Devlet ve sınıflar–2 Marksizm’e göre devlet ve sınıflar

Yazının geçen sayımızda yayınlanan bölümünde, insan toplumunun sınıflara bölünmesinin kesin siyasal biçimler kazanmasıyla birlikte, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin çeşitli biçimleri üzerine genel ve teorik görüşlerin de geliştirilmeye başlandığını görmüştük. O zaman ve sonraki çağlar boyunca, “devlet” kavramının, eşitlik, adalet, iyilik, gibi kavramlar ekseninde ele alınmasında bile, kaçınılmaz bir biçimde, her toplumdaki ve çağdaki sınıf karşıtlıklarının varlığına dayanan bir tartışmanın konusu olduğunu gösteren kaynaklar üzerinde durmuştuk. Bununla birlikte, bütün bu zamanlar boyunca, devletin varlık nedenini, tartıştıkları gerçek zemin üzerinde çözebilen ve özellikle de tarihselliğini, yani belirli toplumsal koşulların ürünü olarak doğup, yine bu koşullara bağlı olarak ortadan kalkabileceğini gösterebilen herhangi bir teori, geliştirilememiştir.
Marksizm’in, devlet kavramı üzerine çağlar boyunca süren tartışmaya getirdiği en önemli katkı, onun sınıfların tarih sahnesine çıkışıyla doğduğuna ve sınıfların ortadan kalkışıyla birlikte söneceğine ilişkin tezidir. Devleti, toplumun sınıflara bölünmesinin ya da bir başka deyişle, toplumsal işbölümünün ortaya çıkışının ürünü olarak gören bu tez, onu neredeyse doğal, ya da ilahi bir varlık olarak gösteren, ya da en azından toplum olarak yaşamanın bir koşul olarak yorumlayan bütün eski teorilerle tam bir karşıtlık ifade ediyordu.
Bununla birlikte, Marksizm’in ayırıcı özelliği, tarihin, sınıfların ortaya çıkışından itibaren sınıflar arasındaki mücadelenin tarihi olageldiğini göstermiş olması değildir; Marx’ın deyişiyle, sınıf mücadelesinin nihai olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağını göstermiş olması, temeldeki farkı belirtiyordu. Öyleyse, onun teorisinde devlet, soyutlama düzeyinde, ne olduğu ve nasıl olması gerektiği tartışılan bir kurum, ya da bir toplumsal ve siyasal analiz aracı olarak kullanılan bir kavram olmaktan çok, bizzat toplumsal mücadelenin bir nesnesi ve devlet iktidarından yalıtılmış sınıflar için bir siyasal hedefti. Bu kavrayış, devletin sınıflar üstünde bir yeri olduğunu ve sınıflar arasındaki çatışmada hakem rolünü üstlenmiş bir “denge” aygıtı konumunda durduğunu ileri süren teorilerden de temelde farklıydı.
Marksist devlet teorisi denilince, ilk hatırlanması gereken temel ilkeler bunlardır. Bu ilkeler, sınıf mücadelesinin taktik ve stratejik hedeflerini ve mücadele eden sınıfların müttefiklerini belirlemek için olduğu kadar, mücadelenin son amaçlarını da netleştirmek bakımından sosyalistlerin vazgeçemeyeceği değerdedir.
Bununla birlikte, Marksizm içinde devlet teorisinin netleşmesi ve nihayet dolaysız olarak devrim ve sınıf mücadelesi teorisini tamamlayan bir yer kazanması, hem teorinin hem de tarihin -sosyal ve ekonomik süreçlerin- belli bir olgunluğa ulaşmasının sonucunda gerçekleşmiştir. Bundan sonra da, devlet teorisi, Marksizm’in devrimci özüyle, reformist ya da revizyonist sapmalar arasında kesin bir değerlendirme kıstası rolü üstlenerek, tartışma konusu olmaya devam etmiştir.
Günümüzde de, devrimci komünizmle, diğer “sosyalist” akımları birbirinden ayırt etmede, devlet teorisi, belirleyici bir yer tutmaktadır. Bu yalnızca, proletaryanın burjuva devlet karşısındaki mücadelesinin gerekleri bakımından böyle değildir: Aynı zamanda, kendi devriminden sonra kuracağı “devlet”in niteliğinin kavranması ve açıklanması bakımından da böyledir. Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra yoğunlaşan bütün spekülasyonlarda, “proleter devlet”in burjuva devletten daha “demokratik” olmadığı, eğer kıyaslanacaksa, ancak faşist diktatörlüklerle kıyaslanabileceği yolundaki temelsiz ve aldatıcı propaganda, her şeyin toza dumana boğulduğu ortamda etkili kılınmaya çalışılırken, bu genel cehalete dayanıldı. Denilebilir ki, işçi sınıfının Marksist devlet teorisi hakkındaki bilgisi, yalnızca burjuva egemenliğin doğasını kavramasına yardım etmekle kalmaz, aynı zamanda ve bundan daha önemli olarak kendisinin egemen sınıf olarak örgütlenmesinin ne anlama geldiğini ve bunun burjuva egemenlik sisteminden ne bakımdan farklı olduğunu öğrenip göstermesini de sağlar.
Sınıflar mücadelesinde, her sınıf, bir diğerine karşı, geliştirebildiği en etkili araçlarla mücadele eder: egemen burjuvazi için bu araç, devlet; yönetilen sınıflar içinde de, proletaryanın en yetkin aracı partidir. Bu bakımdan Marksist devlet teorisi, burjuva egemenliğin kuruluşunun ve devam ettirilişinin en temel ilkelerini açığa çıkarırken, proletaryanın da, kendine özgü hedefini netlikle tanımlamasının aracıdır. Dolayısıyla, Marksist devlet teorisini kavramamış bir sınıf hareketinin sosyalist siyasal bilincinde daha ilk adımların bile eksik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öyleyse, Marksist devlet teorisi, basitçe, proletaryanın devrimci mücadelesinin teorik cephesinin bir unsuru olarak kalmaz; o aynı zamanda sınıflı toplumların bütün tarihleri boyunca insanlar arasındaki bölünme ve çatışmaların başlıca nedeni olan üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel biçimi ve bunun bütün sosyal ve siyasal sonuçlarının anlaşılmasının ve değiştirilmesinin de başlangıcında bulunur.

MARKSİST DEVLET TEORİSİNİN FELSEFİ TEMELLERİ
Marx, kapitalizmin yalnızca kaba bir emek sömürüsü olmayıp aynı zamanda insanın bilinç dünyasının da tam bir tersine çevrilişinin gerçekleşmesi olduğunu gösteren ilk düşünür oldu. Kapitalizmin ideolojisinin ve kültürünün felsefi eleştirisi de bu kapsamda gerçekleşti. Kapitalizmin, yasal, hukuki, siyasal, dinsel ve estetik kurumlarının ve bunların kapitalist toplumda yaşayan insanlar üzerindeki etki ve karşı etkisinin çözümlenmesi, kapitalist ekonomi politiğin eleştirisinin ayrılmaz bir parçası olarak boy verdi. Toplumsal ilişkilerin, başlıca maddi ve ideolojik olmak üzere iki yön içerdiğini ve ideolojik ilişkilerin maddi hayat koşulları üzerinde yükselen bir “üstyapı” oluşturduğunu keşfeden de odur. Bu bağlamda, ideolojiler, tarihsel bir görevle yükümlenmişlerdir: Üretim ilişkilerini ve bunun hukuki ifadesi olan mülkiyet biçimini destekleyen ve bir “manevi dünya” biçiminde yeniden kurma işlevi büyük ölçüde, ideolojilere yüklenmiştir. Devlet, bu ilişkiler zincirinde, yalnızca siyasal bir kurum olarak değil, aynı zamanda ideolojik bir misyon yüklenmiş kurum olarak kendisini gösterir. Engels, “devlet, insanlık üzerindeki ilk ideolojik güç olarak kendisini göstermiştir” derken, hem bütün toplumsal evreler için geçerli olan bir kuruluş ilkesine işaret ediyordu, hem de, devlet hakkındaki sınıflar-üstülük yakıştırmasını eleştirmek için yeni bir hareket noktası elde ediyordu. Böylece devletin, egemen, sınıf için yalnızca basit bir yönetim aygıtı olarak önem taşıyan bir kurum olmadığı, bunun kadar ve bunu destekleyen bir önemle, toplumun ideolojik şekillenmesi için de bir araç rolü üstlendiği ifade edilmiş oluyordu.
Böylece, diyalektik materyalizmin madde ve bilinç arasında kurduğu ilişkinin, toplumsal yapı ve ideolojiler ve siyasal kurumlar arasındaki ilişkilere uygulanmasının bir örneğini görürüz. Varlık ve bilinç arasındaki ilişkide, temel ve belirleyici olanın varlık olduğu, bilincin bunun üzerinde yükseldiği, bununla birlikte, bir kez bu oluş gerçekleştikten sonra ve gerçekleşme sürecinde, varlıkla bilinç arasında sürekli bir karşılıklı etkileşmenin bulunduğu yolundaki tez, devlet, siyasal ve hukuki ilişkiler ve üretici güçler arasındaki ilişkiye de uygulanmaktadır. “Alman İdeolojisi” gibi, Marx ve Engels’in henüz “kendi kafalarını açma” dönemi olarak adlandırdıkları zamanlarda yazdıkları eserlerde bile, bu kavrayış, felsefi temeldeki sağlamlığa dayanarak, net olarak otaya çıkar: “Demek ki gerçek şudur: Belirli tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. … Toplumsal yapı ve devlet, aralıksız olarak, belirli bireylerin yaşam süreçlerinden doğar; ama kendi öz tasarımlarında ya da başkalarının tasarımlarında ortaya çıkabildikleri gibi bireylerin hayati sürecinden değil, gerçekte olduğu gibi, yani iş gören ve maddi olarak üretimde bulunan, dolayısıyla kendi iradelerinden bağımsız ve belirli maddi temeller ve koşullar ve sınırlar üzerinde hareket eden bireylerin hayati sürecinin sonucu olarak meydana gelir.” (Marx-Engels, Alman ideolojisi, Sol yayınları, Eylül 1976 s. 47)
Buradan çıkan ilginç bir sonuç, devletin varlığına ilişkin teoriler karşısında elde edilen eleştiri olanaklarında kendisini gösterir. Genel olarak idealizm, bilincin (ide’nin, düşüncenin) dünyanın kurucu ilkesi olduğu yolundaki görüşünü, devletle toplum arasındaki ilişkiye de uygulayarak, onu tanrısal iradenin, evrensel düşüncenin bir aracı, cisimlenmiş hali olarak yorumlamakta ve toplumsal varlığı, bunun sonucu olarak görüp göstermektedir. Kuşkusuz bu, materyalizm açısından, tıpkı, bilincin bilinçle, varlığın yine bilinçle ya da somut olanın soyutla açıklanması gibidir. Marx’ın Hegel idealizmine yönelttiği eleştiri, burada, devlet hakkındaki idealist görüşlerin eleştirilmesinde bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Marx, Hegel idealizmi hakkında şunları söylüyordu: “Hegel için ide, bağımsız bir özne olarak, gerçeğin yaratıcısıdır. Gerçek, ide’nin yalnızca dışsal görünüş şeklidir. Bunun tam karşıtının doğru olduğuna inanıyorum. Kavramsal olan, maddi olanın, insan kafasında yansımasından başka bir şey değildir. ” (Kapitale önsöz) İdealizmin “kavramsal” olana yüklediği bu hiyerarşik yer, devlet söz konusu olduğunda, onun değiştirilemezliği ve varlığının da zorunlu önkoşul olduğu sonucunu doğurur. Bir bakıma devlet, böylece, tarih dışı ve toplumsal ilişkilerin üzerinde, onlardan etkilenmeyen ve ondan bağımsız bir yeri olan kurum halini alır.
Oysa Marx’a göre, idealizmin kurduğu belirleme ve belirlenme ilişkisinin tamamen tersi geçerlidir. Temel ile üstyapı arasındaki ilişkide, belirleyici olan, maddi-ekonomik ilişkilerdir ve siyasal, hukuki, ideolojik-felsefi yapılar ve kurumlar, bunun üzerinde şekillenmişlerdir. Dolayısıyla, her biri değişken ve tarihsel özellikler gösteren bu yapılar arasındaki ilişkide, maddi temelin, bir başka deyişle, yaşam için gerekli geçim araçlarının elde edilişi sırasında kurulan tüm ilişkilerin değişmesi, diğerlerinin de değişmesini zorlayacaktır. Burada önemli olan, yalnızca devletin bir neden olarak değil de, bir sonuç olarak konulmuş olması değildir: Asıl önemeli olan, devlet kurumunun ezeli ve ebedi olmadığının, değiştirilebileceğinin ve ortadan kaldırılabileceğinin felsefi bir öngörü halinde formüle edilmesidir.
Materyalist tarih anlayışının bu uygulaması, burjuva devlet ile yabancılaşma kavramının ilişkilendirilmesini de yeni bir temel üzerinde mümkün kılar. Marx, yabancılaşmanın başlıca üç kaynağı olarak, sömürülenlerle sömürenler arasındaki işbölümünü, yine iki toplumsal kategori arasındaki mal değişimini (emek-gücünün satın alınmasını) ve nihayet devleti saymaktadır. Birincisinde, kapitalizm, sömürüyü, fabrika düzeni içindeki işbölümü ile gizlemektedir. Sömürünün gizlenmesinin ikinci biçimi, emek-gücünün satın alınmasıdır. Genel olarak kapitalist egemenliğin saklanmasını sağlayan en etkili araç ise, genel oy sistemidir. Böylece devlet gücü en etkili düzeye yükselirken, kurum olarak da, yönetilenlerin karşısına, onlara hükmeden, denetleyemedikleri ve etkileyemedikleri bir yabancı güç olarak çıkar. Bir yandan “genel oy” aldatmacası, siyasal egemenlik aygıtının yönetilen sınıflar tarafından saptandığı kanısını yayarken, bütün sistematik ilişkiler, onların dışında ve onlara karşı sonuçlar biçiminde gerçekleşmektedir. Böylece, tıpkı fabrikadaki işçinin kendi ürününe yabancılaşmasında olduğu gibi, yönetilen kitleler de, bizzat kendi ürünleri olduğuna inandırıldıkları devlet iktidarı karşısında bir yabancılaşma yaşamaktadırlar. Yabancılaşma, genel olarak, insanın dünyayı kendi dışında ve yönlendirme ve denetleme gücünün üstünde bir güç olarak algılaması sonucunu doğurur. Din ya da diğer geleneksel düşünme biçimleri de, tümüyle düşünce ile varlık arasındaki ilişkinin tersine çevrilmiş bir görünüşü üzerine kurulurlar ve insanın kendi ürünü oldukları halde, onlara hükmeden bir geçerlilik kazanırlar. Bu bağlamda, devlet de, bir yandan yabancılaşmayı yaratan ilişkilerin bir ürünü olarak, diğer yandan da yabancılaşmayı derinleştiren ve bir yönetim ilkesi haline getiren bir işlev yüklenmektedir. Bu felsefi çözümleme, devlet karşısındaki proleter sınıf siyasetinin temellerine ışık tutar.
Şu halde, devleti, sosyal sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmalardan bağımsız değerlendiren teorilerin bugün de, önemli ölçüde yaygın olarak kullanıldığı göz önünde tutulursa, bu felsefi temelin önemi daha da belirginleşecektir. Sosyal ya da siyasal çözümlemeler sonuçta kendilerini, nesnel veriler, konjonktürel durumlar vs. gibi gerekçelere dayandırabilmektedir. Böylece, görünüşte materyalizmden ayrılmaksızın, devletin temel dayanakları konusunda idealizme özgü tezler tekrarlanabilmektedir. Oysa devlet konusundaki diyalektik materyalist teorinin açıkça ortaya koyduğu dayanaklar, buradan hareket edildiğinde, sınıf mücadelesi ve devrim teorilerine mantıksal bir zorunlulukla geçileceğini göstermektedir.

SINIF MÜCADELESİ TEORİSİ AÇISINDAN DEVLET
Marksizm, sınıflara bölünmüş toplumların tarihinin, sınıf mücadeleleri tarafından belirlendiğini ileri sürerken, materyalist tarih tezinin ilk ve en önemli önermesini kurmuş oluyor ve tarihin idealist ve metafizik yorumlarından tümüyle ayrı, onlara kaşıt bir yeni bilimin de kuruluşunu haber veriyordu. Böylece tarih, öznel ya da iradî, ruhsal-tanrısal bir süreç olmaktan çıkıyor, “dövüşen, üreten sahici insanların”, “kitlelerin” yaptığı bir şey halinde yeniden ele alınıyordu. Sınıflar arasındaki mücadele ise, tarihin “lokomotifi” olarak nitelendiriliyor, diyalektiğin en eski atalarından bu yana, çelişkiye verilen yüksek değer, insan toplumunun tarihi temelinde bir kere daha olumlanıyordu.
Her sınıflı toplumda, yerleri bir üretim sistemi içinde tarihsel olarak belirlenmiş, üretim araçlarıyla olan ilişkilerine ve toplum içinde işin örgütlenmesinde oynadıkları role ve toplumsal zenginlikten aldıkları paya göre birbirinden ayrılan gruplar bulunmaktadır ve bu gruplar, bu özellikleriyle “sınıf” oluşturmaktadırlar. Ve bir kez sınıflar ortaya çıktıktan sonra da, toplumun siyasal örgütlenmesinde devlet, zorunlu biri kurum olarak belirmektedir: “Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de, başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıt gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur.” (Lenin, “Devlet”) Lenin tarafından yapılan sınıf tanımında, esas olarak toplumdaki “ana sınıflar” ele alınmaktadır. Üretim araçlarının mülkiyetini elde bulundurmak ya da bundan yoksun olmak ölçütü, toplumsal çelişkinin iki ucunu belirlerken, bunlar arasında kalan, birine ya da diğerine daha yakın duran tabakaların durumunu da açıklamaktadır. Fakat konumuz bakımından, bundan daha önemlisi, bu tanım, toplumsal sınıflar arasındaki bölünmenin tam bir “çıkar bölünmesi” olduğunu ortaya koymaktadır. Devlet, Marx’a göre, bu çıkar çelişmesinin bir ifadesi olma özelliğini taşımaktadır.
“İşte asıl bu çelişki, özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya ve aynı zamanda her zaman her aile ve kabile yığışımında mevcut olan, kan, dil, geniş bir ölçüde işbölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü aramaya götürür ve bu çıkarlar arasında, özellikle daha o zamandan işbölümü tarafından koşullandırılan, bu cinsten bütün gruplaşmalar içinde farklılaşan sınıf çıkarlarını, … içlerinden birinin ötekiler üzerinde egemen olduğu sınıfların çıkarlarını, buluyoruz. Bundan, devlet içindeki bütün savaşımların, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşımın, oy hakkı uğruna savaşımın, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey olmadıkları sonucu çıkar.” (Alman ideolojisi, 64)
Egemen sınıfın yönetim koşulu, kendi sınıf çıkarlarını (özel çıkan), toplumun tümünün çıkarı (kolektif çıkar) olarak gösterebilmesindedir. Bu, ideolojik hegemonya kavramıyla açıklanabilecek yanlar taşımakla birlikte, aynı zamanda toplumsal hayatın her alanında örgütlenmiş bir egemenlik ilişkileri sistemini de gerektirir. Devlet, bu bakımdan çelişmelerin gerçek yüzünü gizleyen bir rol üstlenir. Kurum olarak, bütün sınıfların ortak çıkarının ifadesi gibi görünür ve özel çıkarın kolektif çıkar olarak algılanmasını ve kabul edilmesini sağlar. Bu görünüş, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi oranında kırılır. “Devlet içinde” gibi görünen ve devletin tipi ya da biçimi üzerinde bir çelişme biçimini alan çatışma, Marx’a göre, aslında çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımın ta kendisidir. Diğer yandan, Marx, devleti yalnızca egemenliğin bir aracı olarak değil, egemenlik koşullarının tümünün pratik, ifadesi olarak tanımlamaktadır: “(Belirli üretici güçlerden yararlanmanın koşulları) toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullarıdır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde… pratik ifadesini bulur. Bunun içindir ki, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.” (Alman İdeolojisi, 73)
Devletin, sınıf ayrılıkları sonucunda doğduğunu gösteren Marksist teori, buraya kadar, kendisinden önceki dönemlerde değişik biçimlerde değinilmiş olan bu görüşü sistemleştirmekten öte bir içerik taşımaz gibi görünür. Oysa Marksizm, burada kalmaz ve öncekilerin son derece soyut bir biçimde ele aldıkları toplumun sınıflara bölünmesi olgusunu, ya da daha örtük olarak kullandıkları, sınıf karşıtlıkları temasını, açık bir biçimde, mülkiyet ve sömürü kavramları eksenine oturtur. Bu gerçek bir yeniliktir ve sınıflara bölünmenin doğurduğu hareketli bir sosyal yapı üzerinde devlet kavramının çözümlenmesinin olanaklarını yaratır. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı, bu hakka sahip olmayanların emek ürünlerine el koyması olanağını yaratmaktadır. Böylece, sınıf ve sömürü kavramları birbirine dolaysız olarak bağlanırken, devlet de, buradan doğan temel ilişkilerin bir sonucu olarak görünür.
Lenin sınıf kavramına ilişkin bir tanımında şunları söyler: “Sınıflar, belirli bir toplumsal ekonomideki farklı durumlarından dolayı, bir grubun bir diğerinin emeğine el koyabildiği insan gruplarıdır.” (Lenin, ‘Büyük Atılım’ başlıklı makale) Burada, “el koyma” teriminin özel bir önemi olduğu görülmektedir. Dolaylı ya da dolaysız olarak zoru içeren bir terimdir bu. Dolayısıyla, sınıf, sömürü, emek ürününe el konulması gibi birbirine bağlı ve birbirini izleyen kavramların son ucunun, bu kavramlardan örülü bir toplumsal ilişkiler sisteminde zorun örgütlenmesini temsil eden devletle tamamlanması da kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada, artık devletin sosyal, ekonomik ve siyasal işlevlerinin apaçık bir hal aldığı düğüm noktasına ulaşılır: Devlet, egemen sınıfların, zor aygıtıdır.

KOMÜNİST DEVRİM TEORİSİ AÇISINDAN DEVLET
Lenin, proletaryanın “hazır devlet cihazı” karşısındaki tutumuna ilişkin olarak Marx ve Engels tarafından yapılan açıklamaların, özellikle Bernstein tarafından oportünistçe çarpıtılmasını açıkça cevaplandırmaya büyük önem vermişti. Daha önce, ilkin “Komünist Manifesto”nun 1872 tarihli baskısına yazdıkları önsözde, sonra da “Fransa’da İç Savaş” adlı eserin önsözünde, Marx ve Engels şunları söylüyorlardı: “Özellikle bir husus, Komün tarafından ispatlandı: İşçi sınıfı sadece hazır devlet cihazını ele geçirip onu kendi maksatları için kullanmakla yetinemez. ” Lenin, bu pasajın tek başına ele alınmasının, oportünistçe kaçamaklar için olanak sağladığını görmüştü. Bernstein, “hazır devlet cihazının ele geçirilemeyeceği” sözlerinden, devrimci tarzda iktidarın ele geçirilmeyip adım adım ilerleyen bir evrim sürecinde, proletaryanın iktidar olabileceğine dair reformist görüşüne bir dayanak çıkarmaya çalışıyordu. Oysa murat edilen tamamen farklıydı ve Bernstein’in anlamak ve kullanmak istediği gibi bir çıkarsama Marx’ın aklının ucundan bile geçmemişti. Lenin, Marx’ın Kugelmann’a yazdığı, Komün deneyi ve bu deneyle bağlantısı içinde “hazır devlet cihazı”na ilişkin mektubuna atıfta bulunarak, gelişme eğilimi içindeki kaçamaklara başvurmanın önünü alarak, modern çağa özgü burjuva devlet tipinde pratik ifadesini bulan burjuvazinin toplumsal gücünü kırıp etkisizleştirmek üzere, onun devlet cihazının kırılıp parçalanması zorunluluğunun altını çizdi. Lenin’in başvurduğu Marx’ın 12 Nisan 1871 tarihli mektubu yoruma olanak tanımıyordu: “On Sekizinci Brumaire’in son bölümüne (bakarsan), Fransız İhtilali’nin bundan sonraki girişiminin artık, şimdiye kadar olduğu gibi, bürokratik-askeri cihazı bir elden diğerine aktarmak değil, fakat onu parçalamak olacağını ve bunun Kara Avrupası’ndaki her gerçek halk ihtilalinin ön şartı olduğunu iddia ettiğimi göreceksin.” Üstelik, “İç Savaş”ta “hazır devlet cihazı” olarak tanımlanan mektupta “bürokratik-askeri makine” ve “sadece ele geçirmek” sözcükleriyle ifade edilen yetinilmezlik konusuysa “bir elden diğerine aktarma” olarak çok daha açık ve kesin bir biçimde ifade edilmekteydi. Komün deneyi, proletaryanın burjuva devlet cihazını kırıp parçalaması gerektiğini, kendinden sonra patlak verecek her gerçek halk devriminin ön koşulu olarak hizmet etmek üzere, kanıtlamıştı.
“Hazır devlet cihazı”nın ele geçirilmekle yetinilememesi, yalnızca adım adım ilerleyecek bir evrim sürecinde proletaryanın iktidar olabileceğine dair oportünizmin reformcu tezini geçersizleştiren Marksist devlet ve devrim teorisinin temel bir argümanını sağlamakla kalmaz. Egemen sınıfın zor aygıtı zora dayalı olarak kırılmalıdır- bu, aygıtın bürokratik-militarist niteliğiyle şekillendiği koşullarda, zamanımızda bütün burjuva toplumsal siyasal örgütlenmeler açısından geçerli olmak üzere, burjuvazinin toplumsal gücünün kırılmasının ilk adımı (ve aslında son adımdır da) olarak Marksist devlet teorisinin üzerinde yükseldiği temel önemde bir önermedir. Ama bunun yanı sıra, “hazır devlet cihazı”nın ele geçirilmesiyle yetinilememesi, aynı zamanda, birbirine kopmazcasına bağlı iki kavramla, devletin sönümlenmesi ve “sönümlenme sürecinde devlet” ya da kelimenin gerçek anlamıyla “devlet olmayan devlet” kavramlarıyla bağlantılıdır.
Komüne kadar bütün devrimler, hazır devlet cihazını parçalamak bir yana yet-kinleştirdiler. Marx, On Sekizinci Brumaire’nin son bölümünde Fransa örneğinden hareketle bu konuyu işledi. Önceki köleci ve feodal sistem günlerinde, işbölümü ve sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkmasıyla birlikte oluşmaya başlayan özel silahlı adam ve yürütme gücünün memur gruplarıyla “toplumun üzerinde” ve “topluma yabancı” karakteriyle şekillenmeye yönelen aygıt, kuşku yok ki, bugünkü boyutlarıyla yetkin değildi. (Yine de köleci Roma’nın bu aygıtı yeterince devasa boyutlarıyla var ettiği belirtilmelidir.) O günlerde geriye zikzaklar görülse de (Roma İmparatorluğu’nun barbarlar tarafından yı-kılışıyla ortaya çıkan parçalanmadaki gerileme örneği), feodal hiyerarşik sistemin egemenliğin siyasal biçimlerinin örgütlenmesine yansıması çerçevesinde bu sistemde, belki binlerce prensliğe bölünmüşlük koşullarında görece küçük ölçekleriyle kendisini gerçekleştiren bürokratik ama özellikle militarist aygıt, özellikle feodal monarşilerin çöküş ya da burjuvalaşmaya yönelen başkalaşım günlerinde ölçeklerini büyüttü ve toplumun bütün gözeneklerine nüfuz eder hal aldı. Egemenliğin sınıflar arasındaki her yeni el değiştirilişi ya da egemenlik yarışındaki sınıflar arasındaki ilişkinin her yeni biçim alışında, hazır devlet cihazı, daha da yetkinleştirilmek üzere ele geçirildi. Her yeni egemen sınıf ya da egemenliğin her yeni sınıfsal kombinasyonu, sömürülenlerin çıkarlarıyla uyuşmazlık içindeki kendi yeni sömürgen çıkarlarının koşullarını sağlamak ve devamını garanti etmek üzere, ele geçirdiği hazır aygıtı, kendi ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden düzenlemekle yetindiler ve kuşkusuz sınıf çatışmasının bir üst ve yeni boyutunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere onu yetkinleştirmeye giriştiler. Ama onu asla kırıp parçalamadılar. Yalnızca biçimi değişen sömürü ve bu sömürünün gerçekleşme koşulları, yeni koşullara göre biçim değişiklikleri ve yetkinleştirilmesi dışında “toplumun üstünde” ve “topluma yabancı” aynı aygıtı gereksinmekteydi. Aynı bürokratik-militarist kurumlarıyla aynı “topluma yabancı” aygıt, tek farkla ki, yetkinleştirilerek ve dolayısıyla yeniden düzenlenerek, yeni sınıf ilişkileri çerçevesinde, artık yeni sahipleri olan yeni egemenlerce kullanılacaktı. Marx, Brumaire’in son bölümünde şöyle yazmıştı: “Bu yürütme gücü, muazzam bürokratik-askeri örgütü, geniş ve maharetli devlet cihazı, yarım milyonluk ordusunun yanı sıra sayıları yine yarım milyonu bulan memur grubu ile Fransız toplumunun gövdesini örümcek ağı gibi saran ve onun bütün gözeneklerini tıkayan bu asalak kurum, çöküşünü hızlılaştırdığı feodal sistemin çöküşü sırasında, mutlak monarşi günlerinde boy verdi… İlk Fransız ihtilali merkezileştirmeyi, fakat aynı zamanda devlet gücünün kapsamını, vasıflarını ve aygıtını da geliştirdi… Napoleon, bu devlet cihazını daha da mükemmel bir hale getirdi. Meşru monarşi ve Temmuz monarşisi daha geniş bir işbölümü dışında yeni bir şey getirmedi. Son olarak, devrime karşı mücadelesinde, parlamenter cumhuriyet kendisini, baskı tedbirlerinin yanı sıra, kaynaklarını ve devlet gücünün merkezileşmesini de güçlendirmeye zorlanmış hissetti. Bütün devrimler onu parçalamak yerine bu cihazı yetkinleştirdiler. Nöbetleşe hükmedebilmek için çekişen partiler, bu muazzam devlet yapısına sahip olmayı galibin başta gelen ganimeti olarak gördüler.” (Aktaran Lenin, Marksizm-Devlet Üzerine, sf.13)
Bu aygıt, özü itibarıyla, yeni sömürücü egemenlerin de ihtiyaçlarını karşılayacak tek aygıttı; değişiklikler, onun, yalnızca tipi ve biçimine ilişkin olabilirdi. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla devletin, gücün (egemenliğin) toplumsal kaynağı olarak üretim araçlarının özel mülkiyetinin koşullarının bir arada tutulabilmesi ve emekçilerin sömürülebilme ve sömürü koşullarına boyun eğdirilmek ve katlandırılmak üzere yönetilebilme ihtiyacının kaçınılmaz kıldığı “toplumun üstünde ve ona yabancı” karakteriyle, sömürücü azınlıklara ve onların egemenlik koşullarına özgü ve onların egemenliklerinin pratik ifadesi olduğu anlamına gelir.
Marksist devlet teorisinin, devletin, işbölümü ve sınıf zıtlıklarının ürünü ve dolayısıyla tarihsel bir kategori oluşunun bir sonucu olarak içerdiği bu kavrayış, proletaryanın hazır devlet cihazını ele geçirmekle yetinememesi ama onu kırıp parçalamak zorunda olması noktasında devrim teorisiyle bağlanmasının ötesinde ve onunla ilişkisi içinde, onun, “kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan” proletarya diktatörlüğü teziyle bağlantı noktasını da verir.
Kendi kurtuluşunu gerçekleştirmek üzere proletarya, hazır devlet cihazını kırıp parçalamaya koşullandırılmıştır; amaçlarına, bu aygıtı ele geçirerek ve yetkinleştirerek ya da yetkinleştirmeden, onu kullanmakla yetinerek ulaşamaz. Öyleyse, parçalayacağı eski aygıtın yerine bir başka aygıt koymak zorundadır. Ama paradoks oradadır ki, proletarya bu aygıtın yerine koyacağı yepyeni bir aygıt yaratmak olanağına, işin doğası gereği sahip değildir. Sahip olduğu olanak, yalnızca sınıf ayrıcalıklarının değil, ama kendisiyle birlikte bütün bir sınıfsallığı, işbölümüne, köleliğe son verilerek varoluş koşullarıyla birlikte sınıfların varlığının ortadan kaldırılmasına bağlanmış devletsizliğe ulaşmak ve iktidarın elde edilmesiyle (ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına başlanmasıyla) bunun ilk ve temel adımını atmış olmak üzere bir geçiş devleti kurmaktır. Bununla birlikte, bu, keşfedilecek yeni bir devlet türü olamaz. Proletarya diktatörlüğü, bir yandan devletsizliğe gidişin, sınıflarla birlikte sınıf zıtlıklarının ürünü olan devletin varlık koşullarını tasfiye edişin devleti, o halde, kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmaktan çıkmış bir devlet olabilecektir, bir “yarı-devlet” olacaktır. Bu, en temel ifadesini, bürokratik-militarist aygıtın parçalanmış ve kuşkusuz yerine benzer türden bir başka bürokratik-militarist aygıt konamayacak olması ve konmamasında bulur. Aksi halde, proletarya devrimci amaçlarını gerçekleştiremez. Öte yandan ise, kendisine bir “yarı-devlet” ya da “devlet olmayan devlet” özelliği veren devletsizliğe geçişin unsurlarıyla yoğrulmuş olmasının ötesinde, en başta henüz “burjuva hukukunun dar ufku aşılamadığı için” de devlet hala bir burjuva devlet olarak kalmaya devam edecektir: tek farkla ki, artık bu “devlet”, onu, sıradan bir devlet olmaktan farklılaştıran ve kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmaktan çıkaran “burjuvazisiz burjuva devlet” olabilecektir.
Bu, şu anlama gelir ki, bir devlet olarak örgütlenişi zorunlu kılan koşullar henüz bütünüyle ortadan kalkmamıştır; komünist toplum, “kendi temelleri üzerinde gelişmiş şekliyle değil, kapitalist toplumdan nasıl çıkmış ise, o şekliyle” (Gotha Programının Eleştirisi) sahneye çıkmaktadır, onun izlerini taşımakta ve ondan devraldıklarıyla ve bu devraldıklarının tasfiyesi sürecinde kurulabilmektedir. Henüz kapitalizme özgü, ondan miras kalan özellik ve unsurlar taşıdıkça, örneğin yönetenlerle yönetilen arasındaki farklılıkların (eğitimsizlik, bilinç geriliği vb. nedenlerle) bürokrasinin yok edilişini sınırladığı (ve yeniden ve yeniden doğmasına yol açtığı), henüz herkesin her işi yapabilir olmadığı, dahası henüz baskı altında tutulması gerekenlerin (başlangıçta sınıf olarak burjuvazi, tasfiyesi sonrasında kalıntılar halinde kapitalizmin unsurları) bulunduğu, tüm bunların nesnel ekonomik temeli olarak üretici güçlerin, kültürel, eğitsel vb. faaliyetler için emekçilere bol artık zaman da bırakmak üzere, işbölümüne köleliği nesnel bir zorunluluk olmaktan çıkaracak ve toplumun bayraklarına “herkese ihtiyacına göre” yazabilmesine elverecek olağanüstü gelişmesinin gerçekleştirilemediği ve tersine bölüşümde “emeğe göre” ilkesinin, yani burjuva hukuku uyarınca eşitliğin, değişim ilkesinin bu hukuk uyarınca yönetsel düzenlenmeleri gereksindiği koşullarda, doğal ki burjuvazisiz ama yine de kısmen burjuva niteliğe sahip olmamazlık edemeyecek bir tür devlet kaçınılmaz olacaktır. Lenin Gotha Programının Eleştirisi’nde ortaya konan ve devlete ve kuşkusuz onun niteliğine ilişkin komünist toplumun birinci ve ikinci evreleri üzerine görüşlere şu notları düşmüştür: “Alt (‘birinci’) evre- tüketim eşyalarının bireyleri, onların topluma sağladıkları emek miktarına orantılı olarak dağıtılması. Dağıtımdaki eşitsizlik hala hissedilir bir düzeydedir. ‘Burjuva hukukunun dar sınırları’ henüz tamamen aşılmamıştır. Bu çok önemli!! Besbelli ki, (kısmen burjuva) hukuku varlığını sürdürdükçe, (kısmen-burjuva) devleti de tamamen ortadan kaybolmayacaktır. Burası çok önemli!!” (Marksizm- Devlet Üzerine, sf. 40)
Hazır devlet aygıtının kırılmasıyla devlete son verilemeyeceği noktasında anarşizmden kendisini ayıran Marksizm, onunla temel farkını, devletin “ortadan kaldırılmak” yerine “sönümlenmesi” teziyle açıklar.

Nisan-Mayıs 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑