devreye sokabildi. Burjuvazinin ve art arda gelen iki hükümetin bu saldırılara cüret göstermesindeki başlıca etkenlerden biri, kuşku yok ki, 1 Mayıs’ta yaşananları kendi lehlerine kullanmayı başarmalarıdır ki; bunda, küçük burjuva eylem tarzının, sorumsuz kırıp dökmelerin payı büyüktür.
Devlet, 1 Mayıs’taki olayları değerlendirerek kitleleri, bundan sonra uygulayacağı politik ve ekonomik saldırının meşruiyetine kazanma çabası harcarken ve toplumsal psikolojiyi kendi çıkarına uygun bir biçimde şekillendirmeye çalışırken küçük burjuva solcuları, tam bir fikir birliği içinde kendi tutumlarını “ZAFER” olarak lanse ettiler. Onların, zaferlerinin kanıtı olarak sundukları görüntüleri, devlet de kendi katliamını haklı göstererek üstünü örtmenin malzemesi olarak seçti.
Ortaya koydukları tutumun mutlak doğruluğu üzerinde ortaklaşan bu gruplar, zaferi paylaşmakta epey sorun yaşadılar. Saldırı kararını önce kimin aldığı, kimin daha çok bankayı tahrip ettiği, MHP binasını dağıtma inisiyatifini kimlerin geliştirdiği gibi tartışmalar sürüp gitti. Eyleme hangi grubun kaç kişiyle katıldığı konusunda uzlaşma sağlanamasa da, dergi sayfalarında sayılar boyu süren tartışmalar yapıldı.
Küçük burjuva solcuları için bir eylemin başarılı sayılmasının kıstası, eylem boyunca ortaya konan “radikallik”tir. 1 Mayıs’ın sermaye tarafından saldırılara vesile yapılmasına, emek güçlerinin kazanımlarının bir bölümünü kaybetme noktasına gelmiş olmasına bakmaksızın, polisle yapılan çatışmayı, bankaların tahribini vb. başarının temel ölçütü görmektedirler. Sonucu, sermayenin dizginsiz terörü olan çatışmalı bir eylemi, görkemli bir kitlesel gösteriye tercih ettiklerini ilan etmekte de bir sakınca görmüyorlar.
Peki, gerçekte Kadıköy’de yaşananların zafer olup olmadığını anlamak için hangi ölçüler kullanılmalıdır?
Sınıfın ve müttefiklerinin sermaye ile giriştikleri mücadelede daha ileri mevzilere yerleşmesi, taleplerin daha geniş yığınlara mal edilmesi, kitlelerin öncü kesimleriyle geri kesimleri arasındaki bağın güçlenmesi, sermayeye geri adım artırılması, yığınların bilinç düzeyinin ve öz deneyiminin gelişmesi gibi, sınıfların karşılıklı güç ilişkilerini esas alan kıstaslar ışığında yapılacak bir değerlendirme sağlıklı olabilir ancak.
Bu bakış açısından değerlendirildiği zaman, Kadıköy gösterisinin olumlu yönlerinin cam kırıklarıyla gölgelenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Burjuvazi, elindeki tüm imkânları kullanarak, gösterilere katılanların önemsiz bir yüzdesini oluşturan sınıf dışı grupların yaptıklarına dair görüntüleri, eylemde ortaya konan genel tutumu gölgeleyecek tarzda sunmayı başarmıştır. Bu da, geri bilinçli geniş emekçi yığınlar ve eyleme katılan emekçiler üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır.
Küçük burjuva gruplar, gösterinin başından itibaren provokasyona açık bir tutum sergilemişler; yüzlerini maskelerle kapatma, sınıfın taleplerini bir kenara atıp yalnızca gruplarını yücelten pankartlar taşıma, kitlelerle aralarına zincirler koyma gibi tutumlar geliştirerek, sıradan emekçilerin gözünde, polisin saldırısına meşruiyet kazandırıcı eğilime girmişler; bunları da “devrimciliklerinin” vazgeçilmez bir parçası olarak görmüşlerdir.
Gelgelelim kendi adlarını duyurmayı başlı başına bir amaç haline getirmiş olan grupların, sınıf mücadelesinin genel çıkarlarını gözeterek davranmalarını beklemek saflık olur. Onların içinde bulundukları bu konum, düşünce sistematiklerinin olduğu kadar, yığın hareketinden tecrit olmuşluklarının da bir ifadesidir. Bunun için işçi ve emekçi sınıfların kitlesel eylemi içinde yer bulamamanın telaşıyla, anlamsız sansasyonel eylemlere yöneliyorlar; emekçi gösterilerini sabote ediyorlar, her şeye tepeden bakıyorlar. Sonuçta yığın hareketi karşısındaki konumları tasfiyecilik oluyor.
SORUMSUZLUKTA UÇ NOKTA: KÜRSÜ İŞGALLERİ
Kadıköy’deki 1 Mayıs eyleminde yaşanan kürsü işgali, küçük burjuva sorumsuzluğunun varmış olduğu noktanın somut bir göstergesiydi. Ve doğallıkla, yaşanan bu olumsuzluktan onu yaratanlarca da ders çıkarılması, tekrarlanmaması beklenirdi. Ama anlaşılıyor ki, kürsü işgali, sorumsuz küçük burjuva grupların keşfettiği yeni bir eylem türüdür, İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu’nun düzenlediği İşçi Kurultayı’nda da, benzer bir işgalin gerçekleştirilmesi başka türlü açıklanamaz.
Kadıköy’de kürsüyü zapt edip bayrak asan grup, bu davranışını “onlar (sendika bürokratları) o kürsüyü hak etmemiştir, kürsü ilk defa gerçek sahiplerince kullanıldı” açıklamasıyla savunmuştu, insanın hemen aklına geliyor: Onları alaşağı ediyorsun hadi, kendini hangi hakla kürsünün gerçek sahibi ilan ediyorsun? Sana bu hakkı kim veriyor? Yoksa kendini oraya layık görmeni işgal için yeterli mi buluyorsun?
Sendikaların yönetimindeki bürokratların, bulundukları koltukları hak etmedikleri, bir çeşit “işgalci” oldukları doğrudur. Ancak onların hile karıştırılmış da olsa seçimle yönetime geldikleri, üyeleri tarafından beğenilmeseler de yönetici görüldükleri de aynı şekilde doğrudur. Yüz binlerce üyesi olan sendikaların seçilmiş kötü yöneticilerinin alternatifi, seksen küsur kişiden oluştuğu ilan edilen “muhalefet” grubu değildir.
Peki, büyük bir marifet sayılan böylesi bir kürsü işgali, işçi kitlesinin söz konusu kötü yöneticiyi yargılamasına, ondan kopmasına yol açabilir mi? Böyle bir sonuç vermeyeceğini sınıf hareketiyle şöyle veya böyle bir temas halinde olan herkes bilebilir. Yine bilinebilir ki, bu davranış; sabırlı bir şekilde sendikalarda faaliyet gösteren, sendikaların bürokrasinin kötürüm edici etkisinden kurtulması için çalışan sınıf bilinçli işçi ve sendikacı kuşağının işini zorlaştırır. Buradan da şu sonuç çıkar ki; eylemleri ne kadar keskin görünürse görünsün, sloganları ne kadar devrimci görünürse görünsün, küçük burjuva sorumsuz grupların kitle hareketi üzerindeki etkisi tahrip edicidir, tasfiye edicidir.
Kürsü işgali üzerine yaşanan tartışmalar ve geliştirilen savunmalar, bu solculardaki yozlaşma ve bozulmanın derecesi hakkında da fikir verici nitelikteydi. İşgale katılamamış diğer küçük burjuva gruplar, istisnalar sayılmazsa, birlikte yapılması gereken bu işgalin yalnızca bir grup tarafından gerçekleştirilmesini eleştirdi. Ortak karara rağmen fırsatçılık yapıldığı söylendi. Bu eleştiriler hemen cevaplandırıldı, karşı suçlamalar geliştirildi. Ama bu davranışın sınıf hareketinin devrimcileştirilmesine bir katkısı bulunmadığını söyleyen ya da en azından sorunu bu perspektifle ele alan olmadı.
Bu işgalin bir benzeri 14 Temmuz’da gerçekleştirilen İstanbul İşçi Kurultayı’nda yaşandı. Yalnız bu kez, kürsüde oturanlar sendikaların yüksek bürokratları değil, bu bürokratlara karşı bir oluşum yaratan sınıfa yakın sendikacılar ve işçilerdi. Fakat onlara da bir kulp bulundu: Emek Partisi tarafından yönlendiriliyorlardı! Eh, bu da işgal için az bir gerekçe sayılmazdı.
Bize söz hakkı verilmezse biz de çıkar zorla konuşuruz! İşçi Kurultayı’ndaki kürsü işgalinin dayandırıldığı mantık bu oldu. Kurultay delegeleri belirlenmişti, delegeler kendi adlarına kimlerin konuşacağını saptamıştı. Kurultayın gerçekleşmesine katkısı dergi köşelerinde “şöyle olmalı, böyle yapılmalı” diye akıl vermekten ibaret kalan sorumsuzlar, konuşma isteklerinin kabul edilmemesini işgal gerekçesi yaparak aylardır yürütülen sabırlı çalışmanın ürününe kastetmekte sakınca görmüyorlar. Sosyal güvenlik hakları gasp ediliyormuş, özelleştirme devam ediyormuş, sendikasızlaşmanın hızı artıyormuş… Bu ve benzeri olgular onları hiç ilgilendirmiyordu; kendi gruplarının gövde gösterisini yapabilmek için ellerinden gelse kurultayı dağıtmayı tercih ederlerdi.
Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Verdiğimiz iki örnek, küçük burjuva anarşizminin yığın hareketi karşısındaki gerici konumunu yeterince sergiliyor. Bu grupların son birkaç yıldaki evrimine göz attığımızda, küçük burjuva sol tasfiyecilik olarak tanımlanabilecek akım içindeki grupların genel özellikleri üzerine sonuçlar da çıkarılabilir.
Bilimsel sosyalizmle ilişkisi ancak en genel formülleri tekrarlamak düzeyinde kalan bu küçük burjuva sosyalizm akımının, birtakım mücadele biçimlerini mut-laklaştırmasının, kitleler adına davranan bir öncü tabakanın eylemlerini esas almasının temelinde, kuşkusuz bu çarpık sosyalizm anlayışı vardır. Ancak, bu denli yozlaşmış bir eylem çizgisine sürüklenmiş olmaları, yalnızca sosyalizmi kavrayışlarıyla açıklanamaz. Yaşadıkları iç çatışmalarla, geçirdikleri ayrılma-birleşme süreçleriyle devrimci örgüt yaşantısından uzaklaşan bu grupların kitle hareketinden kopması kaçınılmazdı. İzledikleri çizgi ve pratik, içe dönük örgüt hayatı onları kitle hareketinin dışına itti. Onlar da bu itilmişliğin hırçınlığıyla kitle hareketi karşısında gerici bir mevzide konumlandılar.
Bu grupları bu düzeyde yozlaştıran şey, işçi ve emekçi hareketinin dışına düşmüş olmaları; hareketin ileriye veya geriye gidişinde kendilerinde sorumluluk görmez duruma gelmeleridir.
Düşünce sistematiği bakımından, doğrudan doğruya Latin Amerika’nın küçük burjuva devrimci teorisyenlerini izleyen, silahlı eylemleri yıllardır savunup uygulayan bir Devrimci Sol’un, teorik bakımdan Leninist tezlere daha bağlı görünen MLKP’den daha sorumlu, ya da aynı anlama gelmek üzere daha az sorumsuz davranmasının açıklaması da buradadır: Kitlelerle az da olsa bir ilişkisi olmak, emekçi sınıflar hareketiyle teması olmak, sistemli maceracı görüşlerine rağmen, DHKP-C’yi MLKP ölçüsünde bir yozlaşmadan korumuştur. Sonuçta görülmüştür ki, küçük burjuva solculuğu, yığın hareketinin kaygılarından ” özgür”leşmiş olduğu ölçüde sorumsuzluğunda sınır tanımamaktadır.
Bu eğilim, yığın hareketinin dışında durmasına karşın yığın hareketini tepeden bakarak yargılamakta ısrar eder. İşçi hareketinin ve sendikal hareketin gelişmesine katkısı yoktur. Ama sendikal hareketi, sınıfa yakın sendikacıları, “kendi sorunlarına, devrimcilere” yeterince sahip çıkmadıkları için mahkûm eder. Sendika bürokrasisinin engellerinin aşılması amacıyla oluşturulan platformların gelişmesine katkı sunmak aklından geçmez ama bir muhasebeci titizliğiyle bu oluşumların eksikliklerini listeler. Sendika bürokrasisini sevmez, sınıfa yakın sendika şubelerini yeterince cesur bulmaz; “süper devrimci sendikalar” ise gerçek hayatta olmasa da imgeleminde hep vardır. Bu durumda onu, her platformda bir şekilde kürsü elde edip “en devrimci” fikirlerini ifade etmekten kimse alıkoyamaz. Saygı duruşu ve devrim andı yapılmamışsa hele, onu kimse tutamaz. Çıkar, kürsüyü işgal eder…
Bu türden solculuğun tersyüz edilmiş sağcılık ve ekonomizm olduğu hep söylenmiştir. Bugün de doğrudur. Küçük burjuva solculuğu, sağcılıkla en keskin solculuğun uygunsuz bileşiminin temsilcisidir. Bazen SHP hükümetine reform talepleri sunar ve gerçekleşmediğinde silaha sarılır. Bazen grevci işçiye destek olmak için patrona silah sıkar. Bu tarz bir çelişki, son ölüm oruçlarında belirgin bir şekilde yaşandı. Açlık grevi ve ölüm orucuna yatmış tutukluları desteklemek için, bir yandan taleplerin insani, kabul edilebilir olduğunu kamuoyuna açıklayarak duyarlılık ve destek çağrıları yapan bu gruplar, bir yandan da sokaklara molotof kokteylleri atarak, otobüsleri ateşe vererek devleti anlaşmaya zorlamaya çalıştılar.
Oysa eğer insani taleplerin elde edilmesi için “insan olan herkes” duyarlı olmaya, cinayeti önlemeye çağırılıyorsa, duyarlılık azaltıcı, çağırılan kitlelerin tepkisini çekici türden bir pratiğin sergilenmemesi gerekir. Aksi durumda desteğin kösteğe dönüştüğü, son birkaç aylık süreçte kanıtlandı. Bu bakımdan küçük burjuva solcu eylem anlayışının kitle hareketi üzerindeki engelleyici etkisini gidermek, sınıf hareketini baltalayıcı pratiği mahkûm etmek, bugün devrimci bir görevdir.
Ağustos 1996