Bölge’nin fay hattı ve IŞİD depremi

Irak’ın Ninova eyaletinin başkenti Musul’un 10 Haziran’da el Kaideci IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) tarafından ele geçirilmesi ve IŞİD’in kısa bir sürede Selahaddin ve Ninova’ya bağlı birçok yerleşim birimini işgal etmesi, bütün dünyanın dikkatinin bölgeye çevrilmesine neden oldu. Ne oldu da, IŞİD, Irak’ın en büyük ve önemli kentlerinden Musul’u kolayca ele geçirmiş ve ardından Tikrit ve Telafer gibi kentleri işgal edebilmişti? Ve daha da önemlisi, bundan sonra Irak’ı nasıl bir gelecek bekliyordu?

IŞİD işgali sonrasında, zaten daha önce otoritesi önemli oranda zayıflamış olan Başbakan Maliki ABD’yi yardıma çağırırken, Şii radikallerden Sadr’a bağlı milisler (Mehdi ordusu) silahlanmaya başladı. İran, Şiilerin kutsal yerlerine yönelik saldırılar karşısında sessiz kalmayacağını ve gerekirse askeri güç gönderebileceğini açıklarken, Maliki’nin IŞİD’i desteklemekle suçladığı S. Arabistan, yaşananların bir “iç savaş” olduğunu söylüyordu. IŞİD’in işgalleri karşısında en “soğukkanlı” tutum ise, kuşkusuz Musul Konsolosluğu’nun 49 çalışanı ve 31 TIR şoförü rehin alınan Türkiye tarafından ortaya konmuştu. Üstelik IŞİD işgali bir gün önceden haber alındığı halde Türkiye’nin konsolosluğunu boşaltmaması, yeni soruları da beraberinde getirmişti.

Bugün IŞİD’in bu kadar hızlı güç kazanması şaşırtıcı görünse de, Irak’ta ABD işgali sonrası ortaya çıkan mezhepsel-etnik yarılmaya dönüp bakıldığında ve Suriye’ye müdahale girişimlerinin bunlar arasındaki çelişki-çatışmaları nasıl tetiklediği göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan tablonun sürpriz olmadığı anlaşılacaktır. Zaten Maliki Hükümeti’ne karşı Sünni hoşnutsuzluğun en yüksek seviyede olduğu Felluce ve Ramadi’de Ocak ayı başlarında IŞİD’in kontrolü kısmi olarak ele geçirmesi de, bugünkü gelişmelerin ayak sesini haber veriyordu.

ABD İŞGALİ SONRASI IRAK

2001 11 Eylül’ünde el Kaide’nin ikiz kulelere yönelik terör saldırıları sonrasında, ABD,  “terörle mücadele” gerekçesiyle “önleyici savaş stratejisi”ni gündeme getirmişti. Bu strateji, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ülkelere müdahale hakkı olduğu iddiasına dayanıyordu. Bu temelde dünyanın petrol rezervlerinin yüzde 65’i ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 41’ini bulunduran bölgenin (Ortadoğu’nun) yeniden dizayn edilmesi amacıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) uygulamaya konuldu. Proje kapsamından ilk müdahale noktası, el Kaide’nin merkezi sayılan ve 1988’de kurulduğunda el Kaide’nin ABD tarafından Sovyet işgaline karşı desteklendiği yer olan Afganistan’dı. Afganistan’ın ardından, sıra, 1990’da Kuveyt’i işgal ettikten sonra ABD’nin hedefi haline gelen ve 1990-91 Körfez Savaşı’ndan itibaren ABD ile çatışma halinde bulunan Irak’taki Saddam rejimindeydi. Saddam’ın el Kaide’yi desteklediği ve kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle Mart 2003’te Irak’a giren ABD ve müttefikleri kısa sürede Saddam rejimini devirdi. ABD müdahalesinden sonra, nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Kürtler Irak’ın kuzeyinde federe yönetim oluşturdular. 1980-88 yılları arasında İran’la savaşan Saddam rejiminin büyük baskılar uyguladığı ve nüfusun yüzde 65’e yakınını oluşturan Şiiler, müdahaleden sonra merkezi yönetimde etkin hale geldiler. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Sünniler ise, merkezi yönetimde yer almalarına rağmen Saddam dönemindeki güç ve etkilerini önemli oranda kaybettiler. Merkezi yönetim Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölüştürülmesine (Başbakan Şii, Cumhurbaşkanı Kürt ve Meclis başkanı Sünni) rağmen yetkilerin paylaşımı ve petrol gelirlerinin dağılımı ile Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı bölgelerin durumu gibi konulardaki anlaşmazlıklar bir türlü çözülemedi. İşte Irak’ta daha önce varlığı bulunmayan el Kaide, tam da bu mezhepsel-etnik gerilim ortamında, geri plana düşen Sünniler içinde kendine örgütlenme alanı buldu. 2003’ten itibaren Irak’ta birçok kanlı saldırı gerçekleştiren el Kaide’nin Irak’taki uzantıları, 2004’te Irak el Kaidesi (IİD-Irak İslam Devleti) adını aldı.

Irak’ta anlaşmazlıkların çözülememesi, giderek ülkenin fiilen üçe (Kuzeyde Kürtler, Batıda Sünniler ve Güneyde Şiiler) bölünmesine ve bu kesimleri temsil eden siyasi güçler arasında gerilim ve çatışmaların devam etmesine yol açıyordu. Başbakan Maliki, ABD tarafından Şiilerin İran eksenine kaymasını engelleyecek ve dahası ülkedeki siyasi güçler arasında dengeleri sağlayabilecek bir lider olarak görülüp destekleniyordu. Ancak istikrarsızlık yaratmaya yönelik bombalı saldırılar sonrasında, Maliki’nin Sünnilere yönelik baskı politikalarını uygulamaya koyması, Hükümet ile Sünniler arasındaki gerilimin artmasına yol açıyordu. 2010 seçimleri sonrasında Saddam’ın eski istihbaratçılarını koruma olarak kullanan ve ülkedeki birçok bombalı saldırıdan sorumlu tutulan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartılması ve önce Kürdistan Federe yönetimi ve ardından Türkiye’ye sığınan Haşimi’nin gıyabında yapılan yargılamada idama mahkum edilmesi, bu gerilimi tırmandırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu gerilim 2013’te Maliki’nin Sünni Maliye Bakanı Rafi İsavi’nin korumalarını gözaltına alması sonrasında yapılan gösterilerle yeni bir boyut kazandı. 2013 sonunda el Kaide’ye destek vermekle suçlanan Sünni milletvekili el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskın ve bu baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında ise, gerilim çatışmaya dönüştü. Hükümetin Sünni göstericileri zorla bastırma girişimleri, Suriye’deki savaşta güçlenen ve Sünniler tarafından artık bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanan IŞİD’in el Anbar vilayetinde denetimi kısmen ele geçirmesinin önünü açtı.

Aynı dönemde Türkiye ve S. Arabistan’ın Sünni cumhurbaşkanı seçtirme girişimlerine karşı İran’ın devreye girmesiyle Şiiler ve Kürtler arasında ittifak sağlanmış olmasına ve Talabani’nin bu ittifakla yeniden cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, Kürdistan Federe Yönetimi ile Maliki Hükümeti arasında çözülemeyen sorunlar da Irak’ta gerilimi arttıran başka bir krize yol açmıştı. 2005’te kabul edilen Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre, başta Irak petrolünün üçte birinin çıkarıldığı Kerkük olmak üzere merkezi hükümet ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan bölgeler için 2007’de referandum yapılacaktı. 2007’de, ABD’nin girişimleriyle bu referandum 5 yıl ertelenmişti. Ancak 2012’ye gelindiğinde, referandum yönünde bir adım atılması yerine, Maliki’nin ‘Dicle Operasyon Tümeni’ adı altında bir ordu kurarak bu orduyu aidiyeti bakımından ihtilaflı bölgelere konuşlandırması, Kerkük’te bu ordu ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin Peşmerge ordusunu çatışma noktasına getirdi. Yine petrol gelirlerinin paylaşımı ve federe yönetime ayrılan bütçe konusundaki anlaşmazlıkların Barzani yönetimini giderek Türkiye’ye daha fazla yakınlaştırması ve merkezi hükümete rağmen Türkiye ile petrol anlaşmaları yapmasının önünü açması, Irak’taki bölünmeyi daha da derinleştiriyordu.

Bugün IŞİD işgalleri sonrasında yüksek sesle sorulmaya başlanan Irak’ı nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun cevabını, Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasındaki mevcut çatışma ve bölünmenin nasıl çözüleceği belirleyecektir. Suriye’de çatışma-kamplaşma halindeki güçlerin (bir yanda Türkiye ve S. Arabistan ve öte yanda İran’ın) Irak’taki bölünmeyi de önemli oranda belirleyen güçler olması, bölgesel gelişmelerin de Irak’ın geleceği üzerindeki etkisini arttırmaktadır.  Zaten Irak’ta IŞİD’i var eden koşullar da, bu bölgesel gelişmelerden bağımsız değildir.

SURİYE’YE MÜDAHALE POLİTİKASI VE IŞİD

Arap ülkelerindeki ayaklanmaları ve değişim isteğini yedeklemek için Batılı emperyalistler önce Libya’da harekete geçmiş, Libya’da el Kaide çetelerinin içinde yer aldığı muhalifler NATO desteğiyle Kaddafi rejimini devirmişlerdi. Ancak Batılı emperyalistler için asıl önemli hedef, kendilerine karşı bir direnç odağı durumunda bulunan Şii eksende yarılma yaratabilecek (ve dolayısıyla bu eksenin arkasında duran Rusya ve Çin’i de zayıflatabilecek) Suriye’ye müdahaleydi. Müdahale politikası, ülke içinde kendi politikalarıyla birleşebilecek güçler yaratıp bunları bir araya getirme ve bunlara her türlü desteği sağlayarak rejimi devirme üzerine kurulmuştu. Suriye’deki ‘Müslüman Kardeşler’ ile politik yakınlığı ve ilişkisi bulunan AKP Hükümeti, ‘Bölgesel liderlik’ rolünü oynayabilmek (zamanında Osmanlı’nın egemen olduğu bölgelerde yeniden etkin hale gelebilmek) için bu müdahale girişimlerinin başına geçmişti. Başbakan Erdoğan, birkaç ay içinde Şam’daki Emevi Camisinde namaz kılacaklarını söylüyordu. ABD ve Fransa gibi Batılı emperyalistlerin yanı sıra Şii eksenini kendileri için bir tehdit olarak gören S. Arabistan ve Katar da bu müdahale girişimlerinde Türkiye’nin yanında yer aldı.

AKP Hükümeti, 2011’den itibaren ‘Suriye Ulusal Konseyi’ (SUK) adı altında bir araya gelen muhaliflere kucak açtı. Yine Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlamak için yüz binlerce Suriyelinin Türkiye’ye gelişini teşvik etti. Ancak müdahale girişimlerinin beklenen sonucu vermemesi sonrasında, ABD devreye girerek, 2012 sonlarında muhalif grupları Katar’ın başkenti Doha’da topladı. Bu toplantılar sonrasında, muhalefet, ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ (SMDK) adı altında birleştirildi. Bu muhalefetin silahlı gücü olarak da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) oluşturuldu. Fakat bu kez de, ABD’nin öncülük ettiği bu girişim  başarısız oldu. Ne SMDK’da bir araya gelen muhalefet kendi iç sorunlarını aşabildi, ne de ÖSO rejime karşı savaşta etkin bir güç haline gelebildi. Bu girişimlerin başarısızlığa uğraması, kendi politik geleceklerini Esad rejiminin devrilmesiyle dolaysız ilişkili gören Türkiye (AKP) ve S. Arabistan’ın giderek cihatçı el Kaide gruplarını umut olarak görmelerine ve mezhepçi söyleme daha fazla sarılmalarına neden oldu.

Bu kamplaşmanın diğer tarafında Şii ekseni oluşturan rejimlerin; İran ve Irak’taki Maliki Hükümeti ile Lübnan Hizbullah’ının, Esad rejiminden yana açık tutum almaları ve hatta Hizbullah militanlarının Suriye’deki savaşa dâhil olması, bu çatışmaların giderek mezhepsel bir görünüm kazanmasına yol açtı. Savaşın mezhepsel bir görünüme bürünmesi, Suriye’de bir yandan dünyanın dört bir yanından cihatçı militanların devşirilmesini kolaylaştırırken, öte yandan da muhalif gruplar arasında denetimin giderek el Kaide çetelerinin eline geçtiği bir sürecin de önünü açtı. Bu gelişmeler karşısında Libya’da büyükelçisi el Kaide tarafından öldürülen ve Mısır’da da Müslüman Kardeşlere (Mursi) güvenemeyeceğini görüp General Sisi’nin darbesini destekleyen ABD geri planda kalırken, Türkiye, Suriye rejimine ve 2012 yazından itibaren Rojava’da PYD öncülüğünde yönetimi ele geçiren Kürtlere karşı savaşmaları için sınırlarını el Kaide çetelerine açmaktan, IHH adlı “yardım kuruluşu”  ve MİT üzerinden bu çetelere silah ve mühimmat başta olmak üzere her türlü desteği sağlamaya kadar bütün olanaklarını seferber etti.

Büyük oranda Suriye’ye dışarıdan gelen el Kaide militanlarının kurduğu IŞİD, bu dönemde öne çıkmaya başladı. Suriye’de çatışmalar başladıktan sonra El Kaide’nin Irak kolu olan Irak İslam Devleti’nin (IİD) Suriye’ye geçen militanları, Ebu Muhammded el-Colani liderliğinde el Nusra Cephesi’ni kurdular. Çeçenistan’dan Avrupa’ya, Libya ve Tunus’tan Afganistan’a kadar dünyanın dört bir yanından gelen İslamcı militanlarla kısa sürede Suriye’de güçlenmeye başlayan el Nusra’nın lideri Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören IİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi, 2013 Nisan’ında yayımladığı bir ses kaydında, el Nusra Cephesi’nin IİD’in Suriye kolu olduğunu ve bu iki örgütün Irak-Şam İslam Devleti (burada Şam, Arapça ismi ‘Dimeşk’ olan Suriye’nin başkenti olarak değil, Suriye’den Lübnan, Filistin ve Ürdün’e kadar uzanan toprakları belirtmek için kullanılan bir addır) adı altında birleştiklerini duyurdu. Ancak el Nusra lideri Ebu Muhammed el-Colani, böyle bir birleşmenin söz konusu olmadığını ve el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri’ye bağlı olduklarını açıkladı. Haziran 2013’te el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri de bu birleşmeye karşı olduğunu ilan etti, ancak Bağdadi bu emre karşı çıktı. Bu dönemde kendisiyle birleşmeyen Nusracılar dâhil diğer İslamcı gruplarla da çatışmaya giren IŞİD, kısa sürede Suriye’nin kuzeyinde en güçlü örgüt haline geldi. Sınır kapılarını ele geçiren ve Rakka’da emirlik kuran örgüt, Suriye’nin petrol yataklarının da sahibi oldu.

IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran en önemli özelliği, ele geçirdiği bölgelerde ‘emirlik’ ilan ederek kendi düzenini kurmasıydı. Örgütün, rejimin devrilmesinden çok, ele geçirdiği yerlerde kendi düzenini kurmaya öncelik vermesi ve bu nedenle aynı alandaki diğer radikal İslamcı gruplarla çatışmaya girmesi, Esad rejimi tarafından desteklendiği iddialarının gündeme gelmesine neden oldu. Oysa bu politika, örgütün kısa sürede diğer örgütlerle kıyaslanamayacak kadar hızlı büyüyüp güç kazanmasını sağlıyordu. Örgüt, 2013 sonlarında Suriye’nin Irak sınırındaki Deyr ez Zor’u ele geçirdikten sonra, Irak’ın el Anbar vilayetinde Maliki hükümeti ile çatışma noktasına gelen Sünni aşiretler ile ilişkilerini de hızlı bir şekilde geliştirdi. Aralık 2013’te hükümet güçleri tarafından Sünni milletvekili Ahmed el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında gelişen olayların devamında IŞİD, 2014 Ocak ayında bu bölgenin Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi ele geçirdi. Ardından da Felluce’de “emirlik” ilan etti. Böylece Türkiye ve S.Arabistan’ın Suriye’ye müdahalenin başarısı uğruna verdikleri desteğin büyüttüğü IŞİD, Irak’ta Maliki Hükümeti ile aralarındaki gerilim çatışma noktasına varmış bulunan Sünni aşiretlerin yerleşim yerlerinde kısa sürede denetimi ele geçirebileceği koşullara sahip oldu.

IŞİD SORUNU VE IRAK’IN GELECEĞİ

İşte, IŞİD’in herkesi şaşkına çeviren 10 Haziran’daki Musul işgalinin arka planında Maliki rejiminden artık kopma noktasına gelen Sünni aşiretler ve eski Baas’çılar (Saddam yönetiminin artıkları) ile kurduğu ilişkiler yer alıyor. İstihbarat örgütleri tarafından Musul’u işgal etmeden önce 7 bin militanı ve 875 milyon dolar geliri olduğunu tahmin edilen örgütün bu işgalden sonra Sünni milisler ve eski Baas’çıların katılımıyla militan sayısını iki katına ve gelirini de 2,4 milyar dolara çıkarmış olabileceği düşünülüyor. Bu rakamlar, Irak’ta Maliki karşıtı Sünnilerle kurduğu ilişkilerin örgütü kısa bir sürede nasıl büyüttüğünü gözler önüne seriyor. Kimin elinde olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılsa da IŞİD’in Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Beyci Rafinerisi’ni ele geçirdiğini ve rafineriyi yerel (Sünni) aşiretlere devrettiğini açıklaması, kendine nasıl taban yarattığını yeterince açıklamaktadır. IŞİD’in Musul’u işgal etmesinden sonra kentin nasıl ele geçirildiğine dair ortaya çıkan gerçekler de, bu ilişkileri bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bin-bin beş yüz IŞİD militanı kente girerken, Musul valisi Esil Nuceyfi ile sivil kıyafetler giyen 30 bin ordu mensubunun kenti terk ettiği ortaya çıkmıştır. Musul’da yapılan haberler, Sünni Arapların Başbakan Maliki’den intikam almak için IŞİD şemsiyesi altında birleşerek kenti ele geçirdiklerini gösteriyor. Zaten IŞİD tarafından Musul valisi olarak atandığı açıklanan Haşim Camas da Saddam’ın eski Baas’çı subaylarındandır. ABD’nin önemli gazetelerinden New York Times’in, IŞİD’in Musul’dan sonra ele geçirdiği Tikrit’teki kaynaklara dayandırdığı haberde de eski Baas’çı komutanların Maliki’nin devrilmesi için IŞİD ile ittifak yaptıklarını söyledikleri belirtilmektedir. Musul’u terk eden vali ise, Irak’ta 2010 seçimlerinden sonra Sünniler için federal bölge talebini dile getiren ve bunun için Türkiye ve S. Arabistan’dan destek isteyen Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin kardeşi Esil Nuceyfi’ydi. 2011’de Türkiye’ye sığınan eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin de Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesinden sonra yaptığı açıklamada bu işgali “ezilenlerin devrimi” olarak gördüğünü söyleyip kutlaması da, yaşananları Sünni Arapların IŞİD üzerinden başkaldırısı olarak gördüğünü göstermektedir. Bugün işgal edilen kentlerde IŞİD ve eski Baas’çılar arasında anlaşmazlık ve çatışma yaşanmaya başlandığına dair haberler yapılsa da, durum değişmemektedir. IŞİD işgalleri Maliki yönetimi tarafından geri plana itilip baskı altına alınan Sünnilerin daha güçlü bir statü (federal bölge) talebinden bağımsız değildir ve bu sorunun çözümünü de yine Sünnilerin bu talebini Maliki Hükümeti’nin nasıl karşılayacağı belirleyecektir.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Önceki dönemlerde yaşanan daha küçük çaplı kimi Sünni isyanlarına karşı Sünni aşiretlerden destek alabilen Maliki’nin bugün böyle bir şansı kalmamıştır. Ancak Maliki, her şeye rağmen Batı tarafından tehlikeli bir terör örgütü olarak kabul edilen IŞİD’in işgallerini sarsılan otoritesini yeniden tesis etmek için bir fırsata çevirmek üzere, ABD’yi yardıma çağırmaktadır. Maliki’nin yardım alabileceği bir diğer önemli güç de, IŞİD’in Şiilere yönelik vahşi katliamları ve Şiilerin kutsal yerlerine saldırması karşısında bu yerleri savunmak için asker gönderebileceğini açıklayan Şii ekseninin lider ülkesi İran’dır.

ABD’nin IŞİD’in Sünni bölgelerde ilerleyişinden sonra Şii ve Sünni Araplar ile Kürtlere yaptığı acilen yeni bir ‘birlik hükümeti’ kurulması çağrısı, kendi çıkarları için hala Irak’ın birliğinden yana tutum aldığını göstermektedir. ABD’nin bu çağrısının altında Irak’ın olası bölünmesinden sonra Şiilerin tamamen İran’ın etkisine gireceği ve Sünni bölgelerde ise her şeyden önce İsrail için bir tehdit oluşturacak radikal İslamcı grupların etkin olabileceği kaygısı ile hareket ettiğini ve bunun da ötesinde yaşanabilecek Şii-Sünni çatışmasının Irak’ın enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini tehlikeye atabileceği düşüncesinin yer aldığını söylemek mümkündür. ABD, Sünnileri dışlayıcı politika izleyerek sorunları bu noktaya getiren Maliki’den rahatsız olsa da, bugün için Maliki’yi desteklemek dışında bir çıkış yolu görmemekte ve sorunun bu ayrımcı politikayı ortadan kaldırabilecek bir ‘birlik hükümeti’ kurularak çözülmesini istemektedir. Haziranın son haftasında Irak’ı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Maliki’den, 30 Nisan’da yapılan seçimlerden sonra kurulacak yeni hükümette Kürtler ve Sünnilere yer vererek birleştirici davranması ve iktidarını paylaşmasını isterken; Kürdistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ile yaptığı görüşmede de IŞİD’in Musul işgali sonrasında Kerkük’ün güvenliğini sağlayan Kürtlerin bağımsızlık beklentisini karşılamaktan çok merkezi hükümette güçlü olarak yer almaları yönünde talepte bulunmuştur.

Açıktır ki, bugün ister bağımsızlığını ilan etsin, ister Irak’la federatif ilişkisini sürdürsün, IŞİD işgalleri sonrasında ülke içindeki güç ve pozisyonunu en fazla arttıran kesim Kürtler oldu. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonra, Kerkük’ün ve merkezi hükümet ile aidiyetleri konusunda ihtilaf bulunan diğer yerleşim yerlerinin güvenliğinin Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge ordusu tarafından sağlanması, bu yerlerin fiili olarak Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlanmasını sağlamış bulunmaktadır. Zaten Maliki’nin de Kürdistan Yönetimi’nin Irak’ın güvenliğinin sağlanmasında rol alması karşılığında 140. Madde’yi uygulamayı (Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgeler için referandum yapmayı ki, bu durumda Kerkük’ün Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasına kesin gözüyle bakılmaktadır), Kürdistan Bölgesi’nin kendi petrolünü satışına (Kürdistan yönetiminin merkezi hükümete rağmen Türkiye üzerinden yaptığı petrol satışı, iki yönetim arasında gerilimi tırmandırmıştı) 5 yıl boyunca razı olacağı ve sonrasında merkezi bütçeden Kürdistan’ın payını yüzde 30’a çıkarmayı kabul ettiği belirtilmektedir. Koşullar oluştuğunda bağımsızlık ilan etmek istediği bilinen Kürdistan Yönetimi’nin Kerkük’ü alması, Barzani yönetimini bu hedefine bir adım daha yakınlaştırmış olsa da, ABD’nin hala bu talebe yukarıda değindiğimiz kaygılar nedeniyle mesafeli yaklaşmas,ı bugün için bu yönde bir girişimi zorlaştırmaktadır.

Maliki yönetiminin uzun bir süreden beri Sünniler üzerinden Irak’ın iç işlerine karışmakla suçladığı S. Arabistan ve Türkiye’nin ortaya koydukları tutum ve yaptıkları açıklamalar, IŞİD işgallerine destek veren Sünnileri kapsayan bir federe bölge oluşturulması ya da en azından Sünnilerin Irak’ta daha etkin bir pozisyon kazanması için bu işgalleri bir olanak olarak değerlendirmek istediklerini gösteriyor. Gelinen yerde, eğer Irak’ın birliği üzerinden bir çözüm gelişecekse, Sünnilerin daha etkin bir pozisyonda olmaları, zaten kaçınılmaz görünüyor. Ancak bugün bütün zorluklarına rağmen Sünnilerin ikna edildiği bir çözüm gerçekleşse dahi, IŞİD’in bölgeden kolayca sökülmesini beklemek ham hayalcilik olur. Çünkü IŞİD’in Irak’ta kazandığı taban ve büyük maddi geliri bir tarafa bıraksak bile, Suriye savaşının devam ettiği koşullarda buradaki gücü ve varlığı üzerinden Irak’a müdahale zemini bulmayı sürdüreceği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla IŞİD’i bir tehdit olmaktan çıkaracak çözüm bakımından, Irak’taki mezhepsel-etnik gerilimin ortadan kaldırılmasının yanı sıra Suriye’de başını Türkiye ve S. Arabistan’ın çektiği ülkelerin radikal İslamcı çetelere verdiği desteğin kesilerek sınırların bu çetelere kapatılması gerekmektedir ki, söz konusu ülkelerin bu politikalarından vazgeçeceğini gösteren hiçbir emare bulunmamaktadır.

Sonuç olarak, Irak’ta çözümün Şii ve Sünniler arasında eşitliği esas alan ve Kürtlerin kaderini tayin hakkını tanıyan demokratik bir yönetimden geçtiği açıktır. Bunun da ötesinde Irak’taki mezhepsel-etnik ayrımı tetikleyen Suriye’ye yönelik müdahale girişimlerinin de son bulması gerekmektedir. Bu nedenle, ABD’sinden S. Arabistan ile Türkiye’si ve İran’nına kadar mezhepsel-etnik ayrılıklar üzeriden Irak siyasetine müdahale edip sorunun kaynağında yer alan güçlerin mevcut krizi çözmeye yönelik girişimleri, onları harekete geçirecek yeni bir tetikleyici ortaya çıkıncaya kadar mezhepsel-etnik çelişkileri geçici olarak uykuya yatırmanın ötesine gidemeyecektir. Çünkü sadece Irak ve Suriye’de değil; bölgenin mezhepsel-etnik fay hattı üzerine kurulan bütün ülkeleri için kalıcı çözüm, ancak ve ancak, emperyalizm ve bölge gericiliklerinin her türlü müdahalesinin son bulmasından; halkların, mezhep ve inançların eşitlik ve kardeşlik temelinde yaşayacakları demokratik bir geleceği birlikte kurmalarından geçmektedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑