Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun birlikte kaleme aldığı “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı kitap 1980lerin başlarında yayınlandığında bir hayli tartışılmış, kitabın Türkçe olarak yayınlandığı 90’lı yıllarda da bu tartışma Türkiye’de gecikmiş olarak sürmüştü. Kitabın bu denli ilgi görmesinin sebebi, yazarlarının, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren Althusser, Poulantzas, Foucault ve nihayet diğer postyapısalcı yazarların açtığı yolu kat ederek geldikleri aşamada, “kriz” tespitinden alternatif önermeye sıçrayarak son noktayı koymuş olmalarıydı. Mouffe ve Laclau’nun, adını “Radikal Demokrasi” koyduğu strateji, kendilerinden öncekilerin de kalkış noktası olan Marksizmde altyapı ile üstyapı ilişkisinin analizinin sorunlu olduğu, özcü bir özne tanımının sınıfın nesnel pozisyonuyla rolü arasında açıklanmaya muhtaç bir “boşluk” bıraktığı iddiasıyla başlıyor ve nihayet işçi sınıfının başlıca dönüştürücü özne olarak ortaya çıkışının kapitalist üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla ilişkilendirilemeyeceği, onun iktisadi konumuyla sosyalizm arasında bir çıkar bağı kurulamayacağı; dolayısıyla söylemle oluşmuş herhangi bir toplumsal “kimlik konumu”ndan daha özel ve önsel bir özne olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı tespitiyle yol alıyordu.
Laclau ve Mouffe’un, Marksist yazarlar açısından kriz teorilerinin topyekun ve yeniden elden geçirilerek eleştirilmesine vesile olan, Post Marksist yazarlar bakımından da hararetle karşılanan, esasen daha çok akademide yankı uyandıran stratejilerinin başlıca noktalarına birazdan değineceğiz, ama ona geçmeden önce 20-30 yıl öncesinde kalan ve artık neredeyse sönmüş bir tartışmayı yeniden alevlendiren güncel bir duruma da işaret etmekte fayda var. “Radikal Demokrasi” siyasal gündeme, stratejik yönelimini demokratik özerklik olarak belirleyen Kürt siyasal hareketinin kurucu bir söylem olarak sık sık kullandığı “siyasetin toplumsallaşması”nın esinlendiği bir yol haritası olarak dahil oldu ve müzakere sürecinde oluşan HDK-HDP ile DTK içindeki müttefikleriyle mevzilenişinin, yeterince esnek, bağlayıcı bir harç malzemesi olarak belirdi. Hareketin merkezi metinlerinde ve teorik yayın organlarında “Radikal Demokrasi”nin içeriği sadece Mouffe ve Laclau’nun söyledikleriyle kurgulanmamıştır. Murray Bookchin’in ekolojik-komünal sosyalizmi, Zapatista özyönetimciliği, Mao’nun köy komünleri, Proudhon’un komününden otonomculuğa dönüşen 21. yüzyıl anarşizmi vb. gibi pek çok pratiğin ve kuramın Kürt hareketi için işlevsel ve faydacı bir sentezle bir araya geldiği, stratejik bir karışımdır önümüzdeki. “Radikal Demokrasi”, Kürt siyasal hareketi için bunların hepsinin belli orandaki bileşiminden oluşur. Mouffe ve Laclau’nun tezleri ise, gerek sınıf, kimlik, aidiyet üzerine söyledikleri gerekse de siyasal iktidara ve iktidarlaşmaya karşı önerileriyle bu bileşimden rahatlıkla soyutlanabilecek kadar merkezi bir yerde durur. Onun için Mouffe ve Laclau’nun çerçevesini çizmiş olduğu orijinal teze yeniden dönmek elzem görünüyor.
“RADİKAL DEMOKRASİ”NİN KURAMSAL DAYANAĞI
Mouffe ve Laclau için Marksizmin “teorik krizi”nin biri kuramın kendisinden diğeri de solun benimsemekte zorlandığı pratik gelişmelerden (68 sonrası toplumsal hareketler) kaynaklanan iki temel nedeni vardır. Bunlardan birincisi, işçi sınıfına merkezi ve imtiyazlı bir özne rolü biçilmesine rağmen, kendiliğinden halindeki sınıfın kendisi için sınıfa dönüşmesinin zorunlu olmadığını, tersine olumsal olduğunu kanıtlayan teorik boşluktur. Bu “boşluk”un izinin sürüldüğü eski metinlerden sınıf bilincinin sınıfa dışsal olduğu ve sosyalizm fikrinin işçi sınıfına aydınlar tarafından götürülmesi gerektiğine dair vurgular yazarlarca “Radikal Demokratik” perspektifin kalkış noktası olarak belirlenmiştir. Şöyle denir: “İşçi sınıfının birliği devrimci üstbelirlenme süreci dışında oluşmuş altyapısal bir veri olsaydı, devrimci öznenin sınıf karakterine ilişkin soru ortaya çıkmazdı. Gerçekten bu durumda politik mücadele ile ekonomik mücadele, bu mücadelelerin kendilerinden önce oluşmuş bir sınıf öznesinin simetrik ifadeleri olurlardı. Fakat birlik bu üstbelirlenme süreci ise politik öznellik ile sınıf konumları arasında neden zorunlu bir örtüşme olması gerektiği üzerine bağımsız bir açıklama verilmelidir.”
Yazarlar, işçi sınıfının “altyapının yasaları” uyarınca eninde sonunda devrimci bir özne haline geleceğini söyleyen “Marksist” yazarların tersine politik öznellik ile sınıf konumları arasında böyle bir zorunlu örtüşmenin olmadığı, işçi sınıfı ile sosyalizm arasında ancak raslantısal bir ilişki olduğu kanısındadırlar. Mouffe ile Laclau’nun daha ileride tartışacağımız yöntem sorununu şimdiden derinleştirmeden şu söylenebilir: Marksizmi eleştiren bir metin hazırlamalarına rağmen; işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin Marx’ın ve Engels’in; “dışarıdan bilinç” konusunu “Ne Yapmalı”da kavramsallaştıran Lenin’in söylediklerinden yola çıkmaktansa, yazarlar, Marksizmin ikinci el yorumcularına başvurmuşlar ve zaten çoktan terk ettikleri diyalektiği metafiziğe feda ederek, tarihi ve teoriyi, aşamaları arasında anlamlı bağlar bulunan süreçler olarak değil de birbirinden yalıtılmış –çok sevdikleri bir kavramı kullanacak olursak– momentler olarak okumayı tercih etmişlerdir. Marksizmin teoriyi kabalaştıran dostlarının da 20. yüzyıl revizyonizminin de üzerinde en çok patırtı kopardığı; teorinin diyalektik bütünlüğünü göz ardı ederek; şeyleri ve olayları bir gelişim seyri içinde değil, yalıtılmış ve söylendikleri tarihsel ve yazıldıkları kurgusal bağlamdan koparılmış olarak dile getirilen alıntılar Mouffe ve Laclau’ya da ivme kazandıran başlangıç noktalarıdır. Ortaya çıkan resimde Marksizm, “çeşitli özne konumlarını tek bir konumun ifadesine indirgeyen”…”üst yapıyı alt yapının bir yansısı olarak tarif eden” “sınıfın mevcut bilinci ile tarihsel misyonu arasında gittikçe büyüyen boşluk politik müdahale yoluyla dışsal olarak kapatılabileceğinden abartılmış bir teori…” olarak belirir.
Bu ikisine göre, daha önce de örneğin Gramsci tarafından hegemonya kavramı ekseninde çözülmeye çalışılan “sorunlu teorik alan”, hegemonya sürecinde hala sınıfa ayrıcalıklı bir rol biçilmeye devam edildiği için doldurulamamıştır. “Boşluğu” dolduracak olan Gramsci’nin hegemonya kavramından sınıfı eksilterek başlayan “Radikal Demokrasi” kuramıdır.
O halde, teorik bir sorun olarak görünen sınıf ve bilinç arasındaki ilişkiden başlamakta yarar var.
SINIFLA BİLİNÇ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Lenin şöyle diyordu Ne Yapmalı’da: “Politik bilinç işçiye ancak dışarıdan verilebilir, yani ekonomik mücadelenin alanının dışından verilebilir. Bu bilginin elde edilebileceği tek alan, bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanıdır, bütün sınıflar arasındaki ilişkilerin alanıdır.” Laclau ve Mouffe’un “boşluk” taramak için seçtiği metin Ne Yapmalı değildir aslında. Onlar daha ziyade Ne Yapmalı’nın metafizik yorumunu aslının yerine ele almayı tercih ederler. Bu alıntıdan türetilen sonuç da, eğer işçi sınıfına bilinç dışarıdaki aydınlar tarafından götürülecekse işçi sınıfı diye bir öznenin oluşmasının koşulları işçinin sınıf konumunda yoktur şeklindedir.
Oysa, sınıfa bilincin götürülmesi bahsinde dışarıdaki birilerine örneğin aydınlara rol biçmemektedir, Lenin. “Bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanı” doğrudan doğruya toplumsal sınıf ve katmanların siyasal iktidarla karşılıklı konumlandığı, çatıştığı alan anlamına gelir. İşçi en küçük iktisadi bir talebi için bile ayağa kalktığında, greve gittiğinde devlet ve hükümetin hareket üzerindeki sınırlayıcı müdahalesi, diğer toplumsal kesimlerin bu durum karşısında tuttuğu mevzilenmeler, muhtemel bölünmeler ve ayrışmalar vb. işçi için ilk siyasi bilincin tecrübeye dayalı kaynağıdır. Ancak zamanın sosyalistleri, başına gelen tekil bir örnek üzerinden işçinin kendi konumuyla genel siyasal durum arasında bir bağ kurabileceğini veya onu harekete geçiren talebin, benzerleriyle ortak bir bağ kurmaya yeteceğini ve bu talebi ortaya çıkaran iktisadi koşulların mantıklı bir eleştirisini yapabileceğini/yapması gerektiğini düşünecek kadar, Laclau ve Mouffe kadar hayalperest değillerdi. Makalenin devamında şöyle yazar Lenin: “Bu nedenle, işçilere politik bilgiyi götürmek için ne yapmalı sorusuna, çoğu durumda pratikçilerin –özellikle de ‘ekonomizme’ eğilimli pratikçilerin– yetindikleri yanıtı vermekle kalmamak gerekir; yani yalnızca ‘işçilere gitmek’ yanıtı verilmemelidir. İşçilere politik bilgiyi götürmek için, sosyal demokratlar, toplumun bütün sınıflarına gitmek zorundadırlar, kendi müfrezelerini dört bir yana salmak zorundalar.”
Lenin’in burada kullandığı “götürmek” fiili, onun külliyatını ve pratiğini bilenler açısından bir dışsallığı ima etmez, ama işçi sınıfına dışarıdan bakan veya Sovyet Devrimi’ne hiç yaşanmamış muamelesi yaparak deneyimi kuramda itinayla dışarıda bırakan metafizik bir zihin açısından sınıf ile bilinç arasında bir dışsallık ilişkisinin kurulması kaçınılmazdır, şaşırtıcı da değildir. Oysa parti yani bilinç (götürücü) ile sınıf arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki olarak kurar Lenin. Sınıfın dışında veya üstünde, onu yeteneği ve becerileri dışında bir şekle sokmaya çalışan dışsal bir oluşumdan değil, doğrudan doğruya işçi sınıfının, mevcut tarihsel bağlamdaki en ileri politik bilgiyle donanmış, hareketin gidişatını yönlendiren, bu hareketi daha ileri bir mevziye taşımak için taktikler üreten stratejik önemdeki öncü ve örgütleyici müfrezesi olarak görür partiyi. Partinin varlığı başlı başına işçi sınıfının sosyalizmle bağının kanıtıdır bir bakıma. Onun mücadelesinin içinden doğmuştur, sahip olduğu ve sınıfın geri kalanına “götürmek”le yükümlü olduğu bilinç, işçi sınıfının hareketinin seyrinden çıkarılmıştır. Bu bakımdan işçi sınıfının daha en başındaki, mümkün iktisadi hareketi ile siyasal talebi arasındaki bağ, bu bağı mekanik bir eklemlenmeye indirgeyenlerin düşündüğü gibi, olumsal, sınıfın eylemine dışsal, tarihsizleştirilmiş değil, “zorunlu”dur.
Ne var ki, yine metafizik zihin, toplumsal ilişkilere tarihsel bağlamından kopararak, donmuş ve bu ilişkilerin geleceğine dair hiçbir şey söyleyemeyecekleri “momentler” halinde soyutlayarak odaklandığı için sınıfla bilinç arasında ezelsiz bir bağ kurmaya çalışır. Bu gerçekleşemeyeceği için de, ilişkinin geleceği, aralığın bir türlü kapanmayacağı bir olanaksızlıktır. Oysa Rusya’nın devrimci işçileri kendilerinden önceki ulusal ve dünya ölçeğindeki kuşakların eylem ve mücadele içinde oluşturdukları bilinci hazır bulmuşlardı. Ancak mirasın veya geçmişteki bir deneyimin, şimdi farklı tarihsel ve toplumsal bağlamdaki bir sınıfın bilincinin unsuru olarak yer alabilmesi de, o sınıfın tarihe “dışarıdan”, yani kendi koşullarından, geçmişin bilgisini kendi eylemine yardımcı olacak bir araç olarak yeniden yorumlamasıyla mümkün olacaktır.
Parti, hem geçmiş deneyimleriyle güncel durumun, hem de o an ayrı ayrı yerlerde parça parça ortaya çıkan dağınık eylemlerin koordinasyonunu sağlayan bir aygıt, sınıfın birleşik bir güç haline gelme ihtiyacının ürünüdür. Lenin’in Ne Yapmalı’sı, Rusya’da o sıralarda sınıf hareketinin içeriğini iktisadi taleplere indirgemeye çalışan ekonomistlerle esaslı polemiği içerir. Ve Lenin bu polemiği hiç de hayal ürünü bir mevzide durarak yapmaz. Tersine, iktisadi taleplerle sürdürülen ve doğası gereği parçalı mücadele deneyiminin sınıfa az çok politik bir yönelim de kazandırdığı ve birleşik bir güç olma ihtiyacının giderek açığa çıktığı koşulların tam “içinden” yapar. Onun ve Rus sosyalistlerinin bulunduğu tarihsel konum, elbette sınıfın geçmiş deneyimi ile toplam birikiminin içinden ama sınıfın o anki politik düzeyinin dışında, hareketin geleceğinde oluşmuştur. Şimdi ile gelecek arasında kesintisiz ilişkiyi kuran, böyle bir iç ve dış diyalektiğidir.
Yani hareketin geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilişkisi diyalektik bir ilişkidir.
Mouffe ve Laclau yok sayıyor diye ne “geçmiş kuşakların hayaleti” yok olmuş sayılabilir ne de geleceği olmayan bir bugünden söz edilebilir. Öyleyse ortada, sınıf konumuyla bilinç, kendiliğindenlik ile kendisi için sınıf arasında el çabukluğuyla doldurulmaya çalışılan bir teorik “boşluk” veya bir “kriz” değil, sınıf ile bilinç, özne ile nesnesi arasında eylem ve hareket sayesinde süreç içinde kurulan bir bağ vardır.
ZİHİNSELLİK YA DA SINIF VE SOSYALİZMİN NESNEL OLMAYIŞI
“Radikal Demokrasi”nin teorisyenleri böyle düşünmez. Eğer işçi sınıfına bilinç “dışarıdan götürülecekse”, sosyalizm ve işçi sınıfı arasında zorunlu bir ilişki olmadığı gibi, herhangi bir toplumsal kimlik veya kesim sosyalizmin öznesi olabilir: “İşçi sınıfının hegemonik görevleriyle sınıf kimliği arasında tam bir ayrım vardır… Gerçek işçi sınıfı kendi ‘tarihsel çıkar’larıyla tam olarak özdeşleşmekten uzak olduğundan sınıfın maddiliği ile onun ‘gerçek kimliğini’ temsil eden politik kerte arasındaki kopukluk sürekli hale gelir… İşçi sınıfı gibi tamamen birleşmiş ve homojen bir fail fikrini bir yana bırakmak zorunludur. ‘Gerçek’ işçi sınıfını ve onun sınırlarını bulmaya çalışmak sahte bir sorunla uğraşmak demektir… Açık ki bu işçi sınıfı ile sosyalizmin bağdaşmaz olduklarını değil, çok farklı bir durumu, sosyalizmdeki temel çıkarların ekonomik süreçteki belli konumlardan mantıksal olarak çıkarılamayacağını gösterir… ”
Mouffe-Laclau şu yönden haklıdırlar: Sosyalizmle ilgili temel çıkarlar ekonomik süreçteki belli konumlardan mantık yoluyla veya mantıktan çıkmazlar. İşçi sınıfının sosyalizmden çıkarının olması daha ziyade onun maddi ve nesnel konumlanışıyla ilişkilidir; mantığa öyle uygun geldiği için değil.
Kapitalizm, tarih sahnesine, bir yanda emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan diğer yandan bütün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu gibi üretilen her şeyin bölüşümünü, dolaşımını düzenleme tekeline sahip iki sınıfı yaratarak çıktı. Mülkiyetine sahip olmadığı araçları kullanarak üreten işçi sınıfı, kendi geçim ve yeniden üretiminin koşullarını sağlamaya ancak yeter bir ücretle emekgücünü kiralarken, kapitaliste, ödenmemiş emeğinden oluşan devasa bir artıdeğer hibe etti. Piyasada sözde iki özgür fail olarak karşılaşan ve ücret pazarlığı yapan bir işçi ve sermayedarın ilişkisini formel olarak eşitleyen burjuva yasalarının öz itibarıyla koruduğu özel mülkiyet düzeni, kendisini sorgulayacak en küçük tehdidi bertaraf etmek için ordusu ve polisiyle militarist aygıtlarını beslerken işçi sınıfının payına yoksulluk ve yoksunluk düştü. Marx kapitalizmde işçi sınıfının payına düşen şeyin ironisini şöyle yapar: “Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü metaın diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içine sokan güç bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkarır… Eski para sahibi şimdi kapitalist olarak önde çalımla yürüyor; emek gücü sahibi onun emekçisi olarak peşisıra onu izliyor: Biri önemli insan pozunda, sırıtkan, işbilir; öteki sıkılgan, çekingen, kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan bir kimse gibi…”
Egemen olan sınıf ile “kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan” sınıf arasında, ikincisini tam da böyle bir düzenin ortadan kalkmasından en çok çıkarı olan kesim haline getiren bir antagonist ilişki vardır. Sınıfın bu konumu, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi “söylem” sayesinde ve “söylem” aracılığıyla değil, nesnel gerçeklik içinde kurulur. Böylece, benzerleriyle birlikte üretim sürecinde aynı koşullarda bulunan sömürülen işçi ile üretimin bütün süreçlerini kontrol altında tutan, işçinin ürettiklerine el koyan, artı değeri sermayesine mas eden mülk sahibi kapitalist sınıf arasındaki antagonizma bu koşullar sürdüğü sürece çözülecek bir çelişki değildir.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin gitgide yoğunlaştığı kapitalizm, eninden sonunda, kendi iç çelişkisinin kurbanı olacaktır. Ama, Marksizmi altyapı ile üstyapı arasında bir tekabüliyet ilişkisi kurduğu için eleştiren ve altyapı ile üst yapı arasında herhangi bir önsel ilişkiyi reddederek tezin geçersizliğini ileri süren “düzelticiler”in sandığı gibi, Marksizm kaçınılmaz yasalar icat edip sonra da hayatı bunlara uydurmaya çalışmaz.
Marksizmin “zorunluluk”tan anladığı, kapitalist üretim ilişkilerinin eninde sonunda kendi mezar kazıcılarını harekete geçirecek bir potansiyele sahip olduğu ve bu potansiyelin de sınıfın hareketini kaçınılmaz olarak koşulladığıdır. Bu bilgi, işçi sınıfının üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla eylemi arasındaki bağdan çıkar. Tarihsel deneyimler de bunun pratik kanıtı olmuştur. Ama bu bağ ancak sınıfın hareketi tarafından kurulabilir, eğer işçi sınıfının ve emekçilerin talebi sınıfın partisinin programatik stratejisiyle örgütlenmemişse, kendiliğinden kurulamayacaktır. Kendiliğindenlikten kendisi içinliğe geçişin işçi sınıfının kendi koşullarındaki olanaklılığına işaret eder Marksizm ve bu olanağı sınıfın eyleminin dışında görmez.
Marksizmin kimi karikatüristleri zorunluluğun bu diyalektik tanımını iğdiş etmişler ve çelişkilerinin, kapitalizmi, zorunlu olarak sosyalizme evrilteceğini de iddia etmişlerdi. 80’li ve 90’lı yılların “Bilimsel Teknik Devrim”cileri teknolojik gelişimin üretimi artıracağını, işgücüne ihtiyacın kalmayacağını vb. söyleyerek, bu sürecin kapitalist sınıfın iktidarını da gereksizleştireceğini iddia edenler arasındaydı.
Ne var ki, bu tahrifatçıların kolaycılıkla indirgediği gibi, Marksizmin üretici güçlerden kast ettiği sadece teknoloji veya üretim araçları değildir. Onlarla birlikte işçi sınıfının kendi “öz faaliyeti”nin bütünüdür.
Kapitalizmde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, soyutlama düzeyinde, işçi ile kapitalistin fabrika ortamında karşı karşıya geldiği andan itibaren başlar. Üretim süreci boyunca işçinin kendi konumuna dair deneyimlediği her tecrübe, ezildiğinin ve sömürüldüğünün farkına varmasını kolaylaştırır. İşçinin kendisiyle, işverenle, devletle, diğer toplumsal sınıf ve katmanların konumu ve hareketiyle ilgili bilgisinin gelişmesi ve politik bir kavrayışa ulaşması, maddi bir güç olarak onu, mevcut üretim ilişkilerine ve ”bu ilişkilerin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düş”ürür. Bütün yeteneklerini körelten, onu insanlıktan çıkaran ve sefalete mahkum eden kapitalizme karşı “bir devrim çağını başla”tır.
Başka hiçbir sınıf ve tabaka bu kadar dolaysızca kapitalist sömürü mekanizmasının içinde yer almaz. Başka hiçbir sınıf ve katman kapitalizme karşı istikrarlı bir mücadelenin sürdürücüsü olabilme potansiyeline sahip değildir. Ve yine başka hiçbir sınıf ve tabaka, işçi sınıfı kadar, üretim araçlarına el koyulması ve toplumsallaştırılması ile mevcut devlet cihazının parçalanarak yerine formel olmayan bir eşitlik ve özgürlüğün inşa edilmesini gerektiren kendi nesnel koşullarından kaynaklanan bir çıkarın sahibi ve temsilcisi değildir.
“Radikal Demokratlar” ise, sınıfları ortaya çıkaran ve birbirine karşı konumlandıran kapitalist nesnel koşullardan veya iktisadi ilişkilerden hiç bahsetmezler. Sadece bu nesnel koşulların sınıf çıkarı diye bir şeyi yaratmadığını ısrarla iddia ederler. Eğer nesnellik herhangi bir sınıf konumunu koşullamıyor ve sosyalizm ile herhangi bir sınıf arasında nesnel bir bağ kurulmuyorsa, geriye bu ilişkinin söylem ile kurulduğunu ileri sürmekten başka bir şey kalmayacaktır ki, zaten Mouffe ve Laclau’nun temel tezi de budur: “Sınıf konumları tarihsel çıkarların zorunlu yeri değildir. Görevin bir sınıfla zorunlu bağlantısının olması son bulduğu ölçüde o sınıfa kimliğini sadece bir hegemonik formasyondaki eklemlenişi verir… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını ve bunlar arasındaki eklemlenmenin dışsal olup ikisinden birinin diğeriyle birleşmek üzere doğal bir sonucu olmadığını gösterdik…”
Kitabı okumayanlar için bir kısa not gerekirse, Mouffe ve Laclau “… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını”, toplumsal ilişkilerin Marx’ın öngöremediği bir değişimin vuku bulması üzerine, gerçekliğin yepyeni bir analizini yaparak, toplumsal sınıf ve kesimlerin hareketini izleyerek göstermemişlerdir. Tamamen eklektik alıntılar üzerine kurulan “Radikal Demokrasi” stratejisi, ikilinin zihnindeki kavramların, önceden oluşturulmuş bir teze doğru, gerçekliğe tekabül etmeyen hareketinden türetilmiştir. Özne ve hedef arasındaki ilişkinin, işçi sınıfı ve sosyalizmin birbirinden zihindeki metafizik kopuşu, tamamen onların parlak beyninin ürünüdür.
Peki, ama sosyalizmi konuşmamıza sebep olan şey tarihsel toplumsal ilişkilerin niteliği değilse ve bu ilişkilerin cereyan ettiği bağlam olarak kapitalizm sosyalizmin kurucu öznesi olarak belirli bir sınıfın hareketinin ortaya çıkmasını koşullamamışsa, yazarların sosyalizm olarak kavramsallaştırdığı zihinsel mamül nedir ve toplumsal özne kimdir?
KİMLİK, SÖYLEM VE KARARSIZ ÖZNELLİK
“Radikal” stratejinin belki de en eğlenceli yönü bu sorulara verilen yanıttır. Şuradan başlayalım:
Yazarlara göre; toplum sabitliği olmayan, kararsız bir takım kimliklerden oluşur. Kimlikler karakterlerini bir hegemonik formasyon içindeki eklemlenişlerinden alır. Dolayısıyla herhangi bir kimlik ancak ilişkisel olarak kurulabilir. Ama bu ilişkisel sistemin kendisi de kararsız ve sabitsiz olduğundan toplumsal kimliklerin anlamı da sürekli ertelenmiş olur. “Son dikiş” momenti hiçbir zaman gelmez. “Bütün özne konumları söylemsel konumlar olduklarından, bütün söylemlerin açık karakteri onların da karakteridir; bu yüzden de çeşitli konumlar kapalı bir farklılıklar sistemi içinde tümüyle sabitleştirilemez.”
İkili, Foucault’dan ödünç alıp geliştirdikleri ve teorilerini inşa etmek için kullandıkları “söylem” kavramını “eklemlenen öznelerin yayılımından önce gelen, eklemleyici pratikten doğan… öznelerin dil ile kurulduğu” pratik olarak tanımlar. Bu söylem içinde olan veya başka söylemin ögesi durumundaki çeşitli “özne konumları” ya da birbiriyle eşdeğerlik halindeki kimliklerin hegemonik bir güç elde etmek için verdikleri mücadele söylemin biçimini belirler. Ancak hepsi birbiriyle ilişkisi içinde kurulan kimliklerin sabitsizliği söylemin ve hegemonyanın kapanmasını engeller. Çünkü herhangi bir kimliğin hegemonik olması da hegemonyaya tam olarak eklenmesi de mümkün değildir. “Nihai bir anlam sabitliği olanaksız” ama “farklılıkların akışının kendisinin olanaksız olmaması için kısmi sabitleşmeler mümkün”dür. “Toplumsal kendini bir toplumun anlaşılır ve kurulu biçimlerinde sabitleştirmeyi başaramazsa da, yine de bu olanaksız nesneyi kurma yönünde bir çaba olarak var olur.”
Toplum kavramını (Laclau’nun bir başka kitabında değindiği gibi, toplum olanaksız olduğu için) bir analiz zemini olmaktan çıkaran yazarlar için söylem, asla tanımlanamayan kimliklerin, asla oluşamayan bir toplumsallığı kurmak için giriştikleri oyundur. Hiçbir kimlik özü gereği veya nesnel çıkar bağlamında oluşmaz. Kadınların mücadelesi ve talepleri onların ezilmesiyle ilişkili değildir de, üzerlerindeki tahakkümü baskı olarak hissetmelerine yol açan söylemsel bir pratikte bu mücadele ortaya çıkar. İşçiler bir sınıf oldukları için sınıf mücadelesi yürütmezler. Onlarla hegemonik sosyalizm söylemi arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi, sosyalizm söylemini hegemonik hale getirmeye çalışan bir başka öznenin kendisi de, işçi de, bu söyleme sabit bir biçimde eklemlenemez. Hiçbir hegemonik durum oluşamaz.
Bu “olanaksızlık” vurgularının, bir türlü oluşamamanın, sabitlenememenin, “son dikiş”in atılamamasının… bütün bu olamama halinin gündüz yaşananların anlamsız parçalar halinde bir araya geldiği bir rüyada bir türlü devinemeyen kişinin haline benzemesi bir raslantı değildir. Zira Mouffe ve Laclau, bir zamanlar materyalistlerin teorik eleştirisinin altında enkazda kalan idealizmin yeniden dirilme imkanı bulduğu koşullarda tezlerini ileri sürdüler. Kapitalizmin iktisadi nesnel gerçeklikleri ile ideolojik ve siyasi ilişkiler arasındaki “son analizdeki” bağı koparıp, sözde altyapının bütün ideolojik süreçleri birebir yansıttığını ve bu yansıyanların tamamen edilgen olduklarını iddia eden “Marksistler”e savaş açabilme cüretini bulmalarını ve kuramlarının hatırı sayılır bir çevreden ilgi görmesini bu koşullara borçlular. “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabı, Marksizmin iktisadi ilişkilerle siyasi-ideolojik biçimler ve kurumlar arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir yansıma ilişkisi olarak kurguladığını varsayan sonra da kendi kurgularını doğru kabul ederek buna savaş açan teorisyenlerin siyasal alanın belli orandaki özerkliğini kanıtlama çabalarından (Poulantzas) başlayan ve giderek ideolojiyi artık bağımsız bir alan olarak tarif ettikten sonra politik iktisada bir daha dönmemek üzere yüzünü çeviren yazarların çabasının son noktasında yazılmıştır. Ama sadece bu değil, 80’ler işçi sınıfı hareketinin gerilediği, örgütlerinin dağıldığı, neoliberalizmin, giderek yoğunlaşacak yıkımının başladığı yıllardır. İşçi sınıfının eyleminin ve teorisinin yoğun bir saldırı altında geriye çekildiği bu koşullarda ampirik idealistin görebildiği tek şey, kapitalizm bütün kurumlarıyla kendisini yeniden onarırken, yıkılmakta olan Sovyetler Birliği nezdinde sosyalizmin başarısız ve bu yüzden unutulmaya terk edilmesi gereken bir deneyim olduğuydu.
“Radikal Demokrasi” teorisyenlerinin, imkânsız vurgusuyla biten bütün cümleleri kitaplarının başlığına aldıkları sosyalizm ile ilgilidir. Marksizmin ikinci el yorumcularından buldukları kuramsal açıklığın bir daha hiç kapanmayacağı tespitiyle sorunsallaştırılması ve bunun üzerine “liberal demokrasi”nin kalıcılığını ebediyen garantileyen bir strateji üretmeye çalışırken düştükleri durum hiç sürpriz sayılmamalı.
İkilinin “Radikal Demokrasi tasarısının bileşenlerinden biri” olarak gördükleri –türlü Marksizm eleştirmenlerinin zihinlerinden ödünç aldıkları zihinlerindeki– sosyalizm, açıkça ve kendilerinin de ifade ettikleri biçimde liberal demokrasiden başka bir şey değildir.
Fakat sosyalizmin etik, kültür, felsefe gibi ideolojik içeriklerden biri değil de, aynı zamanda mevcut devlet cihazının parçalanarak kurulması gereken bir siyasal sistem olduğu, 1871 Paris Komünü’nde ve 1917 Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı tarafından pratik bir kanıt olarak gösterilmiştir. “Radikal Demokratlar” devleti bir sorun olarak tanımlamazlar, siyasi iddialarını “politik alanların çoğaltılması ve iktidarın tek bir noktada yoğunlaşmasının önlenmesi ve toplumun gerçekten demokratik her dönüşümünün önkoşulunun” oluşması üzerine kurarlar. Bu tavsiyenin sosyalizmle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur, doğal olarak. Böylece yazarların tumturaklı kalemi, tepeden tırnağa silahlanmış, kendi ülkesindeki yurttaşlarının yanı sıra başka ülkelere göz dikerek onların bütün kaynaklarını kurutmak üzere iştahını bileyen, polisi, askeri hukukuyla eşitlik ve özgürleşme mücadelesi vermeye yeltenenlerin üzerine çökmeye amade, ve hiç de söylemsel olarak kurulmamış, tersine şiddetin cisimleşmiş ifadesi olarak alabildiğine gerçek kapitalist devleti teoride yeniden inşa etmiştir.
Sosyalizmin hayal alemine gönderilmesi, imkansız bir ütopya derekesine indirgenmesi ve yüzer gezer kimliklerin bir türlü kapatılamayan hegemonik söylemi içinde dile gelen bir kavram olarak resmedilmesi bu gerçekliğin altını iyice çizmek içindir.
BİR KEZ DAHA ALTYAPI VE ÜSTYAPI MESELESİ
Tarihteki her durumun iktisadi ilişkiler içinde açıklanacağını öne süren Marksizmin pozitivist yorumu ideoloji, etik ve sanat gibi maddi olmayan üretimlerin alt yapının düz bir yansıması olduğunu iddia eder ve egemen sınıfın kültürünün egemen kültür olduğu Marksist tezini de yanlış yorumlar. Bu, sınıf mücadelesine iktisat dışında bir alan tanımayan mekanik yorum pek çok kez Marksizmin eleştirisinin başlangıç noktası olarak görülmekle kalmadı; giderek kültür, sanat, ahlak, hukuk ve ideolojinin kendi başına bağımsız bir hareketinin olduğunu kanıtlamaya çalışan yazarlar iktisatla ilişkisi artık tamamen görünmezleşen kültürelci bir yaklaşımla kuram üretmeye devam ettiler. Politik iktisadın terk edilmesi, kuramcıları, sosyalizmin bir iktisadi-politik sistemden ziyade bir ideoloji olduğu noktasına savurdu. Bu şu anlama geliyordu ki; sosyalizm, üretici ama mülksüz sınıfın üretim araçlarına el koyup toplumsallaştırmasıyla ve kapitalist devlet cihazının parçalanarak sosyalist bir devletin kurulmasıyla sonuçlanacak bir devrim mücadelesinin değil, artık iktisadi belirleyeninden koparak özerk bir hayatiyet kazanmış ideolojik alanlardaki mücadelenin ürünü olacaktı. Dolayısıyla olamayacaktı.
Gramsci hegemonya kuramında; rıza mekanizmalarını işleterek yurttaşları kendisine bağlayan egemen sınıfın “tarihsel blok”una karşı, mevzi savaşı yürüterek toplumun diğer kesimlerini kendi etkisine alan işçi sınıfının sivil toplumda oluşturacağı “hegemonik blok”un kurulmasının olanaklarını tartışır. Toplumdaki diğer toplumsal sınıf ve katmanlar işçi sınıfının ideolojik, entelektüel hegemonyasına dahil oldukları taktirde egemen sınıfın kitleler üzerindeki etkisi azalacak ve toplumsal dönüşümün yolu açılacaktır. Devrim sürecini sonsuza kadar uzatan, siyasal iktidarın devrilmesi veya ele geçirilmesini sivil toplumdaki uzun hazırlık sürecinin ürünü bir “tarihsel blok” oluşumunun sonrasına erteleyen ve böylece devrimci dönüşümün sonsuz veya erken ortaya çıkan olanaklarını ıskalayan hegemonya kuramı, Marksizmin alt yapı ile üst yapı arasında kurduğu ilişkiyi sorunlu gören kesimlerde, politik mücadeleye karşı ideolojik mücadelenin elzem olduğu düşüncesini besleyen bir zemin oldu.
Mouffe ve Laclau da “Radikal Demokrasi”nin Gramsci’nin hegemonya kuramıyla bir nesep ilişkisi içinde olduğunu yazarlar; ancak bu kuramdan işçi sınıfını eksiltirler. Geriye kalan ise; artık politik ve iktisadi iddiası konu dışı bırakılmış sosyalizmin var olan diğer söylemler (veya ideolojiler) arasında bir “söylem”, ona “merkezi ve ontolojik” bir özne karakteri kazandıran tarihsel ve toplumsal bağlarından arınmış işçi sınıfının diğer özneler arasında onlarla eşdeğer olanakla sosyalizme eklemlenmesinin olumsallaştığı bir özne; devletin, ideolojinin, kültür hukuk ve ahlakın belirli tarihsel koşullarda ve belirli üretim tarzı içinde herhangi bir sınıf karakteri taşıdığı söylenemeyecek birer söylem alanı haline geldiği kurgudur.
Gerçekte ise, 20. yüzyıl revizyonizminin ve post Marksizmin öne sürdüğü gibi, Marksizm alt yapı ile üst yapı arasında aynasal bir yansıma ilişkisi kurmaz. Kültürün, hukukun, ahlakın ve zihinsel yaşamın altyapıdan birebir yansıdığı bir teorik düzlemin zaten sınıf mücadelesine veya herhangi bir dönüşüme olanak tanımayacağı açıkken, tarihin dönüştürücü eylemini sınıf mücadelesi olarak belirleyen bir teorinin bunu iddia ettiğini öne sürmek elbette bir saçmalıktır. Marksizm, egemen sınıfların işçi sınıfı ve diğer kesimler üzerinde fikri bir üstünlük kurmak, kendi politik çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi gösterebilmek ve sistemin derin eşitsizliklere dayalı temelini hukuki metinler ve kurumlar sayesinde yurttaşlarda formel bir eşitlik olduğu duygusu yaratmak üzere gizleyebilmek için kullandığı bütün ideolojik yöntemler ve biçimlerle mücadeleyi sınıf mücadelesinin kapsamında görür. Bunu iki nedenle önemser; birincisi egemen sınıf ideolojisinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak, ikincisi de ezilen sınıfların örgütlenmesini kolaylaştıracak nefes alma alanlarını genişletmek için.
Bu nedenle belirli tarihsel koşullarda ve belirli bir üretim tarzı içinde işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerinin genel olarak devlet kurumlarında, hukuk alanında veya ideolojik planda bir takım değişiklikleri mümkün kılması ve sınıfın bunun için de mücadele etmesi gerektiğini söylemek başka bir şeydir; devletin, hukukun ve egemen ideolojik kurumların sınıf karakteri olmadığını söylemek başka. Nitekim hiçbirinin hukuk sisteminin ve devlet biçiminin tıpatıp aynı olmadığı kapitalist ülkelerde sınıf mücadelelerinin ve egemen sınıf fraksiyonlarının kendi içlerindeki çatışmaların izleri, yönetsel aygıtın mekanizmalarının nasıl işletileceğini, kurumsallaşmaların kaderini belirler. 20. Yüzyılın ikinci yarısında gelişmiş kapitalist ülkelerde, savaş sırasındaki antifaşist cephe mücadelelerinin birikiminin üzerinde yükselen kitlesel politizasyonun, emek örgütlerinin görece güçlenmesinin ve elbette savaştan zaferle çıkmış Sovyetler Birliği’nin kapitalist ülkelerdeki emekçi sınıflarda uyandırdığı sempatinin yüzü suyu hürmetine, sermaye birikimi koşulları da elverdiği için uygulanabilen ve “sosyal devlet” olarak adlandırılan politik biçimi mümkün kılan şeyi, emekçi sınıfların mücadelesi dışında bir etkenle açıklamak zordur. Emekçi sınıfların mücadelesi, bu mücadele onu yıkabilecek kadar güçlenmediği ama tehdit edici derecede büyüdüğü sürece, kapitalist devleti ve kurumlarını bazı ödünler vermeye zorlar. Ama bu, onun, özel mülkiyet sisteminin idaresini düzenleyen, sınıf çatışmalarını sömürücü sınıflar lehine bastıran karakterinin iptali ve sınıfsal özünün silindiği anlamına gelmez. Tam da bu yüzden, 80’lerden itibaren sınıf hareketinin gerilediği, emekçi örgütlerinin dağılmaya başladığı koşullarda kapitalist egemen sınıf, kendisine pahalıya mal olduğu için “sosyal devlet” denen oluşumu tasfiye etmeye girişmiştir; yarım yüzyıllık birikimi hızla tasfiyeye girişmiştir.
Mouffe ve Laclau şöyle yazar: “Devlet, sivil toplumdan bir hendekle ayrılmış bir aracı değil, içinde meydana gelen hegemonik eklemlenmeler tarafından sadece görece olarak bütünleştirilmiş eşitsiz bir kollar ve işlevler dizisidir… Devletin birçok demokratik antagonizmanın yeri olabileceği unutulmamalıdır.”
Ne var ki, antagonizmaların çözüldüğü yer devlet değildir kesinlikle. Antagonizma sözcüğü emekçi kesimlerle devlet arasındaki ilişkinin niteliğini tanımlamaya ilişkin kullanılabilir ancak ve bir antagonizmanın çözümü birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içindeki unsurların iptal olması/ortadan kalkmasıdır. O halde burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki antagonizma burjuvazinin tasfiyesiyle ve kapitalist devlet ile işçi sınıfı arasındaki antagonizma bu devlet cihazının parçalanması ve bir şiddet aleti olarak devletin “sönümlenme”ye gidişinin tek yolu olarak işçi sınıfının kendisini devlet halinde örgütlemeye başlamasıyla çözülebilecektir.
Böylece Ellen Meiskins Wood’un laf hokkabazlığı yapmakla eleştirdiği ikilinin parlak üslubunun, aslında, burjuvazinin alt sınıflara yönelik şiddetinin yoğunlaşmış ifadesi ve kendi sınıf egemenliğinin garantisi olan yönetim aygıtını hedef olmaktan çıkararak, işçi sınıfı başta, tüm ezilenleri bu kapitalist devlet egemenliğinin ve işleyişinin bir parçası haline getirmek üzere böyle cümleler kurduklarını söyleyebiliriz artık. Bunu birçok kez de ifade etmişlerdir: “Solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir.” Ve “Sosyalizm radikal demokrasi tasarısının bileşenlerinden biridir, radikal demokrasi sosyalizmin bileşeni değil…”
Sonuçta; “Radikal Demokrasi” kapitalist sistemin yarattığı sınıfsal, ulusal, etnik, ırksal ve cinsel sorun ve dışlamalara karşı örgütlenip mücadele eden bütün kesimlerin iğdiş edildiği ve burjuva devletin geniş hükümranlık alanında eritildiği; kimlik gruplarına ve onların özneliklerine değer veriyormuş gibi görünerek bütün kimlikleri nihilizan hiçlik potasında erittiği bir liberal demokrasiye methiye stratejisidir.
Marksizmi “kriz”de varsayıp onu 1968’de ortaya çıkan toplumsal hareketleri ve özne çeşitliliğini görmemekle eleştiren Mouffe ve Laclau (Burada “Marksizmin krizi”nin kaynaklandığını iddia ettikleri ikinci noktaya geliyoruz); bir zamanlar Marx Yahudi Sorunu üzerine yazmamış, Lenin ve Stalin ulusal sorun üzerine kalem oynatmamış ve bu sorunla yıllarca hiç uğraşmamış, komünistler kadın sorunuyla hiç ilgilenmemiş, yoksul köylülüğün toprak talebine kulaklarını tıkamış, ırkçılıkla ve nükleer felakete karşı savaşmamış gibi davranmayı, bütün tarihsel birikimi yok saymayı tercih ediyorlar. 1968’in sadece bir gençlik hareketi değil aynı zamanda bütün dünyada işçi ve emekçi eylemlerinin yükselişiyle karakterize olduğunu, dönemin komünistlerinin bu eylemlerin örgütlenmesinde rol aldıklarını görmüyorlar. Türkiye’de de 1968 sadece radikal ve militan devrimci gençlerin eyleminden ibaret değildi. Kentli orta sınıfı harekete geçiren toplumsal koşullar üretici köylülüğü, işçi sınıfını da ayağa kaldırmıştı ve yanlarında devrimciler vardı. Dolayısıyla “Marksizmin krizi”nin nedenlerinden biri olarak görülen toplumsal hareketlere Marksistlerin pratik ilgisizliği, yalan değilse, eksik bir bilgi niteliğindedir. Lenin Ne Yapmalı’da şöyle yazmıştı: “Eğer işçiler hangi sınıfları hedef alıyorsa alsın, her türden baskı, zorbalık ve suistimallere tepki göstermeyi öğrenmemişse ve bu tepkiyi herhangi bir bakış açısından değil, tam da sosyal demokrat bakış açısından göstermeyi öğrenmemişlerse işçi sınıfının politik bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz. Eğer işçiler diğer toplumsal sınıfların her birini, bu toplumsal sınıfların düşünsel, moral ve politik yaşamlarının bütün görünüm biçimlerini somut ve aynı zamanda mutlaka güncel politik olgu ve olaylardan gözlemeyi öğrenemezse; toplumun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının eylem ve yaşamlarının bütün yönlerinin materyalist temelde yapılan çözümlemesini ve değerlendirmesini pratikte kullanmayı öğrenemezse işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz. İşçi sınıfının dikkatini, gözlem gücünü salt ve sadece ağırlıklı olarak bile sınıfın kendisi üzerinde yoğunlaştıran kişi, sosyal demokrat değildir…”
Demek ki, Marksistler toplumun çeşitli kesimlerinin taleplerini kendilerine dışsallaştırmamışlar, tersine bu hareketlerle ilişki kurmuşlar ve işçi sınıfının her bireyini bu konuda eğitmeye çalışmışlardı. Elbette bu ilgi sosyalist temelde, işçi sınıfının stratejik programı kapsamında bir ilgiydi. Post Marksizmin toplumsal hareketlere bunlar sistem içi bir güzergahta seyretsinler, devrimci bir nitelik kazanmasınlar ve nihayet liberal demokrasinin çeperini fazlaca zorlamasınlar diye gösterdikleri ilgiden ve önerdikleri stratejiden daha etik, politik ve insani bir ilgidir bu. Kimlik grupları, ezilen uluslar, kesimler ve cinslerin talepleri, çevre ve ekoloji mücadelesi bir sosyalistin kendisine ait hissetmediği talepler olamaz ve olmamıştır da. Ancak bu taleplerin kendiliğinden anti kapitalist ve dönüştürücü olduğunun, kapitalizmin de sistem içi çözümlerle kimi talepleri yatıştırmayacağı veya şiddetle bastırmayacağının bir garantisi de yoktur.
Rusya’da askerler, köylüler ve tüm ezilenlerle birlikte devrim yapan işçi sınıfının dünya tarihi ve coğrafyasını değiştiren eylemi ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm deneyimi, eğer eleştirinin konusu olmayacaksa, Post Marksist kuramcıların özenle ve politik bir kasıtla üstünü örttükleri bir tarihsel gelişmedir. Bugün Sovyetlerin yıkılmasından yola çıkarak sosyalizmin başarısız bir sistem olduğuna, sadece olduğuna değil, olmak zorunda olduğuna inananların yeni bir demokrasi modeli arayışı, Laclau ve Mouffe’un da düştüğü durum gibi, onları ister istemez kapitalizmin içinde çatlaklar yaratmakla yetinme tuzağına düşürmüştür. Yerelleşme, otonomi, özerklik, özyönetim gibi ışıltılı laflarla oluşturulan stratejik modellerin, Marx’ın ta Proudhon’la polemik yaparken teorinin çöplüğüne gönderdiği 19. yüzyıl ütopisinden esinlenerek doldurulan içeriği, bir zamanlar adına “Sovyet” denen, patenti 1905 devrimini yapan halka ait olan ve 1917den sonra da Bolşeviklerin olduğu gibi benimsediği yönetsel organ unutularak yeniden ısıtılıyorsa, bunda bir tuhaflık olduğunu tespit etmek gerekiyor.
Lenin, sosyalizmi tarif ederken kullanmayı tercih ettiği iki sözcük olan elektrifikasyon ve Sovyetlerle, bir yandan halkın refah düzeyini artırmak için gerekli üretimin bütün kısıtlarından kurtularak gerçekleştirilebilmesine, diğer yandan da bu üretim sürecine dair halkın denetimine atıfta bulunuyordu. Sovyet örgütlenmesinin içeriğini ve işleyiş mekanizmasını pek çok yerde tarif etmişti Lenin; esasen bütün halkın yerel düzeylerde yönetime katıldığı, kendi temsilcilerini geri alabilme hakkı baki kalmak üzere bir üst organa gönderebildiği, bürokrasisiz ve sömürüyü kaldırmayı hedefleyen bir düzenin teminatı, kendi güvenliğini silahlı halk milisleri tarafından güvenceye alan Sovyet örgütlenmesi, yine Lenin’in deyimiyle, “Avrupanın en gelişmiş demokratik ülkesinden daha demokratik bir ülke” haline gelme yolundaki Sovyetler Birliği’nin siyasal, iktisadi ve toplumsal yapıtaşıydı.
Lenin, 16 Nisan 1917’de Köylü Vekilleri Kongresi’nde seslenirken şöyle diyordu: “Demokrasi vaazı vermek yeterli değildir; demokrasiyi ilan etmek, yasalara geçirmek, halkın ‘temsilci’lerini demokrasiyi hayata geçirmek üzere temsili kurumlara sokmak yeterli değildir. Demokrasi yukarıdan ‘denetim’ olmaksızın, bürokrasisiz, kitlelerin kendi girişkenlikleri ile, devlet faaliyetlerinin her alanına etkin bir biçimde katılmalarıyla aşağıdan ve bir defada inşa edilmelidir.
Polisin, bürokrasinin ve ordunun, halkın tümünün toptan silahlanmasıyla, kadınlar dahil tüm halkın milisleriyle değiştirilmesi ivedilikle yapılabilecek ve yapılması gereken pratik bir iştir… En aşağıdakilere dek uzanarak yönetme sanatını yalnızca teoride değil, pratikte de halka öğretmek; bunu yaparken, kitlelerin deneyimlerinden her yerde yararlanmak… İşte bunlar özgürlüğün hiçbir çar, hiçbir kabadayı general ve hiçbir kapitalist tarafından yok edilemeyecek güvenceleridir.”
Komün, diyordu Lenin, 22 Eylül 1917’deki Tüm Rusya Demokratik Konferansı’nda, “Proletaryanın yalnızca önünde hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğini, aynı proletaryanın bu mekanizmayı parçalayıp yerine yenisini koymak zorunda olduğunu bize öğretti… Hem yasama hem de yürütme erki halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olmalıdır.”
Ve bir alıntı daha:
“Elbette bizler ütopyacı değiliz. Bir düz işçinin ve aşçının hemen bir anda devlet yönetimini kıvıramayacağını da elbet biliyoruz. Biz devleti yönetmekte alelade işlerin günlük uygulanışında yalnızca zenginlerin ya da zengin ailelerden seçilen memurların yetenekli olduğu yolundaki önyargının hemen ve kesinlikle terk edilmesini istiyoruz. İstiyoruz ki sınıf bilincine ulaşmış işçiler, askerler devlet yönetiminde yetişsinler ve bu işler hemen başlasın. Tüm çalışan halkı ve yoksulları bu iş için yetiştirmek üzere ivedi bir başlangıcın gerçekleşmesi mümkündür.”
Lenin’in söyledikleri ve 1917’den sonraki gelişmeler işçi sınıfının demokrasiyi günümüzün “Radikal Demokratlar”ından daha radikal bir biçimde ele aldıklarını açıkça gösterir. 7 Kasım 1917’de “İşçiler, köylüler ve tüm emekçi halk tüm iktidarı kendi Sovyetlerinizin eline alın” diye seslenen parti, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi, işçi sınıfının sahip olmadığı politik çıkarlarını önsel olarak zihinde kendisi kurmamıştır. Halkın gerçek bir demokrasiye olan ihtiyacı, işçi sınıfı hareketinin içinden çıkardığı ve talebin cisimleşmiş ifadesi ve açılımı olan sosyalist partiyle birlikte pratik bir gerçekliğe dönüşebilme şansını bulmuştur ve bu şans kapitalist düzende ve burjuva bir devlet bütün haşmeti, mülkiyet düzenini koruyan yasaları ve silahlı gücüyle dimdik ayakta dururken yakalanacak bir şans değildir.
YÖNTEM ÜZERİNE…
Bitirirken, “Radikal Demokratlar”ın toplumu analiz ve uslamlama yöntemleri üzerine birkaç değinmede bulunmak şart görünüyor. Laclau ve Mouffe’un kavramlardan yürüyerek kendi içinde tutarlı görünen bir başka kavramsal düzeye sıçrama yöntemi aslında yeni bir yöntem değil. Kendilerinden önceki idealistler de gerçek hayata ve insanlar arasındaki gerçek ilişkilere odaklanmak yerine ya bağlamından koparılmış kavramlara zihinde doğumlar yaptırdılar ya da içinde hareket etmelerini kolaylaştıracak kavramsal bağlamlar icat ettiler. Bu kavramsal hareketin meta okumasını yaparak, aslında gerçeklikle nasıl çarpık bir ilişki kurulduğunu, yine hem teoride her zaman takdirle andığı ve kendisinden esinlendiğini söylediği Hegel’i idealizmini eleştirerek ayakları üstüne oturtan, hem de 18. ve 19. yüzyıl burjuva politik iktisatçılarını eleştiren Marx söylemiştir. Marx’a göre, örneğin burjuva mülkiyet ilişkilerinin çok iyi bir resmini çıkaran Smith ve teoriye emek kategorisini ekleyen ilk iktisatçı Ricardo’nun analizin başlangıcında ele aldıkları “bireysel ve tecrit edilmiş balıkçı ya da avcı” figürü yazarların zihnindeki bir görünüşten ibarettir. Bunlar 18. yüzyılın gerçeğe uymayan yavan halleri içinde yer alırlar. Marx bir yandan Ricardo ve Adam Smith’i Robensonculukla eleştirirken, diğer yandan 16. yüzyılda hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda büyük adımlarla olgunluğa yürüyen burjuva toplumunun bir müjdelenmesi olarak görür bu zihinsel yansımayı. “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini, daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan yığışımının unsuru haline getiren doğal bağlardan kopmuş olarak görünmektedir. 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış ideal olarak görünmektedir. Onlar bunda tarihsel bir sonuç değil tarihin bir hareket noktası olarak görmektedirler…”
Mouffe ve Laclau da kapitalizmin, bireysel bencilliğin yüceltildiği, insanları bir arada tutan bütün manevi bağların parçalandığı ve benliklerinin yıkıma uğradığı ve bu yüzden de gerçeklikle tekabüliyeti “olumsal” “gezici gösterenler”in peşine takılmaktan başka ellerinden başka bir şeyin gelmediği bugünkü koşullarında, nüfusun toplamında geçmiş deneyimin mantıklı bir inkarını ve geleceğin olanaksızlığını görmektedirler. Güvensizlik, güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirme politikaları, tekil ve bağlantısız insan tipini inşa ederek insanın kendi öz güçlerini yıkıma uğrattığından bu yana, insan tekinin görünür olmayan, ama onda bir potansiyel keşfetmeye yatkın yazarların önvarsaydığı dönüştürme yeteneği, gerçek bir dönüşümün teminatı olarak ele alınabilecek kadar iradi bir tasarrufun konusu olmuştur. Onun disipline edilmemiş yüzer gezer gücü, ne olduğuna ve toplumsal konumuna dair fikirsizliği siyasal stratejinin ayak basacağı kaçınılmaz ve değişmez bir zemindir adeta. Böyle bir bireyin unuttuğu tarih, bağ kuramadığı sınıfsal konum, gelecek öngörüsü, yazarların zihninden de eksilmiştir. Hareketsizliği içinde algılanan birey ya da kesimler bir stratejinin odak noktasında bulunduklarında, artık süreçler değil anlar, maddi ilişkiler değil bölük pörçük söylemler, talepler değil arzular önem kazanır. Teorinin bütün çabası bu hareketsizliği halindeki insana uygun makul ve iç tutarlılığı olan kavramsal bir ufuk imkanı sunmak olsa bile, hareketin zihindeki yansıması, mevcut sistemin ötesine ulaştıramayan bir yönelime sahip olacaktır ve görüneni, olduğu haliyle, geleceksiz ve parça parça tekrar etmekten başka bir işe de yaramayacaktır. Geçmiş ve geçmişte söylenmiş her şey bağlamsız, düşünce süreçsiz, zaman kesintili ve anların toplamından ibaret, alıntılar metnin süreksizliğinden mustariptir. Böylece, Marx’ın deyimiyle, gerçeklik bir hareket noktasıymış gibi görünse de, düşüncedeki sentez sürecinden sonra varılan bir sonuca dönüşür. Yani insanın geleceği de, bugün içine düşürüldüğü konumun kötü bir tekrarı haline gelir.
Toplumu kimin ve hangi bakış açısının analiz ettiği de önemli bir sorundur. Bir Marksist için, nüfus içindeki ezilenlerin ve işçi sınıfının en durağan görünümündeki iç hareket bile, bu hareketin mevcut sistemi yıkma potansiyelini ne kadar taşıyıp taşımadığı, toplumun devrimci dönüşümüne nasıl olanaklar sağladığı bakımından bir inceleme konusudur. Marksist analizde “şimdi” kendi geçmişinden ve geleceğinden ayrı ve yalıtık durmadığı gibi, olgular geçmişle gelecek arasındaki süreklilik, kesintiler ve kopuş anları göz önünde bulundurularak soyutlanır. Gelişimin ve değişimin herhangi bir anı, zamanın bir yerinde bağlamsız bırakılacak biçimde soyutlanmaz. Çünkü bu, gerçeğin gerçek bilgisini vermeyecektir.
Analiz edilecek nesnenin hangi yönüyle ele alınacağı, neyin önemli olacağı da belirleyicidir. Mouffe ve Laclau önceden kurgulanmış bir politik doğrultunun lehine ve onun doğruluğunu kanıtlamak üzere ele aldıkları toplumsal ögeleri zihinde yeniden tasarlamış, onlara, maddi ilişkileri dışarıda bırakarak imgesel ve simgesel konumlar bahşetmiş ve yine kendi zihinlerinde yarattıkları bir hareketi analiz etmeye çalışmışlardır. Oysa, Hegel yöntemi, diyordu Marx, “sırf fikirden hareket ediyordu, kendi deyimiyle hiçten gelen ve hiçe giden bir yöntem.”
Politik iktisat kuramcılarını eleştirirken ise; “Nüfustan hareket eden yöntem doğru gibi gözükür. Ama yakından bakınca bunun bir yanılgı olduğu anlaşılır. Örneğin nüfusu oluşturan sınıfı göz önünde bulundurmazsak nüfus soyut bir kavram olarak kalır. Öte yandan ücretli emek gibi, sermaye gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları ögeleri hesaba katmazsak bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Demek ki incelemeye nüfusla başladığımız taktirde bütünün kaos halindeki görüntüsünü elde ederiz. Oysa konuyu daha sınırlı ve belirli olarak saptadığımızda gittikçe basitleşen kavramlara varırız; somuttan gittikçe daha ince ve ayrıntılı bir hal alan soyutlamalara geçeriz ve sonunda en basit belirlemelere varırız. Buradan hareket ederek yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha kat etmek gerekir. Bu kere nüfus bir bütünün kaos halinde görünüşü olmaktan çıkar, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin toplamı haline gelir…”
Marx’ın toplumu düşünmenin yöntemine dair önerisi “Radikal Demokrasi” kuramcılarınınkine hiç benzemez. “Radikal demokratlar”ın pozisyonunun ise, kapitalizm içindeki sınıf ilişkilerinin işçi sınıfının mevzilerinin dağılması pahasına 19. yüzyılı hatırlatır biçimde yeniden yapılandığı ve sınıfın kendi güçlerini toparlamak için en baştan başlamak zorunda bırakıldığı bugünkü koşullarla ilişkisi yok değildir. Toplum kuramı da bir ölçüde geçmişinden, en başından başlamaya; idealist zihnin, toplumu, unsurları belli belirsiz ve kaotik bir bütün olarak algıladığı zamana dönmüş gibi görünür. Tarihsel materyalizm öncesi bu eşikte (veya tarihsel materyalizm yönteminin reddedildiği Post Marksist bağlamda), toplumun, teorisyenin zihninde de görünürdeki kaotik durumunu koruması, bütünlüğü halinde soyutlanamaması mümkün hale gelmiştir. Böylece kaçınılmaz olarak başlangıçta kurgulanan noktaya varılmış; hareketin hiçbir yere varmadığı sıfır toplamlı bir oyun ortaya çıkmıştır. Wood “işte geldiğimiz nokta: Başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı, cisme bürünmüş nihai özneydi…” diyor bu oyunun sonucuna.
Gerçekten de hiçbir ayrıcalıklı öznenin kurmasına izin verilmediği, sömürenin ideolojisinin sömürülenin ideolojisine eşdeğer kılındığı, kuruluşundaki kendiliğindenliğin kutsandığı ve dahası onca şatafatlı iddiaya rağmen kendisinin hiçbir şey kurmaya ve değiştirmeye gücü olmayan söylemin kurucu iradesi, “Radikal Demokratlar”ın şekilsiz ve nihai olarak hiçbir şey olmamaya yazgılı özne çoğulluklarına ait olamaz. Bu söylemi kuran, burjuvazi değilse eğer, göksel bir irade olacaktır açıkça.
Eskiden de idealizm dönüp dolaşıp başlangıçtaki iradeye teslim olur ve o kadar yolu kalkış noktasına varmak üzere kat ederdi.
Ancak bu 19. yüzyılda açıkça bir kör inançtı; bugün ise bir kasıttır. “Radikal Demokrasi” sınıf mücadelesine ve sosyalizme kast ederek kapitalizme rücu etmiştir.
KAYNAKLAR
Ernesto Laclau- Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim, 1992-İstanbul
Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, 1976-Ankara
K. Marx-F. Engels, Felsefe İncelemeleri, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları 1979-Ankara
Karl Marx, Alman İdeolojisi, çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2013-İstanbul
Marx- Engels, Seçme Mektuplar, çev: Alaattin Bilgi, Evrensel Basım Yayın, 1996- İstanbul
Lenin, Ne Yapmalı, çev: Arif Berberoğlu, Evrensel Basım Yayın, 2011-İstanbul
Lenin’den Anılar, Yönetime Katılmayı Nasıl Öğrendik, çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2000-İstanbul
Lenin, Halkın Devlet yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, NK Yayınları, 2003-İstanbul
E. M. Wood, Sınıftan Kaçış/Yeni Hakiki Sosyalizm, çev: Şükrü Alpagut, Akış Yayınları, 1992-İstanbul