Hakkım hukukum var benim!
Diye diretiyordu adamcağız.
Yaklaşıp sordu B:
– Mülkünüz ne kadar beyim?
Peter Maiwald
“Adalet mülkün temelidir”. Böyle yazılıdır mahkeme salonlarımızda. Bugünkü anlamıyla da (variyet) alsak, söylendiği dönemdeki (devlet) anlamıyla da alsak, cezalandırılanlar “mülkün kutsallığı”nı hiçe sayanlar arasından çıkar. Yani kapitalist sistemde mülk sahiplerinin haklarını ve esasen onların örgütlenmiş hali olan devletin haklarını korur mahkemeler. Suçun temelinde mülke kastetmek olunca suçlular da mülksüzler arasından çıkar.
Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında devletin belirmesine paralel olarak, toplumsal üretimi, ürünlerin paylaşımını ve değiş tokuşunu, giderek metalar arasındaki ilişki olarak görülmeye başlanan insanlar arasındaki ilişkileri düzene sokma ihtiyacı ortaya çıkar ve teamüller, yasa haline getirilir. Toplum daha da geliştiğinde ve dolayısıyla hukuk sistemi gitgide karmaşıklaştığında hukuksal terimler ekonomik terimlerden uzaklaşır ve hukuk, ortaya çıkışının/gelişiminin nedenlerini ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında ya da irade kavramında bulan bağımsız bir kurum olarak görülmeye başlanır.
Hukuk bilimi, farklı toplumların ve farklı dönemlerin hukuk sistemlerini, o toplumun ve o dönemin ekonomik ilişkilerinin bir “yansıması” olarak değil de, varoluş nedenlerini bünyesinde taşıyan sınıflarüstü bir alan olarak görür. Hukukçular, farklı dönemlerin ve farklı toplumların hukuk sistemlerindeki ortak yanları “tabii hukuk” olarak tarif eder. Neyin tabii hukuk olup neyin olmadığı ise oldukça soyut; çağdan çağa, toplumdan topluma değişen ve yine ekonomik ilişkilere koşut adalet kavramı üzerinden açıklanmaya çalışılır.
Hukukçular, hukuklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar. Böylece sakatlığı, hukuk sisteminde değil de, onun yanlış-kötü uygulamalarında görürler. “Hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, “yargı bağımsızlığı” kavramları da esasen bu bakış açısının ürünüdür, yani hukuku tüm nedensellik bağlarından, kökeninden kopararak fetişleştiren aklın ürünü.
Marx, hukukun kökenini doğuştan gelme doğal ilkelerde, sınıflarüstü ve tarafsız devletin iradesinde gören tüm öğretilerin metafizik-gerçeği ters yüz eden özelliğini ortaya koymuştur. Bu yazıda Marksizm ışığında, baş üstü duran hukuk kurumunu ayaklarının üstünde dikeltmeye çalışacağız.
ÜST YAPI KURUMU OLARAK HUKUKUN İŞLEVİ
Devlet, insanlığın belirli bir aşamasında, toplumun çıkarları birbiriyle çatışan sınıflara ayrışmasıyla üretim yaşamını düzene sokmak üzere yaklaşık on bin yıl evvel ortaya çıkmıştır. Hukuk da devletin ortaya çıkışına koşut olarak doğmuş ve gelişmiştir. Bir üstyapı kurumu olarak hukuk, toplumun ekonomik ve sosyal yapısının bir yansımasıdır ve bu yapıya göre şekillenir. Esasen işlevi, üretim ilişkilerini, yani mülkiyet ilişkilerini düzenlemek ve korumaktır. Ve elbette bu düzenleme, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutan sınıfların çıkarları doğrultusunda gerçekleşir. Sınıflı toplumların ve dolayısıyla devletin ortaya çıkışından beri bu böyledir.
Mesela, Fransız Adalet Bakanı Bathe “Adaletin görevi mülkiyeti korumaktır, adalet mülkiyetin ve düzenin çıkarlarına ortaktır” derken, Fransız Yargıtayı Fabregulles “Hukuk kavramı, büyük oranda eşyanın ekonomik düzeni üzerinde kurulmak zorundadır” derken gerçeği dile getirmektedirler. Eflatun, Devlet’inde, Trasymakhus’un ağzından şunları söylemiştir: “Her hükümet, kanunları kendi işine geldiği gibi kurar, demokrat demokratlığa uygun kanunlar, tiran tiranlığa uygun kanunlar kurar, ötekiler de tıpkı böyle; kanunlar kurmakla kendi işlerine gelen şeylerin idare edilenler için de doğru olduğunu söylerler, kendi işlerine gelenden ayrılanları da kanuna, hakka karşı geliyor diye cezalandırırlar…” Binlerce yıl evvel ifade edilen gerçeklik, binlerce yıl sonra bizim topraklarımızda da kendini gizleyemiyor: Türkiye’nin dünü ve bugünüyle hukuk sistemine ve bir gecede çıkarılan yasalara bir göz atmak yeterli.
Hukuk, varlığını, fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Aksi takdirde, toplum yararına olmayan birçok yasa toplum hilafına nasıl çıkarılabilirdi? Baklava çalan çocuk hapsi boylarken ayakkabı kutularında paraları “götürenler” nasıl aklanır, “hırsız var!” diye bağıran genç insanlar kendilerini nasıl mahkeme salonlarında bulabilirlerdi? Katliamları yapanlara dokunulmayıp katliamların hesabının sorulmasını isteyenler, nasıl, aslında hak olarak düzenlenmiş olan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasası’na muhalefetten yargılanabilirdi? Yani yasa ve hukuk, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtlarıyla donatılmadan hiçbir anlam ifade etmez; hukuki mevzuat, kâğıt üzerindeki yazılardan ibaret kalır. Danıştay kararlarının uygulanmamasına karşı gösterilen tepkiye siyasi iktidar tarafından verilen cevabı hatırlayalım: “Gücün yetiyorsa gel uygula!”. Esasen, bu yazıda anlatmaya çalıştığımızın bir cümlelik ifadesi. İşçi ve emekçilerin, toplumun lehine olanlar onlar için uygulanmaz, ama sermaye sahipleri bu yasalardan çokça faydalanır. İşçi ve emekçilerin, toplumun aleyhine olanlar onlar için katı bir şekilde uygulanır, ama sermaye sahipleri için yok hükmündedir. Ne demiştik? Hukuk, varlığını, fiziki devlet gücünün varlığına borçludur! Bu nedenle, hukuku, devlet yapısından bağımsız, ondan ayrı ve onun üstünde bir sihirli değnek gibi görmek ya saflıktır ya da kötü niyetlidir.
HUKUK DIŞILIK MI MEŞRUİYETİNİ SAĞLAMA ÇABASI MI?
Siyasi iktidarlar, genellikle kendi hukuk kurallarını oluşturmaktadırlar. Böylece, yasaya uygun bir uygulama içinde olduklarını kanıtlamaya, meşruiyetlerini ispatlamaya çabalarlar. Güçlü sınıflar ve onların siyasi temsilcileri, hukuki mevzuatı kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemişlerdir, dolayısıyla uygulamaları da bu yönde olmuştur. Ve elbette, yönetilenler de bu yasalara uymak zorundadır; uymayanların ise bugünkü adı “terörist”tir. Bugün Türkiye’de her sıradan vatandaşın her an “terörist” ilan edilmesi kuvvetle muhtemeldir. “Çünkü iktidar, anti-demokratik niteliğini örtebilmek için ‘ileri demokrasi’ adlı polisiyede sözde ‘teröristler’e ihtiyaç duymaktadır.”
Yani her siyasal dönem kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yaratmıştır. Mesela 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri “hukuk dışılık” olarak nitelenir. Oysa tarihteki bütün siyasal zorbalıklar bir hukuk sistemine dayanmıştır. 12’li rejimler de, tarihteki diğer örnekleri gibi, hukuki bir zırh taşımıştır; 1980 Anayasası da esasen bunun somutlanmasıdır. Bu anlamıyla, 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri, hukukun ihlal edilmesinin değil yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal yansımasıdır, terörün hukukunu temsil etmektedirler. Tıpkı bugünkü hukuk sisteminde temsil edildiği gibi. Nitekim, bugün de siyasi erk, kendini korumak ve meşrulaştırmak için hukuki zırhını çoktan giyinmiştir.
HUKUK EGEMEN SINIFIN YASALAŞTIRILMIŞ İRADESİDİR
Kapitalist toplumlarda devlet, egemen olan sınıfın iktidar aracı, zor aracıdır. Hukuk ise bu zorun zırhını, koruma kalkanını oluşturur. “Kutsal” devlet, böylelikle meşruiyet kazanır, kendini toplumun karşı çıkışlarından bu yolla korur. Siyasi erkin icraatlarına karşı çıkanlar, kendilerini, bu nedenle, hakim karşısında savunma yaparken bulur. Mahkemeler de hukukun bir parçası olarak, siyasi erkin tahakkümünde olduğundan, genellikle siyasi erki mutlu edecek kararlar çıkarır. Nitekim iyi niyetli hakimlerin başının üzerinde de siyasi erkin kılıcı asılı durmaktadır.
Hukuki yapıyı, üretim ilişkilerinden, toplumsal ilişkilerden, devletin sınıfsal karakterinden bağımsız ele almak yanılsamalar yaratır. Hukukun bir gelişim tarihi vardır ve bu tarih, hukukun egemen sınıflarca belirlendiğini bize defalarca gösterir. Medeni hukuk, ticaret hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, patent hukuku, iş hukuku vb. alanların üretim ilişkileriyle, mülkiyetle bağını kurmak işten değildir. Sosyal Güvenlik Kanunu’nun çıkarılması, sağlık alanının tamamen özel şirketlere ikramı değil midir? Taşeron ve esnek çalışma sistemleri kimin yararınadır, neden yasaklanmamaktadır? Kıdem tazminatı neden gasp edilmek istenmektedir? Neden elmastan ÖTV alınmazken, üretici köylünün kullandığı mazottan ÖTV alınmaktadır? Tefecilik ceza yasalarında suçken, verdiği borç karşılığı %100’lere varan faiz oranları uygulayan bankaların işlemlerine yasal-toplumsal meşruluk mührü basılmamış mıdır? Evli olmayan kadınlar, Ailenin Korunması Hakkında Kanun’un dışında neden bırakılmıştır? Sorular çoğaltılabilir. Lakin ceza hukuku, anayasa hukuku, idare hukuku gibi alanlarda “hukukun üstünlüğü”, “yasa önünde eşitlik”, “hukuk dışılık” vb. aldatıcı kavramların daha fazla kullanıldığını görüyoruz. Bu alanda “kamu düzeni”, “toplumun huzur ve güvenliği” kavramları da boy gösterir. Yasa maddelerinin 1. fıkralarına göre eylemlerinin yasal olduğunu/hukuka uygun davrandığını düşünenler, 2. fıkralardaki “kamu düzeni”ne, “toplumun huzur ve güvenliği”ne, “genel ahlak”a, “genel refah”a “kamu yararı”na çarparlar. “Terörist”, “marjinal” vb. söylemlerle algılar manipüle edilir, insanlık dışı uygulamalar yasal kılıfa sokulup toplumsal rıza kazanılır. Kafalar karıştırılıp hukukun ekonomik yapıyla bağını koparmaya yarayacak oldukça argüman türetilir. Gerçekte ise sosyal ilişkileri, bireysel hak ve özgürlükleri düzenleyen yasalar da esas olarak ekonomik düzenin ve devlet-i alinin korunmasına ve devamına yöneliktir. Bu nedenle insan haklarının ve temel özgürlüklerin sınırı, sistemin “güvenlik” sınırıdır.
HUKUK: HANGİ “KAMU” İÇİN?
Bireye hangi hak ve özgürlüklerin tanındığı ve bunların ne oranda gerçekleştirildiği, egemen sınıfın çıkarlarına, bu sınıfın siyasal, ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarına bağlıdır. Bu noktada “hukuk kimin içindir?” sorusunu sormak gerek. Cevabımız “insanlar için” ise “hangi insanlar için?” sorusu, yaratılan bunca bilinç bulanıklığı karşısında algılarımızı aydınlatabilir. Maden işçileri için mi? Tarım işçileri için mi? Kamu emekçileri için mi? Üretici köylüler için mi? Ucuz işgücü olarak görülen tecavüz ve şiddet mağduru kadınlar için mi? Holding patronlarının yeni işletmeleri için meralar iki imzada yok olur; nitekim “kamu yararı” vardır. Ancak binlerce Çine köylüsünün barınma hakkı “kağıt”ta mera yazıyor diye açıkça ihlal edilirken, o “kamu yararı” ki cirit atmaz ortalıkta. Sahi kim bu “kamu”? Hukuk hangi kamu için? İşaret parmağı, aylak sermaye sahiplerini gösteriyor!
Hukuk doktoru, Marksizmin isim babası Marx’a kulak verelim: “Burjuvazinin kanun kitabında bir sayfa yazılı öteki sayfa boştur. Yazılı yasalara uymak halk için zorunluluktur. Sermaye sahipleri, burjuvalar ise bu yazılı yasalara uymak zorunda olmadıkları gibi, boş sayfalar onların ihtiyacına uygun olarak yeni yasaları yazmak içindir”.
Dünya ve Türkiye tarihinin sarı sayfalarını karıştırsak bu sözü doğrulayan yüzlerce örnekle karşılaşırız; lakin fazla uzağa gitmemize maalesef gerek yok: Yönetilenler için, onların aleyhine olan yasaların katı bir şekilde uygulandığını, lehine olan yasaların ise istisna maddeleriyle hiçe sayıldığını ya da açıktan çiğnendiğini hepimiz biliyoruz. Örneğin uzun tutukluluğun mağduru genellikle halktan kişilerdir; Soma katliamı sonucu “göstermelik” tutuklananların ise kısa bir süre sonra serbest bırakılmayacağına kimse inanmıyor. Soma katliamına tepki gösterenler hakkında cezai soruşturmalar başlatılacağını, ancak katliamın müsebbiplerinin hiç böyle bir kaygılarının olmadığını Gezi Parkı Direnişi’nden, Roboski katliamından iyi bilmekteyiz. Örneğin ayakkabı kutularındaki paraların sahibi şimdi nerede, cezaevinde mi? “Hırsız var!” diye bağıranlar hakkında yağmur gibi soruşturmaların başlatıldığını biliyoruz oysa. Yine tam da Marx’ın ifade ettiği gibi yasal engellerle karşılaşıldığında ya da yeni yasalara ihtiyaç duyulduğunda, sermaye sahipleri ya da devlet erkanı için bir gecede, bir kişi için çıkan yasalarla, olmadı yönetmeliklerle, o da olmadı KHK’larla boş sayfaları dolduruvermek gibi bir yeteneği yok mudur siyasi erkin? Bugünkü yeni anayasa çalışmalarının sermayenin yeni ihtiyaçları için başlatılmadığını kim iddia edebilir? Toplantı ve gösteri yürüyüşünün yasal hak olduğunu mu söylüyorsunuz; bir yönetmeliğe bakar, yaptığınız yürüyüş artık “yasa dışıdır” ve “kamu düzeni”ni bozmaktadır!
ÜST YAPI KURUMU OLARAK HUKUK EKONOMİK TEMEL ÜZERİNDE YÜKSELİR
“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda, egemen düşüncelerdir. Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de genel olarak kendine tabi kılar. Bu araçlara sahip bulunan sınıfın egemenliği altına girer…”
Profesörlerin “tatlı ölüm”lerden bahsettiğini, ana akım medyanın pespayeliğini, “alo Fatih”ler, “kızlı erkekli kalıyorlar”, “tecavüz çocuğunu doğur, devlet bakar”, “hamileler sokakta dolaşmasın”lar üzerinden yaratılmaya çalışılan ahlak anlayışını, “boş çerçevesi” bilmem kaç bin liralara satılan sanatçıları, Osmanlı-mistisizm sosuna bandırılmış romanları, holdingli yalılı dizileri, belden aşağı “espri”lerle çekilen filmleri, üniversitelerin sermayenin Ar-Ge kurumlarına dönüştürülmesini, moda üzerinden arttırılan tüketim çılgınlığını vb. hatırlayalım. Kültür, sanat, bilim, ahlak, medya, edebiyat vb. tüm üstyapı kurumları burjuvazinin ve onun siyasi temsilcisi siyasi erkin düşünce üretiminin araçlarıyken, diğer kurumlar gibi bir üstyapı kurumu olan hukuk bundan niçin azade olsun? Hukuki “biçim” her şey, ekonomik “öz” hiçbir şey midir? Ekonomik yapı, üretim biçimi tüm diğer üst yapı kurumlarını etkilerken, birbirleriyle karşılıklı olarak etkileşim halindeyken, birbirleriyle birçok nedensellik bağıntıları varken, hukuk kurumu, tüm bu ekonomik ve toplumsal yapının dışında, ondan bağımsız, “üstün”, “kutsal yerler”de, iyi niyetli hukuk teorisyenlerinin kafalarının içinde mi gelişip şekillenmiştir? Hiç inanılası değil! Tam da bu nedenle, Roma Hukuku da Ortaçağın kilise hukuku da 12 Eylül Hukuku da “hukuksuzluk” diye tanımladığımız bugünkü hukuk sistemimiz de bir çeşit hukuk devletini ifade eder. Hukuk dediğimiz kurum, yasalardan, KHK’lardan, yönetmeliklerden, Yargıtay içtihatlarından bağımsız, yukarıda bir yerlerde durmamaktadır nitekim! İddia edildiği gibi, yasa ayrı hukuk ayrı değildir. Yasalar ve diğer tüm mevzuat ve içtihatlar bütünün birer parçalarıdır; birbirlerini tamamlarlar. Bu nedenle, “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü”söylemleri; kimilerince bilinçli biçimde, algısı ters yüz edilmiş iyi niyetli kimilerince ise bilinç dışı bir şekilde sömürü düzeninin daha katlanılır halinin talep edilmesinden öteye gitmez. Nitekim sermaye sahipleri için şekillendirilmiş hukuk üstün tutulduğunda, bundan faydalanacak olan yine toplum ve emekçi halk olmayacaktır. Soyut, gerçeklikten uzak, onu oluşturan tüm bağıntılardan bağımsız bir hukuk tahayyülü ise yalnızca tumturaklı konuşmaları süslemeye yaramaktadır. “Nerede hukuk, devlet insanın hakkını koruyormuş hani nerede?” diye isyan eden Soma maden işçisi karşısında bu tumturaklı sözler ise boş midelerdeki tatlı likörden farksızdır.
*
Hukuk, baskı aracı olan devletin bir yönü ve dayanağı/koruyucusu olduğu sömürü ilişkilerinin onaylayıcısıdır; bu haliyle de devletin zor aygıtıdır. Esasen bugünkü siyasi iktidar bu söylemi gerçekten taçlandırmıştır. Barolar Birliği Başkanı’na sözlü saldırılar, Danıştay’a, AYM Başkanına ‘cüppeni çıkar da gel’ sözleri, sürgün edilen hakimlerle savcılar, toplumda mahkemelerin bağımsızlığına ve adaletine duyulan güvensizlik, zaman içinde ismi değişen ama özünü koruyan özel yetkili mahkemeler, Terörle Mücadele Yasası, polisin yetkilerinin arttırılarak hakimlerin göz bağının açılması, barışçıl gösteri yapanların polisiye teknik takibin muhatapları olmaları, Ali İsmail Korkmaz davasının başka şehre kaçırılması ve delillerin karartılmak istenmesi, tecavüz mağduru kadınların yasalar karşısında çaresiz kalması, ceza mahkemelerinin mülksüzlerin ve muhaliflerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanması, MİT yasası, HSYK değişikliği, yaşanan katliamdan sonra Soma’ya kurtarma ekiplerinden evvel Çevik Kuvvet’in sevki, taş atan çocuklar hapsi boylarken gaz fişeğiyle –ayağı takılarak silahının ateş almasıyla– ölüme sebebiyet veren polislerin cezasız bırakılması vb. bu söylemin somut örnekleri değil midir?
Belirtmek gerekir ki, somut örneklerini bugün üzerinden versek de, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de tüm bu ifade ettiklerimiz yalnızca bugünün siyasi iktidarına has özellikler değildir. Önceki siyasi iktidarlara da baktığımızda, Hıyaneti Vataniye Kanunu, üç yılda 2.696 kişiyi idam eden İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, 765 sayılı kanunun özellikle 141.,142., 146. ve 312. maddeleri, Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesiyle yasal hale getirilen “yasa dışı” kontra güçler tarafından işlenmiş “faili meçhul” cinayetler, katliamlar, işkenceler, gözaltında ölümler, düşünce suçluları, sendikal hakların gaspı çıkar karşımıza. Bugün ise “hukuksuzluk” kavramının gerçeği ifade ettiği algısı oluşmuştur. Nitekim var olan siyasi iktidar kendi çıkardığı yasaları dahi uygulamamaktan zinhar geri durmamaktadır. Sömürülen yığınların anayasal hakları dahi fiilen tanınmamaktadır. Bu yasalar, uygulamada hep çiğnenmiş ya da çevresinden dolanılan yasalar olagelmiştir. Nitekim yasal düzenlemenin uygulanmasının “güvence” altına alınmaması da baskıcı hukuk sistemlerinin bir özelliğidir ve yine “hukuksuzluk” kavramını doğrulamaz. Değil midir ki, toplumsal karşı çıkışla anayasal ve yasal hakların uygulanması talep edildiğinde, bu “yasa dışı uygulamalar” ivedi yasal hale getirilebilmektedir. Örneğin polisin icraatlarının hukuk dışı olduğunu mu söylüyorsunuz, hiç sorun değil, bir yasal düzenlemeye bakar ve yetkileri hakimlerinkinin dahi üzerine çıkarılır.
BURJUVA HUKUKU EŞİTLİĞİN DEĞİL EŞİTSİZLİĞİN ONAYLANMASIDIR
“Özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” kavramları da hukuk sistemi içinde tartışılan kavramlardır.
“İrade özgürlüğü, kişinin ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başkaca bir anlam taşımaz. Kişinin belirli bir sorunla ilgili kararı ne ölçüde özgürse bu kararı belirleyen zorunluluk da o ölçüde büyüktür. Çok sayıda çelişik karar arasında görünüşte keyfince seçimde bulunan bilgisiz ve kararsız kişi, aslında salt özgürlüğünün yokluğunu ve sözde egemenliği altına alacağı nesnenin egemenliği altında bulunduğunu göstermiş olur. Demek ki özgürlük, kendi varlığımız ve doğa üzerinde doğal zorunlulukların bilincine dayalı bir egemenliğin ürünüdür. Ama uygarlığın gelişim çizgisindeki her aşama, aynı zamanda özgürlük yolunda atılmış bir ileri adımı oluşturur.”
“İş sözleşmesi taraflar arasında özgür iradeyle yapılmış sayılır. Fakat o, yasa iki tarafı kağıt üzerinde eşit kılar kılmaz özgür iradeyle yapılmış sayılır. Farklı sınıf konumunun bir tarafa verdiği güç, bunun diğer taraf üzerinde yaptığı baskı yasayı hiç ilgilendirmez. Ve iş sözleşmesinin süresi boyunca biri ya da diğeri açıkça vazgeçmedikçe iki taraf da yine eşit haklara sahip olacaklarmış. Somut ekonomik durumun işçiyi hak eşitliğinin son kırıntısından bile vazgeçmeye zorlaması yasanın umurunda bile değildir.”
Taşeron çalışanlar, esnek çalışanlar, performans sistemiyle çalışanlar, sözleşmeli-ücretli öğretmenler, 4-C yasasıyla çalışanlar, işinden olmamak için lal olmuş kamu emekçileri, zaten kota konulmuş ürünü para etmediği için Rize’den gelip Soma’da can veren üretici köylüler, dershaneye gidecek parası olmayan öğrenciler, günde 16 saat çalışan emekçiler, ekonomik kaygılardan, kafalarda cirit atan geleneksel yargılardan azade katışıksız aşkı yaşayamayan kadınlar, çalışmasını arttırdıkça kendisi de iç dünyası da büsbütün yoksullaşan işçiler, yasalarla ne de güzel eşitlik ve özgürlük safsatalarıyla donatılmışlardır.
Kapitalist sistemde soyut özgürlük düşüncesi, sermayenin işçiyi sömürme özgürlüğüdür, işçinin ölmemek için işgücünü satma özgürlüğüdür. Tam iki taraflı sözleşmeyle akdedilen evlilik şirketinde erkeğin kadını ezme özgürlüğüdür. Emeğini ucuza satma özgürlüğüne sahipsin! Ürününü beş paraya tüccara satmakta özgürsün! Sermaye sınıfının çocuklarıyla eşitsin, yeter ki yeterince çalışkan ve zeki ol! Seyahat etme özgürlüğün de var mesela; yaşadığın köyün-kentin dışına çıkmamak senin özgür tercihin! Seçim döneminde istediğin partiye oy vermekte özgürsün! Maden işçileri de 40 paraya yerin yedi kat dibine girip girmemekte tamamen özgürdür! Düşünce araçlarını da elinde tutan bir burjuva devleti altında gerçekten ne kadar özgürüz?
Demek yasalar karşısında eşitiz, demek burjuvaziye ve onun siyasi temsilcisi siyasi iktidara karşı özgürüz! Adalet mi? Şarkıları ve hoş konuşmaları süslemekten başka gerçekliği olmayan özgürlük ve eşitlik kavramlarının yanılsamadan ibaret olduğu, sermaye sahiplerinin üretim araçlarını elinde tuttuğu, hukukun toplumu baskılama-cezalandırma aracı olarak kullanıldığı bir sömürü düzeni içinde adaletin soyut bir kavramdan ibaret olmadığına inanıyor muyuz gerçekten? Belki yine soru sormalı: Kimin adaleti? “Halkın ekmeğidir, adalet” diyen Bertold Brecht’e kulak verelim:
…
Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!
…
Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
Onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?
Öteki ekmeği kim pişiren?
Adaletin ekmeğini de
Kendisi pişirmeli halkın,
Gündelik ekmek gibi.
Bol, pişkin, verimli.
KAPİTALİZMİ AŞMA YOLUNDA HUKUK…
Tüm bu söylenenlerle birlikte hukuk sistemi, toplumun ekonomik yaşam koşullarının bir yansıması olsa da değişen koşullar karşısında daha “iyi” ya da daha “kötü” olabilir. Ekonomik alt yapının belirleyici tek neden olup bunun dışında kalan her şeyin tamamen edilgen olduğu söylenemez. “Modern bir devlette hukukun salt ekonomik duruma uygun düşmesi ve onu yansıtması yetmez. Hukukun, bir de iç çelişkilerinin yumağında dolanmamak için kendi içerisinde tutarlı bir bütün oluşturması gerekir. Gelgelelim bunu sağlayabilme uğruna hukuk ekonomik ilişkileri yansıtmadaki sadakatini de gitgide kırar. Bu durum yasaların bir sınıf egemenliğinin aslına tam uygun yansısı olmalarının gitgide daha az rastlanır bir olguya dönüşmesiyle daha da belirginleşir.”
Hukuk alanı, son tahlilde üretim ilişkilerinin bir yansıması olsa da tamamen verimsiz, edilgen ve kendi iç dinamikleri olmayan bir gölge alandan ibaret değildir. Hukuk alanı da küçümsenemez-vazgeçilemez bir mücadele alanıdır. Toplumun, ezilen-yönetilen-sömürülen sınıfın/sınıfların iş ve yaşam alanlarındaki her türlü iyileşme için, hukuki kazanımlar elde etmek zorunludur. Bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin yasalar, insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin birikimi, özellikle aristokrasi ve ardından burjuvaziye karşı sömürülen yığınların mücadelesi ve son olarak sosyalizmin inşa edildiği Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımı ve bu kazanımların kapitalist ülkeleri de baskılaması sonucu elde edilmiştir. Ali İsmail Korkmaz’ın polislerce dövülerek öldürüldüğü gerçeği hasıraltı edilmek istenmiştir; ancak Türkiye halkının olayın peşine düşmesi ve karartılmak istenen delilleri açık etmesi sayesinde Ali İsmail’i döverek öldürenler yargılanabiliyor. Yakın tarihimizde çıkarılmak istenen Kürtaj Yasası, kadınların kitlesel karşı çıkışları nedeniyle çıkarılamadı. Kıdem tazminatının gaspına karşı kitlesel itirazlar, siyasi iktidarı, bugün için bu yasanın çıkarılmasını atiye terk etmek zorunda bıraktı. Türkiye halkı gerçeklerin peşine düşmeseydi gazeteci Metin Göktepe duvardan düşerek hayatını kaybetmiş bir gazeteci olarak geçmeyecek miydi tarihimize? Hep özenerek bakılan Avrupa demokrasisi, yüzyıllar boyu işçi sınıfı ve emekçi halkın uğruna ciddi bedeller ödedikleri mücadeleler sonucunda oluştu ve yasal yansımasını buldu. İnsan hakları için verilen ve verilecek mücadele sayesinde işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıf ve tabakalar haklarını gerçekten hukuki alana yansıtabilirler. Sermaye sahipleri ve onların siyasi temsilcileri için hukuk, bir baskı aracı/koruma kalkanı olduğu kadar emekçi halk için de hak ve özgürlüklerini elde etmede kullanılması gereken bir araçtır ve mücadelelerle elde edilmiş kazanılmış hakların önemi göz ardı edilemez.
Hemen bütün temel haklarımızın “suç” olarak düzenlendiği bir hukuk sistemi ve devlet yapısında “hakkım var benim” diye haykırmak “suçu övmek” olarak çıkar karşımıza. Bu nedenle temel hak ve özgürlük alanındaki kazanımlar, insan haklarının ilerletilmesi ve uygulanmasının sağlanması; verdiğimiz/vereceğimiz mücadele olanaklarını arttıracaktır. Hukuk, kapitalist sistemde işçi ve emekçilerin sömürüye karşı verdiği mücadelede bir araç olmalıdır. Sendikal haklar, basın özgürlüğü, grev hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, ifade özgürlüğü vb. hakların ilerletilmesi, gerçeklerin daha korkusuzca ve yargılanma/cezalandırılma tehlikesi olmaksızın açık edilmesini sağlayacak; gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan insana yaraşır bir toplum düzenine giden yoldaki dikenli tellerin aşılmasını kolaylaştıracaktır.
“Hür teşebbüs dokunulmazdır” görüşünü
Bin birinci defa
Tekrarlayınca işletmenin patronu
İşçi B,
– Bu emre uyun, dedi arkadaşlarına
Hür teşebbüsün işletmesine dokunmayın!
Ve fabrika durdu.
*
Haydi doğrusunu söyleyelim: “Mülk, adaletin temelidir.” Gerçek adalete ise mülke zinhar dokunmadan ulaşılamaz. Ulaşıldığında, artık sömürü ilişkilerinin olumlayıcı/meşrulaştırıcısı olarak hukuka da gerek kalmayacak, hukuk da devletle birlikte sönümlenip gidecektir. Bu nedenle de “hukuksuzluk”a karşı yapılan, devletin sınıfsal karakterine ve sermaye düzenine yönelmeyen eleştiriler, havaya atılmış oklardan farksızdır.