’94 Biterken…

Toplumsal olayları, takvim dönemlerinin bitiş ya da başlayışlarından bağımsız olarak kendi doğalarına uygun gidişatını sürdürür. Yine de, takvim zamanının dönüm noktalarında, sanki olayların ve süreçlerin de aynı anda birer dönüm noktasından geçmesi zorunluymuş gibi düşünülür. Umutlardan, özlemlerden bağımsız olarak, akışlarını sürdüren olaylar dizisi, bir süre sonra, yeni yıl kavramının beklentiler bakımından anlamsız kaldığını gösterir Özetle, “işler eskisi gibi gitmektedir”!
Yıllık yatırım planları, siyasi programlar, sosyal hedefler, daima kendilerine özgü bir zamanı izler ve bunlar, hemen hemen hiçbir zaman takvimin yılbaşında başlayıp bitmez. Öyleyse, bir bakıma, “eski yıl-yeni yıl” değerlendirmesi yapmak bir yılsonu ve başını vesile ederek süreci gözden geçirmek demektir.

Uluslararası İlişkilerde ’94
SSCB’nin dağılmasından sonra başlayan uluslararası ilişkilerde gözlenen belli başlı değişiklikler ve bölgesel çatışmalar, son altı yılın değişmeyen gündem maddesi olmaya devam ediyor. Federasyon yapısını korumak üzere, özellikle bağımsızlık eğilimlerinin güçlü bulunduğu Kafkasya’da Rusya, gerilimi sürdürüyor ve tırmandırıyor Azerbaycan-Ermenistan, Gürcistan-Çeçenistan eksenlerinde kışkırtılan bölgesel çatışmalar, halkların bütün maddi ve manevi birikimini tüketen, üretici güçleri, siyasi yapıları ve sosyal hayatı altüst eden bir seyir izliyor ve bölge halklarının tümüyle “Rusya olmadan yaşayamayacağı” bir düzeye düşürülmesi hedefleniyor. Kafkasya’nın özellikleri, savaşın İran ve Türkiye’yi de içine çekebilecek bir yayılma göstermesine zemin hazırlıyor. ’94 biterken, bu bakımdan Türkiye’yi de ilgilendiren en önemli gelişme, Rusya ile PKK arasında gelişen ilişkiler olmuştur. Türkiye, “tarihsel ve kültürel bağlar” propagandasıyla, Kafkasya’da etkili bir güç olmanın yollarını ararken, Rusya, olası her türden müdahale ve kışkırtmaya karşı, şimdi PKK kozunu kullanacağını açıkça hissettirmektedir. Özellikle, Türkiye’nin bir dönem Elçibey vasıtasıyla darbeci girişimlerde bulunduğu Azerbaycan örneği henüz anılardayken, Çeçenistan’da olanlara karşı da, aynı siyasal perspektifle yaklaşıldığını gösteren deliller karşısında, Rusya, yeni tehditler geliştirme yoluna girmiştir. Türkiye, Çeçenistan halkının Rus saldırganlığı karşısındaki direnişini, aynı kamuoyu oluşturma taktikleriyle gündeme getirmiş ve yine faşistlerin başını çektiği gösterilerle, konuyla olan ilgisinin ve bölgedeki girişimlerinin tarzını açığa vurmuştur. Bu tarz, daha önce de Özgürlük Dünyası’nda belirtildiği gibi, “kontrgerilla diplomasisi” olarak adlandırılabilecek yöntem ve araçlarla sürdürülüyor. Gayrı-resmi ve çoğunlukla yasadışı güçlerle kurulmuş olan ilişkiler ve darbe taktikleriyle yürütülen bu sözde “diplomasi”nin hedefi, siyasi ve askeri güç bulundurarak, doğabilecek pazarlıklarda yer almayı sağlamaktır. Fakat son derece ilginç bir biçimde, Türkiye kendi sorunu olarak ilan ettiği PKK ile de kaçınılmaz bir biçimde uluslararası ilişkiler zemininde karşı karşıya gelmektedir. Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile olan ilişkileri de dâhil olmak üzere, bütün uluslararası ilişkileri, bu noktada düğümlenmektedir. Bu durum, önümüzdeki yıl boyunca da devam etmeye adaydır.
Türk dış politikasında, ’94, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” sloganının tam bir iflasa uğramasına sahne oldu. “Türkî Cumhuriyetler” diye adlandırılan ve yalnızca Türk oldukları için, Türkiye ile hem de Türkiye’nin istediği biçimde ilişkiler kuracağı varsayılan eski Sovyet Cumhuriyetleri, ırkçı-milliyetçi sloganlara itibar etmeyerek, ciddi ekonomik ve siyasal ilişkiler aradıklarından, bu ihtiyaçlarına hiçbir biçimde cevap veremeyecek durumda olan Türkiye’den uzaklaştılar. Ekonomik ilişkiler için Uzakdoğu’nun sanayileşmiş ülkelerini, siyasal ilişkiler için de, Rusya’yı eksen alan bir hiyerarşik ilişkiyi tercih ettiler. “Adriyatik”, Yugoslavya’nın parçalanmasının sonuçlarıyla ilgili umutları ifade ediyordu. Fakat bu yıl boyunca, Bosna, Türk politikasını yalnızca Refah Partisi’nin yolsuzlukları düzeyinde ilgilendirdi. Bunda, hükümetin, sloganın dış politikada tepkilere yol açan içeriğini geçmişteki bütün propagandalarını Birleşmiş Milletler’in varlığı arkasına gizlenerek unutturmaya çalışması da rol oynuyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya görünüşte etkili bir biçimde ve İsrail’i başlıca dayanacak güç olarak seçerek girmeye başlaması da, uluslararası ilişkilerde önemli bir adım oldu. Türkiye, bu andan itibaren, Arap dünyası ile sorunlar yaratan ikircikli politikası yerine, Filistin’deki sözde barışı da arkasına alarak İsrail ile açıktan ve gittikçe gelişme potansiyeli gösteren bir işbirliğini başlatacaktır. Bu işbirliğinin başlıca hedefinin, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığının güçlendirilmesine ilişkin stratejik amaçları gerçekleştirmek olduğundan kuşku duyulmuyor. Bununla birlikte, Türkiye, PKK’nin ortadan kaldırılmasının da İsrail ile birlikte daha kolay olacağı biçiminde “taktik” hesaplar da yapıyor. Ne var ki, PKK’nin giderek daha yoğun bir biçimde Kuzey Kürdistan’a yerleşmeye başlaması ve MOSSAD’ın “uzmanı” olduğu az sayıda militan ve önderden ibaret “terörist örgüt” kimliğinden çoktan çıkmış bulunması, bu işbirliğinden beklenen sonuçları büyük ölçüde geçersiz kılabilecektir. Ayrıca, böyle bir işbirliğinin, diğer bütün koşullar yerine gelse bile, PKK’nin yok edilmesi sonucunu doğurabilmesi, doğrudan doğruya, ABD’nin ve İsrail’in buna gerçekten ihtiyaç duymalarıyla gerçekleşebilir.
Bununla birlikte, İsrail’le ilişkilerde girilen yeni dönemin özelliklerini de, diğer uluslararası ilişkilerde olduğu gibi, büyük ölçüde, Kürt hareketi belirlemektedir. Türkiye, yalnızca PKK’nin yok edilmesi ile değil, aynı zamanda bölgede şu ya da bu biçimde etkili bir siyasi varlık haline gelen genel Kürt hareketinin yönlendirilmesi bakımından da İsrail ile ilişkilere önem vermektedir. Diğer yandan, ancak petrol gibi özel bir konu ekseninde geçici birlikler oluşturabilen, son zamanlarda  bu konuda kontrolünü de kaybetmiş bulunan Arap dünyasının bölünmesi ve aykırılıkların giderilmesi bakımından da İsrail ilişkileri, özel bir ağırlık taşımaktadır. Fakat ister Kürt halkına, isterse Arap halkına karşı olsun, İsrail’le girişilen her türden işbirliğinin arkasında, esas olarak ABD çıkarları ve stratejileri rol oynayacaktır.
Çekiç Güç’ün “görev süresi”nin birkaç kez daha uzatılması, yalnız Kürt sorununun değil, Ortadoğu’daki bütün uluslararası ilişkilerde, ABD etkisinin ve denetiminin güçlenerek devam ettiğini ve Türkiye’ye, hiçbir biçimde kendisine özgü politikalar izleme olanağı bırakmayan bir düzeye geldiğini göstermektedir. Görünüşte, Türkiye’de hiçbir siyasi partinin, Çekiç Güç’ün varlığından yana olmamasına karşın, bunun nasıl gerçekleştiği ise, doğrudan doğruya, “parlamenter rejim”in karakteri ile ilgili bir sorundur.
Bu arada, ABD, dünyadaki egemenlik alanlarını git gide daha da genişlettiği bir sürece girmiştir ve bu durum, geçtiğimiz yıl, yine askeri müdahaleler biçiminde kendisini göstermiştir. Haiti’deki “demokrasi ve insan hakları adına” girişilen müdahale sonucunda, yoksul halkın, henüz ne istediğini bilmeden, kör bir öfkeyle fakat tümüyle kendisini sömürenlere karşı tepkisinin sonucunda giriştiği ayaklanma, ABD güçlerince bastırıldı.
Geçen yıl boyunca, işçi sınıfının ve yoksul emekçi halk kitlelerin bütün dünyadaki mücadeleleri de, değişik biçimler altında devam etti. “Yeni Dünya Düzeni” kavramı etrafında formüle edilen ve “tarihin sonu” olarak adlandırılarak, sınıf mücadelelerinin artık sona ereceği bir döneme girildiği iddiası, en azından sertleşerek devam eden bu mücadeleler tarafından yalanlandı. Meksika’daki Zapatist köylü hareketi, Peru’da Aydınlık Yol hareketi, yılın son günlerinde ciddi silahlı eylemlerini sürdürürken, Uzak Asya’da ve bazı eski Doğu Bloğu ülkelerinde eski “komünist” partilerin devamı olan partiler, yeniden ve genel oy yoluyla iktidara geldiler. Bu örnekler, hem dünyanın her yanında sürüp giden işçi ve emekçi mücadelelerinin alabileceği boyutları göstermesi bakımından, hem de “kutupsuzluk” iddialarının temelsizliğini ortaya koyması bakımından dikkate değerdir. ABD, Amerika kıtasının tümünde uygulamayı tasarladığı ekonomik bir modelin ön biçimi olarak yürürlüğe koyduğu NAFTA’nın sonuçlarına karşı, Meksika köylülerinden bu ölçüde bir direniş beklemiyordu. “Yeni Dünya Düzeni”nin bu önemli güç gösterisi, Kanada’nın da itirazlarıyla, önemli zorluklar yaşıyor. Doğu Bloğu ülkelerindeki gelişmelerle birlikte ele alındığında, bu sonuç, “Yeni Dünya Düzeni”nin yama tutmadığını göstermektedir. Henüz bunlar çapında olmamakla birlikte, Avrupa’da ve Rusya’da da, geniş işçi ve emekçi kitlelerinin kapitalizme karşı mücadeleleri, geçen yıllara göre artan bir yükseliş gösterdi.
Türkiye’de ’94
Türkiye kamuoyunu yılbaşından bu yana meşgul eden en önemi siyasal olay, Refah Partisi’nin 27 Mart yerel yönetim seçimlerinde başkanlıkların büyük bölümünü kazanmasıydı. Pek çok yönüyle tartışılan, neredeyse kimi burjuva aydın çevrelerde tam bir panikle karşılanan bu durumun yarattığı önemli sonuçlardan birisi, siyasal bakımdan bir uçlara doğru yoğunlaşma yaşanmasına yol açmasıydı. Dinci gericiliğe karşı duyarlı bazı toplumsal kesimlerde, bir yandan yeniden Kemalizm’in sloganlarına ve onun kurumlaşmış savunucusu olarak değerlendirilen ordunun müdahalesine eğilim belirtileri doğarken, ya da bu sonuçtan çıkacak tek yolun bu olduğu propagandasına alttan alta yön verilirken, bir yandan da, özellikle üniversite gençliği arasında, sosyalizme ve demokratik kitle örgütlerine doğru güçlü bir eğilim baş gösterdi. Böylece, ekonomiden politikaya, sanattan geleneksel inançlara kadar gündelik hayatın her konusunda, dinci gericilikle alternatif muhalefet arayışları arasındaki çatışma, Türkiye’nin gündemini belirleyen önemli maddelerden biri haline geldi. Refah Partisi’nin ilgiyle karşılanmasının ardında yatan nedenlerin başında, bu partinin, ikiyüzlü bir biçimde, anti-kapitalist sloganlar kullanması gelmektedir. Tam bir ahlaksızlık ve çöküş içinde bulunan siyasi hayatta, Refah Partisi, “elden giden değerlerin” savunucusu pozisyonunu da tutmaktadır. Bununla birlikte, bizzat kendisinin karıştığı yolsuzluklar ve kirli para ilişkilerinin açığa çıkması, geniş ve militan bir tabana sahip olan bu partinin taraftarlarını etkilemekten uzaktır. Refah’ın güçlenmesinin karşısında, burjuvazi bir yandan, Hitler’ci MHP’yi, aynı motiflerle kamuoyu önüne sürmekte, diğer yandan da, “kökten dinci” akımları kontrol edebilmek için, Refah içinde de bir “değişim” programını uygulamaya çalışmaktadır. Bütün çatışmalara, çelişkilere rağmen, Refah Partisi’nin Amerikancılıkta ve sermaye taraftarlığında diğerlerinden daha geri olmadığını ise, kitleler, yüz-yüze kaldıkları her durumda, kendi deneylerine dayanarak anlayabilmektedir. ’93 başlarında Kâğıthane Belediyesi işçilerinin mücadelesiyle başlayan ve daha sonra Gebze’de yine belediye işçilerinin direnişiyle açıklık kazanan gerçek ise, diğer tüm sömürgenlerle birlikte, Refah Partisi’nin de ipliğini pazara çıkaracak tek ve en etkili gücün işçi sınıfı olduğudur.
Özelleştirme sorunu ve bunun etrafında burjuva fraksiyonlar arasında sürüp giden kayıkçı dövüşü de, geçen yılın en önemli gündem maddelerinden birisiydi. Bütün tartışmalar boyunca görülen, özelleştirmenin, uzun vadeli bir sermaye birikimi modeli olarak değil, günü kurtarmaya yönelik bir proje halinde tasarlandığıdır. İç ve dış borçlar bakımından tarihinin en büyük açmazı ile karşılaşan Türkiye egemen sınıfları, krizden çıkışın en önemli ve tek yöntemini, özelleştirme programında görürken, buna da en anlamlı cevap yine işçi sınıfından geldi.
İşçi ve memur eylemlerinin neredeyse geleneksel yıllık programlar halini aldığı ülkemizde, bu yıl, bir de üniversite öğretim görevlilerinin eylemi yaşandı. Bu olay, yoksullaşma sürecinin toplumun çeşitli kesimlerini saran bir etki kazanarak ilerlediğini göstermesi bakımından olduğu kadar, demokratik hak arama mücadelesindeki yerleri neredeyse unutulmaya yüz tutmuş akademisyenlerin, yeniden saflara yönelmesinin işareti olarak da değerliydi.
Özetle, Türkiye için, uluslararası planda ve iç ilişkilerde, siyasi ve iktisadi kriz ve bütün düğüm noktalarında tam bir çözümsüzlük, ’94’ü karakterize ediyordu. Bu sorunların tümü, önümüzdeki yılda da, belirleyici olmaya devam edecektir. 1995’te de, uluslararası ilişkilerde ve ülke içinde, Kürt sorunu başta olmak üzere, diğer bütün tıkanıklık yaratan sorunlar kalıcılığını sürdürecektir. Özgürlük Dünyası’nın, burjuvazinin yönetim krizi olarak adlandırdığı kronikleşmiş hastalığının aynı zamanda bir “eskisi gibi yönetilmek istememek” cevabıyla karşılanması da beklenmeyen bir olay olmayacaktır. Ancak önemli olan, işçi ve emekçi kitlelerinin, bu taleplerini ve itirazlarını hangi araçlarla ve hangi biçimde ortaya koyacaklarıdır. Bu bakımdan da, devrimci güçlere, halka konuşacağı dili seçmesinde ve neye nasıl karşı koyacağını göstermede büyük görevler düşmektedir. Yeni örgüt biçimleri ve yeni iletişim araçlarının yaratılması, bu açıdan büyük önem ve acil ihtiyaç özelliği taşımaktadır.

Ocak 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑