Gezi Direnişi, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak siyasal mücadele tarihindeki yerini alırken; sol entelektüel çevrelerce iki biçimde; sınıf hareketi ve komünizm fikrinin karşısına konuldu.
Birincisi; Gezi eylemleriyle kanıtlandığı varsayılan; sınıf hareketinin çağı geçmiş, toplumsal gerçeklerle bağdaşmayan idealize bir düş olduğu; talep odaklı, pratik, pragmatist; çevre, kent, özgürlükler gibi insanların günlük yaşamlarını ilgilendiren konular üzerinden ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin değişimin temel gücü olduğu fikri. Bu yaklaşım ‘solcu’ ve ‘sosyal demokrat’ entelektüeller, hatta bir kısım muhafazakar gazeteci-yazar içinde de karşılık buldu. Konuya ilişkin tartışma, Özgürlük Dünyası’nın daha önceki sayılarında da ayrıntılı bir biçimde yapıldı.
İkincisi yaklaşımsa şöyle özetlenebilir: Gezi eylemleri; komünizmi gelecek bir ütopya olarak tasarlayan geleneksel komünist ve sosyalist anlayışları bir kez daha yıktı. “Komünist hipotezleri” doğrudan yaşama uygulayan, alternatif yaşam alanları kuran, hiyerarşik ilişkiler yerine yatay örgütlenmeleri, öncü parti yerine demokratik karar alma mekanizmalarını kullanan otonomcu komünal çerçeveyi doğruladı. Gezi Parkı’nda kurulan alternatif yaşam da bunu pratik olarak gösterdi. Mısır, Tunus, Yunanistan, İspanya ve ABD’deki Occupy Wall Street eylemleri dünya örnekleri olarak önümüzde…
Bu ikinci politik yaklaşım; Gezi Direnişi’nin ardından kurulan işgal evleri, işgal bostanları, belli bir mekanın işgal edilerek orada dayanışmacı bir ilişki ağının kurulması gibi pratik etkinliklerin de, kendi doğrulanması olduğunu ifade etti. Gezi Parkı işgalini bunun en gelişmiş örneği olarak kutsadı. Mekan işgali ve otonom yaşam alanlarının oluşturulması birer araç olmaktan çıkarılıp ulaşılması ve bir ağ halinde tüm ülkeye yayılması gereken “komünist bir ideal” olarak sunuldu.
Burada sorun nedir?
İnsanların bulundukları mahallerde bakımsız bırakılmış ya da tarihi özellikleri bulunan binaları dayanışmacı, sosyal ve kültürel iddialarla işgal etmeleri, devletin dışında ve bir halk inisiyatifiyle ‘toplumsallaştırmaları’ mı?
Elbette bu bir sorun değil, tersine olumlu ve önemli bir inisiyatif. Gezi Direnişi’yle birlikte giderek bir kırılma halinde ortaya çıkan, insanların kendi mahallelerine, mahallelerindeki bir ağaca bile sahip çıkmaları, “bize sormadan yapamazsın” demeleri, burjuva temsili demokrasisinin biçimselliğinin aksine halka ve yerele dayanan gerçek bir demokrasinin nüvelerine işaret ediyor.
Bu tip örgütlenmelerin ve mekânsal işgallerin; işçi sınıfının doğrudan üretim sürecinden çıkan eylem biçimleri olmaması hasebiyle klasik bir form arz etmedikleri de doğru… Bu açıdan kesin olarak ‘sınıf dışı’ ve ‘reddi mübah’ aktiviteler olarak damgalanmalı mıdır?
Ya da ‘postmodern’ dünyanın yeni mücadele tipi olarak kutsanıp idealleştirilerek “yeni dünya”nın böyle kurulabileceği sanısına kapılıp gidilmeli midir?
Burada iki sorun, özü itibarıyla birbirinden ayrı değerlendirilmeli. Tartışma şöyle ifade edilebilir:
Birincisi; işgal evleri, bir mekanın işgal edilerek ‘halkın kullanımı’na açılması, buranın sosyal ve kültürel faaliyetler için kolektif buluşma alanı olması, bunun forumlar eliyle takip edilmesi ve yerele dayanan ama ihtiyaca bağlı olarak değişebilen ‘örgüt’ formları olarak değerlendirilmesi…
İkincisi; mekanın işgali ve ‘ortak varlık’ olarak yeniden kazanılması, iktidara dokunmadan otonomcu, yarı-anarşist bir perspektiften; bir komün ideali olarak toplumsal devrim ve işçi sınıfı iktidarının yerine konulması; sosyalizmin reddedilmesi…
Birincisi; insanların yerelde somut talep ve hedeflerle (genellikle de ihtiyatla yaklaşılması gereken bir yönelimle) eyleme girişmesiyken, ikincisi ‘komün’ savunusu adı altında reformizmdir. Bu ikisi kesin olarak birbirinden ayrıdır ve ayrılmalıdır.
***
İktidardan uzak durarak ve onu hedeflemeden ama “komünizmin ilkelerini hiç beklemeksizin doğrudan yaşama geçirerek”; kapitalizm içerisinde ‘soluk alınabilecek’ adacıklar, otonom yaşam alanları ya da komünler kurma politikasını; en önemli teorisyenlerinden ikisi olan Negri ve Hardt’ın görüşleri üzerinden değerlendireceğiz.
Negri ve Hardt’ın görüşlerinin genel çerçevesi İtalyan “Otonomist” geleneğe dayanıyor. Bu gelenek sadece kapitalist devleti değil her türlü devleti reddederken anarşizme yakın bir çizgi izliyor. İtalyan topraklarındaki özgün bir deneyimi, 1960’lı yıllarda Güney İtalya’dan gelen köylülerin Kuzey İtalya’daki fabrikalarda işi reddetme tavrını genelleştirirken, teorik olarak da kapitalist ya da sosyalist her türlü işin reddine vardırıyorlar. İşin reddedilmesi, sermaye ilişkisinden toplu çıkış; emeğin üretici kapasitesine dikkat çekerek ‘kendini değerli kılma’sı, ‘ortak varoluş’un sahiplenilmesi, ‘sevgi’nin gücüyle bir araya gelen ‘çokluk’un tekillikleri koruyan yerel otonom toplulukları oluşturmasını öngörüyor. (Negri ve Hardt, 2011b: 186-188) Bu ‘otonom’ kavram setinin kısa bir sıralanışı bile renkli bir idealizm sergisi gibi…
Negri; modern düşünce içerisinde ikili bir gelenek olduğunu; Hobbes, Rousseasu, Hegel’in devletçi-otoriter çizgisi ile Machiavelli, Spinoza ve Marx’ın ‘demokratik’ çizgisinin karşı karşıya geldiğini ifade ediyor (Negri ve Hardt, 2011b: 125). İşçi sınıfı mücadelesinin baskısı ve 1973 kriziyle birlikte kapitalizmin postmodern bir aşamaya girdiğini düşünen Negri (ve sonrasında Hardt) küreselleşmenin yarattığı ekonomik dönüşümün siyasal karşılığının ulus devlet ve mekanın aşıldığı “İmparatorluk” (Negri, 2005: 20), üzerinde yükseldiği “değiştirici özne”nin ise “çokluk” olduğunu savunuyor (Negri, 2011a: 36). Ve üretim, bilgi, iletişim, duygulanım üretimi haline gelirken, “çokluk” bu üretimi giderek daha ‘özerk’ yaşama geçirmeye başladı. İşte Negri ve Hardt’a göre; bu durum kapitalizm içinde ‘özerk’, iktidara ilişmeyen, otonom yaşam alanlarının kurulmasına ve Machiavelli, Spinoza, Marx’ın temsil ettiği demokratik geleneğin yaşama geçirilmesine ‘nesnel’ bir zemin hazırladı (Negri, 2001: 36).
TOPLU ÇIKIŞ
“Bir ilk hipotez geliştirme cesaretini gösterebiliriz: Sınıf mücadelesi, biyo-politik bağlamda toplu çıkış biçimine bürünür.” (Negri ve Hardt, 2011b: 160)
Negri ve Hardt’ın bu ‘hipotezi’ yeni değil; 1970’ler İtalya’sındaki otonomist hareketin temel stratejisidir: işin reddi ve çıkış!
Peki, Negri ve Hardt toplu çıkışla ne demek istiyor?
“… en azından başlangıçta, emek gücünün potansiyel özerkliğini gerçekleştirerek sermayeyle olan ilişkisinden çıkma sürecini kastediliyoruz. Dolayısıyla toplu çıkış, biyo-politik emek-gücünün üretkenliğinin reddi değil; tersine onun üretici kapasitelerine sermaye tarafından konulan ve kısıtlayıcılığı giderek artan engellerin bir reddidir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 160)
Sermaye ilişkisinden çıkış… Radikal bir söylem! Emek-gücünün üretkenliğinden şüphesi yok! Tersine özgürce üretebilmesi ve yeteneklerini sergileyebilmesi için… Otonomist hareketin stratejisinin ikinci ayağı: Kendini değerli kılma süreci…
Devamla:
“O halde bir ilk yaklaşım olarak, sınıf mücadelesinin bu formunu bir tür maroonage olarak düşünmeliyiz. Kendini yöneten toplumlarını ve quilombo’larını kurmak için toplu olarak köleliğin zincirlerini kırıp kaçan köleler gibi, sermayeyle olan bağından çekilen biyo-politik emek gücü de üretici güçlerini gerçekleştirmesine olanak veren yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak ve keşfetmek zorundadır. Ancak maroon’ların aksine bu toplu çıkış, zorunlu olarak başka bir yere gitme anlamına gelmez. Tam burada kalırken, içinde yaşadığımız toplumsal örgütlenme tarzı ve üretim ilişkilerini dönüştürerek bir kaçış çizgisi takip edebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011bb: 160)
Bu nokta; konumuz açısından kritik. Sermaye ilişkisinden çıkıp “yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak”… Ve diğer bir önemli kavram; “Kendini yöneten toplumlar kurmak”; başka bir ifadeyle öz-yönetim.
Peki, bir bölgede, örneğin Gezi Parkı’ndaki direniş gibi, ‘çokluk’, sermaye ile ilişkisinden çekildiğinde, kendi kendini yöneten bir topluluk kurup alternatif bir yaşam örgütlediğinde; dışarıdaki kapitalist ilişkiler ağı varlığını korumaya devam edecek mi?
Negri ve Hardt’a göre; evet. İktidardan uzak durulmalı; kapitalist toplum içinde komünist otonomlar oluşturulmalı… Zapatistalar örneğinde olduğu gibi (Negri ve Hardt, 2011b: 117)… Küçük özel mülkiyet ve yoksulluk devam etse bile Chipas’ta kahve kooperatifleri kurmak; kararları beraber almak… Belki de o kadarına bile gerek kalmadan. Yunan ve İspanyol anarşist ve otonom hareketinin işgal evlerindeki gibi alternatif kültürel faaliyetlere girişmek. Ya da 1973 İtalyan otonom hareketinin işgal ve karşı-kültür hareketindeki gibi otonom yaşam alanları kurmak.
Özetle; Negri ve Hardt’ın önerisi; kapitalist üretim ilişkilerini parçalamadan, hatta mevcut devlet aygıtı egemenliğini sürdürürken; kapitalist toplum içinde otonom bir yaşam alanı kurmak.
Martin Thomas’ın dediği gibi; “Otonomcular hareketin kendisine ‘alternatif toplum’un onaylanması olarak bakarlar. Hareket kendi mekânlarını fethetmeli ve kontrol altında tutmalıdır. Bugün otonomizmin politikası karikatür bir anarşizmle (otonomcu bir bildiride görüldüğü üzere, ‘çalışmak değil, isyan etmek istiyoruz!’) ılımlı bir reformizm (Fransız otonomcu gazete Çokluk’un editörü Yann Moulier Boutang, Fransa’da saygıdeğer bir hükümet partisi olan Yeşiller’in saygıdeğer bir üyesidir) arasında salınır.” (Thomas: 6)
***
Bu yazıda; kapitalizm içinde ‘özerk’ “komünist” toplumlar kurma iddiasını, birbiriyle bağlantılı dört açıdan ele alacağız:
1. Negri ve Hardt, üretim yapısı ve emeğin teknik bileşimindeki değişikliklere dair postmodern paradigmanın belli başlı bütün tezlerini bir araya getirirken; yeni bir sınıf olarak “çokluk” kavramını öneriyor. ‘Maddi olmayan emeğin hegemonyası’ndan (Negri ve Hardt, 2011a: 122) ‘biyo-politik sömürü’ye, ‘üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrılıkların ortadan kalkması’ndan ‘yoksulluğun genelleşmesi’ne kadar “çokluk” kavramına ilişkin ‘nesnel bir zemin’ iddiasında ısrar edilse de; “çokluk” esasen öznel bir kurgu ile ‘komünizmi’ isteyen farklı sınıflardan insanların bir araya gelişini tanımlıyor.
2. Komünizmi; toplumun yaşamsal zorunluluğu olan üretim sürecinin ve ona burjuva-kapitalist bir nitelik veren üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ilgası olmadan; hatta bu ilişkiler devam ederken, ‘komünizm’i isteyen insanların yan yana gelip kurabilecekleri bir “proje” olarak tasarlıyor.
3. Devlet ya da başka bir deyişle iktidar problemi. Negri ve Hardt; iki açıdan devlet sorunuyla yüz yüze. a) mevcut devleti ortadan kaldırmayı ya da yıkmayı değil onu bir bakıma boykot ederek ya da ‘cumhuriyetten toplu çıkış’la zora sokmayı planlıyor (Negri ve Hardt, 2012:112): Devletin kontrol edemediği öz-yönetim toplulukları oluşturulması, mevcut devletin uzun bir süre varlığının devamını öngördüğü gibi, onun saldırıları karşısında da hareketi savunmasız bırakıyor. b) alternatif/devrimci bir ‘sınıf’ iktidarı kurma fikrine de karşı çıkıyor. Her türlü devleti; bu işçi sınıfının devleti olsa bile, kapitalist ilişkiler ağının bir parçası olarak görüyor.
4. Negri ve Hardt’ın “komünizmi” ve “çokluk”un talepler dizgesi; basit bir reformizmle sınırlı kalıyor. “Otonom toplumları” kapitalizmin sınırları içerisindeyken, dile getirilen talepler kapitalizmin sınırına dahi yaklaşamıyor. Zaten program da ‘sermayeyi kurtarma programı’ olarak sunuluyor (Negri ve Hardt, 2011b:303).
Şimdi bu 4 başlığı tek tek ele alalım…
1. SINIF MÜCADELESİZ KOMÜNİZM VE ÇOKLUK
Özgürlük Dünyası’nın daha önceki bir sayısında uzun uzadıya ‘çokluk’ tartışması yapıldığı için, bu bölümde sadece makalenin ana konusu açısından dikkat çeken noktalara değineceğiz.
Otonom ve kendi kendini yöneten topluluklar kurma projesinin öznesi olarak “çokluk”.
Bir sınıf kavramı mıdır?
Negri ve Hardt’a göre; hem öyle hem değil. Bir yandan “postmodern ekonomi” ve siyasal ilişkiler ağı içinde yeni sınıf gerçekliğini temsil ediyor. Ama diğer yandan sınıf; halk, ulus vb. “çokluk”u ‘bütünleştiren’, ‘tekilliklerin özgünlüklerini göz ardı eden’ bir kavram olduğu gerekçesiyle reddediliyor.
Peki; nedir “çokluk”?
Maddi olmayan emek, maddi emek, köylüler, işsizler, göçmenler, yerliler, kadınlar, ezilen ırklar, LGBTİ bireyler vb. sayılabilecek çeşitli kimlikleri kapsayan bir kavram. Ancak bu kategoriler içinde yer almakla birlikte “çokluk”u bunlarla ifade etmek doğru değil! Çünkü “çokluk”; bunların toplamından değil, ama Negri ve Hardt’a göre bunları da kapsayarak, “postmodern çağ”ın yeni ekonomi/politikasından doğuyor.
Buna göre; modern çağın üretimi sanayi ve tarım gibi maddi üretime dayanırken, “postmodern çağ”da esas olan maddi olmayan üretimdir: bilgi, iletişim, kodlar, dil, duygulanım… Bu üretimin öznesi de; eskisi gibi işçi sınıfı değildir. Negri, bu noktada ‘maddi olmayan emek’ kavramıyla mühendis, bilişimci, yazılımcı vb. ‘bilgi-işçileri’ni ve hizmet sektörü çalışanlarını işaret ediyor (Negri ve Hardt, 2011a:112).
Ve Negri, bir kavramsal oyunla “çokluk”u son noktasına kadar genişletiyor: İktidar dışındaki tüm ‘tekillik’ler, günlük dil, iletişim ve bilgi ‘üretim’ine katılırlar. Üretim ve yeniden üretim arasında bir fark kalmadığı iddiasıyla; günlük yaşamdaki her türlü ‘maddi olmayan üretim’, üretimin bir bileşeni, dolayısıyla iktidar sömürüsünün bir parçası haline gelmiştir. Yani; günlük konuşmalar dahi “postmodern maddi olmayan üretim” sürecinin bir parçasıdır. Negri ve Hardt, bu üretimin iktidar tarafından mass edildiği tespitiyle; bunu “biyo-politik sömürü” olarak adlandırırken; sömürünün iktidar dışındaki tüm toplumu yani herhangi bir kimliğe indirgenmesi mümkün olmayan ‘çokluk’u kapsadığını savunur (Negri ve Hardt, 2001: 406). “Çokluk”, bu açıdan hiçbir nesnel ve ampirik gözleme dayanmayan; tamamen kavramsal düzeyde ve ‘yapısöküm’ yönetimiyle oluşturulan “postmodern dünya”nın ‘materyalistçe’ bir sonucu olur!
Kapitalist üretim ilişkilerinin tahliline dayanarak toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olmak üzere iki temel sınıfa bölündüğünü savunan Marksizme karşı; Negri ‘iktidar’ı toplumsal bölünmede merkeze koyan ve sınıfları en genel anlamda ‘iktidar olan’ ve ‘olmayan’ (“çokluk”) olarak tanımlayan yaklaşımı benimser. Artık sınıf değil, iktidarın dışında olmasıyla tanımlanabilecek “çokluk” direnişin temel öznesidir: “Öznellik üretiminin nedeni ve motoru iktidar ilişkilerinin içinde, yani aslında sürekli olarak bir yaşam arzusu tarafından kat edilen bir karmaşık ilişkiler oyununda bulunmaktadır.” (Negri, 2013:46)
Negri, bu sonuca ulaşabilmek için; kapitalizmin “fordizmden postfordizme”, “modernizmden postmodernizme”, “maddi emekten maddi olmayan emeğe” geçtiğini iddia ederken; üretim araçları üzerindeki mülkiyeti, bu mülkiyetten kaynaklı ilişkileri, bu ilişkinin ‘özneleri’ ve nesnelliği olarak sınıfları tamamen göz ardı ediyor.
Son 40 yıllık neoliberal dönem; kapitalizmin temel özelliklerinin ortadan kaybolması ya da değişmesi bir yana; onun özsel niteliklerinin tüm açıklık ve gerçekliğiyle ortaya çıktığı ve kendini gösterdiği bir dönemdir. Dünyada ve tek tek ülkelerde; giderek daha az insan üretim araçları üzerinde kontrol sahibi olurken; milyarlarla ifade edilen kitleler üretim araçlarından daha fazla kopuyor. Emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmaksızın kapitalist piyasaya girmek zorunda bırakılıyor.
Çin’de, Hindistan’da, Türkiye’de, Mısır’da, Brezilya’da; dünyanın geç kapitalistleşmiş coğrafyalarında; şu ya da bu şekilde geçimini sürdüren yüz milyonlarca (Çin ve Hindistan’ı düşününce milyara yakın) köylü; sadece son 15 yıl içinde bile büyük kitleler halinde topraklarından koptu. Şehirlere işsiz ve enformal sektörlerde çalışan işçi kitleleri olarak akın ettiler.
Özelleştirmeler, liberal deregülasyon politikaları, sermayenin önündeki ‘ulusal’ engellerin tamamen kaldırılması, çevre maliyetlerinin ‘çevre’ye yıkılması, işçi ücretlerinin baskılanması, esnek ve kuralsız çalışma; kapitalizmin 19. yüzyıl özelliklerinin, daha ileri bir teknolojik seviyede günümüze zuhur etmesi; sınıf gerçekliğini; sınıflar arasındaki uçurumu ve mücadeleyi gün gibi ortaya koyuyor. Ve bu eşitsizlik; iktidardakilerle iktidar olmayanların karşı karşıya gelişini körüklediği gibi, esas olarak siyasi hiyerarşiye değil, siyaseti de koşullayan ve yine onun tarafından etkilenen sosyo-ekonomik bir zemine dayanıyor.
Özetle; Negri’nin yeni ‘sınıf’ı; iktidarın dışındakileri içeren ‘tekil’liklerin birliği olarak ‘çokluk’; burjuva liberalizminin devlet-sivil toplum karşıtlığından devşirilen yarı-anarşist bir sivil toplumculuğun sonucu. Kapitalist üretim ilişkilerinin toplumun siyasetten ekonomiye, kültürden ideolojiye kadar tüm gözeneklerini sardığı günümüzde, sınıfın ekonomik ve toplumsal köklerinin gözardı edilmesi olsa olsa ‘ideolojik’ bir safsata olabilir.
***
Negri’nin “çokluk” kavramında Spinoza etkisi de oldukça belirleyici. Bireylerin ‘doğal’ haklarını, en azından haklarının tamamını iktidara devretmediği vurgusu, iktidarın gücü (potestas) karşısında “çokluk”un gücü (potentia) tahlili; Negri’nin otonom toplulukları için önemli bir zemini oldu. “Çokluk”un gücünün dayandığı temel ilke canatus. Canatus; varlığın “kendi varlığında devam etmek için elinden gelen çabası” (Spinoza, 2011: 137). Bu bilinçsiz çaba, bilinçle birleştiğinde ortaya yaratıcı arzu (cupiditas) çıkıyor. Bu da “çokluk”un gücünün temeli. Negri ve Hardt’a göre; bu güç yaratıcı ve kurucudur; yeni bir toplum kurma potansiyeli içermektedir.
‘Çokluk’, ‘güç’, ‘arzu’ ve ‘direniş’… Negri, bu Spinozacı kavram setine bir ek daha yapar. “Çokluk”un üretimindeki yaratıcılık ve taşma!
Negri’ye göre; tekilliklerin bir araya gelerek yaptığı bilinçli toplu çıkış; “çokluk”un üretiminde yaratıcılık ve taşmanın, dolayısıyla da yeni bir toplumun yolunu açıyor. (Negri, 2013: 114-115)
Bütün bunların Negri’nin liberal bireyinin marifetleri olduğu açık. Negri ona “tekil” dese de, “bireyin içsel gücü”, “arzusu”, “direnişi”; bunların hepsi bireyin içine Negri tarafından idealistçe sokulmaya çalışılıyor.
Negri’nin savunduğunun aksine, duygulanım, düşünce ve eylem gücü, bireyin ‘conatus’ diye tanımlanan soyut bir yaşam arzusu ve çabasından değil; içinde bulunulan kapitalist toplumsal ilişkiler ağı tarafından şekillendirilen ‘yaşam’ mücadelesiyle biçimlenir. İnsanlar, kendi keyiflerince belirledikleri toplumsal koşullarda değil; tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal ve sınıfsal ilişki ağı içinde doğar, büyür; belirli zorunlulukları yerine getirir. Ancak bu zorunluluk çerçevesi içinde kendini kurar/kurulur… İşte duygular, düşünceler ve eylemler bu nesnel gerçeklik olmadan ele alındığında, bireyin kendinden menkul; nasıl ve hangi koşullarda oluştuğu belli olmayan; Tanrı’dan gelme ya da gerçeklikle bağlantısız Platoncu ‘idea’lara döner.
Negri; ‘fark’, ‘arzu’, ‘güç’, ‘direniş’ temalarını bireye değil, “tekil” diye adlandırdığı soyut özneye ithaf ediyor. Tekilin burjuva liberalizminin bireyi olmadığını ifade ediyor. Ancak, Negri’nin ‘fark’a yaptığı vurgu dikkate aldığında; ‘fark’ “tekil”in olmazsa olmaz bir özelliği ise, bu tekil, ‘birey’den başka bir şey olabilir mi? Çünkü “tekil” birden çok bireyi kapsıyorsa, bu tekil içinde de yine kendini ifade etmek isteyecek ‘fark’lı bireyler olacak ve Negri’nin “tekili” daha küçük alt-tekillere bölünmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marksizm külliyatıyla haşır neşir olmuş Negri’nin burjuva liberal bireyciliğinden kaçmak adına ‘birey’ yerine ‘tekil’i koyması, işin özüne dair bir değişiklik değildir. Liberalizmin kutsal kavramı ve liberal özgürlüğün teminatı ‘birey’, Negri’nin ‘arzu’, ‘yaratıcı’ ve ‘güç sahibi’ ‘tekil’inde yaşam bulmakta ve yine ‘özgürlüğün teminatı’ olmaktadır.
“Çokluk” ise, bu “tekil”lerin iletişimsel ağları da kullanarak birbiriyle temas kurdukları, gönüllü, hiçbir hiyerarşiyi kabul etmeyen, salt yıkıcı değil alternatif bir kurucu güce de sahip olan bir harekettir. Bu hareketin liderliği ve öncü örgütü reddeden, Spinoza’cı ‘kurucu’ güce sahip yapısı, yeni bir toplum kurma fiiliyatı olarak ilan ediliyor.
Birey ve sınıf, parça ve bütün arasındaki ilişki hem karşılıklı olarak etkileşime hem de içermeye dayanır. Birey, sınıfın bir bileşeni olarak nesnel zorunluluklarla kapsanmış, günlük pratik ‘dayatmalar’ altında yaşamını sürdürür. Misal; Negri, bir akademisyen olarak, içindeki ‘tekil’in müthiş arzu, coşku ve direnişine rağmen paşa paşa üniversitede ücret karşılığında çalıştığı bir hayat döngüsüne zorunlu (eğer elinde bir sermaye birikimi yoksa). Negri’yi de belirli bir ‘iş’ pratiğine zorlayan kapitalizm; sınıfsal bölünme ve mücadeleleri sürekli örgütler, yeniler. İşte bu sömürü ilişkileri ağı; burjuvaziye karşı tepki, öfke ve mücadelenin birikmesine yol açar.
Birey, tüm özgünlüğüyle beraber toplumsal sınıf ve sömürü ilişkilerinin bir bileşenidir. Bu kültürel ve ideolojik ortamın içindedir; ki bu ortam karşılıklı etkileşim içinde sürekli bir değişim halindedir. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal zemin ve sınıf ilişkileri göz ardı edilerek, ne bireyin davranışlarına anlam verilebilir, ne de bir mücadele biçimi tarif edilebilir. Yani reddediş ve rıza ilişkisi içinde bireyin nesnel zorunluluğu tabi olduğu sınıf ilişkileri tarafından belirlenir. Bununla kuşatılmıştır. Kuşatmayı kırması da yine buradan olur. Yani öfkesi, tepkisi ve pratiği ne olursa olsun, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadığı sürece, kapitalist işe (sömürüye) mahkumiyeti devam edecektir. Dolayısıyla bu sömürü ilişkilerinin ezilen tarafı olan işçi sınıfının; bu ilişkileri parçalamak ve başka bir ilişki biçimini kurmak üzere özel-pozitif bir durum ve role sahip olması kaçınılmazdır.
***
Negri’ye göre; otonom bir toplum kurmak üzere hareket eden “çokluk”un çeşitli kimliklerle tanımlanamayacağını, “tekilliklerin özgür birliği” olduğunu ifade ettik. Öyleyse; otonom toplumun kurucu gücü olarak “çokluk”; egemen bir bedeni ifade eden sınıf ya da tek tek toplumsal kimliklerle tanımlanamazsa; “tekillikler”in birliği ne anlama gelir? Daha kısa bir ifadeyle; otonom bir toplum kurmak isteyen tekilliklerin birliği nedir?
Negri ve Hardt’ın ‘komünizm’ ya da otonom topluluklar için temel önerisi; farklı sınıf ve kategorilerden tekilliklerin/bireylerin ‘komünizmi kurmak için’ bir araya gelmesidir. Böylece kavramsal düzeydeki ‘materyalizm’ iddiasından çok bayat bir idealizme yeniden dönmüş oluyoruz: Komünizmin sınıftan ve sınıf hareketinden kopartılarak, onu isteyenlerin, kafasında/zihninde kuranların iradesine, başka bir deyişle bir projeye indirgenmesi.
Ki, bu “komünist projeler”in de yaşama şansı yoktur. Komünizmin, küçük bir bölgede ya da bir grup tarafından uygulanıp dünyanın geri kalanına örnek olup, benimseneceğini düşünen 19. yüzyılın ütopyacı sosyalistleri; bu fikirlerini büyük bir coşkuyla uygulamaya girişmişlerdi. Robert Owen, Fourier gibi düşünür ve eylemciler, kurdukları ‘komün’lerde insanların daha eşit, çalışma koşullarının daha insani, geçim olanaklarının daha fazla olduğu bir toplum oluşturmak üzere kurallar belirlediler. Eğitim sistemini hümanist temeller üzerinden şekillendirmeye çalıştılar. Ancak; bu ‘komün’ler, dışındaki dünya kapitalizminin baskısı bir yana; komünizmin ‘iyi niyetli insanların yan yana gelmesiyle’ kurulamayacağını bir kez daha gösterdi. Ütopik sosyalistler kapitalist ülkelerine geri dönmek zorunda kaldı. (Engels, 1995: 376-379) Ütopik sosyalistler, henüz kapitalist çelişki ve ilişkilerin tam olarak egemen olmadığı bir dönemde; kapitalizme karşı öfke ve tepkinin ilk sistematik formülasyonunu gerçekleştirdiler. Dolayısıyla onlar, çağlarının bir adım ötesinde, radikal bir eleştiri geliştirirken; Negri’nin otonom bir toplum kurmak üzere tekillerin “çokluk”u oluşturacak şekilde bir araya geldiği ‘komün’ler projesi trajikomik bir tekrar olabilir. Ya da gerçek komünizm hareketi karşısında gösterişçi bir reformizm!
‘Sol’ komünist akımlardan küçük burjuva devrimciliğinin çeşitli biçimlerine ve postmodern ‘yeni’ komünizm düşüncesine kadar bütün bu akımların ortak özelliği; Marksizmin üretim ilişkileriyle belirlenen toplumsal sınıflar ve bu sınıfların mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendirdiği komünizmi; onu yalnızca düşünsel olarak isteyenlerin iradesine indirgemesidir.
Bu, tarihin idealist bir okumasıdır. Örneğin hükümetlerin kötü icraatlarının siyasetçiler, savaşların devletler, krizlerin bankacıların beceriksizlikleri ve kötü yönetimleriyle açıklanmasıdır. Komünizmi kapitalizm içinde koşullayan sınıf ilişkileri, mücadeleler, nesnel tarihsel koşullar yoktur; sadece düşünceler ve onların iradelerle karar altına alınması vardır!
Ütopik sosyalistlere göre de böyledir. Komünizmi kurmak için komünizmi kurmak isteyen bireylerin yan yana gelmesi yeterlidir. Ya da Blankistler gibi bir darbe ile hükümeti aldıklarında; kendi iradelerini tüm topluma dayatarak komünizm kurulabilir!
Negri’nin ‘ayrıntlı’ “postmodern üretim” tahlillerinin sonucunda ifade ettiği “çokluk” ve “komünizm projesi”; meseleyi kafada bitiren bayağı bir idealizmdir.
Kapitalist üretim ilişkileri ve işbölümünün geldiği düzey, insanlığın temel ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının önemli bir bölümünün toplumsal nitelikte bir üretimle karşılanmasını zorunlu kılıyor. Örneğin Negri ve Hardt’ın büyük önem atfettikleri Gezi, Mısır ve Tunus meydanlarındaki “kolektif iletişimsel üretim”in araçları olan cep telefonları dünyanın dört bir yanındaki üretim süreçlerinin toplumsal bileşkesiyle oluşuyor. Gezi’de karar alma, tartışma ve haberleşme mekanizmasının en temel bileşenlerinden birisi olan sosyal medyanın kullanımı için gereken bilgisayar ve cep telefonlarının üretilmesinde Çin ve Avrupa arasındaki git-gellerin Gezi’de bir araya gelen gençler arasında halledilmesi mümkün değil. Küçük sağlık operasyonları; gönüllü doktorlar tarafından yapılabilse de sadece binlerce kişinin günlük yemek organizasyonu bile büyük bir tarımsal ve endüstriyel faaliyeti gerektirir. Yani cep telefonundan yemeğe kadar tüm temel üretim süreçleri kapitalist üretim ilişkilerinin girdabında iken, Gezi’de komünist bir üretim ve paylaşım için; ancak bir mücadele sürecinde ortaya çıkabilecek olan duygu, bilgi ve irade ortaklığı kalıyor. Bu da komünist bir heyecan için oldukça iyi. Ama gerçek komünizm için, kendi sınıfıyla birleştiğinde bile, sadece bir başlangıç.
Özeti itibarıyla; bu küçük ‘komün’lerde ya da “otonom yaşam alanları”nda, toplumsal işbölümü, bilim ve teknolojinin geldiği düzey açısından, derli toplu toplumsal bir üretim söz konusu olamaz. Negri ve Hardt için en temel iletişim ve bilgi üretim platformu olan bilgisayarların kullanılması için bile otonom yaşam alanının dışında ticari/kapitalist bir ilişki kurulmalıdır. Bunun için de elde para (ve sermaye) olması lazımdır. Keza yemek için de… Keza giysi için de… Keza telefon operatörü için de… İnternet bağlantısı için de vb… Bu otonom yaşam alanı komünizm için gerekli olan üretim gücüne sahip olmadığı gibi, ancak tüketimin paylaşılması konusunda etkin olabilir. Sadece işgal alanları için değil, bir işgal fabrikası için de böyledir. “Otonom bölgeler” arasında kurulan ortak ağ da bu derdi çözmeye yetmez. Ve komünizm tüketimin paylaşıldığı bir koloniye indirgenemez.
Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileri; sınıf sömürüsüne dayandığı gibi ve dayandığı için; sınıf mücadelesini de koşullar. Gerçek komünizmi de, onu isteyenlerin kafasındaki hayallerden ayıran temel öge de; onun yaşamın gerçekliğine dayanıyor olması; üretim sürecinden başlayarak ancak işçi sınıfının, kendi üzerindeki sömürüye son vermesiyle mümkün olmasıdır. Sömürünün olduğu bir komünizm masa başında bile tahayyül edilemeyeceğinden, sömürünün kaldırılması ‘her türlü’ komünizm anlayışının da temeli olduğundan; bu sömürüyü; üretim süreci ve sömürünün doğrudan muhatabı işçi sınıfının kaldırması zorunludur. Aksi, komünizmin, ‘iyi insanlar’ın kalanları kurtarma hayaline indirgenmesi olur. Dolayısıyla gerçek komünizmi, ‘iyi insanlar’ın ‘iyi niyet taşları’ndan ayıran temel unsur; işçi sınıfının sömürüyü kaldırma mücadelesinin bir bileşeni olmasıyla ilgidir.
2. KAPİTALİZM İÇİNDE KOMÜNİZM
Negri ve Hardt; kapitalizm içinde kurulacak bu “komünist” toplum projesini feodalizm içinde gelişmekte olan kapitalizme benzetir:
“Bu, tıpkı feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte olduğu gibi, uzun bir süreçtir; sermayenin hayati eşiği ne zaman geçeceğini söylemek mümkün değildir; ancak daha şimdiden biyo-politik üretimin özerkliği, ortak varoluşun merkeziliği ve bunların kapitalist sömürü ve denetimden gitgide kopuşuna bakarak, daha şimdiden yeni bir toplumun eskisinin kabukları içinde yaratıldığını görebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011b: 298)
Negri ve Hardt’ın kapitalizm içinde komünist toplumun varlığına dair tezi; onun üretim süreci ve emek gücünün bileşimine dair ifade ettiği ‘yeni’ eğilimlere dayanıyor. Bu tezi şöyle özetleyebiliriz: Kapitalist üretim biyo-politik bir hal aldı; yani sadece maddi metaların değil dil, simge, duygulanım, enformasyon, iletişim vb. tüm toplumsal yaşamın üretimini kapsadı. Ve post-modern çağda; artık maddi olmayan ürünlerin üretimi ve maddi olmayan emek egemen biçimdir. Maddi olmayan emeğin üretiminde makine gibi değişmeyen sermaye kullanımı dikkate alınmayacak boyutlardadır. Bu değişmeyen sermaye ve değişen sermaye ilişkisini kökten değiştirir. Artık; emek-gücü makinelere bağlı olmadığı için; giderek işbirliği halinde ve sermayeden bağımsız bir biçimde üretimi örgütler. Emek-gücü (üretimin dilsel ve iletişimsel olmasıyla emek-gücü toplumun iktidar dışındaki tüm kesimlerini kapsayarak yerini “çokluk”a bırakır) giderek özerkleşmiş; kapitalizm içinde şimdiden komünizmi kurma olanağını yaratmıştır (Negri, 2001: 306).
Negri’nin emek-gücünün bir kısmının, hatta yüksek nitelik sahibi çok küçük bir kısmının üretim sürecindeki özelliklerini mutlaklaştırmasının ve iktidar dışında kalan bütün bir nüfusa bu özellikleri masa başında mal edip “çokluk”un ‘özerk’ gücüne dahil etmesinin zorlama tespitler olduğu açık. Bunu şimdilik not edip bir kenara koyalım.
Feodalizm içinde kapitalizmin gelişmesine yapılan atıfla komünizmin kapitalist toplumsal formasyon içinde geliştiği tespiti tam bir çarpıtmadır. Komünizmin kapitalist iktidar ve kapitalist üretim ilişkileri içinde ‘kurtarılmış’ otonom yaşam alanları olarak varlık bulması ve komünist toplumun böylece kurulması mümkün değildir.
Birkaç nedenden ötürü:
İlk olarak: Üretim araçlarının gelişmesi, makineleşme, bilim ve teknikteki ilerlemeler, bunlarla bağlantılı sınıfsal değişim ve hareketlilikler feodal toplumun statik, durgun ve toprağa dayalı ilişkileriyle çelişki halindeydi. Köylü ailesinin kendi ‘aile işletmesi’nde ürettiği birçok zanaat ürünü, manifaktürle birlikte çok daha ucuza mal edilir olmuştu. Alışverişe konu olmayan birçok mal, ticari bir meta olarak, feodal toplum bağrında büyüyen kapitalist piyasanın parçası haline geldi. Sömürgecilik ve deniz aşırı ticaret, sömürge ülkelerde el konulan hammaddelerin işlenmesi ve satılmasıyla, piyasa, feodal kapalı toplumun sınırlarını giderek zorladığı gibi; tüccar ve sanayi burjuvazisi, yeni sınıflar olarak, feodal siyasal egemenliği ve sınıfları tehdit eder duruma geldi. Feodal toplumun bağrında kapitalist ticari ilişkiler açıkça ve kendi sınıflarını yaratarak gelişmişti. Hatta feodal sınıfların bir kısmı burjuvalaşmış, bizzat kapitalist gelişmenin bir bileşeni haline gelmişti. Burjuva devrimler ise, bu yeni sınıflarla eski egemen sınıflar arasındaki siyasal mücadelelerin sonucu olarak gündeme gelmişti. Özetle; sömürücü bir sınıfın iktidarı diğer bir sömürücü sınıfın iktidarıyla yer değiştirmişti. Başka bir ifadeyle bir sömürü düzeni olarak feodal toplum; kendi içinden çıkan başka bir sömürü ilişkisi tarafından sarmalanmış, değiştirilmiş ya da ortadan kaldırılmıştı.
Komünizm ve kapitalizm ilişkisi öz olarak farklıdır. Kapitalist toplumsal formasyon içinde; komünizmin nesnel temeli giderek güçlense de ; komünist ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi söz konusu değildir. Çünkü kapitalizm bir sömürü toplumudur; işçi sınıfının ürettiği artı-değere kapitalistler tarafından el konulmasına dayanır. Bu işleyiş olmadan, sermaye de, sermayenin işçi sınıfıyla birlikte temel ilişkisini oluşturduğu kapitalizm de söz konusu olamaz.
Bu açıdan kapitalizmin içinde “sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması” olarak komünizmin varlığı bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu sadece mantıksal ve masa başı bir zorunluluk değil; bizzat yaşamın kendi gerçekliği, günlük sınıf ilişkileri, görüngüleri ve mücadelelerin pratik sonucudur. Ekonomisi, siyaseti, kültür ve ideolojisiyle ‘yeni’ insanlığın yaratılması ve sömürüsüz bir toplum olarak komünizm; kapitalizmin varlığını reddeder. Ya kapitalizm vardır, ya komünizm… Feodalizm ve kapitalizm ilişkisindeki gibi iki sömürü düzeni arasındaki tarihsel geçişe ilişkin örnek; birbirini tamamen dışlayan; ancak birisinin sonu diğerinin başlangıcı olabilecek kapitalist ve komünist toplumsal ilişkiler açısından doğru bir referans değildir.
***
Negri ve Hardt’ın “komünizmin kapitalizm içinde kurulduğu” fikri belli bir soyutlama düzeyinde kabul edilemez ve tarihsel referansların kötü bir tekrarı olsa da; kapitalizm içinde “otonom yaşam alanları” kurmak mümkün değil midir?
Bir grup insan kapitalist ilişkileri reddederek kendi aralarında eşit ve paylaşımcı ilişkiler kuramaz mı?
Bu tür güncel ve somut alternatifler ancak yüzyıllar sonra gerçekleşecek bir ‘komünist ütopya’ya mı ertelenmeli?
Evet, tartışmanın bir düzeyi de bu… Devrimin edimselliği, yani güncelliği olarak ifade edilen bu tartışma; komünist programın hiç beklemeksizin ve ertelemeksizin bizzat uygulanmasını talep ediyor.
Tekrar hatırlatalım: Negri ve Hardt’a göre; kapitalist toplumsal ilişkiler ve iktidarın devamı koşullarında…
Şimdi; Negri ve Hardt’ın otonom örgütlenmeler olarak dikkat çektiği örneklere daha yakından bakalım:
Eva Morales’in 2005 yılında Bolivya devlet başkanlığına seçilmesinin önünü açan toplumsal hareketler… “Örneğin El Alto kentinde, 2003’teki mücadeleleri canlandıran Ulusal Gazı Savunma Komiteleri zaten varolan yerel öz-yönetim yapıları ve pratikleri temelinde işledi. El Alto, temel olarak son yirmi yılda kırsal dağlık arazilerden başkente göç etmiş Aymara halklarının yaşadığı, La Paz’ın genişleyen bir varoşudur. O halde mücadeleler, bir yandan, kırsal Aymara toplumlarının ortak varoluşa dayalı örgütleniş modelleri ve öz-yönetim pratikleri tarafından koşullanır ve oradan büyür: doğal kaynaklar ve mülkiyete ortak erişim, toplum ilişkileri için ortak sorumluluk vs. Öte yandan da kent çapında bir federasyon olarak örgütlenen El Alto’daki mahalle komiteleri, öz-yönetimin bir başka temelini oluşturur. Mahalle komiteleri eğitimden sağlığa ve diğer sosyal hizmetlere, paylaşılan kaynaklar ve vatandaş sorumlulukları hakkında kararlar alarak, hükümet tarafından sağlanmayan çok çeşitli hizmetleri sağlar.” (Negri ve Hardt, 2011b:122)
Diğer bir örnek ise, Meksika Zapatistaları. Negri ve Hardt; Zapatistaların stratejisinin; kapitalizm içinde “özerk-komünal” yönetimler kurmak olduğuna dikkat çekiyor:
“Yerli hakları ve kültürü üzerine Ernesto Zedillo hükümetiyle 1996’da yürütülen San Andres Anlaşmaları’nda, anayasal reformları tartışırken Zapatista stratejisine rehberlik eden prensipler, özerklik ve öz-belirlenimdir. Bununla birlikte, hükümet anlaşmayı tamamlamada başarısız olduğunda, Zapatistalar özerk bölgesel yönetim kürsüleri ve ‘iyi yönetim’ konseyleri kurarak, kendi prensiplerini eyleme geçirmek için bir dizi projeye başladı.” (Negri ve Hardt, 2011b: 117)
Negri’nin sunduğu çerçeveye, birkaç örnek de biz ekleyelim:
Mısır ve Tunus’ta günlerce meydanları işgal eden, diktatörleri istifa edene kadar da terk etmeyen; işgal mekanındaki yaşam süreçlerinde paylaşım ve dayanışmanın en ileri biçimlerini sergileyen, Baltacıların saldırılarına karşı ortak koruma ağları oluşturan, kararları temsili yöntemlerle merkezi otoriteye devretmeyip bizzat orada alan, sosyal medya ve iletişimin tüm olanaklarından yararlanarak demokratik mekanizmayı iletişim araçlarıyla güçlendiren yüz binlerce hatta milyonlarca insan…
Bir de bizden örnek: Ülke genelindeki Gezi Direnişi’nin önemli bir parçası olarak Gezi Parkı işgalinde bir araya gelen, mücadele sürecine dair forumlarda karar alıp adeta öz-yönetim organları kuran, sağlık birimleri, kütüphane, küçük yiyecek servislerini sağlayan, gerçek bir paylaşım, birliktelik ve mücadele kültürü oluşturan binlerce insan… Ve sonrasında Gezi direnişinin armağanı park forumları, işgal evleri, işgal bostanları…
İspanya ve Yunanistan da eklenebilir…
Bütün bu örnekler, Negri ve Hardt için kapitalizm koşullarında komünizmin kurulabileceğinin göstergeleri… “Dil, iletişim, simge ve duygulanımların üretimi olarak ortak varlığın sahiplenilmesi”, “sermaye ilişkisinden dışarı çıkılması”nın örnekleri…
Negri ve Hardt’ın, bu örnekleri, “çokluk” projesi, “ortak varlığın sahiplenilmesi” ya da “komünizm” olarak sunarken; “geleneksel” komünizmle ayrımı kalın çizgilerle çizebilmek ihtiyacıyla bütün bu pratikleri fazlasıyla idealize ettiği kolayca görülebilir.
Yakından bakacak olursak;
Bu toplulukların tamamı kapitalizm içinde komünizm toplulukları değil, birer mücadele örgütleridir. Ekvator, Bolivya, Venezüella, Brezilya’daki tüm fabrika ve mahalle “öz-yönetim” ‘kurumları’ da keza öyle. Negri ve Hardt’ın Bolivya’dan verdiği mahalle komiteleri örneği, gazın özelleştirilmesiyle gaza ulaşımı giderek zorlaşan, faturalarını ödeyemedikleri için gaza ulaşımları neredeyse imkansız hale gelen insanların; belli bir talep etrafından kurdukları mahalle ve semt örgütlenmeleridir. Mücadele geleneklerini de yanlarına alan ve daha da geliştiren insanların içine girdikleri örgütlenmeleri devam ettirmeleri, başka sorunlar için de bir araya gelip hızla müdahale edebilir hale gelmeleri; belirli bir talebi aşıp çeşitli dayanışmacı pratikleri kurumsallaştırmaları; bu örgütlenmelerle ‘komünizm’ kurulduğu anlamına gelmez. Ancak halkçı değerlerin günlük ilişkilerde olabildiğince etkin kılındığı, bunun komünist mücadele açısından oldukça anlamlı olduğu anlamına gelir. Ama “ideal bir durum” ya da tüm dünyada ulaşılması hedeflenecek bir “komünizm” projesi değildir.
Örneğin Bolivya’da bu bölgeler hala ülkenin en yoksul semtleridir. Gönüllü doktorların sunduğu basit ücretsiz sağlık hizmetine rağmen; hem sağlıksız beslenme hem de sağlıksız çevre koşulları nedeniyle sağlık açısından ‘komünist’ bir bölge değildir. Zenginlik hala Bolivyalı kapitalistlerde toplanmıştır; bu yoksul mahallelerdeki insanlar az da olsa teknoloji gerektiren ya da nispeten maliyetli olan hiçbir hastalığını tedavi ettirememektedir.
Negri ve Hardt’ın önerdiği ‘komünist’ projenin özü; ‘çokluk’un ‘ortak olan’ı sahiplenmesiyle, sermayenin kontrolünün dışına çıkabilmesidir. Ortak varlığın ikinci biçimini “dil, iletişim, simge, enformasyon vb.” olarak tanımlayan Negri ve Hardt; üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına atıf yaparken pratik olarak “dil, iletişim, simge, enformasyon vb.” üretimindeki işbirliğinin sermaye kontrolü olmaksızın yapılmasını istiyor. Bolivya örneğinde gördüğümüz gibi bu üretim karın doyurmamakta; kapitalizmin alabildiğince vahşiliği içinde ‘çokluk’a yine yoksulluk ve sömürü düşmektedir. Maddi ve maddi olmayan ürünlerin üretimi temel olarak hala burjuvazinin elindedir. ‘Çokluk’un elindeki ise komünizm değil, komünizm için mücadele edebileceği halk örgütlenmeleridir.
Keza Gezi direnişinde ortaya çıkan ‘ortak’ duygudaşlık, paylaşım ve mücadele ruhu da idealize edilmiş bir “komünist topluluk”un değil mücadelenin kendi kültürünü yaratmasıyla ilgilidir. Her grevde ortaya çıkan işçilerin paylaşım ve kardeşlik pratiği, ortak geleceğini kurmak üzere yaptıkları kader birliği; sınıfsal içeriği bir yana hak aramak için bir araya gelen öğrenci topluluklarında ve okul boykotlarında, kentsel dönüşüme karşı direnen mahalle komitelerinde de görülen ortak bir mücadele vermenin yarattığı kültürün unsurlarıdır. Milyonlarca insanın bizzat sokağa çıkarak bir parçası haline geldiği Gezi direnişi gibi bir toplumsal hareketin simgesi haline gelmiş Gezi Parkı’ndaki işgal ve eylemde; insanların ‘komünal’ bir ruh hali, öğrenme isteği ve mücadele ruhu kazanmaları; mücadelenin doğası gereğidir. Kapitalizm koşullarında her kolektivite, her kolektif eylem; hele de işçilerin ekonomik ve siyasal eylemleri, içinde ‘komünal’ değerleri barındırır.
Ancak komünal değerler ayrı; bir toplumsal sistem olarak komünizm ayrıdır…
3. İKTİDARDAN KAÇIŞ
Negri ve Hardt’ın kapitalizm içinde, kapitalist üretim ilişkilerini ve devleti ortadan kaldırmaksızın sürdürdüğü bu ‘komünizm’ arayışının temelinde; devlet ve iktidar sorununa yaklaşımları vardır. Devlet sınıflardan bağımsız, hatta sınıf oluşturan ve toplumu denetim altına alan bir otorite olarak görüldüğünden; “iktidar olma/kurma iddiası olmayan” alternatif otonom yaşam alanlarının örgütlenmesini savunurlar.
Negri ve Hardt’ın devlet ve toplum arasında öngördüğü ilişkiyi aşağıdaki alıntı net bir şekilde betimler:
“İktidar bütünüyle biyo-politik hale geldiğinde, bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve onun virtüelliği çerçevesinde gelişir. Bu ilişki açık, nitel ve duygulanımsaldır. Toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında toplum tek bir bünye gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanların bilincinin ve bedenlerinin –aynı zamanda bütün toplumsal ilişkilerin- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir. … Kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramlarının ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi özelliklerini betimler.” (Negri ve Hardt, 2001: 49-50)
Negri ve Hardt’a göre; toplumsal ilişkiler ve toplumsal sınıflar arasındaki mücadele devleti değil, tam tersine; devlet toplumu belirler hale gelmiştir:
“Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi toplumu iktidar içinde özümleyerek yeni bir ‘birey’i gerçek kılar. İdari mekanizma geliştikçe, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir, öyle ki artık toplumu iktidar ve devlet üretir.” (Hardt ve Negri, 2001: 110)
Bu tezler açık ki; devleti sınıf mücadelesinin bir bileşeni ve sonucu değil, tersine toplumu kuran ve sınıf yaratan bağımsız bir aygıt olarak gören anarşist yaklaşımın ağır etkisini taşır.
Marx, daha gençlik çalışmalarında Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, devletin ‘sivil toplumun’ dışında, bizzat kurucu bir özne ve kendiliğinden bir kavram olarak tanımlanması şiddetle eleştirmişti (Marx, 1997:38-39). Devlet, demokratiğinden faşistine ve monarşik olanına kadar, hepsi, toplumun içinden, içindeki sınıf ve güç ilişkilerinin belli bir dolayımından ortaya çıkmıştır. İşte bu sınıf ve güç ilişkileri çerçevesinde, devlet, toplumun bir kesiminin (bir sınıfın ya da bir sınıfın diğer sınıflarla/tabakalarla ittifakının) çıkarlarını koruyan bir aygıt olarak şekillenmiştir. Elbette toplumun ve onun çelişkilerinin dışında kalamadığı gibi, edilgen bir yansıma olmamış; kurumsallaştıkça nispeten özerk bir yaşamı ve doğası da olmuştur.
Ancak; ortaya çıktıktan sonra her kurumun nispi bir özerklik kazanmasından yola çıkarak; devlet-toplum ilişkisini tersine çevirmek; Hegel’in toplum ve doğadaki hareketi ‘evrensel tin’in hareketinin bir yansıması olarak yorumlaması gibidir. Nedenle sonucu, bu ikisi arasındaki karşılıklı ilişkiye atıfla karıştırmak ve tersine çevirmektir. Buradaki tartışmamız açısındansa toplum bilimlerinde idealizmdir.
Devletin tüm toplumu belirlediğini ifade ederek radikal bir “devlet düşmanlığıyla” tutum alan bu politik yaklaşımın; tarihi ve eylemi, devletlerin karar ve eylemlerine indirgeyen geleneksel burjuva tarihçilikle sanılandan çok daha fazla ortak noktası vardır.
İktidarın ‘aşkın’lığını, toplumun üstünde oluşunu eleştiren Hardt ve Negri, bu ‘aşkın’ yapıya karşı ‘içkinliği’ yani toplumun kendisini ve otonom gücünü savunurken; yel değirmenlerine karşı savaşıyor. Çünkü; iktidar; bazen tüm dehşetine, hatta bazen toplumsal güç odaklarına meydan okumasına rağmen; toplumdan bağımsız ve aşkın değildir. “İçkindir”; sınıf mücadelesi kapsamında; egemen sınıfın hizmetindedir. Bazen egemen sınıfın fraksiyonları ve toplumsal baskılar karşısında farklı adımlar atabilir. Ancak toplumsal işlevi; mevcut sosyal/siyasal şekilleniş ve hiyerarşilere dayanarak mülkiyetin dokunulmazlığını korumaktır. Bu gözardı edildiğinde karşımızda; liberalizmin baskıcı bürokratlar yığınından başka bir şey bulamayız!
Liberalizm ile anarşizm arasında salınan bu devlet anlayışı; Türkiye’de özellikle liberal aydınlar arasında oldukça yaygındır. 1923 sonrası iktidarın, sınıfsal bir temeli olmadığının iddia eden liberaller; devleti kişilerin bireysel özellik ve geçmişlerine indirgeyerek askeri-bürokratik tabakanın iktidarı olarak tanımlamışlardı. AKP’li muhafazakar liberallere göre, söz konusu olan bürokratik oligarşinin iktidarıydı. Buna göre; Türkiye’de yakın zamana kadar burjuvazi iktidar olamamış, tam da bu nedenle düzgün bir kapitalist gelişme sağlanamamıştı. Burjuvaziye oldukça “düzgün bir kapitalist gelişme” misyonu atfeden bu yaklaşımda, iktidar sınıflardan bağımsız sivil ve asker elitlerden oluşuyordu. Bu tabaka bütün toplumu ‘keyfince’ şekillendirmekteydi. İktidardakilerin kişisel özellikleri açısından bu ‘doğru’ görünüş, Türkiye’deki kapitalist gelişmeyi, ulusal burjuvazinin desteklenmesini, emperyalizmle kurulan ilişkileri de iktidarın burjuva niteliğine değil, iktidardaki bireylerin ideolojilerine bağlamaktaydı.
Negri’de ‘iktidar’ ve devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucu ve bileşeni olarak değil tersine ‘yaradanı’ olarak ayrıcalıklı bir konumdadır. İşte bu ‘yaratıcılık’, modern toplumun sınıflarını göz ardı etmeye, toplumsal bölünmeyi ‘iktidar’ merkezli tarif etmeye neden oluyor. Alternatif de sınıf hareketi ile sınıfın komünizme geçişte zorunlu bir aşama olarak kendi iktidarını kurması (kendiliğinden sönmek üzere) değil iktidardan kaçış biçimini alıyor.
***
Peki; devrimci bir hareket/sınıf hareketi, kapitalist iktidarı alaşağı ettikten sonra ne yapacaktır?
Negri ve Hardt’ın terminolojisiyle konuşacak olursak; “çokluk” “toplu çıkışla” otonom bir toplum kurmaya giriştiğinde bunun devamlılığını nasıl sağlayacaktır?
İktidar sorununa ilişkin temel tartışma da budur…
Negri’nin de aralarında bulunduğu İtalya’daki Rebibbia Hapishanesinde tutuklu İtalyan Otonomistlerinin, 1983’te yaptıkları değerlendirmeler; Negri’nin bugünkü genel yaklaşımını da özetliyor:
“Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’ hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.” “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.” (Negri, Virno, vd., 2005: 40-41)
Negri ve Hardt’ın devlet problemine yaklaşımı kritik önemde. Çünkü “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.” (Lenin, 1999: 42). İktidar sorununu ciddi bir biçimde ele almayan; bunu teorik ve pratik olarak hedeflemeyen her hareket, öznel dilekleri, ideal ve istekleri ne olursa olsun kapitalizmin sınırları içerisinde kalmaya mahkum. Negri ve Hardt’ın ‘komünist’ projesinin de durumu bu. Yeni bir iktidar kurmadan burjuvaziyi bastırıp komünizmi kurmak mümkün değildir.
Tartışma diğer bir yönüyle de; iktidar ve devletin tanımlanmasından ve günümüzdeki işlevinden yola çıkarak; komünizmin ilk aşaması olarak ‘sosyalizm’in zorunlu olup olmadığı, Negri ve Hardt açısındansa gerekli olup olmadığına ilişkindir. 19. yüzyılın ikinci yarısında I. Enternasyonal içinde Marksistlerle anarşistler arasındaki tartışmanın neredeyse birebir aynısı.
Anarşist ya da otonomcuların sorusu şudur: Doğrudan komünizme geçmek varken; devletin ve bir ölçüde ‘burjuva hukuk’un devam ettiği bir “geçiş dönemi” ne gerek vardır? Komünizmin ilkeleri doğrudan ve beklemeksizin uygulanamaz mı? Tüm dünyada olmasa bile, belli bir bölgede, kapitalist devlet burnumuzun dibinde dursa bile iktidarsız, küçük ‘elbirliği komünleri’ kurulamaz mı?
Negri, bu çizgide ilerlerken sosyalizmi sadece gereksiz bir ara aşama değil; kapitalizmin ve sermaye iktidarının başka bir biçimi olarak görüyor:
“Sosyalizm, içinde sermayenin örgütlenip idare edildiği bir biçimden başkası değildir – işte bu nedenle, bugün gelişmiş kapitalist ülkelerin çoğunun sisteminde sosyalist unsurlar fazlasıyla güçlüdür. Fakat komünizm, her iki kapitalist sistemin de yıkılmasından, yani sınıf sisteminin ve sömürü sisteminin yıkılmasından sonra, toplumun örgütleyici rolü değil, devletin örgütleyici rolü yok edildiğinde, içinde toplumun örgütleneceği bir biçimdir. Daha da ileri giderek, sosyalizmin komünizmin bir aşaması ya da komünizme geçişin bir aracı olduğunun kesinlikle yalan olduğunu ısrarla vurgulamalıyız.” (Negri ve Guattari, 2006: 94)
Sosyalizmi bir sermaye sistemi olarak tanımlayan Negri, sosyalizmin bir geçiş aşaması olamayacağını, asgari programın da komünizm olduğunu iddia ediyor.
Mesele; komünizme ilişkin bu ‘dilekleri’, ‘aşırı’ bulup eleştirmek değil… Sorun; kapitalizmi, onun sınıflara dayanan yapısını, tarihte sınıf mücadelelerinin rolünü ve komünizmin maddi temellerini anlamamak, devleti idealistçe tüm toplumu belirleyen bağımsız bir aygıt olarak yorumlamaktır. Büyük büyük komünizm lafları ardında işçi sınıfının iktidarı kurma hedefinden ‘vazgeçmekte’dir sorun…
Çünkü mesele; komünizm için bir sınıfın politik olarak örgütlenmesi, kapitalist ilişki ve iktidarı yıkarak kendi siyasi ve ‘iktisadi’ iktidarını kurması sorunudur. Kapitalist iktidar, bir devrimci ayaklanma ile alaşağı edildiğince (Negri’nin hiç ama hiç böyle bir hedefi yoktur, onun ufku iktidar devam ederken ‘kültürel etkinlikler’ yapan otonom grupçuklar kurmakla sınırlıdır) komünizm hangi koşullarda örgütlenecektir. Fabrikalar, tarlalar, hizmet işkolundaki işyerlerinin yeniden üretime geçirilmesi, eski burjuva alışkanlıklar ve burjuva liberal kültürün etkileri, burjuva kalıntıların direnişi, dışarıdaki kapitalistlerin baskıları… Bütün bunlar karşısında işçi sınıfı ne yapacaktır?
Marx, sosyalizmi tanımlarken “Burada (işçi partisi programının incelenmesinde) ulaştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş bulunduğu biçimiyle değil, tersine, kapitalist toplumdan çıkmış bulunduğu biçimiyle bir komünist toplumdur; o halde, ekonomik, törel, entelektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum.” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi) (Hah şöyle, sarıya boyadığım diğer alıntıları da, sayfa numarası da ekleyerek böyle kaynaklayalım—MY) der.
Negri ve Hardt; komünist hareketin tarihsel deneyimlerini reddederken, başta gelen eleştirileri sosyalizme ya da sosyalist devletin varlığınadır. Onlar için ‘yeni’ bir komünizm; sosyalizm hedefinden uzak durmalı, devlet ve iktidar geçici de olsa bir araç olarak kullanılmamalıdır.
Negri ve Hardt; devletin ortadan kalkması için belirli maddi koşulların gereğini inkar ediyor ve devletin devrimle birlikte derhal ortadan kaldırılmasını savunuyor. Marx ve Engels devletin ortadan kalkması için insan iradesinin yeterli olmayacağını, sosyalizm -proletarya diktatörlüğü- aşamasının zorunlu olduğunu, proletarya iktidarı yolundan yürüyerek sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin ortadan kalkacağını söylüyordu.
Sınıfların ve devletin ortadan kalktığı bu aşama komünizmin ikinci aşamasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırıldığında henüz sınıflar ortadan kalkmaz. Bu nedenle sosyalist devrimden sonra -anarşistler ya da otonomcular istedi diye- devlet de hemen ortadan kaldırılamaz. Çünkü işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşı, onu iktidardan indirmekle son bulmaz. Onun ekonomik ve siyasi gücü ve yüzyıllar boyunca süren sınıflı toplum geleneklerinden beslenen kültürel/ideolojik etkisi ancak iktidar olarak örgütlenen işçi sınıfının planlı ve istikrarlı mücadelesiyle kırılabilir.
Engels’in dediği gibi; “… proleterya devlete hala gereksinim duyduğu sürece, bunu hiç de özgürlük için değil, ama düşmanlarına karşı bastırmayı örgütlemek için duyar. Ve özgürlükten söz etmenin olanaklı duruma geldiği gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar.” (Lenin, 1989: 99)
Marx ve Engels’in I. Enternasyonal’de anarşistlerle, özellikle de Bakunincilerle polemikleri, bu tartışma açısından da oldukça aydınlatıcıdır. Mesela Engels:
“Anti-otoriterler neden siyasal otoriteyi, devleti kınamakla yetinmezler? Gelecekteki toplumsal devrimden sonra, devletin ve onunla birlikte, siyasal otoritenin ortadan kalkacağını; yani kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini, ve toplum çıkarlarını gözeten basit yönetsel görevler durumuna dönüşeceklerini kabul etmek için bütün sosyalistler birleşirler. Ama anti-otoriterler, siyasal devletin, hatta kendisini yaratmış olan toplumsal koşullar ortadan kalkmadan önce hemen ortadan kalkmasını isterler.” (Engels’ten aktaran Lenin, 1989: 71)
Engels, Marksistlerin devletin ortadan kaldırılması konusunda anarşistlerle hem fikir olduklarını, ancak bunun iradi bir tercihle değil toplumsal koşulların hazırlanmasıyla gerçekleşebileceğini ifade eder:
“Bu baylar hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim her halde, olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı, silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız? Öyleyse, iki şeyden biri: ya anti-otoriterler ne dediklerini kendileri de bilmiyorlar, bu durumda, karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar; ya da biliyorlar, bu durumda proletarya davasına ihanet ediyorlar. Böylece, bu her iki durumda da, yalnızca gericiliğin değirmenine su taşıyorlar.” (Engels’ten aktaran Lenin, 1989: 72)
Kapitalist toplumsal ilişkileri parçalamak ve komünist toplumu inşa etmek üzere ayağa kalkan işçi sınıfı; ayaklarının altındaki toplumsal zemini değiştirmek istese de, öncelikle o zeminde hareket etmek ve o zeminin ‘otoriter’ araçlarını kullanmak zorunda. “Proletarya, eski toplumu devirme uğruna savaşım dönemi boyunca gene eski toplum tabanı üzerinde hareket ettiğinden ve dolayısıyla, kendi hareketine az çok bu topluma özgü siyasal biçimler verdiğinden bu kavga dönemi boyunca henüz kendi kesin yapısına ulaşmamıştır ve kurtuluşu için, bu kurtuluştan sonra kullanımdan düşecek araçlar kullanır.” (Marx ve Engels, 1999: 157)
Negri ve Hardt, komünist harekete iktidar fikrinden uzak durmayı önerirken; alternatif olarak neyi öneriyor?
İçinden çıkamadıkları bir “elbirliği”ni. Peki, hareket, tam da çıkarları ve varlık nedeni gereği komünizme karşı duracak burjuvazi ve devletini nasıl ortadan kaldıracak? Mesela burjuvaziyi nasıl mülksüzleştirecek? Kapitalizmi geri getirmek üzere sürdürülen çabaların karşısında nasıl duracak? Uluslararası kapitalist güçlerin işgaline karşı nasıl direnecek?
Bu sorulara Negri ve Hardt’ın cevapları ya yoktur ya da topu taca atmaktadırlar. Kapitalist devleti doğrudan yıkma, kapitalist ilişkileri tasfiye etme ve yerine sosyalist toplumsal ilişkileri kurma hedefi olmayan otonomculuk kapitalizmle temel bir karşıtlık içerisinde değil…
İşçi sınıfının burjuvaziyi yenmek ve onun iktidarını parçalamak için kendi iktidarını kurmaktan başka yolu yoktur. İşçi sınıfı devleti olarak iktidar, işçi sınıfının sosyalizmi inşa etmek için geçici olarak kullanmak zorunda olduğu, ancak yine işçi sınıfının aşağıdan yukarı denetimi ve demokrasisiyle giderek tarihin çöp sepetine atacağı bir araçtır. Engels’in ifade ettiği gibi; “Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu yaşama mücadelesi ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlette özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti, yerini şeylerin idaresi ve üretim sürecinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.” (Engels, 1995: 400)
ARA: “ÇOKLUK”UN DİNİ OLARAK SEVGİ
İktidardan uzak duran, kapitalist üretim ilişkilerinin bütününe dokunmak gibi bir hedefi olmayan çokluk, kendi dilsel, iletişimsel ve simgesel üretimini sahiplenip karar alma süreciyle toplu çıkışı gerçekleştirmesi ve kalıcı bir birliktelik sağlayabilmesi için, Negri ve Hardt sihirli bir yapıştırıcıya ihtiyaç duyar: sevgi.
“Sevgi hem ortak varoluşun ortaya koyduğu hem de ortak varoluşu kuran güçtür. Dolayısıyla sevgi aynı zamanda, tekilliklerin bileşiminin birlik veya kimlik yerine iletişim ve işbirliği ağındaki her katılımcının artan özerkliğine yol açtığı, özgürlüğe doğru bir harekettir. Sevgi, yoksulun sefalet ve yalnızlık dolu bir yaşamdan çıkma ve çokluğu yaratma tasarısına katılma gücüdür.” (Negri ve Hardt, 2011b: 195)
Bu duygusal gibi gözüken alıntı; Negri ve Hardt’ta oldukça bir politik yere oturur. “… sevginin gücü ortak varoluşun kuruluşu ve son tahlilde toplumun oluşumudur. … sevginin gücü, aynı zamanda ve ikinci olarak, kötülükle savaşmak için bir kuvvet olmak zorundadır. Sevgi gücünün bu ilk iki biçimi –sevginin birliktelik ve isyan güçleri ile ortak varoluşu kurma ve yozlaşmaya karşı savaşma güçleri- üçüncüsünde birlikte işler: çokluğu yaratmak. Bu proje, toplu çıkış sürecini, ortak varoluş kurumlarını yaratmayı hedefleyen örgütsel bir projeyle bir araya getirmek zorundadır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Negri ve Hardt’a göre, Spinozacı anlamda sevgi, çokluğu bir araya getiren temel güçtür. Kapitalist toplum içinde gerçekleştirilecek komünist bir proje olarak otonom ‘çokluk’un temeli sevgidir. Ancak bu kendiliğinden bir sevgi değil. “Sevginin yayılımı öğrenilmeli ve yeni alışkanlıklar, arzularımızın duygusal ve politik bir eğitim süreci olan kolektif örgütlenmesi aracılığıyla oluşturulmalıdır. Yeni toplumsal kurumlarda pekiştirilen alışkanlıklar ve pratikler artık dönüştürülmüş olan insan doğamızı da kuracaktır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Negri ve Hardt, sevgiyi daha da ‘pratikleştirerek’ komünist projenin eylemsel bir gücü olarak tasarlar: “… sevgi her zaman kuvvet kullanımını içerir veya daha kesin olarak sevgi eylemlerinin kendileri birer kuvvet konuşlanmasıdır. Sevgi bir melek olabilir ama ancak silahlı bir melektir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Bu duygu dolu sevgi sözcüklerinin politik bir projedeki yeri konusunda sorun olduğu açık. Negri ve Hardt’ın buna cevabı; “Aydınlanmacı rasyonalizm; bakışımızı beden ve duygunun yaşamdaki yerini görmeyen bir çerçeveye sıkıştıştırır” olabilir. Ve devamında; “duygunun ve akılla birleştirilmiş bir sevginin politik bir projede önemli bir yer tutmasının normal olduğu” söylenebilir.
Burada sevgi sözünü duyar duymaz; “sosyal bilimlerde duyguya yer yoktur” diyen bir yukarıdanlıkla yaklaşıyor değiliz. Elbette insanlar, insan grupları toplumsal yaşamda sadece rasyonel kararlarla hareket etmez. Bu ancak liberalizmin homo-ekonomicus hayalinde olabilir. Günlük yaşam ve kararlarda zaman zaman, hatta bazı durumlarda çoğu zaman insanlar; akıl ve deneyimleriyle değil toplumsal alışkanlık, gelenek, yönlendirme ve duygularla hareket eder.
Bütün bunlara rağmen bir politik projede; temel kurucu gücün insanların birbirlerine duyacağı sevgi olması; o projenin temellerine dinamit koyar.
Çünkü sömürüsüz ve sınıfsız komünist toplumda insanların birbiriyle eşit ve özgür ilişkisinin hem sonucu hem de ‘nedeni’ zaten sevgileridir. Ayrılmaz bir bileşenidir. Projeye ek bir unsur, hatta temel bir unsur olarak dahil edilmesi; komünizmin ekonomik ve tarihsel koşullarının dikkate alınmadan, kaba bir iradeciliğe indirgendiğinin göstergesidir. Nesnel koşulların eksiği kucak dolusu sevgiyle kapatılmak istenmektedir ki; bu sevgi dolu bir çağrıdan öte kurnazca bir yakarış olabilir.
Bu Feuerbach’ın Hıristiyanlığı şiddetle eleştirirken insancıl bir toplum için insanları ‘sevgi dini’ne çağırmasına benzemektedir (Engels, 1992: 31-32). Komünizm bilimsel olarak teshiş edilemediğinde, o boşluğu ilahi ya da laik bir din doldurur.
Ekonomik, sosyal ve tarihsel koşulları gerektiren; gerçek bir hareket olarak komünizmde ‘sevgi’ kendinden menkul ve kurucu bir güç değildir. Sevgi; insanların birbirinden nefret etmesine neden olan nesnel koşulların ortadan kaldırılmasıyla birlikte; ekonomik, sosyal ve siyasal ilişki ağının koşulladığı yeni ‘insan’ın bir bileşenidir.
Burada Negri ve Hardt’ın Spinoza’dan ödünç altığı ‘sevgi’ kavramının (amor) sadece duygu yüklü olmadığını, akılla işleyen bir sevgi olduğunu göz ardı etmiyoruz. Ancak ‘sevgi’nin bir din gibi yapıştırıcı unsur olarak “çokluk” projesine temel bir bileşen olarak eklenmesinin nedeni; bu projenin komünist bir toplum fikri ve onun ideallerinden uzak olması; aradaki açının ancak insanların sevgiye çağrılması ve eğitilmesiyle kapatılabileceği düşüncesidir.
4. SERMAYEYİ KURTARMA PROGRAMI
Negri ve Hardt’ın kapitalizm koşullarında komünizm projesi, aslında bitişini baştan ilan ediyor. ‘Çokluğun kendi üretimi’ olan ‘ortak zenginliği’ sahiplenmesine dayanan proje için ifade edilen talepler ‘sermayeyi kurtarma programı’ gibi. Gibisi fazla. “Gözlemlerimiz bize, sermayenin felakete giden bir yol izlediğini, sadece başkalarını –küresel ortam ve en başta da yoksul kesimi– değil, aynı zamanda kendisini de yok ettiğini gösterdi. Sermaye ölüm yolcuğundan kurtarılabilir mi?” deniyor. (Negri ve Hardt, 2011b: 302)
Negri ve Hardt kararlı… Zaten bu satırların yer aldığı bölümün başlığı “Sismik Uyarlama: Sermaye İçin Reformist Bir Program”. “Küresel aristokrasinin yakın bir zamanda tavsiye için başvurması” (Negri ve Hardt, 2011b: 303) beklenmese de; elden gelen yapılacaktır: “…en azından sermayenin hastalıklarını tedavi etmek ve biyo-politik üretimin gelişmesini desteklemek için bu demokrasiyi kurmak zorunludur.” (Negri ve Hardt, 2011b: 302)
Negri ve Hardt’ın ilk adımda “sermayeyi kurtarmak”, onun “hastalıklarını tedavi etmek” olan ufku üç temel reform öneriyor:
“Bunun için kurulacak ilk platform sefalete karşı yaşam desteği talep etmelidir, yani hükümetler herkese temel yaşam ihtiyaçlarını sağlamalıdır. Birçok ulusal bağlamda, tüm vatandaşlara garantili bir gelir, üretici, itibarlı bir varoluş için gereksinimlerin karşılanmasına yeterli bir temel gelir sağlamaya yönelik önemli projeler tartışılmıştır. Birçok hükümet ise, özellikle de en varlıklı ülkelerde, zaten tüm vatandaşlarına temel sağlık hizmetini garanti eder. … Zorunlu olan şey, ister BM kurumları, vatandaşlık kurumları gibi küresel kurumlar aracılığıyla ister diğer kurumlar aracılığıyla sağlansın, dünya çapında herkes için temel yaşam araçlarını, küresel bir garanti geliri ve gerçek bir evrensel sağlık hizmetini karşılayacak bir küresel inisiyatiftir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 370)
Bu, pespaye bir “vatandaşlık geliri” savunusudur: toplumun tüm üyelerine –kimi önerilerde sermaye de dahil– yaşamını asgari koşullarda idame ettirebileceği bir temel ücreti sağlamak. Çalışmak ya da çalışmamak önemli değil. “Vatandaşlık geliri” savunucularının varsayımına göre; ‘postfordist’ düzende artık iş, düzenli ücret ve çalışma mümkün değil.
Böylece sermayeyi, insanca yaşayacak ücret, düzenli istihdam koşulları, herkese iş vb. taleplerle zorlamak, buradan sınıf mücadelesini ilerletip sermaye iktidarını yıkma perspektifi yerine; sermayenin her türlü saldırısının ‘dünyanın değişmez düzeni’ olarak kabul edildiği bir yaklaşım konulur. İşte sermayenin istediği ve yol aldığı böyle bir dünya veri kabul edildiğinde; devletin herkese yaşayabileceği asgari (oldukça düşük) ücreti vermesini istemek haklı bir talep gibi gözükebilir. Bu, Negri’nin “çokluk”unun önüne koyduğu bir talep olsa da, tam da Dünya Bankası gibi ‘İmparatorluk’ kurumları tarafından pilot uygulamaları yapılan bir ‘talep’tir! Çünkü sermaye, işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret talebini yükü devletin vereceği vatandaşlık ücretine yıkarak ‘karşılamayı’ makul görebilmektedir. Ya da kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan işsizlik ve sosyal patlama riskine karşı yine kendisi bir maliyete katlanmadan devleti göreve çağırabilmektedir. Bunun üstüne bir de ‘parasız sağlık’ talebini eklemek; reformizmi ne yüceltir ne de alçaltır!
“İkinci bir platform herkesin toplumun kuruluşunda, kolektif öz-yönetimde ve diğerleriyle yapıcı etkileşimde temsil edilme hakkına sahip olmasına imkan tanımak suretiyle hiyerarşiye karşı eşitlik talep etmek zorundadır. …” (Negri ve Hardt, 2011b: 370) “Üçüncü platform, özel mülkiyetin engellerine karşı ortak varoluşa açık erişim talep etmelidir. Bugün herkes için eşit ve serbest kaynak ve zenginlik kullanımı ve bunun karşılığında da bu kaynaklarla üretim yapması mümkündür. … bugün üretim ve zenginlik, kaynak yetersizliği mantığına teslim olmaktan giderek uzaklaşıyor. Gerçekte bir fikirle ne kadar çok kişi çalışır ve o fikir hakkında iletişime geçerse fikir o kadar üretken hale gelir. Yönetim, bilhassa da bilgi birikimini desteklemek zorundadır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 370-371)
Hardt ve Negri, üçüncü talebi başka bir yerde “Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406) diyerek de ifade eder.
Evet, en azından son hali, gerçekten sosyalist, devrimci bir talep olarak görülebilir. Negri ve Hardt hemen bu yanlış anlamayı düzeltmeye girişir:
“Sosyalistler ve komünistler uzun zaman proletaryanın üretimde kullandığı makinelere ve materyallere özgürce erişmesini ve onları kontrol etmesini talep etmişlerdir. Ne var ki, maddi olmayan ve biyo-politik nitelikli üretim bağlamında, bu geleneksel talep yeni bir biçim alır. Çokluk makineleri yalnızca üretmek için kullanmaz, aynı zamanda, üretim araçları giderek çokluğun zihni ve bedeniyle bütünleştikçe kendisi de makinesel hale gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Yani… Önce; üretim araçları yerine dosdoğru ‘makineler’ lafı ikame edilir. Sonra, emeğin ya da “çokluk”un zihni ve bedeniyle makinesel hale geldiği ifade edilir. Üretim aracı makineyse, makine de “çokluk”un zihni ve bedeni ise; yeniden sahiplenme de, olsa olsa, “çokluk”u ya da onun bilgisini ve duygulanımını sahiplenmesi oluyor:
“Yeniden sahiplenme, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir; çünkü bunlar biyo-politik üretimin asli araçlarından bazılarıdır. Sırt bu üretici makinelerin çoklukla bütünleşmiş olması, çokluğun onlar üzerinde denetim kurduğu anlamına gelmez. Bu, daha çok, çokluğun yabancılaştırılmasını daha acımasız ve zarar verici kılar. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini yeniden üretme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, başlangıçta ifade edilen “üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkı”ndan, geriye, kala kala, “kendini kontrol etme hakkı” kalmıştır! Sosyalizmi andıran bir ifadenin derhal içi boşaltılmış, “internete özgür erişim” derekesine düşürülmüştür!
SONUÇ
Bu üç talebi ifade ettikten sonra Negri ve Hardt’ın söylediklerini oldukça ‘anlamlı’:
“Bu üç platform, bugünün egemen iktidarından isteyebileceğimiz meşru ve makul taleplerdir. … Unutmamalıyız ki analizimizde zaten görmüş olduğumuz gibi, biyo-politik üretim ağlarında, metropol yaşamında ve günlük toplumsal yaşamın dokusunda küresel nüfusun geniş bir kesimi bu kapasitelerin çoğuna zaten sahiptir. Egemen iktidarların bunları garanti altına almasını ve evrenselleştirmesini talep edebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011b: 371)
Evet, bu üç talep; sermaye tarafından ya da zaten kendiliğinden farklı biçimler altında ve bir ölçüde yaşama geçirilmiştir. Negri ve Hardt’ın istediği bu reformların bütün dünyada uygulanmasını istemekten ibaret. Kapitalizmin sınırlarını aşmak bir yana sermayenin dönemsel politika ve ihtiyaçlarına derli toplu bir karşı çıkış bile içermemektedir. Tamamen kapitalizm içidir. Zaten programın iddiası da emekçilerin kapitalizme karşı bir adım atması, onu geriletmesi, komünizm yolunda ilerlemesi değil; “sermayeyi kurtarmaktır”.
Negri ve Hardt, sermayeyi kurtarma misyonundan rahatsız olan okuru uyarmayı da ihmal etmez:
“Bu noktada, bazı okurlar, bizim devrimci niyetlerimizden şüphe duymaya başlayabilir. Biz neden sermayeyi kurtarmak için reformlar öneriyoruz? Bu sadece devrimi ertelemez mi? Biz burada, farklı bir dönüşüm anlayışıyla çalışıyoruz. Açık söylemek gerekirse, bizim anlayışımız ‘ne kadar kötüyse, o kadar iyidir’ sloganını teşvik eden, kapitalist egemenliğin sonunu felaket getiren ve bir şekilde küllerinden doğan yeni bir ekonomik düzen tarafından takip edilen krizlerden bekleyen yıkım teorilerinden farklıdır. Bizim anlayışımız aynı zamanda, devlet düzenlemesini, denetimini ve toplumsal üretimin yönetimini güçlendirerek zenginlik ve kontrolün özelden kamuya devredilmesini öngören sosyalist dönüşüm anlayışından da farklıdır. Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü, bunların yerine çokluğun hem özel hem de kamusal kontrol karşısında gittikçe özerkleşmesini, toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesini ve dolayısıyla da gittikçe artan bir ortak varoluş birikimini gerektirir. Sermayenin kendi mezar kazıcılarını yaratma biçimidir bu: Kendi çıkarlarını takip ederek ve kendi yaşamını korumayı sürdürerek, üretici çokluğun artan özerkliğini ve gücünü beslemek zorundadır. Güç birikimi belli bir eşiği geçtiğinde ise, çokluk ortak zenginliği özerk olarak yönetme yetisiyle birlikte ortaya çıkacaktır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 306)
Bu uzun alıntının özeti şu cümle de saklıdır: “Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü … toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesi”ni gerektirir.
‘Çokluk’un eğitimi için sermayenin kurtarılmasını ilk ödev olarak belirlemek. Müthiş bir eğitim!
Bu platformda; burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve bir sınıf olarak ortadan kaldırılması yoktur. Son noktada, “yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmak” vardır. Negri, ‘sosyalizm’ deneyiminden rahatsızlığını ve burjuvaziye göz kırpışını ifade etmek üzere, ‘demokratik kontrol’e vurgu yapmaktadır. Ancak burjuvazi mülksüzleştirilmediği sürece demokratik kontrol demokratik safsata olmanın ötesine geçemez! Demokratik kontrolünün ilk koşulu olan bu devrimci hamle, Negri için ya yoktur ya da korkunçtur!
Öyleyse Negri’nin çokluğunun talepleri ve mücadelesinden ne bekleniyor? Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devam ettiği ya da bu konulara hiç girilmediği koşullarda “çokluk”un iletişim ve bilgi ağını kontrol altına aldığı demokratik bir toplum… Belki Spinoza çağında bu ilerici bir hayal olabilirdi. Bugün ise ‘iyi niyetli’ bir ütopya bile olamaz!
Peki, komünizmin ertelenmeksizin derhal yaşama geçirilmesi fikri nerede? Pespaye bir reformizmin içinde başlamadan bitmiş durumda.
KAYNAKLAR
Engels, Friedrich (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, Friedrich (1996) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
Geniş, Arif (2006) “İmparatorluk, çokluk ve proletarya: Antonio Negri’nin sınıf analizi”, Eğitim Bilim Toplum, Cilt 4, Sayı 15, Ankara.
Lenin, V.İ. (1989) Devlet ve İhtilal, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Lenin, V.İ. (1999) Ekim Devrimi Dosyası, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Marx, Karl (1997) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1999) Anarşizm Üzerine, Ankara: Sol Yayınları.
Negri, Antonio (2005) İmparatorluktaki Hareketler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio. ve Guattari, Felix (2006) Bizim Gibi Komünistler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011a) Ortak Zenginlik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011b) Çokluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2012) Porselen Yapımı, İstanbul: MonoKL Yayınları.
Negri, Antonio; Virno, Paolo; Cleaver, Harry; vd. (2005) İtalya’da Radikal Düşünce, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Spinoza, Benedictus (2011) Etika, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Thomas, Martin, İtalya’da Otonomculuk: Üç Tema Üç Eleştiri, http://www.sosyolojidunyasi.com/marksizm/102-otonomculuk.html, 19 Eylül2014