Bir yılın ardından Gezi direnişi

Gezi-Haziran halk direnişinin üstünden bir yıl geçti. Türkiye demokrasi mücadelesi tarihinde benzeri görülmemiş kitlesellik ve genişlikteki –79 il de en az 5 milyon insanın katıldığı– bu direniş üzerine yapılan değerlendirme ve tartışmalar ilk günkü tazeliğini koruyor. Toplumsal, sosyal, siyasal tüm olay ve olgular artık Gezi ile bir biçimde  ilişkilendiriliyor ve Gezi üzerine tartışmaların yeniden ve yeniden üretilmesine vesile oluyor. Gelişmelerin siyasal iktidar ve sermaye düzeni üzerindeki etkilerinin boyutu Gezi ile kıyaslanarak ölçülmeye çalışılıyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonları, Soma’da katliam boyutunda yaşanan iş cinayeti karşısında alınan tutum ve yapılan değerlendirmeler, bu çerçevede akla ilk gelen örnekler.

Gezi Direnişi’nin yaşanıp biten ve tarihe tarihe mal olmuş bir olay olmaktan çıkıp bugüne etki eden canlı bir süreç haline gelmesinin başlıca sebebi, hiç şüphesiz Gezi Direnişi’nin demokrasi mücadelesi tarihinde “Geziden önce – Geziden sonra” denebilecek derecede bir miladı oluşturuyor olmasıdır.

Bununla birlikte; her gelişme sonrası Gezi’ye yüklenen farklı anlamlar nedeniyle “herkesin bir Gezisi var” denebilecek bir durumla da karşı karşıya bulunduğumuzu da görmek gerekiyor. Bunların neler olduğuna yeri geldikçe değinmek üzere, Gezi Direnişi’nin ne olduğu ve bugünle ilişkisi üzerinde durmaya çalışacağız.

HALK DİRENİŞİ OLARAK GEZİ

Gezi, sosyal ve siyasal (demokrasi, özgürlükler) alanlarda kuşatılmış durumdaki halkın baskıcı ve otoriter AKP iktidarı ve sermaye saldırganlığına karşı kendiliğinden bir başkaldırısıydı. Bu durumu en net biçimde ortaya koyan, “mesele üç, beş ağaç değil, sen hala anlamadın mı”sözleriyle sosyal medyadan yapılan eylem çağrısıydı. Toplumun ve bireyin yaşamına “nereye park, nereye cami, nereye alışveriş merkezi, nereye HES, nerede kentsel dönüşüm yapılacağından, nerede içki içilebileceğine, kadınların kaç çocuk doğuracaklarına ben karar veririm” diyen zorbalık, demokrasi ve özgürlük talebiyle harekete geçen milyonların direniş ve eylemlerinin görünür sebebini oluşturuyordu. Ancak, yalnızca buradan hareketle Gezi Direnişi’ni tanımlamak, değerlendirmek, bu büyük halk direnişini bütünlüğü içinde kavramak mümkün değildir. Nitekim olguya bu dar bakışla bakanlar, en küçük bir siyasal gelişmeden yeni bir Gezi çıkartma hayaliyle hareket ettiler. Bu aşırı iradeci (volantarist) yaklaşımların sonuçları ortada. Yapılan çağrılar, yapıldıkları yerin 500 metre ötesinde bir yankı bulmuyor.

Toplumsal yaşamda sosyal olanla siyasal olan arasında Çin Seddi yoktur. Sosyal olan aynı zamanda belirli oranda siyasal bir içerik de taşır, tersi de geçerlidir. Bu bakımdan, Türkiye’nin sosyal gerçekliğini dikkate almadan, neoliberal saldırganlığın emekçilerin ve halkın yaşamında yarattığı tahribatı işin içine katmadan Gezi Direnişi’ni anlamak mümkün değildir.

Buradan bakıldığında ise, Gezi Direnişi’ni önceleyen günlerde tablo şudur: 11 milyon 500 bin kişi aylık 326 liradan az bir aylık gelirle yaşıyor. Ailelerin %43’ü geçim zorluğu çekiyor. Bankalara kredi borcu bulunan kişi sayısı 14 milyondan fazla. Bu kesimin kredi borcu tutarı 280 milyar lirayı geçiyor. İşsizlik kronikleşmiş durumda. Tarım dışı işsizlik %14’ü geçerken, gençler arasında işsizlik oranı %25’i buluyor. Yüksek öğrenim mezunları arasında ise oran daha da yükseliyor. HES yapımı ve yeni maden sahalarının açılması nedeniyle tarımsal üretim düşüyor, köylünün yaşam alanı giderek daralıyor. “Kentsel dönüşüm” uygulamaları sermayeye yeni rant alanları açarken, kent yoksullarının barınma sorununu daha da ağırlaştırıyor. Milyonlar barınamıyor, beslenemiyor. Geleceğe dair en küçük bir güven duyulmuyor.Yukarıda vurgulandığı gibi, toplum ve bireyin yaşamına otoriter biçimde yapılan müdahalelerin yanı sıra ekonomik, sosyal bakımdan bu kuşatılmışlık da aynı ölçüde  öfke patlamasına kaynaklık etti.

“TAYYİP İSTİFA” YETMEDİ, ÇÜNKÜ!..

Yaşanılan demokrasi yoksunluğunun, özgürlüksüzlüğün, ekonomik ve sosyal sıkıntıların sebebi olarak AKP iktidarı ve Başbakan Tayyip Erdoğan görüldü ve okun sivri ucu onlara yöneldi. Normal zamanlarda bir araya gelemeyecek siyasal ve toplumsal güçler tarihin bu çok özel anında bir araya gelebildi. Taksim Gezi Parkı’nda polisin geri çekilmesiyle direnişçilerin yaşamı yeniden örgütledikleri özlemi çekilen toplumun nüveleri denebilecek dayanışmacı, paylaşımcı manzara, geniş toplum kesimlerinde sempati yaratmasının yanında,  bir toplumsal sistem olarak sosyalizmin aydınlar ve ilerici kesimler arasında yeniden tartışılmasına vesile oldu. Bununla birlikte hareketin Gezi bileşenlerini birleştirecek bir programı (talepler bütünü) ve “Tayyip istifa” dışında belirlenmiş bir hedefi yoktu. Bu eksiklik baştan sona hissedildi. Hükümet ve Erdoğan’a yönelik sloganlar öfkeyle sokakların ve meydanların dolmasına belli bir süre yetti. Ancak hareketin somut kazanımlarla ilerleyebilmesi için gerekli olan özne (önderlik) yoktu ve hareket, devlet güçlerinin şiddetle bastırmasının da etkisiyle kitlesellik yönüyle sönümlenirken, park forumları, yerel halk platformları gibi halkın demokratik örgütlenmesine hizmet eden örgüt biçimleri çıkararak, biriktirdikleriyle, bir başka alana evrildi. Program yoksunluğu ve önderlik eksikliği yığınların öfkesinin AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’a yönelmesiyle sınırlı kaldı. O kritik anda hareketi ilerletecek olan, sermaye ile AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiyi doğru temelde kurmak ve hedefi bu minvalde belirlemekti. Bu yapılamadı. Bunu yapma –yani Gezi güçlerini kendi etrafında toparlama– yeteneği gösterebilecek olan, işçi sınıfıydı. Ne var ki, hareketin –diyalektik olarak izlediği– kendiliğinden gelişme sürecine müdahale ederek bilinç unsuru katmaya işçi sınıfının verili durumu elvermiyordu.

Belirtmeliyiz ki, buradan hareketle hayıflanacak bir durum yoktur. Bu rolün yerine getirilememesini, Gezi çapında bir halk direnişinin patlak vereceğine dair bir öngörü yokluğuna bağlamak da doğru değildir. Eğer “toplum mühendisliği” yapılmayacaksa, bu çapta bir direnişin ilerleme sürecinin ne yönde gelişeceğinin başta işçi sınıfınınki olmak üzere toplumsal bilinç ve örgütlenme düzeyi tarafından baştan koşullandığının kabul edilmesi gerekir.

HAREKETİN KARAKTERİ

İşçi sınıfının örgütlü bir biçimde direniş içinde yer almamasına bakarak, hareketin “eğitimli orta sınıf”ın bir hareketi olarak şekillendiği görüşü öne çıkarılmaya çalışıldı. Gerek eylemin örgütlenme aşamasında, gerekse eylem anında üretilen sloganlarda vücut bulan esprili tutum bu eğilimi daha da güçlendirdi. Burada da kalınmadı. Genç kuşakların zeka ürünü parıltılar içeren bu yaklaşımı, burjuva liberaller ve küçük burjuva sol liberaller tarafından Marksist-Leninist sosyalist örgüt anlayışına ve devrim pratiğine yönelik yeni bir saldırının dayanağı yapılmaya çalışıldı. Örgütsüzlük bir kere daha kutsandı. Eylem anında ortaya çıkan yığınların yaratıcı örgütlenme yeteneğine bakılarak, örgütlü bir yapı çerçevesinde “yukarıdan” olan her şey bürokratizm, reformizm olarak damgalandı. Direnişin ortaya çıkardığı muazzam enerjiyi heba etmemek adına “özyönetimci” anlayışlar her vesileyle pompalandı: Ne yapacaksan kendin yap!

Devrimci bir örgütte örgüt içi demokrasi, bürokratizm, reformizm ve konformizm tehlikesine karşı mücadele ve uyanıklık ve bu çerçevede eleştiri ve özeleştiriyi bir silah olarak kullanma, kesintisiz bir süreç olarak, zaten işlemek durumundadır. Ancak burada hedefe konulan, sosyalist örgütler şahsında, işçi sınıfının önder rolüdür. Amaç, sınıfın örgütsüz kılınmasıdır.

Bu durumu not ettikten sonra, Gezi direnişinin sınıf karakterine yeniden dönersek; Gezi, küçük burjuva sınıf ve tabakaları da içine alan kendiliğinden bir halk hareketiydi. Bir öfke patlaması biçiminde ortaya çıktı ve bu özgünlüğü içinde gideceği noktaya kadar gitti. Modern kapitalist toplumda ancak burjuvazi ve işçi sınıfının toplumsal sistem kurma yeteneğine sahip olduğu göz önüne alındığında, bu çapta milyonları içine çeken bir harekete, sadece bu iki sınıftan biri önderlik edebilirdi. Gelgelelim, Gezi’de ne işçi sınıfı ne de burjuvazi bir sosyal sınıf olarak yer almıyordu. Gezi Direnişi’nin son çeyrek yüzyıldır uygulanan neoliberal politikalara bir başkaldırı olduğu gerçeğinden hareketle, bütün göstergeler işçi sınıfını hareketin başına geçmeye davet etse de, işçi sınıfı bunu yapacak bir pozisyonda bulunmuyordu.

Bu saptamayla birlikte, işçi sınıfının (örgütlü bir biçimde) içinde yer almamasına karşın, hareketin ana gövdesini emeği ile geçinen insanların oluşturduğu da bir gerçekliktir. Harekete kentlerin merkezinden katılan eğitimli kesimin dahi önemli bir bölümü ya işsizdi ya da güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda kalanlardan oluşuyordu. “Merkez”den “çevre”ye (yoksul emekçi semtlerine) doğru gidildikçe, işçilerin, kent ve kırın yoksullarının, bir bütün olarak neoliberal politikaların mağdurlarının ana gövdeyi oluşturduğu görülmektedir.

Bir başka gösterge; süreç ilerleyip, direniş yaygınlaştıkça, siyasal özgürlük taleplerinin yanında sosyal taleplerin de dile gelmeye başlamasıdır. Bu yönüyle, hareket, tartışmasız biçimde emekçi bir karakter taşımaktadır. Gösterilerde yaşamını yitirenlere baktığımızda, ya Ethem Sarısülük ve Mehmet Ayvalıtaş gibi işçi ya da Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert… gibi işçi ve emekçi çocukları olduklarını görürüz. Bu durum bile, hareketin emekçi karakterini kavramamız bakımından bir ipucu vermektedir. Bu yüzdendir ki, sermayenin akıllı sözcüleri olan burjuva liberaller hareketin bu özelliğini karartmak üzere “Y kuşağı”, “yaratıcı zeka”, “sosyal medya devrimi” gibi popüler, ama gerçekleri ifade etmekten çok görünüşü oluşturan görüngüler üzerine bol bol güzellemelere başvurdular.

YAŞAYAN GEZİ

Yazının girişinde de belirtildiği gibi, son bir yıldır sosyal ve siyasal planda meydana gelen tüm gelişmeler bir biçimde Gezi Direnişi ile ilişkilendirildi. HES’lere karşı köylü eylemlerinden işçi sınıfının mücadele ve direnişlerine, kısacası mücadelenin olduğu her alanda istinasız Gezi sloganları atıldı. Bunların sınıf mücadelesi açısından ne anlam içerdiğini belirtmeden önce, Gezi Direnişi ile ilgili olarak ortaya çıkan iki eğilime işaret etmekte fayda var.

Bunlardan ilki, “Gezi sopası” gösterilerek, AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’ı kabul edilebilir sınırlara çekme tutumudur. Sureti haktan demokrat görünerek, sermayenin kırk yıllık sözcüleri ve burjuva liberaller tarafından ortaya konulan bu tutum, ne kadar hükümet aleyhtarı görünse de, özü itibariyle Gezi Direnişçilerinin talep ve özlemlerinin karşılanmasıyla ilgili olmayıp sermayenin ihtiyaçlarının karşılanmasına denk düşmektedir.

İkinci eğilim ise, hareketin nesnelliğini (gelişim süreçlerini) gözetmeden, indirgemeci bir yaklaşımla her gelişmeden bir Gezi Direnişi çıkarmaya çalışan tutumdur. Bunun bayraktarlığını ise küçük burjuva örgütler ve otonomcu, sivil toplumcu  anlayışlar yapmaktadır. Bu çevrelerin 17 Aralık yolsuzluk skandalı, İnternet yasası vb. sırasında daha çok sosyal medya üzerinden yaptıkları mücadele çağrıları bu çerçevede “beklenen etki”yi yapmamış, yığınları sokağa çekmeye yetmemiştir.

Burada, bir noktanın altını özenle altını çizmek gerekir ki, indirgemecilikten hareketle ortaya çıkan bu “iradeci” tutumla, mücadelenin olduğu her yerde atılan Gezi sloganları arasında bir paralellik kurmak temelden yanlış olacaktır. İradeciliğin yaşam karşısında hiçbir kıymet-i harbisi yokken, mevzi mücadele ve direnişlerde Gezi sloganları atanlar, geleceği, yani yaşayan Gezi’yi temsil etmektedirler.

Gezi, neoliberal saldırganlığa halkın verdiği bir yanıttı ve bu yüzden sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin olduğu her yerde Gezi bir şekilde dile gelmektedir. Gezi ya da bununla bağlantısı içinde “her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, artık kavramsal olarak, halkın özgücüne güveni, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) haklar için birleşmeyi ve kavgada militanlığı ifade etmektedir. Gezi Direnişi, “yeni dünya düzenci”lerinin 30- 40 yıldır çabalayarak ördükleri duvarı yıkmıştır: Emekçi yığınlar, sömürüye, baskıya ve horlanmaya sürgit tahammül etmeyecek, hakları için birleşmeye ve kavgaya devam edecektir. Ve mücadelenin olduğu her yerde Geziden bir iz, bir parça mutlaka olacaktır.

Gezi’nin bire bir tekrarı mümkün olmamakla birlikte, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) sorunlarının bu ölçüde ağırlaştığı Türkiye’de kendiliğinden patlamalar biçiminde kitle/halk hareketlerinin ortaya çıkması beklenir bir durumdur. Gezi Direnişi’nin ortaya çıkardığı en temel ders, böylesi anlarda yığınları talepleri için kendi etrafında birleştirecek açık bir program ve taktiklere sahip toplumsal önder bir güce ihtiyaç bulunduğunu bir kere daha ortaya koymasıdır. Bu güç, Soma katliamından sonra varlığını bütün haşmetiyle bir kere daha hissettiren işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, nesnel olarak, diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları kurtarmadan kendisini de kurtaramayacak bir sınıftır. İşçi sınıfının mücadele programı, bu yüzden, bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerin taleplerini de kapsar. Bu gerçek emekçi yığınların bilincinde yer ettiği oranda geleceğe güvenle bakabiliriz. Öyleyse bütün çabalarımız bunun için olmalı. Gezi ile bitirelim: Bu daha başlangıç mücadele sürecek.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑