Bunalım ve Marksizm-2: Bunalıma yol açan temel çelişkiler

Özgürlük Dünyası’nın 68. sayısında, kapitalist bunalımın Marx ve Engels tarafından nasıl açıklandığına dair bir giriş yapmaya çalışmıştık. Bu giriş, Marx ve Engels’in, kapitalist üretim sürecinin eleştirel bir tahlilini yaparken kullandıkları temel kavramları kapsıyordu. Orada, ‘Kapital’den özetlenerek açıklanmaya çalışılan kavramlar, bizim konumuzun ihtiyaçlarına göre seçilmiş; kimi temel kavramların ise okuyucular tarafından bilindiği varsayılmıştı.
Emperyalist kapitalizmin içine düştüğü bunalım, burjuva ekonomi politiğini de her zamankinden daha derin bir bunalıma sürüklemiş durumdadır. Emperyalizmin ideologlarının ve ekonomistlerinin “bunalmışız bir kapitalizm” dönemine geçildiğine ilişkin propagandaları, kendileri açısından da inandırıcılığını yitirmiştir. Şimdi, onların eski gür ve güvenli bağırtılarının yerini, çözümsüzlük ve umutsuzluk almıştır. Oysa başta emperyalist kapitalizmin kaleleri olmak üzere, bütün dünyadaki gelişmeler, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in düşünce ve teorilerini her geçen gün yeniden ve daha güçlü olarak doğrulamaktadır. İçinde yaşadığımız dönem, diğer şeyler bir yana, burjuva ekonomi politiğinin açıkça iflas ettiği bir dönemdir. Çünkü ona, teorisini doğrulamak üzere yardım edecek hiçbir pratik ve somut veri yoktur.
Çalışmanın bu bölümünde, Marksizm’in, bunalıma nasıl yaklaştığını kısıtlı da olsa, çeşitli verilere dayanarak ele almaya çalışacağız

KAPİTALİST YENİDEN ÜRETİM SÜRECİ
Kapitalist üretimin çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bunalımı anlayabilmenin ilk adımı, onun ortaya çıktığı zemin olan üretimin sürekliliğini anlamaktan geçmektedir. Okuyucu, burada kullanılan “sürekli” kavramının “ebedi” kavramından farklı olarak kullanılmış olduğunu anlayacaktır. Kapitalist üretimin sürekliliği denildiğinde anlaşılması gereken şey, onun kendisini genişleterek tekrar etmesi olmalıdır. Bu, sadece kapitalist üretim için geçerli olan bir şey değildir. Hangi üretim süreci söz konusu olursa olsun, bu sürecin varlığı ve devamı kendisini tekrar edebilmesine, genişleterek tekrar edebilmesine bağlıdır. Marx, bu durumu şu sözleriyle açıklıyor:
“Bir toplum, tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de öyle vazgeçemez. Bunun için birbirleriyle ilişkili bir bütün, devamlı yenilemelerle akıp giden bir olay olarak görüldüğünde, her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden üretim sürecidir.” (Kapital, Cilt 1, s. 581)
Kapitalist üretim süreci denildiğinde, nasıl ki, onun aynı zamanda bir yeniden üretim süreci olduğunu anlıyor ve biliyorsak; onun bunalımının da bu yeniden üretim sürecinde ortaya çıktığını anlamalı ve bilmeliyiz. Bütün burjuva ekonomi politikçilerinden farklı olarak Marx, kapitalist üretimin çelişkilerini ve bu sürecin bir parçası olan bunalımı, bu üretim sürecinde arar. Marx’ın ekonomik teorisinin temel yönelimi, bu yüzden üretim sürecidir.
Biçimi ne olursa olsun, üretime devam edebilmenin koşulu, üretilen ürünlerin belirli bir bölümünü, üretim araçlarına ve hammaddelere dönüştürmektir. Bir başka ifadeyle üretime devam edebilmek için, ona devam edebilmenin koşullarını da yaratmak gerekir. Bu koşullar yaratılmadan yeniden üretim imkânsızdır. Yeniden üretim olmaksızın da üretim imkânsızdır.
Basit Yeniden Üretim
İnsanlar sürekli olarak bir şeyler tüketirler. Çevremize şöyle bir göz attığımızda motorlu araçları, lokantaları, çeşitli giyim mağazalarını ve dükkânları, işporta tezgâhlarını vb. görürüz. Motorlu araçların, benzin vb. petrol ürünlerini; lokantada yemek yiyenlerin çeşitli yiyecek ve içecekleri tükettiğine tanık oluruz. Bir giysi mağazasından satın alınan gömleğin ya da marketten alınan margarinin tüketildiğine ya da tüketilmek üzere satın alındığına sıkça tanık oluruz. Ama o anda hemen göremeyeceğimiz bir yerde bulunan, bir rafineride petrol ürünleri kullanılabilir hale getirilmekte, bir tekstil atölyesinde yeni bir gömlek dikilmekte ya da bir yağ fabrikasında yeni margarinler üretilmektedir. Burada, üretimin niteliğinin kapitalist olduğunu biliyorsak eğer, yeniden üretimin de kapitalist olduğunu biliyoruz demektir.
Örnek olarak margarini ele alalım. X margarini üretmek isteyen bir kapitalistin, önce, elindeki parayla, gerekli binaları, makineleri, hammaddeleri ve belirli bir miktarda emek-gücünü satın alması gerekecektir. Kapitalistin, elindeki para tutarının sermaye olarak işlev yapabilmesi için atacağı ilk adım bu olacaktır. İkinci adım ise, üretim süreciyle tamamlanacaktır. Hammaddeler, makineler aracılığıyla işçiler tarafından işlenecek, dönüştürülecek ve belirli bir miktarda margarin, kendisini meydana getiren değerlerden daha fazla bir değeri de içererek meydana gelecektir. Bunu, margarinlerin satılması izleyecektir. Kapitalist, ürünlerini toptancılara satacak ve böylece elindeki değer, para olarak gerçekleşecektir. Daha sonra ise bu para tekrar sermayeye çevrilecektir. Bu, böylece sürüp gider. Ama her defasında, yatırılan sermaye belirli bir artış gösterecek ve artı-değer, sermayeden doğan bir gelir şeklini alacaktır. Eğer bu gelir, “kapitalist tarafından salt tüketim fonu olarak kullanılırsa ve kazanıldığı süre içinde tüketilirse, basit yeniden üretim meydana gelmiş olur. ” (Marx) Yani basit yeniden üretimde kapitalist, üretim hacmini aynı tutmakta ve bu hacimdeki üretimi sürekli olarak yenilemektedir. Ama o, her üretim sürecinde elde ettiği artı-değeri kendi kişisel tüketimi için kullanmaktadır. Bizim margarin örneğimizde, kapitalistin 10 milyon liraya değişmeyen sermaye, 2 milyon liraya da emek-gücü satın aldığını düşünelim. Bunun sonucunda üretilen 1.000 koli margarin 14 milyon liraya satılmış olsun. Eğer kapitalist, buradan elde ettiği 14 milyon liranın, 12 milyonunu yeniden 1.000 koli margarin üretmek için, 2 milyonunu da kendi kişisel tüketimi için kullanıyorsa, basit yeniden üretim gerçekleşmiş olacaktır.
Marx, basit yeniden üretimle ilgili olarak, “Bu yeniden üretim, üretim sürecinin, eski boyutları içerisinde, salt bir yinelenmesi olmakla birlikte, gene de bu yineleme ya da devamlılık, bu sürece yeni bir nitelik kazandırır… ” (Kapital, Cilt 1, s. 583) diyor.
Basit yeniden üretim sürecinde, kapitalist sınıf ilişkileri de kendisini yeniden üretir. Bu süreçten, hammaddeleri margarine dönüştüren işçi, sadece yeniden margarin üretimine devam edebilmek için kendisine gerekli olan nesneleri satın alarak kendisini yeniden üreten bir işçi olarak; kapitalist ise dalia fazla servet elde ederek çıkar. Burada, işçiye emek-gücünün bu karşılığı, ancak onu harcayarak artı-değer gerçekleştirmesinden sonra ödenmektedir. Tekrar bizim örneğimize dönecek olursak, bu süreçte margarin işçileri sadece, kapitalistin kendi özel tüketimine harcadığı 2 milyon lira değerindeki artı-değeri üretmekle kalmazlar, aynı zamanda, kapitalistin kendilerine ücret olarak ödediği 2 milyon lirayı da üretirler. İşçiler, bir yandan margarin üretirlerken, daha önce ürettikleri margarinler paraya dönüşmekte ve bu parayla işçilerin ücretleri ödenmektedir. Kapitalistlerin, işçi ücretlerini, örneğin 1 aylık çalışmalarının sonucunda vermeleri bundan dolayıdır. Marx’in deyimiyle işçinin “Geçen hafta ya da geçen piki emeği, bu hafta ya da bu yılki emek-gücünün karşılığını ödeyen şeydir.” (Kapital, Cilt 1, s. 583) Şimdi bizim küçük çapta üretim yapan margarin fabrikamızdan çıkarak, bütün bir kapitalist üretim sürecine dönelim. Burada, kapitalist üretim sürecindeki sınıf ilişkilerinin yeniden üretimi, çok daha açık bir şekilde bunu gösterecektir. Marx, bunu şöyle tanımlar:
“Kapitalist sınıf emekçi sınıfa sürekli olarak, emekçi sınıf tarafından üretilen ve kapitalist sınıf tarafından el konulan metaların bir kısmı için para şeklinde ödeme makbuzları verir. Emekçiler ise gene aynı süreklilik içerisinde, bu ödeme makbuzlarını kapitalist sınıfa geri verirler ve böylece kendi elleriyle ürettikleri üründen paylarını alırlar. Ürünün, meta şeklini ve metanın para şeklini alışı, bu alışverişi bir örtü ile gizler.” (Kapital, Cilt 1, s. 583)
Basit yeniden üretimde, biz, yalnızca işçi sınıfına ödenen ücretlerin kaynağını görmekle kalmayız. Orada, aynı zamanda, her türlü sermayenin asıl kaynağını da görürüz. Bunu yine bizim margarin örneğiyle açıklamaya çalışalım:
Bu örnekte, kapitalist, işçinin ödenmemiş emeği olan 2 milyon lirayı kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Eğer kapitalist, işçinin ödenmemiş emeğine el koymamış olsaydı, bu durumda sermayesini 5 ay içinde tamamıyla tüketmiş olacaktı. Çünkü burada kapitalistin kişisel tüketimini karşılayan şey, işçinin ödenmemiş emeğidir. Ve bu ödenmemiş emek olmaksızın, kapitalist, ilk başta koyduğu sermayeyi tüketecektir, ilk baştaki toplam sermayenin 10 milyon lira, kapitalistin aylık kişisel tüketiminin de 2 milyon lira olduğunu hatırlarsak; 5 ayda kapitalistin toplam tüketimi 10 milyon lira, bu da ilk koyulan sermayeye eşit olacaktır. Öyleyse, ilk kaynağı ve elde ediliş biçimi ne olursa olsun, her sermaye, üretim sürecine girdikten sonra artı-değere dönüşecektir. İlk başta, artı-değerin sermayeden doğduğunu görmüştük, şimdi ise sermayenin artı-değerden nasıl doğduğunu irdelemeye çalışacağız.
Genişletilmiş Yeniden Üretim
Bir önceki bölüme ilişkin olarak kullandığımız örnekte bir terslik olduğunu her dikkatli işçi anında görebilecektir. Ne oluyordu orada? Kapitalist hep aynı boyutta bir üretimi gerçekleştiriyor ve normal ve aynı koşullarda hep aynı geliri elde ediyor ve üretim sürecinde ortaya çıkan aynı miktarda fazla değeri kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Ama her işçi bilir ki, hiçbir kapitalist bununla yetinmez. Kapitalistler üretimden elde ettikleri artı-değeri büyütmek isterler. O halde, bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bunun için ne yapacaktır? Hangi yolla, elde ettiği artı-değeri daha fazla büyütecektir?
Şimdi, kapitalistimizin her ay artı-değer olarak elde ettiği 2 milyon liranın, tamamını kişisel tüketimi için kullanmadığını düşünelim. O, bu 2 milyon liranın sadece 500.000 lirasını kendi kişisel tüketimi için kullansın. Geriye kalan 1.500.000 liranın, 1 milyon lirasıyla yeni hammaddeler vb. alsın ve 500.000 lirasıyla da yeni işçiler satın alsın. Bu durumda 1.500.000 lira değerindeki artı-değer, sermayeye dönüşecek, fabrikada işlemeye başlayacak ve sonuçta 500 bin liralık bir artı-değer daha gerçekleştirecektir. Böylece, hem başlangıçtaki 10 milyon liranın, hem de bu sermayeden çıkan artı-değer olan 1.500.000 liranın yeniden üretime girmesiyle sürekli olarak daha fazla artı-değer yaratılmış olacaktır. Bu, kapitalistin hem kendi kişisel tüketim fonunu artırıcı bir rol oynar, hem de sermayesini artırmasına hizmet eder. Bu, genişletilmiş yeniden üretimdir. Bunu basit-yeniden üretimle karşılaştırdığımızda, arada şu farkı görürüz: “Birinci durumda, kapitalist, artı-değerin tümünü har vurup harman savurur, ikincisinde ise, yalnız bir kısmını tüketip geriye kalanını paraya çevirerek burjuva erdemini göstermiş olur.” (Kapital, Cilt 1, s. 602)
Sermaye birikiminin bu koşulla ve bu nedenle ortaya çıktığı, burada kendiliğinden görülecektir. Birikim kendisini, ancak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde oluşturur. Sermaye birikiminin koşulu, artı-değerin bir bölümünün sermayeye dönüştürülmesidir. Ama diğer yandan da, sermaye birikimi, genişletilmiş yeniden üretimin kaynağını oluşturmaktadır.
Burada üzerinde durmamız gereken bir başka nokta daha var. O da, kapitalistin daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyma olanağına sahip oluşudur. Bu, bizim örneğininizde de kendisini açıkça göstermektedir. Kapitalist, yeni işçileri satın alırken, bunu, daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla yapıyordu.
Sermayenin Bileşimi
Başlıca değişen ve değişmeyen diye ikiye ayrılan sermaye, birikim sürecinde belirli değişiklikler geçirir. Bu, hem sermayenin başlıca bileşenlerinin birbirleriyle olan ilişki ve oranlarındaki bir değişim sürecini, hem de genel olarak sermayenin uğradığı değişiklikleri kapsar.
Marx, sermayenin bileşimi kavramını ikili bir anlamda kullanır ve bunu şöyle açıklar:
“Değer yönünden bu bileşim, sermayenin, değişmeyen sermaye ya da üretim araçlarının değeri ve değişen sermaye ya da emek-gücünün değeri, yani toplam ücretlerin tutarı olarak bölünme oranı ile belirlenir. Üretim süreci içindeki işlevleri nedeniyle maddi açıdan bakıldığında her sermaye, üretim araçları ile canlı emek-gücüne bölünür. Bu ikinci bileşim, bir yandan, kullanılan üretim araçlarının kitlesi ile öte yandan bunların kullanılması için gerekli olan emek kitlesi arasındaki ilişkiyle belirlenir. Ben bunların ilkine, sermayenin değer bileşimi, ikincisine teknik bileşimi diyorum. Bu ikisi arasında sıkı bir bağlantı vardır.” Cilt 1, s. 630)
Aynı yerde Marx, sermayenin değer bileşiminin teknik bileşimi tarafından belirlendiğini ve yine değer bileşiminin, sermaye bileşimindeki değişmeleri yansıttığını ve bu yüzden onu, sermayenin organik bileşimi olarak tanımladığını söylüyor. Bu yüzden de organik bileşim kavramını kullanmayı tercih ediyor.
Yeniden örneğimize dönerek bu kavramları açıklamaya çalışalım: Margarin fabrikasında, ilk başta 10 milyon lira değişmeyen sermayenin, 2 milyon lira da değişen sermayenin tutarıydı. Bu 2 milyon liranın 10 tane işçinin emek gücünün satın alınmasında kullanıldığını varsayalım. Burada 10 milyon liralık değişmeyen sermayenin 2 milyon liralık değişen sermayeye oranı, bize, sermayenin değer bileşimini verecektir. Bu oran, 10.000.000 / 2.000.000 = 5/1’dir. Bu, aynı zamanda, sermayenin organik bileşimidir.
Her işçi, her fabrikada (ya da atölyede) ya da her üretim kolunda sermayenin organik bileşiminin farklı olduğunu bilir. Kimi fabrikalarda, makinelere, hammaddelere vb. yatırılan sermaye daha büyükken; kimilerinde emek gücüne yatırılan sermaye daha büyüktür. Ya da bir üretim kolunda çok sayıda işçiye az miktarda makine vb. düşerken, bir başka üretim kolunda ise gelişmiş makinelere az sayıda işçi düşebilir. Ama kapitalist üretim sürecini bir ülke açısından bütün olarak düşündüğümüzde; bütün sermayelerin toplamının ortalamasının bileşimi, o ülkedeki toplam toplumsal sermayenin organik bileşimini yansıtacaktır.(Sermayenin organik bileşiminin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki boyutları, yazının daha sonraki bölümlerinde gösterilecektir.)
Sermaye bileşimini tek bir fabrika açısından düşündüğümüzde, sermaye bileşiminin başlıca iki biçimde değişime uğrayabileceğini görürüz. Bunlardan birincisi, sermayenin bileşiminin aynı kalmasıdır. Birikim sürecinde, sermaye bileşiminin aynı kaldığını düşündüğümüzde, değişen ve değişmeyen sermayenin aynı oranlarda artacağını görebiliriz. Bizim örneğimize dönecek olursak; değişmeyen sermayenin 100 milyona, değişen sermayenin ise 20 milyona çıktığını varsaydığımızda, sermaye bileşimi aynı (yani 5/1) kalacak, ama sermayenin bileşenleri miktar olarak bir artış gösterecektir. Aynı şey, bir ülkenin toplam toplumsal sermayesi açısından da geçerlidir.
İkincisi ise, sermaye birikimi sürecinde, değişen sermayenin, değişmeyen sermayeye oranla azalmasıdır. Yine aynı örnek üzerinden hareket edecek olursak, değişmeyen sermayenin 110 milyona çıktığı durumda, değişen sermayenin 10 milyona çıkması gibi. Bu durumda da sermaye artmakta (12 milyondan 120 milyona çıkmakta), ancak değişmeyen sermaye daha fazla bir artış gösterirken, değişen sermaye daha az bir artış göstermektedir.
Bütün bu durumlarda değişmeyen bir şey vardır. Genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ya da birikim sürecinde, sermaye ilişkileri yeniden üretilir. Sermayenin kendisini genişletebilmesi için sürekli olarak daha fazla emek-gücünü kendisinde toplaması gerekir. Böylece, birikim sürecinde bir tarafta kapitalistler, diğer tarafta ücretli işçiler daha fazla olarak yeniden üretilmiş olur.
Artı-değerin sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesi, sermayenin büyüklüğünü de sürekli olarak artıyordu. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşebilir. Bunlardan birincisi, sermayenin yoğunlaşmasıdır. İkincisi ise, sermayenin merkezileşmesi. Sermayenin yoğunlaşması, esas olarak genişletilmiş yeniden üretimdir. Yani kapitalistin sürekli olarak el koyduğu ödenmemiş emeğin, sürekli olarak ek sermayeye çevrilmesidir. Sermayenin merkezileşmesi ise, tek tek kapitalistlere ait olan bireysel sermayelerin, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanmasını ifade eder. Kapitalist üretim sürecinde, büyük sermayelerin daima küçük sermayeleri yok olmaya zorladığını biliyoruz. Sıkça tanık olduğumuz işyeri kapanmalarının nedenlerinden birisinin de bu olduğu açıktır. Çünkü bir kapitalistin var olmaya devam edebilmesi, varlığını güçlendirerek sürdürebilmesi için, üretim araçlarına, emek-gücü satın alabilecek belirli bir miktar değere sahip olması ve meta üretebilmesi tek başına yeterli değildir. Bunun yanında ürettiği metaları, pazarda satabilmesi de gerekir. Ama aynı türden metaları üreten onlarca kapitalist olduğunu düşündüğümüzde, kapitalistlerin metalarını satabilmesi için birbirleriyle rekabet edebilecek güce ve olanaklara da sahip olması şarttır. Bu olanaklar neler olabilir? Daha gelişmiş üretim tekniklerinin kullanılması, dolayısıyla daha seri üretim yapılabilmesi, üretim çapının genişletilebilmesi ve bunlarla birleşerek kredi vb. imkânlardan daha fazla yararlanılması bunun başlıca olanaklarıdır. Örneğin, en gelişmiş tekniklerle, alabildiğine geniş çaplı üretim yapabilen dev bir yağ fabrikasının var olduğu bir durumda, bizim küçük margarin fabrikamızın onun karşısında dayanamayacağı çok açıktır. Bundan dolayı, kapitalist üretim sürecinde, örnek olarak, böylesi dev yağ fabrikaları, sermayelerini sürekli olarak daha çok büyütme imkânına sahiplerken, küçük çapta ve büyükleri ile rekabet edemeyecek durumda olanlar ise yok olma tehdidi ile karşı karşıyadırlar. Bu durum; küçük sermayelerin, büyük sermayelerin henüz el atmadığı alanlarda yoğunlaşmasını, ama öte yandan da büyük sermaye alanlarında küçük sermayelerin emilmesinin koşullarım yaratacaktır. Böylece, kapitalist üretimin genişlemesi, toplumsal gereksinimleri artıracak, birikimin genişlemesine yol açacak ve öte yandan da sermayenin merkezileşmesinin olanaklarını ortaya çıkaracaktır.
Artık, bütün bu sürecin sonucunda görebileceğimiz bir başka şey daha vardır: Bu, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısmı aleyhine göstereceği artıştır. Kapitalist üretimin sürekli olarak genişlemesi, emeğin üretkenliğini de sürekli olarak artırıyordu. Emeğin üretkenliğinin artışının temeli, kapitalist üretim sürecidir. Ama onu belirleyen şeylerden birisi de, daha gelişmiş üretim araçlarının varlığıdır. Örneğin ilkel üretim araçlarıyla uzun sürede üretilebilecek belirli miktarda mal, çok daha gelişmiş makineler vb. aracılığıyla çok daha kısa süre içerisinde üretilebilir. Ama buradan kendiliğinden anlaşılabileceği gibi, daha gelişmiş üretim araçlarının üretimi de yine emeğin üretkenliğine bağlıdır. Çünkü onların üretilebilmesinin koşulu da emeğin üretkenlik derecesinin artışıdır. Öyleyse, genişletilmiş ölçekte üretim yapabilmek için, bir yandan hızlı, bir yandan da çok daha fazla hammadde vb. üretimi gerekmektedir. Daha çok meta üretebilmek için daha çok hammadde vb.ye ihtiyaç vardır çünkü. Ama tekniğin gelişmesi, bilimin tekniğe uygulanması aracılığıyla elde edilen gelişmiş üretim araçları, daha az miktarda bir emekle, daha fazla hammadde vb. harekete geçirebilir. Bu, sermaye birikimi sürecinin yarattığı zeminde gerçekleşme olanağı bulabilmektedir.
Demek ki, bir yandan sermaye birikimi, bir diğer yandan merkezileşme yoluyla bir araya gelen daha büyük sermayeler, hem sermaye birikimini hızlandırmakta, hem emeğin üretkenlik koşullarını artırmakta, hem de diğer şeylerle bir arada, daha az emekle daha fazla makine, hammadde vb. harekete geçirme imkânını yaratmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Marx’ın gerçekten çok çarpıcı bir örneği vardır: “Eğer dünya, demiryollarının yapımına yetecek kadar bireysel sermayelerin bir araya toplanmasını bekleseydi, bugün bile bu araçtan yoksun kalırdı. Oysa merkezileşme; bunu, anonim şirketlerin aracılığı ile göz açıp kapayana kadar başarmıştır.
(Kapital, Cilt 1, s. 645) (Sermayenin merkezileşmesinin, daha üst boyutlarda merkezileşmesinin de temelini oluşturacağı ve bunun, dünya ekonomisini kopmazcasına birbirine bağlayacağı koşulları yaratacağı; nitekim kapitalizmin belirli bir evresinde bunun kendini göstereceği bir gerçektir. Bunun koşulları ortaya çıktığında Lenin, kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini tespit etmiş ve bu evrenin somut çözümlemesini yapmıştır. Bu evrenin, emperyalizm olduğu açıktır.)
Bütün bunların, basit yeniden üretimde temelleri bakımından ortaya çıkan sermaye ilişkisini de ne kadar genişleteceği ortadadır: Bir yandan üretimin alabildiğince toplumsallaşması, bütün üretim kolları arasındaki zorunlu ilişkileri güçlendirmesi, bir yandan üretimin bir yanında kapitalistleri ve karşı yanında sürekli proleterleşen emekçi kitleleri toplaması. Bu temellerde ortaya çıkan mülk edinmenin özel biçimi ve üretimin toplumsal karakteri, kapitalizmin temel çelişkisini, onun özünü ortaya çıkarmaktadır, işçi sınıfı her gün daha fazla ve daha güçlü olarak sermayenin çarklarına bağlanmakta ve bu sermayenin sahipleri olan kapitalistlerin işçi sınıfı üzerindeki kumanda kabiliyeti de artmaktadır. Sermayenin değişen kısmına yani emeğe olan talebin, değişmeyen sermayeye oranla azalması sonucu ortaya çıkan yedek sanayi ordusu, ya da işsizler ordusu, kapitalistler tarafından, kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak kullanılırlar.

SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN ORTAYA ÇIKARDIĞI TEMEL ÇELİŞKİLER
Kapitalist üretim süreci bir bütün olarak ele alındığında, bu üretim sürecinde farklı sermayelerin, aynı amaçla üretim sürecinde yer aldığı görülür. En büyüğünden en küçüğüne kadar bütün kapitalistler aynı ve tek bir amaç için vardırlar. Bu amaç, daha fazla sermaye birikimi ve dolayısıyla daha fazla kârdır. Ancak, irili ufaklı milyonlarca kapitalistin birlikte yer aldığı üretim sürecinde, her kapitalist, kendi çıkarlarının peşinde koşturur. Bunun için, her birinin yapacağı şey, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine ya da artı-değere daha fazla el koymaktır. Her kapitalist, ortaya çıkan artı-değerin sürekli olarak daha fazla bir bölümünü sermayenin değişmeyen kısmına, yani üretim araçlarına ve hammaddelere vb. çevirmek ve işçi sınıfının kendi tüketimi için harcadığı kısmı ya da değişen sermayeyi sınırlamak ister. Kapitalist üretimin bu temel yasaları, onun gelişiminin yasaları olduğu gibi, bunalımının da temellerini ortaya çıkarır. Böylece, kapitalist bunalımlara yol açan ve bizzat bu üretim sürecinin içinde meydana gelen başlıca iki çelişki kendisini gösterir. Bunlardan birincisi, artı-değerin gerçekleşme sürecidir; ikincisi ise kâr oranının düşme eğilimi.
Artı-değerin Gerçekleşme Sürecinin Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Marx, “Artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyordu. Üretim sürecinde, bütün olanaklar, mümkün olan en fazla artı-değerin sızdırılması için kullanılır. Bu, bütün kapitalistlerin amacı olduğu gibi, her türlü servetin de kaynağıdır, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine el konulur, bu, metalarda maddeleştiği zaman, artı-değer üretilmiş olur. Bir bütün olarak toplam toplumsal sermayenin birikimi düşünüldüğünde, sermaye birikiminin aynı zamanda alabildiğince büyük bir miktarda artı-değer kitlesinin üretilmesine yol açtığı görülür. Öyleyse, sermaye birikim süreci, aynı zamanda artı-değer üretimi sürecidir. Ama ne var ki, bu, kapitalist üretim sürecinin bir yanıdır. Bu sürecin tamamlanabilmesi için, içinde sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının yerine konması için gerekli olan bölümle, üretilmiş artı-değeri bulunduran ürünlerin satılabilmesi gerekir. Bu da, artı-değerin gerçekleşme sürecidir. O halde artı-değerin üretilme süreciyle gerçekleşme süreci birbirinden farklı şeylerdir. Yine aynı biçimde sömürü koşullarıyla, sömürülme koşulları da birbirinden ayrı, birbirinden farklı ama birbirine bağlı şeylerdir. Bizim küçük margarin fabrikamızı yeniden hatırlayalım: Bu fabrikada gerekli koşullar yerine getirilerek ilk başta 1.000 koli margarin üretilmişti. Bu 1.000 koli margarinin üretildiği an, aynı zamanda artı-değerin ve sömürünün de üretildiği andır. Ama bu artı-değerin gerçekleşebilmesi için, 1.000 koli margarinin satılması gerekir. Bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bu margarini, diğer margarin üreten kapitalistlere göre daha pahalıya ürettiği için ya da başka sebeplerle satamadığında, yani ürünlerini paraya çeviremediğinde ise, artı-değer asla gerçekleşmiş olmaz. Bu fabrikada çalışan işçiler sömürülmüştür, artı-değer üretilmiştir, ama gerçekleşmemiştir.
Kapitalist toplumda, farklı sermaye yapılarına ve büyüklüklerine sahip, ama aynı amaçla ve buna uygun eylemleriyle birlikte yer alan binlerce ve milyonlarca kapitalist, aynı piyasada hareket etmek durumundadır. Bu piyasada güçlenerek var olmaya devam etmek amacıyla hareket eden bütün kapitalistler aynı yolu izlerler. Piyasanın kesin ilkesi olan rekabet savaşına dayanabilmek için sermayelerim sürekli genişletmek, bunun için değişmeyen sermayelerinde, değişen sermaye aleyhine bir büyümeyi gerçekleştirmek, bütün kapitalistler için tutulması gereken zorunlu yoldur. Üretim yöntemlerinde sürekli olarak gerçekleşen devrimlerden, kredi vb. imkânlardan yararlanabilmek için zorunludur bu. Ama bu kapitalist üretim yasası iki şeyi de beraberinde getirememezlik edemez. Bunlardan birincisi, rekabet savaşımının, daima sermaye birikimi ve merkezileşmesini ve en sonunda sermayenin sürekli olarak daha az elde toplanmasını beraberinde getirmesidir. İkincisi ise, üretim alanının sürekli olarak genişlemesinin zorunlu bir yanı, tüketim alanının sürekli olarak daralmasıdır. Çünkü sermayenin değişmeyen kısmına yatırılan miktarın, değişen kısma yatırılan miktardan hep daha önde gitmesi, kapitalistlerin, bunu ancak işçi sınıfının kendi tüketimi için ayırdıkları miktarı ya da ücretleri sınırlandırmasıyla mümkündür. Bütün bunlar, artık, kapitalistlerin iradelerinden bağımsız olarak işleyen piyasanın, denetlenemez hale gelmesine yol açar. Böyle bir mekanizma aracılığıyla işleyen sistemde; dengeler, dengesizliklere yol açar. Bu mekanizmanın belirli noktalarındaki tıkanıklıklar, bunalımların imkânlarından birisini oluşturur.
Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasasının Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Bu çalışmanın daha önceki bölümünde kârın ve kâr oranın ne olduğunu görmüştük. Kısaca hatırlayacak olursak; kâr, yaratılan- artı-değerin, sermayenin toplam miktarı içindeki kısmıdır. Kâr oranı ise, yine yaratılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Artı-değer, sermayenin değişen kısmı tarafından belirleniyordu. Kâr ise artı-değerin, toplam sermaye içindeki değişmiş halinden başka bir şey değildir.
Yine bizim margarin fabrikamıza dönelim: Orada, sermayenin değişmeyen kısmı (s) 10 milyon lira; değişen kısmı (d) 2 milyon lira; artı-değer (a) 2 milyon lira ve artı-değer oranı (a/dx100) %100 idi. Burada kâr oranı; (a/ s+d x 100) 2.000.000/12.000.000×100= %16 olacaktır.
Demek ki kâr oranı, bir yandan, artı-değer oranına, bir yandan sermayenin organik bileşimine, bir yandan da sermayenin dolaşım hızına bağlıdır. Diğer koşullar aynı kalmak üzere, artı-değer oranı ne kadar yüksekse, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Ya da sermayenin değişen kısmının oranı ne kadar yüksekse, diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla, kâr oranı o kadar yüksek olur.
Yukarıda, kapitalist üretimin gelişmesinin ve dolayısıyla emeğin üretkenliğindeki gelişmenin yarattığı olanaklar toplamının ve kapitalizmin temel yasalarının; toplam toplumsal sermayenin değişmeyen kısmını, değişen kısmı aleyhine çoğalttığını görmüştük. Bu durum, toplam toplumsal sermayenin genel kâr oranının düşmesine yol açar. Kâr oranının düşmesi, hiçbir kapitalistin istemediği bir şey olduğu gibi, kapitalistlerin amaçlarıyla çatışan bir şeydir de aynı zamanda. Kapitalist üretimin temel amacı olan, sermayenin kendisini genişletmesi ya da kâr amacıyla yapılan üretim ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sermaye birikimi ve merkezileşme, aynı zamanda kâr oranını düşürücü bir işlev de görür. Ancak, yine aynı sürecin ortaya çıkardığı kimi imkânlar, kâr oranının düşmesini asla ortadan kaldırmamakla birlikte, onu frenleyici etkilerde bulunurlar:
Marx, bunları başlıca şöyle sıralar:
1) Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış,
2) Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi
3) Değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması
4) Nispi aşırı-nüfus
5) Dış ticaret (Kapital, Cilt: 3, s. 206-213)
Burada, hem konunun daha somut olarak anlaşılabilmesi, hem de dünya kapitalizminin bugünkü boyutlarının anlaşılabilmesine ışık tutabilecek kimi ipuçlarının görülebilmesi bakımından, bu etkenleri çeşitli örnekler üzerinde inceleyelim:
Bir sınıf olarak burjuvazinin eyleminin başlıca iki noktada toplandığım saptayabiliriz: Bunlardan birincisi, kendi sınıf çıkarlarını temsil eden amaçlara ulaşmaktır. İkincisi ise bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü araçtan ve olanaktan yararlanmak. Ancak, burada gözden kaçırmamamız gereken bir şey var: Bütün bu olanaklar ve araçlar, bir yandan kapitalizmin temel işleyiş yasaları, işleyişi ve sonuçları tarafından belirlenmektedir; bir yandan da yine aynı nedenlerden dolayı ters yönde etkiler yaratmaktadır. Bu çelişki, asla gözden kaçırılmaması gereken bir şeydir.
Bunalımların temelinde, artı-değerin gerçekleşme sürecinin yarattığı çelişkilerin ve İcar oranının düşme eğiliminin bulunduğunu görmüştük. İşte, Marx’ın yukarıda belirlediği etkenlerin her biri, birbirine bağımlı olarak, kâr oranının düşmesini frenleyici, engelleyici etkilerde bulabilir. Bütün bunlar, kâr oranının düşmesini frenleyebilmek açısından birer imkândır. Bütün bu imkânlar, kapitalist gelişim süreci içerisinde ortaya çıktıkları gibi, bu gelişimin ortaya çıkardığı çelişkileri etkileyen gelişim ve ondan etkilenen bir işlev de görürler aynı zamanda.
Emeğin Sömürü Yoğunluğundaki Artış
Örneğin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artışı ele alalım. Marx’ın el konulan artı-emek ya da artı-değerin miktarının yükseltilebilmesi için emeğin sömürü yoğunluğunun artırılması gerektiğini, bunun da başlıca iki yöntemi bulunduğunu ortaya koyduğunu görmüştük. Bunlardan birisi mutlak artı-değer, diğeri ise nispi artı-değerdi. Mutlak artı-değerde işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluna başvuruluyordu.
İşgününün uzatılması; örneğin kadın, erkek ve çocuk işçilerin günde 10, 12, 14, 16 saat çalıştırılmaları, kapitalizmin ilk ortaya çıkış dönemlerinden başlayarak epeyce bir süre, burjuvazi tarafından kullanılan bir yöntemdi. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi ve belirli bir düzeye ulaşması sonucu, bu yöntem belirli bir süre sonra kullanılmaz hale geldi. Ancak uygulandığı dönemlerde bu yöntem, hem artı-değeri artırıcı bir etki yapıyor, hem de kâr oranının düşmesinin koşullarını yaratıyordu. Bunun, kullanılan aynı miktarda emek-gücüne oranla, kullanılan hammaddelerin vb. kitlesinin artmasından kaynaklandığı açıktır.
Şimdi, esas olarak, nispi artı-değer üretimi ile ilgili geliştirilen yöntemlerin nasıl karşıt yönde etkiler yarattıklarını görmeye çalışalım. Emeğin sömürü yoğunluğunu artırmanın bir biçimi olarak, gözde bir üretim tekniği var son dönemlerde: Post-Fordizm. Post-Fordizm, emperyalist dünyanın girdiği yeni bir bunalım döneminde, özellikle Japonya’da uygulanmaya başlanan bir yöntemdi. Bu sistem daha sonra Amerika başta olmak üzere birçok emperyalist ülkede ve Türkiye dâhil birçok yeni sömürge ülkede uygulanmaya çalışıldı. Sistem, özet olarak şöyle işlemektedir:
Daha önce yaygın olarak kullanılan Fordist sistemin yol açtığı aşırı makineleşme, fazla miktarda defolu ürün, yüksek stok miktarları ve kâr oranının düşmesine yol açan sonuçların engellenmesi amacıyla geliştirildi. Post-Fordizm, üretilecek her mal için, ayrı olarak tasarlanmış makineler yerine; aynı makinenin hızlı bir şekilde bir başka malı üretebilecek şekilde tasarlanması ve mikro-elektronik teknolojisinin buna uygulanması yoluyla makinelerin niteliğinde bir değişim yarattı. Makinelerin işleyiş yapısındaki değişme ve hızlarının yükseltilmesi; bunları kontrol edebilecek işçilerin çalışma temposunda ve niteliğinde de bir değişimi gerekli kıldı. Şöyle ki; işçiler artık, bütün zihinsel faaliyetleri durmuş olarak kullandıkları aynı makinenin monoton bir parçası olmaktan çıkarak sözde eğitilmiş bir biçimde farklı makineleri kullanabilir hale geldiler. (Okuyucu, bu eğitimin gerçekte sözde bir eğitim olduğunu Özgürlük Dünyası’nın 57. sayısında yayınlanan “Teknoloji, Kalifiye İşgücü ve İşgücü” başlıklı yazıda açıklandığını hatırlayacaktır.)  Bu durumda, bütün çalışma süresi boyunca hareket halinde olan, o makinenin başından diğerine koşturan, en ufak boş zamanlarda da kalite çemberi toplantılarına katılan işçiler, daha yoğun bir şekilde sömürülmeye başladılar. Bunun yanında, günlük üretim miktarları dolmadan iş tatil edilmediğinden dolayı, bu sistem, işgününün uzunluğunu da beraberinde getirdi. Bu sistemde, hem işgününün uzatılması yoluyla, hem de zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluyla emeğin sömürü yoğunluğunun artırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ama bütün bunlar daha sonra ele alacağımız diğer şeylerde de birleşerek hangi sonuçlara yol açmaktadır? Somut bir örnek olması açısından Japonya’ya ilişkin verileri inceleyelim. Japonya’da verimlilik artışları, 1975-1992 yılları arasında Tablo 1’de görüldüğü gibi bir seyir izlemiştir.

Tablo-1
1975-84    -3,1
1985        -1,9
1986        -0,6
1987        4,5
1988        7,6
1989        5,4
1990        3,8
1991        2,1
1992        -3,9

Bunun yanında, Japon işçileri, yılda 2149 saat çalışarak gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çalışma rekorunu ellerinde bulundurmaktadırlar. Buna, Şubat 1992’de Birleşmiş Milletler tarafından açıklanan, yıllık 10.000 işçi ölümünü de eklemek gerekiyor. (Aktaran DİSK-Ar dergisi, sayı: 15)
Yazının ilerleyen bölümlerinde kullanılacak olan verilerle birleştirildiğinde görülecektir ki, hangi yöntem ve hangi biçim altında gerçekleşirse gerçekleşsin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, kâr oranının düşmesini önlememekte, ama geçici bir süre durdurabilmektedir.
Ücretlerin, Emek Gücünün Değerinin Altına Düşmesi Ve Nispi Aşırı-Nüfus
Kâr oranının düşmesinin ortaya çıkardığı sonuçları biliyoruz: Üretimde durgunluk, yatırımlarda azalma, sermayenin değer kaybetmesi ve sonuçta bunalım. Marx, bütün burjuva iktisatçılarının ve sosyal bilimcilerin aksine, emekçi nüfusun ve emekçi nüfusun çalışma ve işsizlik oranlarının kapitalist gelişmeye bağlı olarak şekillendiğini ortaya çıkarmıştı. İşte, üretimdeki durgunluk, işçilerin bir kısmının işsiz bırakır. Bununla birleşen aynı koşullar, aynı zamanda, işçilerin, ortalama ücretlerin altında çalışmaya boyun eğmesi yönünde bir baskı yapar. Böylece, ücretlerin ortalamanın altına düşmesi, aynı miktarda, kâr oranındaki azalmayı önler (ücretler değişen sermayenin miktarını temsil eder ve kâr oranı üzerinde doğrudan bir etki yaratır çünkü). Ama düşük ücretler, bir yandan da işçilerin yaşamında mutlak bir yoksullaşmayla birlikte çalışma zayıflığı ve enerji eksikliğini de beraberinde getirir. Böylece bir yandan verimlilik azalır, öte yandan da ücretlerin emek-gücünün değerinin altına düşürülmesinin yarattığı kâr oranının düşmesini frenleyici ve yavaşlatıcı etkenler, zıt yönde etkilerle beraber bunun geçiciliğini ortaya koyar. Bu bakımdan, dünyanın belli başlı kapitalist ülkelerindeki gelişmeler ve veriler, ancak bu söylenenlerin somut kanıtlan olarak sayılabilirler. Bu bakımdan 2., 3. ve 4. tablolar incelenmeye değer.
Tablo-2 İşsizlik Oranları – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    7,7    2,2        4,8        6,4        7,3
1985        7,2    2,6        8,0        10,9        11,1
1986        7,0    2,8        7,6        11,1        11,1
1987        6,2    2,8        7,6        10,0        10,9
1988        5,5    2,5        7,6        8,1        10,2
1989        5,3    2,3        6,8        6,3        9,3
1990        5,5    2,1        6,2        5,8        8,6
1991        6,8    2,1        6,7        8,1        9,2
1992        7,4    2,2        7,7        9,8        10,2

Tablo-3 Ücret Artışları (Cari) – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    8,3    6,1        6,8        14,3        13,4
1985        5,1    3,8        3,8        8,5        7,8
1986        4,0    2,3        5,0        8,0        5,8
1987        2,3    1,1        5,2        7,4        6,2
1988        3,9    3,2        3,9        8,0        6,0
1989        3,9    6,9        4,2        9,1        6,8
1990        5,0    6,7        5,8        9,9        7,2
1991        5,2    5,8        7,2        9,4        7,4
1992        1,7    4,2        7,0        5,7        5,9

Tablo-4 Verimlilik Artışları
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    1,9    3,1        3,5        2,6        3,7
1985        2,3    1,9        3,6        2,5        3,5
1986        4,3    -0,6        1,0        3,8        2,1
1987        4,1    4,5        1,9        5,4        3,9
1988        4,1    7,6        4,2        5,4        5,2
1989        0,5    5,4        3,3        4,3        3,6
1990        2,5    3,8        3,5        1,3        1,8
1991        2,0    2,1        2,8        1,6        1,7
1992        2,2    -3,9        1,4        3,7        2,1

Bu tablolardan da görüleceği gibi, dünyadaki belli başlı emperyalist kapitalist ülkelerde, işsizlik oranlarının artışı, ücretlerin düşmesi ve verimlilikteki azalma el ele gitmektedir.
Değişmeyen Sermaye Öğelerinin Ucuzlaması
Kapitalist gelişim sürecinde, emek üretkenliğinin gelişimine bağlı olarak, değişmeyen sermaye öğelerinde bir ucuzlama meydana gelebilir. Bir başka ifadeyle, değişmeyen sermayedeki artışla, onun değerindeki artış el ele gitmez. Örnek olsun: Otomobil üretiminde mikro-elektronik vb. yeni teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte, üretim hızı çok daha fazla artar. Ama üretimde kullanılan demir, çelik, plastik, diğer petrol ürünleri vb. hammaddelerin fiyatı değişmemiştir ya da çok az değişmiştir. Bunun yanında, üretimde kullanılan makinelerin değeri de, -ilk uygulanmaya konulduğu dönemler dışta tutulacak olursa- emeğin üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak azalmıştır. Bunlar, kâr oranının düşmesini denetim altına alan bir işlev görmekle birlikte, yasanın bir eğilim olarak işlemesini tamamen engelleyici bir rol oynamaz. Değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlamakla birlikte, sermaye birikiminin ilerlediği yol değişmemiştir. Dolayısıyla, organik bileşiminin değişen sermaye aleyhine gelişimi de.
Dış Ticaret Ve Hisse Senetli Sermaye
Dış ticaretin gelişmesi, kapitalist gelişmenin ilk temellerinden birisiydi. Ama kapitalizmin gelişmesi de dış ticaretin gelişmesinin önünü açtı. Bu, kapitalizmin ve sermayenin iç zorunluluğu haline geldi. Marx, “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanıldığı içindir” derken, dış ticaretin sermaye ve kapitalizm açısından neyi ifade ettiğini ortaya koymaktadır.
Dış ticaret, kâr oranının düşmesini engelleyebileceği gibi, onu yükselten bir rol de oylayabilir. Bunun altında yatan temel neden, özellikle geri kalmış ülkelerde, daha geri üretim koşullarında üretilen metalarla yapılan rekabetten kaynaklanır. Bir ürünü çok daha gelişmiş tekniklerle üreten bir ülke burjuvazisi, kendi ülkesindekinden ya da başka gelişmiş ülkelerinkinden daha ucuza olsa bile, bu ürünü, geri kalmış ülkelere değerinin üzerinde satabilir. Bunun yanında, buralardan ihtiyaç duyduğu, hammadde vb. şeyleri ucuza alabilir.
Kapitalist gelişmenin son ve en yüksek aşamasının emperyalizm olduğunu ortaya koyan Lenin, dış ticaretin bu koşullarda belirli farklılıklar gösterdiğini açıklamıştır. Lenin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin, bütün iktisadi yaşantıyı tayin edecek olan tekelleri ortaya çıkardığını göstermiştir. Dolayısıyla kapitalizmin bu son ve ölümcül aşamasında, dış ticarette tekellerin belirleyici bir rolü vardır. Artık tekeller tarafından gerçekleştirilen dış ticaret, başlıca iki biçimde sürdürülmektedir. Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizm koşullarındaki meta ihracının yanı sıra artık, sermaye ihracı belirleyici bir önem kazanmıştır. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşmektedir. Bunlardan birincisi üretici sermaye ihracıdır. Üretici sermaye ihracı; emperyalist ülke ve tekellerin bağımlı ve geri kalmış ülkelere yaptıkları yatırımları ve emperyalist ülkelere yaptıkları yatırımları kapsamaktadır. Bunu açıklaması bakımından şu örnekler çarpıcıdır:
Tablo 5, üretimin uluslararasılaşmasının hangi boyutlara ulaştığını göstermektedir.

DÖRT KITADA ÜRETİM – Tablo 5: Kaynak: İktisat Dergisi, sayı: 348
‘80’li Yılların Sonlarında Volkswagen Golf Üretiminde Kullanılan Parçalar
Fransa    Kalorifer, Klima, Elektrik parçaları, Kauçuk, Metal rulman, Su hortumları, Soğutucu, Çelik, Lastik, Tampon, Döşeme, Radyatör
İngiltere     Katalizatör, Alüminyum, Kauçuk borular, Çelik Piston
İsviçre        Elektrik parçaları, Yapıştırıcı, Yalıtım maddesi, Plastik parçalar
Avusturya     Galvaniz, Elektrik parçaları, Plastik parçalar, Vites, Kemer, Akü, Radyo, Lastik
İtalya        Cam, Vidalar, Alüminyum, Elektrik parçaları, Piston
Hollanda     Çelik, Tekerlek, Döküm parçalar
İsveç         Çelik, Rulman, Plastik parçalar
Kanada     Taşıyıcı, Katalizatör, Jant, Akü
Macaristan     Ampul, Alüminyum, Döküm, Nikelaj, Rulman
İspanya     Lastik, Akü, Döküm parçaları
Portekiz     Radyo,  Suni deri, Contalar
Japonya     Klima parçaları, Radyo, Motor parçaları
G. Afrika     Karoseri, Mangan metali
Meksika    Motor parçaları, Taşıyıcılar, Stabilizatörler, Arka takımlar, Karoseri parçaları
Brezilya    Şanzıman, Amortisör, Motor Kapağı, Piston, Dişliler, Vites
ABD        Klima parçaları, Elektrik parçaları, Kablolar, Kompresörler, Direksiyon
Diğer Ülkeler    Belçika, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg

Öte yandan, uluslararası en büyük tekellerden birisi olan Siemens’in üretimde kullandığı 55.000 parçanın hangi yollardan geldiğinin takip edilmesi bile oldukça güçtür. Çünkü Siemens, 137 ülkede, 87 yan kuruluşu ile birlikte faaliyetini sürdürmektedir. (Aktaran, agd. sf. 54)
Yine aynı dergide, verilen bir başka örnekte şöyledir: Mısır’da ekilen, Türkiye’de iplik haline getirilen, Hindistan’da dokunan, İtalya’da stili verilen, Güney Kore’de dikilen ve oradan tüm dünyaya gönderilen milyonlarca ton pamuklu mal, tüketiciye ulaşmaktadır.
Borç verilen sermaye ise, diğer ülkelerin devletlerine, bankalarına ya da başka kuruluşlarına verilen kredi biçiminde gerçekleşir. Bunalım ortamında yatırımların yavaşladığını, giderek durma noktasına doğru daraldığını görmüştük. Bu durumda, üretken yatırımlara yöneltilemeyen para-sermaye, kredi biçiminde azgelişmiş ülkelere yöneltilmektedir. Yine aynı nedenle, ihracat yapamaz duruma gelmiş olan azgelişmiş ülkeler ise, kredi almaya yönelirler. Kâr oranının düşmesini engelleyici etkenler, bir yandan da sermaye birikimi sürecini hızlandırır. Öte yandan da, bu, yine değişmeyen sermayeye oranla, değişen sermayenin azalmasına yol açarak, kâr oranının düşmesini çabuklaştırır.

Tablo-6: Kaynak: Petrol-iş ’92 Yıllığı Sf. 565
AT’de Organik Kompozisyon – Çalışan Başına Sermaye Stoku, 1960=100
1967    130,6        1972    158,9        1977    186,8        1982    215,2
1968    136,1        1973    164,1        1978    191,2        1983    221,8
1969    140,7        1974    170,0        1979    195,3        1984    226,6
1970    146,1        1975    176,4        1980    200,7
1971    152,5        1976    182,1        1981    208,2

Tablo 6’daki, çeşitli emperyalist ülkelerdeki sermaye bileşiminin değişen sermaye aleyhine nasıl değiştiğini göstermektedir.
Bütün bu çelişkiler, kapitalist bunalımın temelinde yatan çelişkilerdir. Artık kısaca tanımlayabilme imkânına sahip olduğumuz kapitalist bunalım şöyle tarif edilebilir:
Sermaye birikiminin hızlı olduğu canlılık dönemlerinde, yatırımlar artar, daha fazla emek harekete geçirilir, yeni yatırım alanları ortaya çıkar, kapitalistler yeni üretim dallarına yönelirler. Ancak bütün bunların koşulunu yaratan kapitalist üretimin genişlemesi, bir süre sonra kendi çelişkilerini açıkça hissettirir. Sermaye birikimi ve merkezileşmesi ilerlemiş ve daha fazla emek gücü harekete geçirilmiştir. Ancak harekete geçirilen makineler, hammaddeler vb.lerin kitlesi, harekete geçirilen emeğe oranla daha çok artmıştır. Bu durum, kâr oranının düşme eğilimini hızlandırmış, bununla birlikte tüketim alanını alabildiğince daraltmıştır. Daha fazla kâr için elinden gelen hiçbir şeyi ardına koymayan kapitalistler, şimdi hiç istemedikleri bir durumla karşı karşıyadırlar. Artık kapitalistler için yeni yatırımlar yapmak, cazip değildir. Sermayenin ve her türlü ürünün, aşırı-üretimi gerçekleşmiştir. Kapitalistlerin depolarında mallar birikmiş, ancak emekçiler tarafından alınamaz hale gelmiştir. Yeni yatırımlar zayıfladığı ve üretim kapasitesi düştüğü için işçiler kitleler halinde işsizliğe sürüklenmiştir. Canlılık dönemlerinde sermaye tarafından harekete geçirilen milyonlarca işçi, şimdi yine sermaye tarafından sokağa atılmıştır. Böylece bunalımlar, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerini ve çelişkilerini daha kesin olarak gözler önüne serer: Bir yanda kapitalistlerin depolan ağzına kadar doluyken sefalet içinde daha fazla yakınlaşan emekçi kitleler vardır; öte yanda kendi aralarındaki çelişkiler keskinleşmekle birlikte emekçi kitlelere karşı birleşen burjuvalar.
Marx, “Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir.” diyor. Burjuvazi açısından bunalımlardan çıkış yolu, gerçekten, ortaya çıkan çelişkili ortamın zora dayanan çözümüne dayanır. Kapitalistler, bir yandan kendi aralarındaki çatışmayı sonuçlandırmak üzere harekete geçerken, öte yandan birleşik bir sınıf olarak bunalımın bütün yükünü proletaryanın üzerine yıkmak üzere harekete geçerler. Tıkanmış bulunan bütün kanalların, yolların ve mekanizmaların yeniden açılması için her türlü zor ve insanlık dışı yöntem, burjuvazinin biricik silahı haline gelir. Ne var ki; “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir, işte bu sermaye ve onun kendini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim, yalnızca sermaye için üretimdir. (…) Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”  (Kapital, Cilt 3, s. 221)
Krizin, eski Yunancadaki kelime karşılığının “karar verme anı” olduğu söylenir. Kapitalistlerin krizin çözümüne ilişkin olarak verecekleri kararlar açıktır: Çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümü. Proletaryanın devrimci eylemi ve onu yönetebilecek güçlü bir organizasyonun yokluğunda, bunalım, burjuvazinin kendini yeniden üretebilmesinin bir imkânıdır. Proletaryanın kararları da açık olmak durumundadır: Çelişkilerin kesin ve zora dayanan çözümü. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel hale gelen kapitalist üretim ilişkilerinin yerle bir edilmesi, ancak böyle mümkündür çünkü. Böylece bunalım, aynı zamanda devrimin de bir imkânıdır: Eğer devrimi yönetebilecek güçlü, Bolşevik bir organizasyon varsa.

* * *
Bunalımlara yol açan temel çelişkiler ve sebepler bunlar olmakla birlikte, her bunalımın kendi özgün gerçekleşme koşullarının bulunduğu asla unutulmamalıdır. Her bunalım, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birleşerek ve iç içe geçerek oluşur. Bunlar, en genel anlamda; sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin değişimi; emperyalistler ve emperyalist devletlerarasındaki ilişkilerin gelişim doğrultusu ve emperyalist kapitalist ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki sermaye ve sınıf ilişkilerinin koşulları olarak sıralanabilirler. Bütün bunların ayrıntılı ve zengin bir tahlili, dergimizin 66. sayısında yayınlanan “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri Ve Devrim Ve Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları” başlıklı yazıda ortaya konulmuş bulunmaktadır.

Ağustos 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑