Büyük bir masa… Etrafında sandalyeler… Çok sayıda sandalye. Büyük masanın etrafındaki sandalyelerde giyim kuşamları, tavır ve davranışlarıyla farklılıkları bir bakışta anlaşılan, kadınlı erkekli değişik türden çok sayıda insan oturuyor. Masanın üstünde, koltuklarında getirdikleri dizi dizi dosyalar duruyor. Tartışıyorlar…
Kim bunlar? Ne tartışıyorlar?
Birleşme girişimini yürüten solcular…
Bir örneği, 3-5 yıl önce Kuruçeşme’de yaşandı. Enerjinin boşa harcanmasından ya da Melih Pekdemir’in sevdiği deyişle gevezelik yapılmaktan öteye gidilemedi. Birlik yakalanamadı ve dağılındı.
Pekdemir de, bütün solun, toplumsal muhalefet hareketinin birliğini temsil edecek şekilde etrafında oturup tartıştıkları ve bu hareketi buradan yönettikleri/yönetecekleri “en büyük” bir masa hayal ediyor önce; ama “şimdi” gerçekleşemeyeceğini saptayarak, öngörmüyor bunu. “Teori-ideoloji-pratik” üçgeni olarak beliren “praxis” kavrayışının olmayışına, pratik eylemden kopukluğa bağlıyor Kuruçeşme’nin başarısızlığını ve senaryosunu öyle kuruyor. Onun senaryosunda, yalnızca dağınık solu birleştirmek yok. Aynı zamanda, bütün bir toplumsal muhalefet hareketini ve toparlanma tartışmalarını sürdürmekte olan dağınık Devrimci Yol’u, Devrimci Yol ya da bir başka şey olarak yeniden bir siyasal harekete dönüştürme tasarımı ve birleştirme çabası var. İkisi birlikte olacak bu senaryoya göre. Hem bundan doğalı da yok. “Anne Bak Kral Çıplak” adlı kitabında teorik-ideolojik ve pratik olarak hareketlenme çağrısı çıkardığı Devrimci Yol “militanı”na şöyle soruyor:
“Bir muhalefet ordusu yaratmaya çabalamak ile böyle bir ordu için devrimci müfrezelerden birini yaratmaya çabalamak neden çelişsin? Muhalefet güçlerinin etrafında oturacağı bir ortak masa yaratma çabası ile, bu masada oturabilmek için kendi sandalyeni oluşturma çaban neden birbiriyle çelişsin?” (1)
İdeolojik yönelimi, programı, taktikleri belirli olan, en azından belli sol “çevreler”in de içinde bulunduğu bu çevreler, şimdiye kadar birçok kez oturdular irili ufaklı masalar etrafında. Ama olmadı. Şimdi, henüz teorik, politik ve pratik olarak hiçbir örgütlü hazırlığı olmayan Devrimci Yol “militanları” ile birlikte oturduklarında mı başarı sağlanacak?
Pekdemir, kuşkusuz, -kendini bütünüyle sınırlamasa da- Devrimci Yol penceresinden bakıyor. Sorunu, Devrimci Yol’un ayağa kalkabilmesi. Ama bunun toplumsal mücadele içinde, muhalefet hareketi içinde, yine bir muhalefet hareketi olarak örgütlenebilmekle mümkün olduğunu görüyor. Başka türlü ayağa kalkmak olanaksız. Bu açıdan dönüp muhalefete bakıyor. Burada işçilerin, memurların, gençlerin -köylüleri pek hesaba katma eğiliminde değil- ve bir dizi “sosyalist” çevrenin olduğunu görüyor. Bunlarla ilişkinin zorunlu olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşım, şimdiye kadar, mecalsiz, dağınık ya da yarı dağınık her grup ya da eğilimin tutumu oldu: Güçsüzlüğünü, birtakım “güçler”le birlikte giderme tutumu. Son örneklerinden biri; önce Kuruçeşme’de, sonra da Emek’le birlikte Sadun Aren’de güç arayan Kurtuluş olmuştu.
Pekdemir şüphesiz iddialı. Dünya ve Türkiye’deki gelişmelerden Kurtuluş kadar etkilense de, hâlâ örneğin memur örgütlenmelerinde önemli bir görüş oluşturmakta olan bir geleneğe güven duymakta haksız değil. Bir yandan Kuruçeşme’de başarılamayanın, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün “herkes”in bilincinde belirli yeniden-düzenlenmelere yol açan etkilerinin iyice ortaya çıktığı koşulların elverişli kıldığı ortamda, başarılabileceğini düşünüyor. Diğer yandan da, ne kadar gerçekçi olacağı kuşkulu, doğru bir saptama yapıyor: Toplumsal muhalefetin yükseltilmesi çabası içinde, yani eylem içinde birlik öneriyor. Bu öneriyi, hem Devrimci Yol’un hem de toplumsal muhalefet hareketinin birliği açısından öne sürüyor. Güçsüzlüğü güce dönüştürmek için Devrimci Yol “militanı”na şöyle sesleniyor:
“İdeolojik/politik sorunlarını, şimdilik farklı politik tercihlere sahip olan farklı çevrelerden sosyalist arkadaşlarınla, herkesin koltuğunun altında kendi dosyası (çözüm önerileri) ile kendi sandalyesinde ve aynı masa etrafında oturduğu bir ‘meclis’te çözmeye ne dersin?” (2)
“Muhalefet meclisleri” türünden bir meclis. Belki, farklı bir düzlemde. Ama kuşkusuz “muhalefet meclisleri” ile bağlantısı var.
Pekdemir hem çeşitli sol çevrelerin içinde olduğu toplumsal muhalefet hareketi hem de Devrimci Yol’un birliğinin “gerekli koşulunun, ideolojik/politik sorunları çözme düzlemindeki netleşmeye bağlı olduğunu” ve “her ikisinin de birlik ekseninin, böyle bir temel üzerinde, eylemin devrimci birliğinde sağlanacak politik birlikteliklerde yattığı”nı düşünüyor.
Pekdemir, bu yaklaşımıyla ve kavranması gereken halkaya ilişkin düşünceleriyle, Kurtuluş gibi, birliği eylemden, eylemin devrimci birliğinden koparanlardan ayrılıyor. Diğer yandan “tartışma süreci”ni “istişare” adı altında sürdüren ve niteliğinin bir demokratik kitle partisi olmasında anlaşma eğiliminde oldukları, yasal bir parti kurma noktasına açıktan gelerek “süreci”, başlangıcından “yasal parti ‘tezgâhı’ olarak” değerlendirenleri haklı çıkaran “tartışmacılar”dan da farklı bir tutum içinde olduğunu ortaya koyuyor.
“Tartışmacılar”, diğer “sosyalist” çevrelerin de içinde yer alacağı bir yasal parti öngörüyorlar. Onlara göre, Devrimci Yol’un ve sol’un ya da toplumsal muhalefetin, siyasal bir hareketlenme olarak ayağa kaldırılmasının kaldıracı, yasal parti olacak.
İşte “istişare”ye katılanlardan bazılarının görüşleri:
“…bir üst aidiyet duygusu yaratabilecek bir birleşik toplumsal muhalefet hareketine ihtiyaç var… Türkiye’de bütün bu üçüncü yolu (kendi muhalefet yolunu-ÖD) yaratmaya çalışan politik bir zeminin üst aidiyet duygusuna ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bunun bu topluluk tarafından hem becerilemeyeceğini hem de yapılamayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla böyle bir inisiyatifi kışkırtabilecek, belki kendi içinden çıkartabilecek, belki bütün toplumsal dinamiklerin içinden çıkartabilecek bir politik partinin gerektiğine inanıyorum, yani yasal politik bir partinin gerekliliğine inanıyorum.” (3)
“Geniş anlamda bir demokrasi cephesine ihtiyacımız var. Bunun örgütlenme biçimi parti olabilir, genişletilmiş bir demokrasi platformu olabilir. Ama toplumda bu düzenden memnun olmayan şu ya da bu biçimiyle muhalefet eden bütün kesimleri en geniş anlamda birleştirebilecek bir ortak hareket noktası yaratmamız gerekiyor… Böyle bir şey siyasal bir partiyle sağlanabilir, ama kendi iç ilişkilerimizi tümüyle partiye havale etmeden.” (4)
“Meşru bir politika zemini arıyoruz. Mevcutların hiçbirisi, partiler beni ifade etmiyor. Eski DY’nin o yapısı da beni ifade etmiyor ki onun için tartışıyoruz. Ben o zemini arıyorum. Bizim dışımızdaki insanlar da başka bir şeyi arıyor. Şimdi bu arayışlar çakışabilir. Bu çakışma zemini benim kafamda da yasal bir demokratik kitle partisi olabilir. Bugünkü konjonktüre çok uygun gibi geliyor.”(5)
“Bugün görev, önceliklerimize hizmet edecek, toplumun içinde bulunduğu arayışla çakışacağımız bir noktayı bulmalıyız diye düşünüyorum. Bu da toplumun demokratikleşmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesidir… Bunun ifadesinin işte bir kitle partisi denilen bir olayla kotarılabileceğini düşünüyorum. Bu var olanların dışındaki insanları toparlayabilecek bir oluşum lazım. Burası onun asli unsuru olabilir mi, biz olabilir miyiz? Hayır. Bize bağlı böyle bir şey olabilir mi? Hayır. Sadece sosyalistlerin birlikteliği temelinde olabilir mi?Hayır. En geniş kesimi, demokrat kesimi, ilerici kesimi bünyesinde toparlayabilecek bir oluşum.” (6)
Parti mi, örgütsüzlük mü, kendiliğindencilik mi, nasıl örgütlenilebilir, bunları tartışmayacağız. Yasalcılık mı değil mi? Bununla da ilgilenmeyeceğiz. Sorun ortada. Şu gerçeği tespit etmek istedik yalnızca: “istişareci Devrimci Yolcu’lar bir yasal parti kurma kararındadır ve Pekdemir onlardan farklı bir öneri getirmektedir. Çıkış noktaları oldukça benzer de olsa, Pekdemir, yine oldukça farklı temellere sahip yaklaşımlarla devam ediyor ve biçim olarak farklı bir sonuca varıyor.
Terim olarak kullanmıyor ama Pekdemir’in önerdiği, bir “ön çalışma”. İki nedenle “ön çalışma” öneriyor: Birincisi, dünyada ve Türkiye’de değişen çok şey vardır; dolayısıyla teoride, ideolojik yaklaşımda, tarzda (devrimcilik tarzında), politikalarda ve örgütlenmeye bakışta da, öyleyse “başka” türlü düşünülmeli ve “başka” türlü yapılmalıdır diyor. İkinci olarak da “tartışmacıların” değişmesi gerektiğini; çünkü siyasal bir alternatif oluşturmak üzere ideolojik/politik bir çıkış yapmaya yetenekli olmadıklarını düşünüyor.
“Değişen” ve “değişmesi gerekenler” konusuna geleceğiz. İkinci neden “yeni bir devrimci atılım ruhu”nun oluşturulmasına ilişkin. Pekdemir, bunun bugünkü “topluluk” bütünlüğü açısından olmadığı fikrinde. O, bir siyasal alternatif oluşturulabileceğini, iradelerin ortaklaşabileceğini ve sonra merkezi iradeye, irade birliğine gidilebileceğini öngörüyor. Ve çeşitli alanlarda çalışma yapan (ya da yapmayanlara bu çalışmayı yapma çağrısı çıkarmak anlamına gelmek üzere) “sıradan militan”a sesleniyor:
“Herkes kendi yaşantısını ve kendi özel politik yaşantısını sürdürürse, hiçbir adım atılamaz. Bu adımı, diğer girişimcilerle birlikte zamanı ve mekânı örgütlü biçimde paylaşan ‘yürüyüş kolunda’ sen atabilirsin.
Söz konusu adımı, kesinlikle, mevcut (ve eski!) ilişkilerin basitçe yeniden düzenlenmesi, geliştirilmesi olarak düşünmemelisin. Siyasi pratiğin ve teorinin yeniden üretimi zemininde yeni bir devrimci atılım ruhuyla ele aldığın zaman ve bunun gereklerini yerine getirdiğin zaman bu yürüyüşün başarı kazanabileceğini görmelisin.” (7)
Burada “militan”a çağrı dışında, “tartışmacılar”a “gizli” bir eleştiri var: “Herkes kendi yaşantısını ve kendi özel politik yaşantısını” sürdürüyor. “Mevcut (ve eski) ilişkiler” sürdürülüyor ki, göreceğiz, bunu bir yönüyle de “şeflik kurumu”nun devamı olarak değerlendiriyor. Ve “yeni bir devrimci atılım ruhu” gerektiğini söyleyerek, “topluluk”ta böyle bir ruh aşınmasının var olduğuna işaret ediyor. “Topluluktaki devrimci ruh törpülenişini” “Kuralsızlığın Hikâyelerinde “Telegöz”ün (Telegöz, Pekdemir’den başkası değil) ağzından saptıyor. Genel bir saptama bu ve 12 Eylül’ün ve Sovyetler Birliği’nde yaşanan çöküntünün yol açtığı depolitizasyonun siyasal bir hareket yaratılamadığı koşullarda “solcular”ı sürüklediği demoralizasyona ve giderek düzenle kurulan bağlara, “kendi yaşantılarına savrulmalara bağlanıyor.
“sadece panellerde düğünlerde cenazelerde bir araya geliyorsunuz, cenazelerde sol kollarımızı kaldırdığımızda yumruklarımızı eskisi gibi güçlü sıkamıyoruz artık, gevşek… ve artık hüngür hüngür ağlamayı öğrendik, sessizce ıpıslak sicimler akıtmak yerine, insanoğlu insan olduk, artık, yalnızca düğünlerde ve cenaze törenlerinde ve davetiyeli yemeklerde birbirimizi görüyoruz.” (8)
Üstelik tartışmayı eylemle birlikte sürdürmek, “teori-ideoloji-pratik üçgeni” uyarınca “kurgulamak ve yaşamak” (yani sınıf mücadelesinin ihtiyaç haline soktuğu politikaları üretmek ve onları pratiğe uygulamak, bunun için mücadele içinde olmak ve mücadele içindekilerin teori kurması) yerine, tartışmanın meslek edinilerek yıllardır sürdürülmesine yine “Telegöz”den eleştiri geliyor:
“şurada oturup günlerdir tartışıyordunuz, yaptığınızın ‘meditasyon’ (düşünce yoğunlaşması) ile maddeyi değiştirme çabasından öte bir anlamı yoktu.” (9)
Ve;
“meditasyon, pratiksiz praxistir. ama şimdi hep böyle yapmıyorlar mı? sosyalizmi inanılır bir dava haline getirmek için meditasyon son çare oldu…” (10)
Hâlâ tartışıyorlardı, tartışacaklardı:
“Ve tartışmalarına kaldıkları yerden devam ettiler. Konuşuyor konuşuyorlardı.” (11)
Bu “kaldıkları yerden devam ettikleri tartışma”, yasal parti kararı alındıktan sonra devam edilen tartışmadır, çünkü “Hikayeler”de politika yapma tarzına, parti ve alternatif olarak “gerilla tarzı”na ilişkin yazılanların hemen ardından değinilmiştir. “Hikayeler”in efsanevi dili ve üslubundan anlaşıldığı kadarıyla, böyle bir partinin tartışmaktan başka bir iş yapmayacağı, “tartışma süreci”nin, değişik biçim altında ama aynı minval üzere sürüp gideceğine kinayeli bir atıfta bulunulmuştur. Kararı alınan yasal parti konusunda eleştiri ise şudur:
”Bu son söylediklerin beni cidden korkuttu Apollon. {“Hikayelerin kurgusunda tartışmacılardan biri -ÖD). Korkumun ilk nedeni sistem içi toplumsal denetimi sağlayabilme isteğinin bir politik tercih haline gelmesi… Böyle olursa seninle birlikte aynı efsaneyi nasıl anlatabiliriz bilemiyorum. Çünkü benim inandığım efsane, sisteme karşı toplumsal isyan zemininde bir anlam taşıyor. Sepin bu tercihini süreç içinde rasyonalize ederek, şimdiki faaliyetlerden sistem içinde mücadele eden ve toplumsal denetimi sağlayan türden organikleşmiş bir kitle partisine sıçramanın filan gözetilmiş olması mı söz konusu?'” (12)
Pekdemir, sistem içi bir partinin gündeme gelmekte olduğunu düşünüyor.
Bir önemli tartışma daha var Pekdemir ile istişareci tartışmacılar arasında: “Şeflik”e ilişkin. “Tarz”a dair. Pekdemir, “şeflik”e karşı çıkışını ve savunduğu “yeni devrimci tarzı” ya da “yeni tarz devrimcilik”i oldukça köklü temellendiriyor. Göreceğiz, bunu “70 yıllık sosyalizmin” “çöküşü”nden çıkardığı temel bir ders olarak ele alıyor, “nasıl bir sosyalizm” sorusuna verdiği yanıtla ilişkilendiriyor. Ama her neyse, istişarecileri ve onların içinde başlıca “birileri”ni hâlâ ve yeniden “şeflik” yapmaya çalışmak ve “şeflik”e soyunmakla suçluyor.
İstişare toplantısında mikrofonsuz konuşarak doğallığı yakalamak isteyen bir tartışmacı, önce Pekdemir’e hak verecek şekilde “tartışma süreci”nin devrimci heyecan eksikliğine ve düzenle olan bağlantılarına işaret ediyor:
“…Bu bizim sürecimiz. Eksiklik bizde. Neden böyle olduk? İçimizde kendimizi tanımlayan o heyecanı yakalayamamamız, daha doğrusu devrimcilik iddiasının zayıflamış olması. Bunun öznel koşulları var, nesnel koşulları da var. Nedir bu? Geçmiş koşullarla bugünkü koşullara baktığımız zaman insanlar çok çeşitli sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor. Yani kendi yaşamını idame etmekten tutun ki siyasetten kopmama gibi bir sorunu yaşıyor. Yani işte bir koordinasyon toplantısına gelmesi gerekiyorsa, onu iş olarak görmüyor, başka bir işim var diyebiliyor. Veya farklı nedenlerden dolayı bu anlamda devrimcilik iddiasının zayıflaması gibi bir durum söz konusu. Kimliğimiz noktasında, onurumuz noktasında o heyecanı duyamıyoruz.” (13)
Ama eleştirici bu heyecan ve devrimci iddia zayıflamasına götüren yolda yürümeye de kararlı. Heyecan eksilişinin en önde gelen sorumlularının yol göstericiliğini istiyor hâlâ:
“…Türkiye genelinde tartışabilecek koordinasyon içinden çıkacak bir ekibin oluşturulması, yani buna şey diyebiliriz, kendi dervişlerimizi yaratmak durumundayız. Yani bu doğal önderlik falan filan ama bir noktada insanın belirleyici olması gerekiyor… Birikimi olan insanların koordinasyonda mutlaka görev alması gerekiyor. Şimdi eski toprak falan, yani DY’nin etini kemiğini yiyen insanlar oluşturacak, ama eski toprağın birikimliden yararlanmayacak mıyız?” (14)
“Devrimci Yol’un etini kemiğini yiyen” “eski toprak” ve “doğal önderler”in bu işi devam ettirmelerine çağrı çıkaran yalnız bu konuşmacı değil. Onunki bile bile lades olduğu için önemli. Başkaları da var aynı düşüncede olan:
“Elbette bir şeyler düşünüyorum. Sosyalizm hakkında da düşüncelerim var. Ama bunu bir program haline getirme konusunda kapasitem yetmiyor. Bu konuda birikimi olan, bu konuda önderlik yapmış olan arkadaşların bu süreçte elbette programlandır-maya elbette yön verme hakları var. Ve bu hakları da biz onlardan bekliyoruz. Bu eski önderliklerin devamı anlamında değil. Marksist-Leninist birikim o kadar kolay olmuyor. Bu arkadaşların bir an önce bu siyasal sürecimize sorunlarımızın genel tarzda tartışma sürecine çekilmesi gerekiyor.” (15)
Pekdemir ise şöyle yanıtlıyor; bir çağrı içerilmiş olarak:
“Efsanenin (kuşkusuz burada sosyalizmin-ÖD) kaderini sadece söylediklerimiz söylemimizi değil, yaptıklarımız (farzımız) da belirleyecektir. Ancak çobanları reddeden topluluklar sürü olmaktan kurtulur.’ “(16)
Ve yanıta devam ediyor:
“Elbette, pek çok devrimci gibi sana da, sosyalizm, devrim teorisi, örgütlenme anlayışı vb konular çok karmaşık sorunlarmış gibi gelebilir. Bunların ‘üst düzeyde’ politik çözümleyicilere (ideologlara ya da teorisyenle-re!) havale edilecek strateji-taktik hesaplarının, kılı kırk yaran (sofistike) yönlerinin bulunduğunu düşünebilirsin. Ama sonuçta bunları ‘stratejistler’ değil, mücadele alanındaki devrimciler (yani sen!) ve emekçiler hayata geçirecek… Önünde duran ideolojik sorunların ağırlığını kabul etmekle birlikte, bunların çözümünü başkalarına havale etme hakkın yok. ‘Yahu ben bu halimle sosyalizmin ekonomik modelini nasıl kurabilirim, bir toplum tasarımını nasıl yapabilirim’ mazeretine de sığınamazsın. Yoksa yine oturup beklemek, ‘teorisyenlerin’ ya da ‘abilerinin’ senin yerine tartışmasını, senin yerine model kurmasını izlemek ‘zorunda’ kalırsın.” (17)
Pekdemir, kendin soyun bu işe diyor, ama muhatabı, ille “birikimi olanlar”ı, “eski toprak”ı çağırıyor işin basma! Zor durum. Nasıl sonuçlanacak? Üstelik heyecan yitimi de cabası. Pekdemir, yanlış bir yerden mi tutmaya çalışıyor? Buradan, a “tasarlanan” iş çıkmaz mı? “Şeflik”e eleştirileri şunlar:
“… Günümüzdeki çoban / şefler de bilgiye sahip olmayı imtiyaz haline getirip bunu tahakküm aracı olarak kullanabiliyorlardı; bilgi tekeli ile adeta bilgi diktatoryası oluşuyordu. Sürü varsa çoban da olurdu. Öyleyse sürü olmaktan kurtulmak lazımdı. Ama çobanlık misyonu sürdüğü sürece de sürüye ihtiyaç olurdu. Bu kez çobanlıktan başka bir iş bilmeyenler kendilerine sürü aramaya koyulurlardı…’… Her türlü şefliğe karşı olan bir ideolojiyi savunan topluluklarda, bu ideolojiyi en iyi savunduklarını söyleyen bazı bireyler öne çıkıp topluluğa bu ideolojinin savunusu ve gereğinin yerine getirilmesi bakımından şeflik yapmaya soyunabilir ve böylece toplulukta şeflik kurumu öne çıkar, bu kurum şeflik tarzını üretir ve böylece bir bakarsınız şeflik ideolojisi öne çıkmış olur…’ … Mesela, şeftir ve en iyi örgütü kendisinin yaptığına inanır. Aslında bir örgüt yıkma uzmanı olduğu halde buna inanır ve üstelik başkaları da buna inanıyorsa, artık yapacak hiçbir şey yoktur… Bu tür topluluklar, yani toplumdaki şeflik düzenini değiştirmek üzere başlarına şef geçiren topluluklar biraz zor iflah olur.”(18)
Ne dersiniz Devrimci Yol iflah olacak mı? Pekdemir’in eleştirileri, kuşkusuz, istişareci “eski toprak”ı ve onları “şef olarak başlarında tutmak isteyenleri kapsıyor. Ama daha temelli ve bütünlüklü eleştiriler ve “70 yıllık sosyalizmin çöküşü”nün dersleri ile harmanlanmış. Asıl “70 yıllık sosyalizmin” neden yıkıldığı ve “yeni”, “gerçekleşebilir”, “inandırıcı” sosyalizmin “nasıl” olması gerektiği ile ilgili.
“SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ”NE DAİR
Gorbaçov’un başlattığı “atılım”la Sovyet Bloğu’nun dağılışa ve Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın revizyonist rejimlerinin çöküşe gitmesi, hem istişareciler hem de Pekdemir tarafından “sosyalizmin tarihsel bir dönemi sona erdi” şeklinde değerlendirildi. Ve “şimdi yeni bir döneme geçerken eski geleneksel sosyalizm anlayışlarının köklü ve devrimci bir eleştirisi gerekliydi” (19), “Sosyalizmin tarihsel bir yeni dönemi başlayacaksa, bunun teorisi de yeniden üretilecek.” (20) deniyordu. Ayrılık yoktu. (Ayrılık süreçte çıktı, Pekdemir, istişarecilerin “eski sosyalizm” anlayışlarını, “muhafazakâr tarzı” ve örgütlenmeyi, “şeflik”e ilişkin olarak aşmaya yanaşmadıkları düşüncesindeydi, yapılanlar bunu gösteriyordu.)
Pekdemir’e göre “Eylül yenilgisi, solun Türkiye’de etkisizleştirilmesine yol açmıştı, Sovyet yenilgisi solun dünyada etkisizleştirilmesiyle sonuçlandı.” (21)
Yanılsamayla yürüyen, gerçeklerin farkında olmayan Türkiye’de ve dünyada geniş bir sol kesim ve modern revizyonizm ile birlikte etkiledikleri sol taban, (Türkiye’de yenilgilerden) hâlâ sosyalizm olduğundan kuşku duymadıkları Sovyet revizyonizminin çöküşünden paylarına düşeni almışlardı. Yıkıntının altında kalmalarından doğalı olmayanlar umutsuzluğa kapılmışlar, dağılıp savrulmuşlardı. Yıllardır sosyalizm diye revizyonizm peşinde koşanlar ya da Devrimci Yol gibi eleştirel bir zeminde de olsa onun savunuculuğunu yapanlar, çöküntüye fena yakalanmışlardı, iyice kapılananlar ortalıktan tümden çekilirken, hâlâ yıkılanın sosyalizm olduğu inancındaki Devrimci Yolcular gibileri, dersler çıkarmaya yöneldiklerinde hemen hiç savunabilecekleri bir şey olmadığını gördüler. “Sosyalizm” dedikleri şey de, gözlerinin önünde cereyan eden, pratik tanıklığını yaptıkları Brejnev ve Gorbaçov’un “sosyalizmi”ydi, onun açmazını, görerek yaşamışlardı. Daha eskisini ise emperyalist propaganda merkezlerinin yanı sıra Troçki gibilerinden dinlemişlerdi.
Önceleri “olamaz” dedikleri diliyle “sosyalizmi” söyleyip işiyle kapitalizmi yapma, ortaya çıkan en belirgin haliyle gözlerinin önünde yaşanmıştı. Ama “olamaz”, bir kere kafalarına bir ideolojik tutum olarak yerleşmişti. Bir türlü Lenin ve Stalin ve onların sosyalizmi ile Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un revizyonizmi, kapitalizmin restorasyoncusu olduklarını anlamak ve kabul etmek istememişlerdi. Hâlâ aynı ideolojik tutumu sürdürüyorlardı. Örneğin Pekdemir, hâlâ, “Şimdi böyle bir durumda, ‘çözülen sosyalizm değildir, revizyonizmdir’ demenin de fazla bir anlamı yok.” (22) diyordu.
Ona göre önemli olan “çöküş”tü, ne olursa olsun Sovyetler Birliği çökmüştü, hâlâ revizyonizm deyip işin içinden çıkılmamalıydı.
Çöküşün yol açtığı ideolojik yıkıntı ya da kendi tabirleriyle demoralizasyon ile öncesi ve sonrası ile ayrıntılı incelemesine girişmedikleri Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da “olup biteni” “yaşanmış sosyalizm”, “reel sosyalizm” olarak niteleyip, (bu, eskiden var olan hazır bir reçeteydi) 70 yıllık bütün bir dönemi hedef tahtasına koydular.
“Devrimci heyecan” falan diyorlardı, eksikliğinden yakınıyorlardı; ama bunun, revizyonizmden etkilenmek ve Lenin ve Stalin’le, Brejnev ve Gorbaçov’u aynılaştırmaktan da geldiğinin farkında olmuyorlardı. Milyonlarcası sosyalizmin inşasına seferber olmuş Lenin ve Stalin dönemi işçi ve emekçileriyle, o “köylülerin zorla kolektifleştirilmesi” ve “sanayiye zorla kaynak aktarımı” nitelemeleriyle proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ve tarımda sermayenin üzerine yürünmesi gereğinden habersizce ya da bu gerekliliği reddederek çok suçlanan 1930’larda emek verimliliğinin ve teknik normların düzeyinin olağanüstü yükseltilmesinin hem de aşağıdan gelen (yukarıdan desteklenen) eylemi olan Stahanovist hareketin peşinden yine milyonlarcasıyla yürüyen emekçileriyle, büyük antifaşist savaşta milyonlarcası ölüme koşan emekçi Sovyet insanıyla; Brejnev ve Gorbaçov döneminin şevksizlikten parmaklarını kıpırdatmayan işçi ve emekçilerini birbirinden ayırt eden neydi? İşçi ve emekçilerin bu iki farklı durumunu hangi özellikler belirliyordu? Bir dönem devrimci heyecana sahip milyonlarcasıyla devrimci eylem içinde seferber olan işçi ve emekçiler sonraki bir dönem neden heyecansız ve eylemsizdi? Ya da heyecan ve eylemleri neden rejime yönelik olmaya başlamıştı? Devrimci heyecan sözleri edenler bu farklılığı neden görmezler? Bu, doğrudan bir dönemin sosyalizmi, onun devrimci ve komünist önderliği, komünizmin yolunu açan partisi ve devletiyle; bir başka dönemin kapitalizmi, onun revizyonist, emekçilere ve çıkarlarına karşı önderliği, partisi ve devleti arasındaki farktan başka nereden kaynaklanabilir? İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci heyecanını açığa çıkarıp komünizme, sosyalizmin inşasına seferber eden bir önderlik ve onun sosyalizmi ile; bu heyecanı açığa çıkarmak bir yana, açığa çıkmasının koşullarını yok eden, onun kalıntısal parlayışlarını da yatıştıran, hatta kendini hedeflediğinde kana boğan bir önderliğin revizyonizmi ve imtiyazları peşinde kapitalizmi restore etmeye yönelmesi arasında nasıl olur da fark olmadığı iddia edilir? Bu yaklaşımla, daha çok devrimci heyecan yitişi tartışmaları yapılacağı açıktır!
Lenin ve Stalin’de, onların ortaya koyup yol göstericiliğini yaptığı sosyalizmde belirli hatalar bulunup eleştirilse, bu, anlaşılabilir ve tartışılabilir. Ama Sovyetler Birliği’nde, daha yıllar önce sosyalizm yolunda ilerlemekten vazgeçilip sosyalizmin yıkılması ve kapitalizmin restore edilmesi yoluna girildiğini göremeyip, bu süreç bütün sonuçlarıyla birlikte tamamlandığında “İşte, sosyalizm yıkıldı” demek safdillik değilse, gericiliğe yol açan bir tutum oluyor. Bunun, sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde ne zaman çözülme yoluna girdiği ve çözüldüğü tartışmasının ötesinde bir anlamı var. Lenin’le Stalin’i, bu sosyalizm yapıcılarını, onun yıkıcıları olan Brejnev ve Gorbaçov’la, onların komünist ve revizyonist yaklaşımlarını, onların yürüdükleri ve yürüttükleri sosyalist ve kapitalist yolu birbiriyle karıştırmak ya da karıştırmamak. Onları birbiriyle aynılaştırırsan ya da aynı gelişim çizgisi üzerinde değerlendirirsen, ikincilere yöneltmen gereken eleştirileri birincilere de yöneltirsin, ikincilerde araman gerekeni kalkar birincilerde ararsın! “Sosyalizmin tarihsel bir dönemi yeniden başlayacaksa, bunun teorisi de yeniden üretilecek” dersin! Saldırdığın da, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un sulandırmakla başlayıp yok etmeye giriştikleri Marksizm’in öğretileri olur. Onların liberalizmi, revizyonist tutum ve yaklaşımları değil, onlarla Lenin ve Stalin arasında ortak olduğunu düşündüğün “şeyler”i “eleştiri” tezgahına çekersin. Nitekim öyle oluyor. Pekdemir, buna, “eski efsane artık inandırıcı olamıyor” şeklinde açıklama getiriyordu:
“Okuyucular efsanemize eskisi gibi inanmıyor. Eski tarz efsane anlatımına inanmıyor. Bizler de efsanemizi eskisi gibi inandırıcı olarak savunamıyoruz, anlatamıyoruz.’ (23)
Ve,
“İnandırıcı olmayı, efsaneyi yeniden kurgulayarak ve yaşayarak başarabilirlerdi.” (24)
12 Eylül silindiri ve SSCB’nin çöküşünün yarattığı, sosyalizmi ve devrimciliği gözden düşüren olumsuz etkiler, kuşkusuz gerçek. Zorbalık ve ideolojik iğdiş edicilik, onlara yeterince karşı konulamayan koşullarda etkisini göstermemezlik edemezdi. Bu etki, emekçi kitleler üzerinde yaşandı, saldırılar karşısında silahsız kalan kitlelerin bundan etkilenmemesi düşünülemezdi. Ama en önemli ve büyük etki, kendilerine “devrimci” ve “sosyalist” diyenler üzerinde görüldü. Etkilenmişlerdi, nesnel koşullar da oldukça elverişsizdi. Dünyada ve Türkiye’de, rüzgâr tersten esiyordu. Galipler, yani emperyalistler ve uluslararası burjuvazi, dünya ve Türkiye’de kendi gerici rüzgârlarını, oldukça düzledikleri bir zeminde estiriyorlardı. Kendileri olumsuz etki altındaki, heyecanını büyük ölçüde yitirmiş “devrimciler”, ne kendi kafalarında ne de emekçi kitleler karşısında devrim ve sosyalizmi savunabiliyorlardı. Kendi kafaları karışmıştı ve sosyalizm ve Marksizm’in hâlâ geçerli olup olmadığı konusunda kendilerini ikna edemiyorlardı. “Efsane” en çok kendileri açısından inandırıcılığını yitirmişti. Doğaldı ki, kendi inanmadıkları “efsane”yi, başkalarına anlatamıyorlardı. Ama kabahati kendilerinde aramak yerine, dönüp “okuyucu”ya, yani işçi ve emekçilere ve bir de Brejnev ve Gorbaçov tarafından temsil edilmiş olduğuna inandıkları sosyalizme, onun “yaşanmış” haliyle yanlışlığına yıkıyorlardı. Kime gidip, inandırmaya çalışmışlardı? Zor koşullarda ve kafa karışıklığı içinde örneksiz edemeyen öğrenciler pek eğilim duymuyor muydu sosyalizme? Yine aynı şekilde memurlar sosyalizm eğilimi içinde değiller miydi? Ama bunlar çok da aykırı eğilimler değil. Üstelik onlara örgütlü bir şekilde gidilip “haydi sosyalizme” de denmişti. Ciddi bir sosyalizm propagandasına bu kesimlerin yanıt vermediği iddiası ileri sürülemezdi, çünkü tekil amatör ve kendi kafası karışıkların deneyleriyle sonuca varmak, olamazdı. Sosyalizmin gerçek sahibine, işçi sınıfına ise sosyalizm propagandasıyla gitmek hiç denenmemişti. Geç vakitte “Dev İşçi” falan denmişti, ama bu yönde çaba içinde bile olunmamıştı. Üstelik bu sosyalizm propagandasını da gerçekleştirecek, sosyalist bir örgüt olarak tasarlanmamıştı bile. Apriori olarak kabullenilmişti: Sosyalizm inandırıcı değildi. Deney, sadece tek tek
Devrimci Yolcuların, çoğu “geçim derdiyle” uğraşan, heyecanını büyük ölçüde yitirmiş ve kendi işini daha önemli gören eski “militanlar”ın hobi türü, kuşkusuz örgütsüz ve amatör ve bir de kendileri için inandırıcılığını kaybetmiş sosyalizmi zaten anlatmadıkları “çalışmalarının sonucuydu. Evet, kendi inançsızlıklarının adını, sosyalizmin inandırıcılığını yitirmesi olarak takmaktaydılar.
Bu inandırıcılık yitiminin, öznelliğin ötesinde nesnel bir gerçek olarak saptanabilmesi, koşulların tüm olumsuzluğunu bilerek ve anında olumlu sonuç hayali kuramayarak, 15-20 yıl öncesine göre çok daha sıkı ve çok daha örgütlü ve disiplinli bir devrimci komünist çalışmayla yürütülmüş olmaksızın olanaksızdır. Bu iddia bu haliyle, tamamen öznelcidir, özneldir. Üstelik bakmasını bilenler için, hâlâ önemli eksiklikleri olsa da, bir devrimci işçi hareketi halini almakta olan Marksist-Leninist hareketin kazançları öğretici ve heyecanlandırın olmalıdır.
Ama kendi inançlarını yitirip, sosyalizmin kendileri açısından inandırıcı olmaktan çıktığı bir “topluluk”; eski ideolojik/politik konumlarının oturuşmasıyla bugün belirgin denebilecek bir ölçüde kazandığı sınıfsal (memur, esnaf, küçük işadamı vb. türünden eski ve yeni küçük burjuva) konumdan gelen ve uluslararası burjuva propagandasının da doldurduğu hınçla Lenin’e, ama daha da çok Stalin’e ve proleter sosyalizme saldırarak kendisine göre bir “sosyalizm” arayışına çıkmıştır. Bulunabilecek “yeni” bir tür de yoktur; ama bir arayıştır başlamıştır. Biraz Proudhon, biraz Bakunin, biraz Troçki ve doğal ki biraz da Gorbaçov’un başlattığı bugünkü “piyasa sosyalistleri”nin savunduğu piyasacılık! Başarılı olabilirlerse, ancak “yeni” bir küçük burjuva sosyalizmi varyantı çıkacaktır ortaya.
Ve “yaşanmış sosyalizm” eleştirilmektedir. Eleştirilerde, Brejnev ya da Gorbaçov’un liberalizm, ve “demokratizmi”nin hedef alınışına hemen hiç rastlanmamaktadır. Onların, ne özel mülkiyetin önünü açışları; ne fabrika ve işletmelere yerleştirdikleri “özyönetimler”; ne kâr ilkesi; ne kolhoz ve kooperatifleri giderek özelleştirmeleri; ne ücretlerin sırasıyla vasıflı işçiler, teknokratlar, fabrika müdürleri ve parti ve devlet bürokrasisi lehine uçurumlaştırılması; ne de merkezi planlamadan uzaklaşmaları eleştirilmektedir. Bir iki yerde değinilip geçilse bile “reel sosyalizme eleştiriler, kesinlikle bu noktalarda toplanmamaktadır. Pekdemir’in aykırı denebilecek tek bir eleştirisi vardır, onu da Marksizm de öldü diyen arkadaşı Taner Akçam’a yöneltmiştir. Karar verilmiştir. Hâlâ “Marksizm” ve “sosyalizm” ipinde cambazlık yapılacaktır, ama bu “sosyalizm”, Lenin’in ve Stalin’inki gibi olmamalıdır! İki ucu bir araya getirme uğraşında bir küçük burjuva sosyalizmi pekiyidir!
Devrimci Yol eskiden devrim ve devrimcilik lafı ederdi; ama sosyalizmin lafını pek etmezdi. Ne bir sosyalizm programı vardı, ne de sosyalizm propagandası yapardı. Ezelden beri adını ağzına almadığı şeyin şimdi kendisine dert olduğu görülüyor.- Çünkü şimdi, “savunulabilir”, ota-lama insana aykırı gelmeyecek “aşırı” yükleri ve gereksindiği fedakârlıklarından arındırılacak bir “sosyalizmi” savunmak zamanıdır. Böyle bir “sosyalizm”i kabul ettirebilmek zamanıdır çünkü bunca yıkıntıdan sonra. Bu kafa karışıklığı ortamında; öyle “aşırı devletçi” olmayacak, proletarya diktatörlüğünün yerini “demokratik” bir “emekçiler diktatörlüğünün alacağı, sermayenin de kayıtsız şartsız olmamakla birlikte özgür olabileceği, biraz piyasacı bir “eşitlik ve özgürlük” toplumu ve daha önemlisi, bir “doğrudan demokrasi” cenneti olarak bir “sosyalizm” savunmanın, bu tam zamanıdır! Burada bir kötü niyete değinmiyoruz: Bu kötü niyet, önermeciler kendilerinin ancak böyle bir “sosyalizm”e ikna oluşları, onu “inandırıcı” bulmalarıdır.
Sosyalizmin böyle bir “şey” olmadığı kitaplardan da okumuş ama. Bu durumda sosyalizm, “reel sosyalizm” ya da “yaşanmış sosyalizm” ayrımı tam yerli yerine oturuyor. Yaşanmış örnekle ilgili yanılsama oluşturmak, kitabı yanlış yorumlamak ya da Pekdemir’in deyişiyle “alıntılar uydurmak”tan daha zor olduğundan, pratikte modern revizyonizme ve onun uygulamalarına işaret ederek sosyalizmi reddetmek ve buradan, teorinin pratiğin ihtiyaçlarını karşılayamamış olmasını, kuşkusuz, bir de kapitalizmi, gelişmesinin ortaya koyduğu değişiklikleri temelden abartılmış bir biçimde ileri sürerek teorinin değiştirilmesi noktasına gelmek akıllıca oluyor. Bu da “iyi niyet”le yapılıyor.
Onca çöküş ve değişiklikler ileri sürülüyor ve durum uygun bulunarak ileri atılmıyor:
“Savunulan teori değil dogma olunca, üstelik bunlar bir de ‘yanlış dogma’ (!) olunca, bunları tartışarak ortadan kaldırma imkânı bulunmuyordu… Yine bunun için her şeye ‘yeniden’ başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi. Ama sen söyle, dün bunun adı hemen ‘revizyonizm’ ya da ‘inkarcılık’ olarak konmaz mıydı?!
Ama şimdi, olumsuz bir gelişmeden olumlu bir imkân çıkarabilme durumundasın. Sovyet sisteminin çöküşünün yarattığı olumsuzluk, aynı zamanda bir engelin de çöküşüdür. Olumlu gelişme, dogmaların iflas ettiği bir dönemde, artık herkesin özgür ve özgün düşüncelere ‘kendiliğinden’ (ve aynı bağlamda zorunluluk’tan!) ihtiyaç duymasıdır.
Yörene bir bak, şimdi hemen herkes her şeyi yeniden tartışma ihtiyacının yakıcılığın taşımıyor mu? Bir avuç istisna dışında, herkes gibi sen de dogmaları öğrenmeye değil, dünyayı değiştirmeyi yeniden öğrenmeye istekli olmalısın. Son üç-beş yıldaki değişimler ‘tutunacak’ bir dogma bırakmadı ki…” (25)
Ne sevimli ve ne sevinçli! Sadece sükût ikrardan gelmiyor artık. Revizyonizmin çöküşünün sosyalizm ve Marksizm engelini de kaldırdığı, çünkü revizyonizmin, sosyalizm ve Marksizm anlamına geldiği, onun kapitalizm yaparken, sosyalizm adını kullanmasının arkadaşların işine geldiği için kabullenildiği ve buna çok sevinildiği görülüyor. Eskiden ne kötüydü: Revizyonist ve inkârcı derlerdi! Şimdi tam özgürlük, tam özgünlük!
Pasajın alıntılandığı bölüm “Bilim İşçilerini îşsizleştirme Kuralı” adını taşıyor ve pasaj, modern revizyonist ideologlar olan “bilim işçilerinin dogmaları söz konusu edilerek başlıyor.
Söylendiğine göre, onların dogmalarını eleştirmek de değil, tümüyle reddetmek, yani, “her şeye yeniden başlamak” ve “Marksizm’deki her konuyu yeniden ele almak gerekiyordu”. Ama burada bir el çabukluğu, daha doğru deyişle hedef saptırması ile karşı karşıyayız. “Bilim işçileri”nin dogmaları Marksizm olmadığı gibi, sözü edilen ’80 öncesi tarihte ne o dogmalar Marksizm olarak -en azından önemli bir çoğunluk tarafından- kabul ediliyordu ve ne de onları eleştirmek revizyonizm ya da inkârcılık anlamına geliyordu. Tersine, Türkiye’de Marksizm en çok modern revizyonizm eleştirilerek gelişti. Yine tersine, revizyonist ve inkarcı, o tarihte de modern revizyonistlerin adıydı. Kimse onları eleştiri dolayısıyla revizyonizm ya da inkârcılıkla suçlamadı, suçlamazdı. Ama kazın ayağı değişik. Pekdemir, “bilim işçileri”ni Marksist varsayıyor. Hâlâ! Onlara yöneltilen ve yöneltilecek eleştirilerin Marksizm’e yöneltilmiş olacağını ve onlar eleştirilirken gerçekten Marksizm’deki her konuyu yeniden ele almak, yani Marksizm’i sorgulamak gerekeceğini düşünüyor ve söylüyor. Ona göre, Marksizm ile “bilim işçileri” arasında pek bir fark, en azından bir kopukluk yoktur ve onlar Marksizm’in “yaşayan” temsilcileridir. Ya da “yaşayan sosyalizm”in temsilcileridir.
Ve şimdi aradan çekildiler, iyi oldu: Artık “özgür” ve “özgün” düşüncelere kendiliğinden ihtiyaç duyuluyor. Şimdi artık sosyalizm ve Marksizm rahatlıkla eleştirilebiliyor!
MARKSİZME YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER YA DA “NASIL BİR SOSYALİZM”
Aslında Marksizm’e ve sosyalizme yöneltilebilen belli başlı bir eleştiri yok. Ürkekçe değinmeler var. En iddialı olunan, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere”, “üreten yönetmeli” şiarlarıyla formüle edilen “doğrudan demokrasi” savunusu alanında da Marksizm’e ürkek eleştiriler dışında söz söylenemiyor. Henüz “nasıl olmaması” gerektiğinin öğrenildiği, ama “nasıl olması”na dair teori üretilemediği belirtiliyor.
Yine de eleştirilere bakalım.
Eleştirilerin özünü; yine Lenin ve Stalin’in partisi, devrimi ve sosyalizmi ile Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un partisi, devrimi ve sosyalizmi; Marksist Leninist ve modern revizyonist teori ve pratiğin arasındaki farkların silinerek aynılaştırıldıkları bir “bürokratik sosyalizm” suçlaması oluşturuyor. Tek tek ve ayrı ayrı yapılanların, eleştiriye tabi tutulmadan küçük burjuva bir bakışla ve kime yönelik olduğu ile ilgilenilmeden her zaman bir zor, özgürlük kısıtlaması ve kuşkusuz bir yöneten-yönetilen çelişmesinin ya da farklılığının varlığına takılarak Lenin ve Stalin’le diğerlerinin, modern revizyonistlerin “ceberut”, “zorba” ve “bürokratik” ortak paydada toparlanması ve baştan sona “sosyalizm” olarak nitelenen SSCB koşullarının “bürokratik sosyalizm” eleştirisine tabi tutulması pek kolaycı bir yol oluyor. Eleştiriler, “demokratizm” temelinde, katılımcılıktan öte, eski sömürülen sınıflar olarak emekçilerin doğrudan iktidarına vurgu yapılarak yöneltilmektedir. İşte bir değinme:
“Geleneksel sosyalizm anlayışları Marx ve Engels’in beklentilerinin tersine ekonomik ve sosyal bakımdan fazla gelişmemiş ülkelerde meydana gelen devrimlerin, daha çok öncelikle bu ülkelerde ekonomik kalkınma ve sanayileşmenin sağlanması ve (özellikle Rusya’da batıdaki devrim beklentilerinin boşa çıkmasının sonrasında) devrimin (sosyalizmin) tek ülkede yaşamasını sağlamayı hedefleyen bir süreçte biçimlenmiştir. Bir başka ifadeyle: Başlıca sanayileşme, kalkınma ve devrimin korunmasını hedefleyen uygulamaların belirleyici olduğu bir süreç başlangıçtaki sosyalizm tasarımlarından oldukça farklı ve kendine has bir sosyalizm anlayışı (veya modeli) ortaya çıkarmıştır. Hızlı bir sanayileşme ve cebri kolektifleştirme, bunun sonucu olarak ortaya çıkan bürokratik bir merkezi devlet planlamacılığı ve koyu bir devlet mülkiyeti düzeni… Tüm bunlara yol açan -bazen bunların bir sonucu olarak da görülen- tek bir bürokratik K. Parti hâkimiyetine dayanan bir yönetim (demokrasi) anlayışı… Bu modelin en kaba hatlarıyla çizilebilecek özellikleridir.”(26)
Burada, şimdiye kadar yanıtlanmış, Troçkistler ve modern revizyonistlerden alınıp bir demet haline getirilmiş değinmeler var. Ne bir derinleşme, ne bir kanıt.
Anlaşıldığı kadarıyla tek ülkede sosyalizm düşüncesi eleştiriliyor. Değinme olarak. Her şeyin, bütün kötülüğün buradan kaynaklandığı düşünülüyor. Anlatımdan bu belli. Bu tezle yeterince polemik yapıldı. (Bu polemiklerden birisi için, Özgürlük Dünyası’nın Aralık 1989’da yayınlanan 14. sayısındaki “Leninizm Mi Gorbaçovculuk Ya da Troçkizm Mi?” başlıklı yazıya bakılabilir.) Gerektiğinde devam da edilir. Ancak ne söylendiği belirli olmalı. Tek ülkede sosyalizmin inşasına girişilmemeli miydi? Yoksa bu nedenle ortaya çıkan “kötülükler” kaçınılmazlık olarak mı değerlendiriliyor? Belli değildir.
Örneğin Pekdemir, değiniyor, ama yanıtsız bırakıyor. O, başka bir ilginç sonuç ya da “açmaz” çıkarıyor buradan:
“Sosyalizm, Sovyetler Birliği gibi emperyalist kuşatma altında yalıtılmış bir ülkede, gelişkin ülkeler ‘muzaffer proletaryası’nın yardımlarına yönelik ‘beklentiler’ boşa çıkmış olarak, bu ülkenin imkânları sonuna kadar zorlanarak, ‘kurulabildiği kadarıyla’ kuruldu.
Dünya devrimi sürüyordu da, Bolşevikler yan mı çizmişlerdi? Dünya devrimi yeniden gelişecekti de Bolşevikler buna engel mi olmuşlardı? Hayır! Dünya devrimi, emperyalizm çağında zamandaş niteliğini yitirmiş, devrimin ekseni ‘doğuya, ulusal kurtuluş savaşlarına kaymıştı.
Her neyse… Yaşanmış tarihi yeniden yazmak, başka biçimde yaşanıp yaşanamayacağını tartışmak, spekülasyon tuzaklarına düşmeyi göze almayı getirir. Gelinen noktada önemli olan ‘böyle bir gelişmeyi önleyebilecek bir sosyalizm projesi üzerinde kafa yormak ve mücadele etmek olmalı.” (27)
Bu ele alış, belki de istişare’ye bir yanıt oluşturuyor. Pekdemir’de de “cebri kolektifleştirme”ye bir atıf görülüyor, o, ülkenin imkânlarının “zorlandığından söz ediyor. Karşı olduğunu ima ettiği bir “zor” var. Açmıyor ve işin içinden çıkamadığı için sorunun üzerinden adıyor: “Her neyse” ile. Spekülasyondan da kaçınıyor ama. Doğru. “Cebri kolektifleştirme”ye bir eleştirin varsa ona yöneltirsin, “tek ülkede sosyalizmin kuruluş imkânı” olmadığını düşünüyorsan, onu eleştirirsin. Ama biraz ondan biraz bundan değinmelerle olmaz. Peki, Pekdemir ne yapıyor? Çözemediği sorunun üzerinden atlarken, aslında fikrini de belirtmiş oluyor: “Bir daha tek ülkede sosyalizmi kurma zorunda kalmayacak şekilde tasarlanmalı sosyalizm projesi” diyor. İlginç. Burada, hem istişare yazısı düşüncesine hak verir şekilde, sonraki “olumsuz” gelişmelerin, tek ülkede kuruluşun kaçınılmaz sonuçları olarak değerlendirmesi vardır; ama hem de bir öznelcilik. Daha kötüsü. Öyle bir proje tasarlayacaksın ki; sosyalizm, tek ülkede kurulmak zorunda kalınmasın! Bu iş, öznel tasarılarla olmuyor ve hayat, projeye uymuyor ki. Sen tasarını nasıl kurgularsan kurgula, nesnel koşulların dayattıklarından kaçınamaz, ya projeni hayata uydurur ya da kafanı kayaya çarparsın! Kapitalizmin dengesiz gelişmesini, farklı ülkelerin devrim için farklı olgunlaşma düzeylerine erişmelerini sen projenle belirleyemezsin. Ama birkaç ülkede sosyalist devrim patlak verir de, bu ülkeler “kendi” sosyalizmlerini ayrı ayrı kurmaya girişirlerse, buradaki tersliği eleştirirsin. Ya da projeni buna uygun kurgularsın. Lenin de beklenti içindeydi hep, özellikle birkaç Avrupa ülkesinde devrimi bekliyordu, sosyalizmi tek ülkede kurmayı kurgulamamıştı. Ama Avrupa devrimi gelmeyince, tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna girişmekten başka yapacak şey yoktu. Sorun, artık yanlış yapmamaktı. Bu tür yanlışlar yapılmışsa, sorun, bunları eleştirmektir. Pekdemir, üzerinden atlasa da istişareci değinmeci her şeyi eleştiriyor, ama hiçbir şeyi eleştirmiyor!
Şimdi, Pekdemir’in tek ülkede sosyalizmin zaferi sorunu ile ilintili kafa karışıklığına geliyoruz. Yukarıdaki pasajda, devrimin ekseninin Doğu’ya “yani ulusal kurtuluş savaşlarına” kaydığı yanlışlığını yapan Pekdemir devam ediyor:
“… ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışmasında bugün yeniden canlanan nokta, işçi ve köylü ittifakı türünden çıkacak yeni sorunlar. Sosyalizm ve milliyetçilik ilişkisinin / çelişkisinin yeniden tanımlanması gereği…
Asıl olarak Sovyet Devrimi kazanıldıktan ve peşinden Avrupa devrimi yenildikten sonra tartışma alevlendi. Başlangıçta, sosyalizmin imkanları (nasıl bir sosyalizm kurulacağı) devrimin yapıldığı ülkedeki (Rusya’daki) işçiler ile diğer ülkelerdeki (Avrupa’daki) işçilerin ‘ittifakı’ (Buradaki ‘ittifak’, kuşkusuz farklı iki sınıf arasındaki uzlaşma değil; ulusal ve coğrafi olarak ‘ayrı’ olan işçi ‘sınıflarının’ imkan dâhilindeki beraberliğidir.) ekseninde tasarlanmamış anıydı? Sonra, Avrupa devrimi yenilince, bunun yerini devrimin yapıldığı ülkedeki işçiler ile köylüler arasındaki ittifak ve giderek devrimin yapıldığı ülkenin işçi-köylü ittifakı ile diğer ‘köylü’ ülkelerindeki emperyalizmden ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki ittifak almış sayılmaz mı? ‘İşçi devrimi’ önce, yapıldığı ülkedeki köylülerle ve diğer ülkelerdeki köylü devrimleriyle ittifak sayesinde gerçekleşmiş oldu. Böyle bir ‘gerçekleşme’ biçimi, sosyalizmin nasıl, olacağını belirlemiş sayılmaz mı?
Sosyalizm ve ezilen ulus milliyetçiliği (köylü devrimi) dün bu şekilde dünya çapında müttefik olabilmişti; bugün sosyalizmin esemesinin okunmadığı dünyada, milletlerin birbirleriyle boğazlaşması şekline bürünen bir milliyetçilik ile sosyalizm adına nasıl bir ‘ilişki’ kurabilirsin? (28)
Bir dizi ilginç fikir, peşi sıra dizilmiş durumda.
Pekdemir diyor ki, devrimin merkezi ve ekseni Doğu’ya kaydıkça geri ve köylü uluslar ve onlarla ittifak sorunları öne çıktı, devrime bir köylü gölgesi düştü ve sosyalizmin “nasıl”ı köylülük ve geriliğin damgası ya da etkisi ile belirlendi. Söylemiyor, ama belki devrime aşırı köylüce özellikler, örneğin “şeflik ideolojisi” gibi, katıldı, belki “ceberut kolektifleştirme”ye bu nedenle gidildi, belki proleter demokrasisi ve emekçilerin yönetime katılması, “kendi örgütleriyle yönetimi ellerine almaları” bu nedenle olanaksızlaştı vb. vb. Spekülasyon yapmayalım. Eleştirmek için de, teorik tutumların değinmelerden çıkıp derinleştirilmesi ve netleştirilmesi zorunlu.
Ama bazı şeyler var. Birincisi, devrimin ekseni Batı’dan Doğu’ya kayarken, ulusal kurtuluş savaşlarına değil, Rusya’ya ulaştı. Rusya, dünya devriminin merkezi oldu. İkincisi, kuşkusuz Avrupa’da devrim beklentisi önemliydi. Proletarya devrimine, uluslararası bir devrim, bir dünya devrimi perspektifiyle yaklaşılıyordu ve Avrupa’da devrimci bir durum vardı. Lenin, doğal ki, Avrupa’da devrim ihtimalini hesaba kattı. Avrupa’da belirli bir tarihte gerçekleşecek devrim beklentisi üzerine taktik kurmadı ama Avrupa’da devrimin patlak vermesini bekliyordu. Avrupa proletaryasının yardımı Rus proletaryası açısından, önemli olduğu gibi; devrim, bu yolla bir dünya devrimi olarak yayılacaktı. Ama Rusya’da sosyalizmin nasıl kurulacağını, böyle bir beklenti üzerine kurgulamamıştı. Ve işin aslı, ona (sosyalist inşaya) henüz sıra gelmemişti.
Avrupa’da devrim ihtimalinin hesaba katılması önemliydi. Böyle bir gelişmenin, hem Rus hem dünya proleter devriminin olanaklarını genişleteceği açıktı. Ama yine açıktı ki, istenmeyen bir durum oluşup Avrupa’da devrimler gerçekleşmeyince, Lenin, eli kolu bağlı oturmamıştı. Eldeki olanaklarla yola devam edildi.
Ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak, kuşkusuz Avrupa’da devrim ihtimalinin geçici olarak ortadan kalkışından sonra tasarlanmadı. Bu ittifak, Avrupa proletaryası ile ittifakın yerini almadı. Ne tasarım olarak ne de fiilen. Kuşkusuz Doğu’da gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıyla ittifak yapılmamazlık edilemezdi. Burada yanlış davranıldığı, örneğin milliyetçiliğe, gerekmeyen tavizler verildiği düşünülüyorsa, bu eleştirilmelidir. Ve kuşkusuz ulusal kurtuluş savaşlarıyla ittifakın önemi, Sovyet Devrimi’nin uluslararası önemine vurgu yaparak, henüz Avrupa devrimleri yenilmeden ortaya konmuştu. Örneğin 1918’de Stalin’in “Sovyet Devrimi’nin Uluslararası Önemi” başlıklı makalesinde.
Değinmiştik: Proletarya devrimi, birkaç Avrupa ülkesinde devrimi de peşinden sürükleyerek gerçekleşseydi olanaktan çok daha fazla gelişecek ve daha güçlü bir atılım yapacaktı. Örneğin, o zaman özel mülkiyet daha kolaylıkla ve daha çabuk alt edilebilecek, merkezi planlama daha sağlam ve daha sıkı yapılabilecek ve böyle işleyecekti. Bunlar tartışılmaz. Ama Sovyet Devrimi’nin peşinden Avrupa devrimleri değil de, ulusal kurtuluş hareketleri ve sonra da kendinden daha geri ülkelerde devrimler gelince, bunun, devrimin temel yönelimlerini etkilediği nasıl iddia edilebilir? Farklı taktikler uygulanmasının gerekeceği kesin olan bu durumda, ne hedefler ne de temel yönelimler değişecekti. Avrupa devrimleriyle, birlikte gerçekleşecek bir Rus devrimi, daha geniş olanaklara sahip olabilecekti. Şüphesiz ki, sosyalist kuruluş bundan olumlu etkilenecekti. Genel yön ya da “nasıl” bir sosyalizme yanıtta bir değişiklik olacağını öne süren, spekülasyon yapmak yerine, bunu kanıtlamalı-dır.
Son olarak, eskiden sosyalizmle ulusal kurtuluş hareketleri arasında kurulan ittifakın, bugünkü koşullarda mümkün olup olmadığına dair söylenebilecek olanlar şunlardır: Emperyalizm ve ezilen uluslar oldukça, bu ittifakın nesnel koşulları var demektir. Ama günün koşullarına takılıp kalmamak, diyalektiğin temel yönlerinden biridir. Bugünü ve bugünkü koşulları değişmez olarak tasarlamak saçmadır. Sömürgeler ve ezilen ulusların kurtuluş hareketleriyle emperyalizme ve sermaye boyunduruğuna karşı tek bir cephe oluşturulabilmesi olanağını Sovyet Devrimi yaratmıştı. Onu örnek alıp ayaklanan ezilen uluslar, onda kendilerinin en yakın müttefikini görmüşlerdi.
Bugün ne sosyalist ülke var, ne de emperyalizme karşı yönelmiş güçlü ve tutarlı ulusal kurtuluş hareketleri. Doğrudur, özellikle SSCB’deki çöküntünün ardından, emperyalizmin ulusal kavgaları tahrik edişiyle uluslar, birbirlerinin boğazına sarıldılar. Bu böyle gidecekse, sonsuza kadar sosyalizmin dünyada esamisi okunmayacaksa, yeni sosyalist devrimler olanaksızsa ve ulusal hareketler sonsuza dek emperyalizmin kontrolü ya da etkisi altında birbirlerine düşmekten kurtulamayacaksa, neden hâlâ “sosyalizm” ile ilgileniyorsunuz? Yeni bir Sovyet Devrimi’nin dönüştürücü etkisini, dünyanın altını üstüne getirici gücünü niçin hesaba katmıyorsunuz? O gün de, ulusal hareketler hâlâ bugünkü boğazlaşma içinde mi olacak sanıyorsunuz? Ve Sovyet Devrimi’nden önce, aynı ulusal boğazlaşmalar yok muydu diye düşünüyorsunuz? Bugün, örneğin Türkiye’de komünistlerle ulusal hareket arasında kurulabilen, sorunlu da olsa kurulabilen yakınlık, neden bir sosyalist devrimin olağanüstü elverişli hale getireceği koşullarda dünya ölçeğinde kurulmasın?
Ve bir sürü metafizik spekülasyon! Sanki bugün bir sosyalist ülke varmış da kuruluşu gerçekleştiriliyormuş gibi; ABD’ye her “meydan okuyan”!, örneğin İran Devrimi’ni destekleyecekmişiz; İslam fundamentalizmi anti-emperyalizm olarak övülebilir miymiş; Saddam Irak’ı Amerikan emperyalizmine karşı savaşında desteklenebilir miymiş vs. vs… En temel koşul eksik. Bir Sosyalist Sovyet Devrimi yok. Onun sunacağı örnek ve etki gücü yok. Bugün dünyadaki ilişkiler, başka türlü belirleniyor. Bir sosyalizm-kapitalizm kutuplaşması mı var? Kuzey-Güney ekseniymiş! Geçelim. Şimdi, “sosyalizm” ve sorunları üzerinde tartışma yürütüyorsan, dünya proleter devrimi için çalışacaksın. O zamana kadar ulusal hareketlerle ittifakın koşulları değişiktir, dünyada proletarya devrimi başladıktan sonra değişik. O günün “nüvesi” bugünün içinde ya da yarın bugünden kurulur gibi saçmalıklarla tüm koşul farklılıklarını yok sayamazsın. İslamcı fundamentalizm ile ittifak olmazmış. Afgan Emiri’nin 1921 ayaklanması, az mı İslamcıydı? Onunla ittifak olanaklı oldu. Bugün İran’ın İslamcılığıyla kim ittifak arayacak? Sen mi? Sosyalistsen işine bakarsın. Onu kendi yörüngene sokacak güç oluşturursan, seninle ittifak arayacaktır, kuşkun olmasın! Ve şu “kapitalist olmayan yol” tezi uyarınca modern revizyonistlerin dünya hegemonyası peşinde koşarken yedeklerine almaya soyundukları Baas Irak’ı, Suriye vb. ülkelerle gerçekleştirilen ittifakları, Lenin ve Stalin’in ezilen ulusların kurtuluş hareketleriyle gerçekleştirdikleri ittifaklarla birbirine karıştırmaktan vazgeç. Ne o ülkeler, he “ulusal hareketleri” Lenin ve Stalin’in ittifak kurduklarına benziyor ne de modern revizyonistler Lenin’le Stalin’e. Arada, bir dünya farkı var.
MERKEZİ PLANLAMA-PİYASA
İstişare yazısında görmüştük, “bürokratik bir merkezi devlet planlamacılığı ve koyu bir devlet mülkiyeti düzeni” yakınma konusu yapılıyordu. “… Sanayi, ticaret ve tarımın hızla ve tümüyle devletleştirilmesi…” aynı yazıda, Avrupa devrimi çerçevesinde bir ölçüde Marx ve Engels’in de paylaştıkları, Doğu’daki zayıf halkada gerçekleşen devrimin ise, daha dramatik sonuçlara yol açan bir iradeciliğe yol açtığı “sosyalizme geçişin birkaç on yılda tamamlanabileceği” yolundaki “yanılsamanın” sonucu olarak saptanıyordu. Herhalde Mao’nun yaptığı gibi, ulusal sermayeye hayat hakkı tanımak, sosyalizmi onunla birlikte kurmak, onu sosyalizmin içinde “eritmek” gibi fikirler savunuluyor olsa gerek. Bunu, kulakların tasfiyesine girişilirken, tarımda kolektifleşme öncesi Buharin de savunmuştu. Ama hızlı ve tümüyle devletleştirmenin bir yanılsama sonucu ortaya çıktığının söylenmesi dışında böyle bir değinme dışında söylenen bir şey yoktur. Ne yapılmalıydı? Bu meçhuldür.
Her sosyalist devrimin hedefi, özel mülkiyeti tasfiye etmektir, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir. İktidar bunun için alınır. Aksi takdirde, yeni insanın yaratılması bir yana, sosyalist kuruluşa girişilemez bile. Başlangıçta, toplumsallaştırmanın zorunlu biçimi olarak devletleştirmeden başka yol yoktur. Güçlendirildikçe sönüşünün koşulları geliştirilmiş olan proletarya diktatörlüğü altında, önce kapitalizmin sınırlandırılması gündeme gelebilir. Geçiş biçimidir. Amaç, önce kapitalizmin, sonra onun kalıntı unsurlarının emek-değer ilişkilerinin bütünüyle tasfiyesidir. Pazar ilişkileri, emek-değer teorisinin işleyişi, kuşkusuz bir çırpıda yok edilemez. Ancak koşulları oluştukça sürekli kısıtlanır ve giderek yok edilmesi hedeflenir. Komünizm, ekonomik yaşam bu yola sokulmadan ufukta bile görülemez. Bu ise, sosyalizmin inşa ve sosyalist üretimin durmaksızın ileri teknik normlarla yeniden ve yeniden örgütlenmesi, üretim ilişkilerinin sürekli olarak daha ileri toplumsallık düzleminde yeniden şekillendirilmesi demektir. Bu; gidişin olduğu kadar, üretimin düzenli ve emekçilerin çıkarları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde planlanmasını gereksinir. Ama planlama yapılabilmesi için, üretimin pazarda gerçekleştiği kapitalist üretim anarşisinin ötesine geçilmesi zorunludur. Yani kapitalizmin tasfiyesi. Bu, devletleştirme olmadan olanaksızdır.
“Hızlı devletleştirme”den yakınan, ancak ne kadar bir hızı makul karşılayacağı konusunda bir açıklaması olmayan, bunun ötesindeyse “devletçilik”in kötülüğüne ilişkin imalarda bulunan istişare yazısı, “plan-piyasa” tartışmalarına da değiniyor:
“Plan-piyasa tartışmaları açısından bazı yaklaşımlar şunlar olabilir: Piyasa sosyalizminin savunucularının eleştirileri asıl olarak sosyalizmi bürokratik, katı merkeziyeti planlama ve devletçilikle özdeşleştiren sosyalizm anlayışlarının, özellikle Sovyet deneyinin açmazları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ne sosyalizm böyle bir bürokratik planlamacılıkla, devletçilikle özdeşleştirilebilir, ne de piyasa sosyalizmi önerileri sosyalist geçiş dönemi içinde karşılaşılacak sorunların çözümünü sağlayabilir. Piyasa faktörleri ekonomik olarak aşılmasına değin ne kadar kaçınılmazsa, kaynakların dağılımında bütün toplumun istem ve çıkarlarını gözetecek demokratik bir merkezi planlamanın gerekliliği de o kadar açık olmalı. Söz konusu olan herhalde, üreticilerin ve tüketicilerin sistemin temel dayanağı olması gereken örgütlülükleriyle kararların oluşturulmasında etkin olabilmeleridir.” (29)
Hem nalına hem mıhına! Hep, ama hep orta bir yol tutturma çabası… “Bürokratik katı merkeziyetçi planlama” ne demek? “Katılık”ın ölçüsü ne? Örneğin; kaynakların kullanımı, bütün veriler toplanarak ve emekçilerin ihtiyaçları ve istemleri gözetilerek merkezi plan uyarınca belirlenmemek’ mi? Bazı kararların alınması, Kruşçev’in başlattığı ve Gorbaçov’un da sonuna vardırdığı şekilde, tek tek üretim birimleri ve yani onların müdürleri tarafından ve kaçınılmazlıkla o birimin, yine kaçınılmazlıkla bu durumda oluşacak pazarda belirlenecek ihtiyaçları ve kâr kaygısına mı bırakılmalı? Ekonomik olarak aşılamayan piyasa faktörlerinin maliyet muhasebesi, hatta başlangıçta devletle yapılacak özel anlaşmalar çerçevesinde yine merkezi planlama konusu edilmesinde bir yanlışlık mı var? “Devletçilik”le özdeşleştirilen sosyalizme karşı çıkılırken ve hem bir dizi kooperatifin varlığı bunu yalanlar hem de başlıca sektörlerde toplumsallaşmanın ileri biçimine (devletsiz kendiliğinden üretim ve muhasebe örgütlenmesi) varılmadan devletçilikten başka yol yokken, kastedilen nedir? Bazı üretim sektörleri ve işletmelerin devletleştirme kapsamı dışında özel mülkiyet halinde korunması mı murat edilmektedir? Yoksa sadece “hız” mı? Ama bundan bir şey anlaşılmıyor. Üstelik katı merkezci olduğu iddia edilen Sovyetler Birliği’nde bütün planlama tartışmalarına emekçiler her düzeyde katılmışken (hadi, katılma yoğunluğunu eleştir ama), kararlarda kendi örgütleriyle, etkin olamadıklarını neye dayanarak ileri sürüyorsun? Ha, “doğrudan demokrasi” ise kastedilen, ona benzer bir şeye, burjuvazisiz doğrudan örgütlenmeye demokrasi adı altında değil, ama demokrasinin de aşılması olarak devletin sönmesi koşullarına varılacak.
Ama sorun bu değil. Katı devletçilik olmayacak, yani bazı sektör ya da işletmeler toplumsallaştırma dışı olacak, özel ellerde kalacak ve merkezi olmayan demokratik planlama da “bütün toplumun istem ve çıkarlarını” gözetecek, bu özel müteşebbislerin de. Plan demokrasisi ancak, böyle sağlanabiliyor! Belki kooperatiflere ve tek tek işletmelere kendi üretim, ürün fiyatı vb. konularda “karar” ve kâr hakkı ya da doğrudan özel teşebbüse. İstenen budur. Belki de tümüyle “özyönetim”… Kim bilir?
“Öz-yönetim” konusuna Pekdemir giriyor. Şöyle diyor:
“… Planlama, sosyalist ekonomi bakımından, kapitalizmdeki anarşik üretim karşısında, ayırt edici ve temel uygulamalardan biri olarak düşünülmüş, yaşanan sosyalizmdeki siyasi merkeziyetçiliğin temellerinden biri ekonomik planlama tarafından oluşturulmuştur. Oysa Marx planlamanın da üreticiler tarafından yapılmasını savunmuştu… Ama yaşanılan pratikte planlama, henüz üreticilerin bütünüyle yönetici niteliğini kazanamadığı başlangıç aşamasında, mecburen yalnızca bu ‘işin’ uzmanları tarafından gerçekleşebilir bir özellik kazandı ve bu özelliği hiç değişmedi! Merkezi planlamaya olan ihtiyaç gerekçe gösterilerek, aynı zamanda merkezileşmiş bir uzmanlar (teknokratlar) ve bürokratlar ordusu yaratıldı. İşte bu özellik sosyalizmde ekonominin merkezi planlaması (ve bunun sonucu bürokratik müdahale) ile üreticilerin kendi ürettikleri ürünleri konusunda söz ve karar sahibi olabilmesi (öz-yönetim) arasında da bir ikilem ortaya çıkardı.” (30)
Bürokrasi sorununu şimdi bir yana bırakıyoruz. Bir defa, planlama, hiçbir zaman “yalnızca” işin uzmanlarınca yapılmadı. Emekçiler, örgütleriyle, her planı, ıcığına-cıcığına tartışarak katıldılar kararlara. Katılım yolları geliştirilmelidir denebilir, tartışılır bu yollar; ama “sadece uzmanları ilgilendirdi planlama” deniyorsa, kanıtlanmalıdır. Bu bir. İkincisi, planlama ve toplumun idaresinin, Lenin’in dediği gibi basit bir kayıt ve idari işlem (herkes tarafından yapılabilir basitlikte işlemler) düzeyine ulaştırıldığı bir aşamaya yükselmemişti sosyalizm. Ne işlerin basitleştirilmesi ne de bütün emekçilerin poli-teknik eğitimden geçerek her işi yapabilecek düzeye yükseltilmesi açısından. “İşin” daha çok uzmanlar tarafından yapılmasının koşullarına son verilememişti. Bu uzmanların denetim altında bulundurulmaları ve bürokratik müdahalelerin önünün alınması konusunda uyanıklık gereğine vurgu yapılabilir; ama Pekdemir’in sorunu bu değil. O, henüz herkesin her işi yapabileceği koşullar var edilmeden -ki buradan sorunun uzmanlar ve onların denetim altında tutulmaları olmadığı ortaya çıkıyor- elverişli yükseklikteki bir sosyalist temelde değil, ama henüz kapitalizmin unsurlarının var olmaya devam ettiği geri bir temelde “üreticiler”in “kendi ürettikleri ürünler üzerinde söz ve karar sahibi olmaları”nı düşünüyor. İşte bu, gerçekten “özyönetim”dir. İşletme ve fabrikalarda, kolhoz ve kooperatiflerde gerçekleştirilecek “özyönetim”, tam toplumsallaşmanın ve dolayısıyla herkesin her işi yapabilmesinin olanaklarının var edildiği komünizm koşulları öncesi, ancak piyasa ve kapitalizm zemininde sağlanabilir. Bu kapitalizm, dört başı mamur bir kapitalizm olmayabilir başlangıçta ve “özyönetim” onun yalnızca unsurlarına (çeşitli piyasa faktörleri, emek-değer ilişkileri, grup mülkiyeti ve kâr kaygısı gibi) dayanabilir, ama kaçınılmazdır ki, kapitalizmi geliştirir. Çünkü “üreticiler”in “özyönetimi”nin, henüz sosyalizmin ilk evresinde, grup mülkiyetine dayanmak ve onu kışkırtmaktan başka olabileceği bir şey yoktur. Doğal ki, bir de küçük üreticilerin “öz-yönetimi” olanaklıdır. Ama henüz kapitalizm, kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılmadan (bu aynı zamanda yöneten-yönetilen farklılaşmasının giderilmesi anlamındadır) “öz-yönetim” fabrikaları ve işletmeleri arasında rekabet, piyasa ilişkisi her birinin kendi lehine kazanç (kâr) kaygısı olması, tüm toplumu kucaklayan merkezi planlama yerine onların kendi işletme planlarını yapmaları ve bu tür çok sayıda planın birbiriyle rakip ve çekişme halinde gerçekleşmesi (hem de piyasada gerçekleşmesi) kaçınılmazdır. “Öz-yönetim” kapitalist yolculuktur, sosyalizmle ilişkisizdir. Ama “üretenin yöneten” olması peşindeki Pekdemir, bunu, koşullarının yaratılması öncesi ekonomide geleceği anlamın kapitalizm olduğundan habersizdir. Demokrasicilik oyunu, böyle cilvelere neden olacak kadar kötü bir oyundur.
“Bürokratik sosyalizm”i ya da “geleneksel sosyalizm”i eleştirirken, ne olduğunu anlamadan kapitalizm zeminine düşüvermek tehlikesi büyüktür. Hele ayrıntılı bilgisini edinmeden, kulaktan dolma ve aydın konuma denk düşen demokratizmle; “bürokratik sosyalizm” karşıtlığıyla, “cesaretle” Lenin ve Stalin’i eleştirmekte son derece dikkatli olmakta fayda vardır. Hele bir eleştirelim, yerine nasıl olsa doğrusunu koyarız düşüncesi ise çok tehlikelidir. Yanlış, doğrusu ile birlikte kavranabilir.
“Militan”a harekete geçme çağrısı yaparken, onun donanım eksikliği kaygısını karşılamak için söylenen “… Hiçbir şey bilmesen bile, istediğin sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olmaması gerektiğini… biliyorsun” (31) yaklaşımı, olacağı pek yok ya, ciddi bir mücadeleye atılacak “militan”ı kapitalizme bağlanmaya götürebilir.
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ SORUNU
“Sosyalist proletarya diktatörlüğü tezi, ‘egemen sınıflara diktatörlük halk sınıflarına demokrasi’ ilkesine dayanır. Bu, başka unsurların yanı sıra programın muhtevasıyla da sağlanması gereken başka bir mutabakat ve gönüllülük ister. Bunu dikkate almayan, orta ve küçük mülkiyetin üretimin gönülsüz tasfiyesine dönük bir sosyalist geçiş programı, halk içindeki çelişkilerin çözümünde zor unsuruna dayanmayı ‘zorunlu’ hale getirdikçe sosyalist demokrasiden başka bir anlam taşıyan bir ‘proletarya diktatörlüğüne dönüşür. Sonuç, gene bu şekilde sosyalizme geçişin, olanaksızlığı noktasından başka bir şey olmuyor.” (32)
Bir kere baştan terslik var. Proletarya diktatörlüğü sosyalizme geçiş için değildir. Kendisi kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olan sosyalizm dönemine hastır proletarya diktatörlüğü. Bu böyle.
İkincisi orta üretim ve mülkiyet her neyse, proletarya diktatörlüğü ona dayanamaz, onunla mutabakat ve gönüllülük ilişkisi içinde bulunamaz. Kastedilen orta sermaye olmalı. Orta burjuvazi. Bu, kapitalist bir sömürgen sınıf olarak tasfiye edilecekler arasındadır. Sovyetler Birliği’nde tasfiyesine girişilen (tarımda kolektifleştirme ile) kulaklar mı kastediliyor, açık değil, ne anlama geldiği de belli değil; ama herhalde orta köylülük anlatılmak istenmiyor olsa gerek. O, küçük üreticidir çünkü.
Evet, proletarya diktatörlüğü köylülüğe, başlangıçta sosyalist devrim yaparken yalnızca yoksul köylülüğe ve sosyalist inşa döneminde orta köylülüğe, işçi sınıfının onlarla ittifakına dayanır Proletarya diktatörlüğü, köylülüğe kolektifleştirme yönünde belirli bir zorlama yapar; ama bu, zor kullanımı ile uzaktan ilişkisizdir. Bu teori, SB’de, Stalin zamanında başarıyla uygulanmış ve hiç de sosyalist demokrasiden başka bir anlam taşıyan bir “proletarya diktatörlüğü”ne dönüşmemiştir diktatörlük.
İstişare görüşlerinde, bu konuda kulaktan dolmanın ötesinde hiçbir derinlik olmadığı görülüyor. Sadece “cebri kolektifleştirme”ye atıf var.
Pekdemir ise daha iddialı. “Marx’a göre sosyalizm, sınıfsız topluma bir geçiş sürecidir. Bu toplum projesinin dinamiği ise proletarya diktatörlüğü!” (33) diyen Pekdemir, istişareyi düzeltmiş oluyor.
Diktatörlük teriminden korkmaya mahal olmadığını söylüyor Pekdemir. “Çünkü” diyor, “bu diktatörlük değil, proletaryanın diktatörlüğü, yani teorik olarak çoğunluğun diktatörlüğü… Tarih boyunca var olmuş bütün diktatörlüklerin, azınlıkların çoğunluklar üzerindeki tahakkümlerinin reddiyesi… Proletarya diktatörlüğü, teorik anlamda, diktatörlüğün reddiyesi… Pratik Lenin’i bin kez haksız çıkarmış olsa bile, teorik olarak yine Lenin’in dediği gibi, ‘burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik’ ve ileriye dönük bir reddiye…
Teorik olarak böyle ama pratik başka!”(34)
Tabii doğru söyledikleri. Proletarya diktatörlüğünün hep “yarı devlet” niteliğine, sönüşe gittiğine, azınlığın diktatörlüğü olmadığına ve dolayısıyla aslında devlet olmayan bir devlet ve diktatörlük olmayan bir… olduğuna vurgu yapıyor: ama bal gibi bir diktatörlük olduğuna hiç değinmiyor. Diktatörlüğün, devletin reddiyesi olduğu doğru. Ama eksik. Çünkü o, bal gibi de bir diktatörlük. Demokratik olmasına demokratik. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve emekçiler için bir demokrasi. Ancak demokrasinin olduğu yerde diktatörlüğün de olduğu malum: O, sermaye üzerinde, gericilik üzerinde bir diktatörlük. “Burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik olması” onun diktatörlük olmaması anlamına gelmiyor, sadece çoğunluk için demokrasi olduğunu belirtiyor. Dikkat çekicidir, proletarya diktatörlüğünden bir diktatörlük olarak hiç bahsetmiyor Pekdemir. Marx’tan söz açıp konuya girerken zorunlu olarak terimi kullanması dışında, kendi isteğiyle ve kendi kurgusundan söz ederken ne proletaryadan bahsediyor, ne de diktatörlüğünden. Varsa yoksa “emekçiler” ve “emekçi halkın iktidar organları” ve “emekçi demokrasisi”! Olmaz. Ya savunacaksın ya da savunmayacaksın! Hüsnükabul olmaz!
“Sosyalizm süreci, emekçilerin kendi iktidar organlarını kullanabilmeleri ölçüsünde ilerleme şansına sahipti. Çoğunluğun söz sahibi olduğu bir iktidar gerçek bir emekçi demokrasisi olabilirdi. Emekçilerin, yani çoğunluğun kendi iktidarını koruyamaması ise demokrasinin bulunmadığı bir diktatörlüğün pekişmesinden başka bir sonuç doğurmazdı.” (35)
Baştan belirtilmeli: Demokrasinin bulunmadığı bir diktatörlük olmaz. Her diktatörlük, “birileri” için demokrasidir.
Ama Pekdemir, “bürokratik diktatörlüğü” anlatmak istiyor. Diyor ki; “SSCB’de emekçilerin kendi iktidar organlarını kullanma şansı yoktu, iktidar gerçek bir proletarya demokrasisi olamadı ve emekçilere karşı bir diktatörlük olarak ilerledi.” Teoride “emekçiler” ve “emekçi iktidarı” dışında tartışılacak şey yok. Hangi emekçiler?
Köylüler emekçidir örneğin. Ama köylü, sosyalizmde iktidarda değildir. Proletarya diktatörlüğü, işçi-köylü ittifakına dayanır, köylülerin (yoksul ve orta köylülerin) çıkarını gözetir. Ama nereye kadar? Proletarya diktatörlüğü, kesindir ki, küçük köylü üretimine son verilmesi, dolayısıyla -tabii ki zorla ve bir çırpıda değil ama- köylülüğün sonuç olarak köylülük olarak tasfiye edilmesidir. Küçük üretime son verecek, küçük üretime son verme işini yönetip yürütecek bir diktatörlük, kuşkusuzdur ki, köylülerle birlikte bir işçi ve köylü diktatörlüğü olarak kurulamaz. Köylülük işte, örneğin, iktidarda olmayacaktır sosyalizmde. Sosyalizmde işçi sınıfının iktidarını başka hiçbir sınıfla paylaşmaması, paylaşamaması, sosyalizmin komünizm için olduğundandır. Kısacası, orta burjuvaziyi “mutabakat” çerçevesi içine alan istişarecinin olduğu kadar, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm koşullarında iktidarın “emekçiler”de olduğunu vurgulayıp duran Pekdemir’de “bütün halkın devleti”nin yanlış yolundadır. Bir kere daha “demokratizm”in komünizmle çeliştiği, onu olanaksızlaştırdığı ve tehlikeli bir oyuncak olduğu ortadadır.
“Sosyalizm, demokrasi eksikliğinden mi yenildi? Bunun yanıtı burjuva demokrasisine methiye olmamalı” diyor Pekdemir aynı yerde. Ama bu, onu kurtarmıyor. Özgürlükler sorununu ele alırken göreceğiz, o, sermayeye de kayıtsız-şartsız olmamak koşuluyla özgürlük yanlısı bir “demokratizm” içindedir; ama bunun ötesinde de “emekçiler iktidarı” en azından komünizmi olanaksızlaştırması ve geriye çağırması anlamında demokratizmdir.
PROLETARYA YA DA EMEKÇİLER
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta var: Pekdemir’in “nasıl”ını tanımlamaya çalıştığı (kendisi henüz tanımlayamadığını söylüyor) sosyalizm kimin? Kim sosyalizmin sahibi? Bunun yanıtı, kuşkusuz, Marksizm’in de kimin olduğu sorusuna verilecek yanıtla aynı olmalı.
Pekdemir, “yaşanmış sosyalizmden” az önce gördüğümüz üzere çıkardığı “ders” kadar, “değişen” kapitalizmin bugün ulaştığı gelişme düzeyini yansıtma kaygısıyla da yanıtlıyor soruyu. Geçmiş “yanılgı”yı tekrar etmemek için olduğu kadar, bugünkü sınıf ilişkilerini ve toplumsal durumun dayattıklarını da karşılamak üzere: “Emekçiler” diyor, “proletarya değil”!
Modern revizyonistlerin son zamanlarında “nakış gibi işlemeye” çalıştıkları, sonra gelen “elveda proletarya”cıların sürdürdükleri tezi gündeme getiriyor: “Teknolojik gelişme” teknokratları “proleterleştiriyor”, yani “emekçileştiriyor”, “beyaz yakalı-mavi yakalı”ların birliği vb. vb.
Önce Marx’a itiraz (Stalin’den sonra Lenin’de de durmayarak):
“Ama ‘bizim sosyalizmimiz’ emekçilerin yani ‘onların’ sosyalizmi olacak. Onlar, elbette, Marx’ın öngörülerinin ötesinde proletaryadan ibaret değil artık. 21. yüzyıl, ‘onların’ daha da heterojen bir bütünlük oluşturacağına tanıklık edebilir. Şu anki muhalefet odakları da heterojen ve parçalı. Bunları tek bir vücut tek bir ses olarak tanımlamak ise biraz hamasiyat olur… muhalefetin birleşik gücünden yana olmak lazım. ‘Onları’ farklılıklarıyla beraber birleştiren güçten… İktidar odaklarının birleşik gücü ‘karşısında’ yer alabilen birleşik güçten…” (37)
Bir karmaşa ve zaman zaman ikrar edildiği üzere bir kafa karışıklığı hemen göze çarpıyor. Çok sayıda farklı fikir, tek bir fikre indirgenerek karmaşa yaratılıyor.
Sosyalizm, emekçilerin olacak artık ve emekçiler proletaryadan ibaret değil. Bu revizyon anlaşılabiliyor. Ama emekçiler ne zaman proletaryadan ibaret olabildi ki? Sorun, kapitalizmle uzlaşmaz karşıtlık halinde bulunan, burjuvazinin tamamıyla karşısında yer alan “dar” proletarya yerine, “geniş” ama bu özellikleri taşımayan “emekçiler”i geçirmekte.
Öteden beri kapitalizm karşısında onunla şu ya da bu ölçüde çelişen güçler yer alırdı ve alır. Proletarya bunların yalnızca en devrimcisi değil, sonuna kadar devrimci olan tek sınıftır. Anlamı, onun mülkiyetin bütün araçlarından, bütün üretim araçlarından özgürleştirilmiş, dolayısıyla özel mülkiyet sistemi ile herhangi bir bağı olmayan tek sınıf olmasındadır. Ama kapitalizmde özel mülkiyet alanı dışına şu ya da bu ölçüde itilmekte olan ve özel mülkiyet sisteminin, sermayenin egemenlik sisteminin kaldırılmasına katılabilecek başka katmanlar yok mudur? Vardır. Yoksul köylülük, bunlardan bir tanesidir. (Pekdemir, gerçi köylülük sorununun ele alınmasının da değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir, çünkü yitip gitmekte olduğunu düşünmektedir. Örneğin, Türkiye’nin bir İngiltere olmadığı -ve pek çok İngiltere olmayan olduğu söylenmelidir, bir yana bırakalım.) Üstelik emperyalizm, tekelci kapitalizm, kendisine karşı mücadelenin saflarına yeni yeni katmanları da itmektedir. Örneğin sorunlarını da çözecek olanın artık sosyalizm olduğu söylenmelidir. Ama bu başka bir şeydir. Proletaryanın sosyalizm için kurabileceği ittifakların genişleme eğiliminde olduğunu gösterir sadece. İşte “sosyalizm kimin?” sorusu ve yanıtı ile karıştırılan bir soru ve yanıtı, örneğin bu noktada ortaya çıkmaktadır: “Sosyalizm kiminle birlikte”. Eskiden birbirinden ayrılan sosyalizmin gücü ve müttefikleri sorunları, şimdi Pekdemir ve onun pek gelişkin olduğu görülen “demokratizmi” tarafından birleştirilmektedir. Örneğin, öğretmenlerin de sosyalizmin gücü ve hatta temel gücü içinde yer almakta olduğu anlaşılıyor.
Muhalefet odakları heterojen ve parçalıymış ve bunları tek bir vücut olarak tanımlamak hamasiyat olurmuş! Muhalefet ne zaman parçalı ve heterojen olmadı ki? Sorun, onları nasıl ve kimin etrafında birleştirileceğini bilmekte oldu hep.
Kuşkusuz “muhalefetin birleşik gücü”nden yana olacaksın. Ama muhalefetin ne tür bir muhalefet olduğunu, ne için ve nereye yönelik olduğunu bilerek. Emekçilerin önemli bir kısmını sosyalizm için, etrafında birleştirebilir proletarya. Ama örneğin küçük burjuvazi, örneğin orta köylülük ya da şehir küçük burjuvazisi söz konusu olduğunda bu olanaksızdır. Onlar da emekçidir oysa. Ama onlarla da demokratik bir devrim için tekellere ve toprak sahiplerine karşı birleşilebilir. Her şeyi karmakarışık etmeye ne gerek var? Eğer emekçilerin birleşik gücünden söz ediliyor, bu güçle, ulaşılacak sosyalizm hayal ediliyorsa, bilinsin ki; bu, ancak, toplumsal değil, siyasal bir devrimle ulaşılabilecek türden bir “sosyalizm” yani demokrasi olabilir. Önünde sonunda bir burjuva kategorisi oluşturan demokrasi ile sosyalizmin birbirine karıştırılması da hiç gerekmiyor. Emekçilerin birleşik muhalefeti ile ancak demokratizm yapılabilir. Sosyalizm için emekçilerin birleştirilebildiği kadarının proletarya etrafında birleştirmesi ise şarttır.
“Emekçi”, bir sınıf tanımı değildir. Emeği ile geçinenleri tarifler. Ama emekçiler içinde sınıfsal nitelikler olarak oldukça fazla sayıda geçiş vardır. Emekçi vardır, emekçi vardır. Sosyalizmi ne başlatmaya ne sürdürmeye “emekçilerin” gücü yeter. Pekdemir, “nasıl”ını tanımlamaya çalışırken, sonunda gele gele sosyalizmin olanaksızlaştırılması ve onu demokratizm düzeyine indirgeme noktasına gelmiştir. Aslında burası, onun çıkış noktasıdır. Demokratizmi nedeniyle sosyalizmi olanaksızlaştırmaktadır. Yine demokratizmi nedeniyle, herkese demokrasi sunan bir sosyalizm tasarlaya tasarlaya, sosyalizmin sahibini de değiştirmeye karar kılmıştır. “Emekçiler”, demokratizmini karşılayacak “genişlikte” görünmektedir ona. Nesnel koşulların, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu olarak sosyalizmi dayattığı proletaryanın yerine, emperyalizmin sosyalizme doğru ittiği, kendi karşıtı safa sürüklediği geniş kesimleri kapsayan “emekçiler”i geçirmektedir. Buradan sadece sosyalizm için mücadelede tutarsızlıklar ve kararsızlıklar gelmez, platformun, mücadele platformunun kendisi değişir: Sosyalizm mücadelesinden demokrasi mücadelesine gerilenilir. ”
Dönelim yine proletaryaya.
“…Marx, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, iktidarı almak ve korumak için her şeyi göze alabileceğini düşünmüştü ve özellikle sanayi proletaryasına umut bağlamıştı… Proletaryanın şimdi zincirlerinden başka şeyleri de var, iktidarı almak için her şeyi göze almıyor… Şimdi sanayi proletaryası bile demode oldu, dünya adım adım post-endüstri çağına yaklaşıyor. … Emek hiyerarşisinin ortadan kalktığı gibi bir sonucu kastetmeden, emek süreçlerinin ‘mavi yaka / beyaz yaka’ ya da kafa emeği / kol emeği gibi tasniflerinin eski önemini yitirmekte olduğunu tekrar edebilirim. Sömürü ortadan kalkmıyor. Proleterler teknokratlaşıyor ve teknokratlar bilgisayar ya da mikro-teknoloji düzeninde artı-değer üreten emekçiler olma niteliğini mi kazanıyor? Mavi yakalılar ve beyaz yakalılar arasındaki ayrım giderek ortadan kalkıyor ve komünizm aşamasında belirsizleşmesi beklenen kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın yerini, kapitalizm koşullarında gelişen bütünleşme mi almaya başlıyor?” (38)
Son iki sorunun yanıtının olumlu olduğu, hem sanayi proletaryasının “demode oluşu”ndan hem de konuya ilişkin Çiğdem Çıdamlı ve arkadaşlarının yaptığı olumlu yanıt üreten çalışmanın ilgili bölümünün aynıyla aktarılmasından anlaşılıyor. Memurlar filan proleterleşiyor-lar ya da doğru deyişle, memurlar, teknokratlar gibi katmanlar birbirlerine yaklaşıp birbirleri içinde eriyor ve tek bir “emekçiler” tabakası yaratıyorlar!
Pekdemir bunun “elveda proletarya” demek olmadığını, “post-endüstri çağı”na(!) atılan her adımdan, ‘elveda proletarya’ mesajını çıkarmak mümkün değil” diyerek belirtiyor. Ama en azından proletaryaya “elveda” deme yoluna girildiği de belli oluyor! Çünkü “post-endüstri çağı” adım adım yaklaşıyor. “Demode” olmasına oldu ama hemen “elveda proletarya” demeye gerek olmadığı da belirtiliyor, çünkü kapitalizmdeki olağanüstü teknolojik gelişme henüz sınırlı boyutta. Allahtan öyle, şimdilik proletarya elinden kurtuluyor. Gerçi kapitalizm “post-endüstriyi” (endüstri ötesini) kurdukça proletarya büktün dertlerinden kurtulacak ya! Ama öyle olmayacağı da söyleniyor. “Sömürü ortadan kalkmıyor”muş! Bari bu noktaya gelinmiyor.
“Kapitalizm ‘henüz mikro-elektronik alanındaki ilerlemelerin sanayiye uygulanması açısından oldukça geri bir noktada. Sınaî üretiminde robot ve bilgisayar kullanımı bu alanın yüzde birini dahi içine alabilmiş değil”…” (39)
Ve,
“… Elbette, ‘mikro-elektronik alanındaki ilerlemenin, endüstri ötesi bir toplum yaratarak emeğin muhtevasında köklü bir değişikliğe yol açtığı’ yönündeki iddiaları dikkatle ele almak lazım. Bu tür iddialarla ima edildiği üzere, emek-sermaye çelişkisinin başkalaştığı, canlı emeğin bilgi üretiminde yoğunlaştığı ve emekçilerin çoğulculaşmasının bunları tarihsel özne olmaktan çıkardığı şeklindeki safsataları da ciddiye almamak lazım.” (40)
Anlayan beri gelsin. Sayıklama gibi. Hem öyle hem böyle. Hem proletarya “demode oldu” hem “emek-sermaye çelişkisi başkalaşmadı”. Üstelik “emeğin muhtevasında değişiklik” iddialarının da dikkatle ele alınması gerekiyor. Kafa karışık, ama yön belli. Ürkekçe, eleştiriler önceden karşılanmaya çalışılarak cesaretsiz ve yavaş adımlar atılıyor. Aslında yorum şöyle mümkün: Proletarya tarihsel özne olmaktan çıktı, yaşasın “emekçiler”! Ve “emeğin çoğulculaşması”. Bu, “emekçi iktidarı”nın ve ondaki “demokratizm”in temeli olması gerektiği gibi, “katı devletleştirme”, “katı merkezi planlama”, “bürokratik parti diktatörlüğü” gibi eleştirileri güçlendiren bugünkü elverişli zemini ve sosyalizmdeki “politik çoğulculuk”un (tasarımda) koşullandırıcısı da olmalı. Bu çoğulculaşan emeğin birleşik muhalefeti yaratılacak ve sonuçta onun iktidarı kurulacak: “Çoğulcu emeğin birleşik iktidarı”. Bu da “yeni” tür sosyalizm olacak!
Bu, proletarya saflarına itilmekte ve kapitalizm tarafından sömürülüp bunaltılmakta olan küçük burjuvazinin, özellikle bilgi tekelini sermaye olarak kullanmakta zorlanan ve ücretlendirilmeye başlanan aydının yeni ütopyasıdır. Demokratik bir ütopya! Özellikle küçük burjuva aydının gelecekte kendisine yer arayışıdır. Her şeye rağmen burjuva demokrasinin kendisine sunduğu olanaklardan hoşnut aydının. Ne kapitalizmin ipuçları ortaya çıkan gelişmesinin vaat ettiği köleleşmeyi ve siyasi gericiliğin zor koşullarını; ne de proletaryanın disiplini ve düzenini kendine göre bulmayan aydının…
***
Sosyalizme ve dolayısıyla Marksizm’e yöneltilen eleştirilerden ele almadığımız biri kaldı. “Bürokratizm” ve “şefçilik”e ilişkin olanı. Bu, öncü parti ve kitle ilişkilerine yaklaşımı da kapsıyor, doğrudan örgütlenme tarzını ilgilendiriyor. Tüm bunlar, yeni “sosyalizm” kurgusu ve onun yaşama geçirilmesinin, hem de “hemen şimdi” yaşama geçirilmesinin en belli başlı noktasını oluşturduğundan, sözü edilen sorunları, yeni “efsane” ya da “sosyalizm” tasarımı ve bununla ilgili bugünden yapılması önerilenlerin eleştirisine ayırdığımız yazımızın, gelecek sayıda yayınlanacak ikinci bölümünde ele alacağız.
Ağustos 1994
KAYNAKÇA
1) Anne Bak Kral Çıplak – Kuralsızlığın Kuralları, Melih Pekdemir, Başak Yay., 5. Baskı, Şubat 1993, s. 267
2) Age, s. 267
3) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlardan, s. 7
4) Age, s. 8
5) Age, s. 10
6) Age, s. 16
7) Anne Bak Kral Çıplak – Kuralsızlığın Kuralları, s. 269
8) Meğer Yaptığım Alıntıları Kimse Söylememiş Hepsini Ben Uydurmuşum – Kuralsızlığın Hikayeleri, Melih Pekdemir, Başak Yay., 1. Baskı, Nisan 1994, s.111,112
9) Age, s. 154
10) Age, s. 69,70
11) Age, s. 104
12) Age, s. 101
13) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlardan, s. 37
14) Age
15) Age, s. 31
16) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 142
17) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 274 ve 277 18)Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 138,137 ve 141
18) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s.138, 137 ve 141
19) İstişare Konuşmaları, İlk Yazı
20) Kuralsızlığın Hikayeleri, s. 194 21) Age,s.115
21) Age, s. 115
22) Age, s. 194
23) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 13
24) Age, s. 14
25) Kuralsızlığın Kuralları, s. 265, 266
26) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlar, İlk Yazı, s. 2
27) Kuralsızlığın Kuralları, s. 306
28) Age, s. 306, 307
29) İstişare Konuşmaları, s. 3
30) Kuralsızlığın Kuralları, s. 317
31) Kuralsızlığın Kuralları, s.273
32) İstişare Konuşmaları, İlk Yazı, s. 2
33) Kuralsızlığın Kuralları, s.197
34) Age, s.197
35) Age, s. 199, 200
36) Age, s.212
37) Age, s.319ve321
38) Age, s.319
39) Age, s.319
40) Age, s.319