Gümrük birliği ve işçi sınıfı

Önce, olurdu-olmazdı korkusu ağır basıyordu. Özellikle DEP milletvekillerinin yargılanması dolayısıyla Türkiye sıkıştırılmış, hatta bir kez anlaşmanın imzalanması ertelenmişti. Resmen dile getirilenlere bakılırsa, Avrupalılar, “demokrasi” ve “özgürlükler” genel başlığı altında toplanabilecek koşullar ileri sürüyorlardı. Gerçi, diğer üye ve aday ülkelerin izledikleri ve izlemeleri öngörülen süreçten farklı olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmadan gümrük birliği anlaşması çerçevesinde “ortaklık”a dâhil edilmesinin de gösterdiği gibi, nedenler, kuşkusuz farklıydı. Ama gerek Türkiye gerekse Avrupa halkları karşısında “demokrasicilik” oyununun oynanması tercih edilmekteydi.
Sonunda, DEP milletvekilleri sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin “demokratikleşmesi” ihtiyacına ilişkin bir ek kararla birlikte gümrük birliği anlaşmasının imzalanmasının önü açıldı. 6 Mart’ta, Brüksel’de anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, korku, bütünüyle ortadan kalkmadı; ama yerini ne kazanacağız-ne kaybedeceğiz tartışmasına bırakmak üzere ikinci plana itildi. Şimdi daha çok, -eskiden de tartışılmakta olan- bu sorun tartışılıyor: “Kazançlarımız” ve “kayıplarımız”. Taraflar yine eski taraflar; farklılaşma ise, argümanların genişlemesi ve sıcaklaşmasında.
Girelim/girmeyelim ya da karşıyım/yanayım diyenler, aslında bir eski tartışmayı sürdürüyorlar. Ama tartışmada, sömürücü egemenler arasında ve uluslararası kapitalist sistem zemininde, bu sistemden yanalık ya da karşıtlıktan katiyen söz edilmiyor. İkinci, üçüncü, beşinci dereceden ticari ve ekonomik sorunlar etrafında gelişmesini gizleyici yöntemlerden hiçbir koşulda vazgeçilmiyor, İslami, liberal, “demokratik” motiflerin bolca kullanıldığı “kazançlarımız-kayıplarımız” eksenli karşıtlık/yanalık çekişmesi, siyasi, ekonomik, hukuki vb. boyutları olan dev bir tartışma olarak sunuluyor. Hem Türk egemenleri tarafından hem de onların ağzından Avrupa egemenlerinin yaklaşımı olarak.

LAİK VE ŞERİATÇI SÖYLEMDE GÜMRÜK BİRLİĞİ
Örneğin, laisizm-şeriatçılık çekişmesi içinde olanların, ters yönlü olmakla birlikte, ortak yaklaşımı, İslam boyutunun sorunun önemli bir yönü olduğuna ilişkindir. “Laikler” de, şeriatçılar gibi, Avrupalılar açısından Türkiye’nin bir İslam ülkesi oluşunun şimdiye kadar olumsuz bir puan olarak değerlendirildiğini düşünüyorlar. Ama onlardan farklı olarak, “son ve tek”, “laik” İslam ülkesi olan Türkiye’nin, Avrupalılarca “fundamentalist İslam”ın eline terk edilmemesi gereğine AB’yi “ikna” görevini benimsiyorlar. Tezlerini, Mustafa Kemal’in koyduğu “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” prensibiyle güçlendirerek, gümrük birliğini, bu amacın bir gerçekleşme biçimi olduğu kadar bir aracı olarak da anlıyor ve anlatıyorlar. Laikler, Avrupalıların Irak işgali, Kıbrıs sorunu, DEP’liler ya da “demokratikleşme”de olası ayak sürümeler benzeri herhangi bir nedenle Türkiye’yi gümrük birliği sürecinden dışlamasının, hem bölgede hem de ülke içinde yükseliş içinde olan şeriatçı İslam’ın önünü kesmede “son ve tek” dayanak olan ve AB için bir kale olabilecek Türkiye’yi kaybetmek -ve kuşkusuz önemli ekonomik ve siyasal/stratejik çıkarlarının sarsılması- anlamına geleceğini laik Avrupa’ya anlatmaya çalışıyorlar. Çıkarları peşindeki Avrupa da konuyu anlamış görünüyor; Avrupa basınında çıkan çeşitli yazılar bunu gösteriyor. Laik tez, Avrupa basınında olduğu gibi başkentlerinde de belirli bir kabul görüyor.
Siyasal İslam ise, ılımlı olanlardan fanatik şeriatçılara dozajı yükselmek üzere, aynı kalkış noktasından farklı bir sonuca varıyor ve karşıt bir tavır geliştiriyor: Onlara göre, Avrupa, haçlı ruhuyla İslam’a karşı seferi durumdadır; “Hıristiyan Avrupalılar”la değil, Ortadoğu eksen olmak ve bütün İslam âlemini kucaklamak üzere “Müslüman kardeşlerimiz”le ekonomik ve siyasal içerikli ortaklıklar kurmak gerekmektedir.
Siyasal İslam, Avrupa ile “ortaklık”a karşıtlığını, “vahşi kapitalizm” ya da “Batı kapitalizmi” eleştirisiyle süsleyerek işçi ve emekçilerin gözünü boyamak üzere demagojik bir tarzda sunma eğilimi de göstermiyor değil. Tıpkı “adil düzen” propagandasıyla İslam ortak paydasında “birleşmesi” öngörülen işverenin işçiyi -kuşkusuz İslami tarzda- sömürmesi, hatta sömürü oranının yükselmesinin garanti altına alınması girişiminde olduğu gibi, siyasal İslam, uluslararası birlikler sorununda da demagojik kapitalizm eleştirisini, Hıristiyanlık değerlerinin eleştirisi olarak İslami zeminde eritip göz boyama yolunu tutmaktadır. Sanki Batı ile herhangi türden birlikler kapitalist birlikler olacak, ama örneğin Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleriyle birlikler kapitalizmden başka bir zeminde gerçekleşecekmiş gibi! Oysa kesin bir gerçektir ki, ne “Müslüman Türkiye’min ne örneğin Müslüman İran’ın ekonomik temeli kapitalizmden başka bir şeydir ve ne de aralarında gerçekleşmesi öngörülen birlikler kapitalist temelli birlikler olmaktan öteye gidebilir.
Avrupa ile değil ama İslam ülkeleriyle birlik sloganı, demagojinin ötesinde, kapitalizm karşıtı bir içerik taşımamaktadır; İslami değerlerin yüceltilmesine dayanan salt ideolojik (ve siyasal) içeriklidir. Ekonomik temeli yok değildir: İslami demagoji, gümrüklerin sıfırlanması koşullarında Avrupa ile rekabet imkanına sahip olmayan üst-orta sanayiye dayalı sermaye kesimlerinden güç almakta, ama bununla kalmamaktadır; feodal kalıntıların, oluşmasında önemli bir ağırlık taşıdığı, tefeci-tüccarlara dayanan ve kapitalizmin yok oluşa sürüklediği esnafların gerici direnişini de seslendiren bir dizi radikal grubu bir yana, ama onları da büyük ölçüde etrafında toplamak üzere, siyasal İslam nereye bağlanmaktadır? Siyasal İslam, uluslararası finansal işlemler ağı (AL Baraka, Faisal Finans gibi) ve tekelci sanayi kuruluşlarıyla (özellikle Aramco gibi büyük petrol şirketleri) sivrilen uluslararası mali sermaye gruplaşması ve büyük patronu Amerikan emperyalizminin Avrupalı emperyalistlerle rekabeti, “ılımlı İslam” eğilimi ve Türkiye’ye ekonomik süreçlerden daha ağırlıklı olmak üzere siyasal-stratejik yönelimlerle başlıca Ortadoğu ekseninde biçtiği “jandarma” rolünden kaynaklanarak, bir unsuru ve aleti olarak emperyalistler arası dalaşmaya da bağlanmaktadır.
Kuşkusuz, gümrük birliğine karşı tavır, yalnızca ve başlıca dinsel motif üzerinden gerçekleşmemektedir. Dinsel motif, sorunun belirli bir etkide bulunan yönlerinden biridir ve Avrupa’nın Hıristiyan, Türkiye’nin ise İslam kökenli ideolojik şekillenişi üzerine oturtulmaktadır. Ancak, bir unsur olmakla birlikte, ne gümrük birliği ve Avrupa ile ilişkiler din-sellikle sınırlı bir zeminde gerçekleşmektedir ne de karşıt ve yanlı tutumlar böyle bir zeminle sınırlı olarak şekillenmektedir.

BURJUVA EĞİLİMLER VE TEMELLERİ
Gümrük birliği yanlılığının başı, büyük zaferlere hasret sevimli başbakan tarafından çekilmektedir. Tantanalı bir propagandayla gümrük birliği anlaşmasının imzalanması dolayısıyla övünen en başta odur. “Tanzimat” benzetmesi büyük tepkilere neden olan, hatta liderliğine ilişkin tartışmaları alevlendiren Mesut Yılmaz’ın “dil sürçmesi “ne rağmen ANAP, özelleştirme sorunundaki tutumuna benzer şekilde, kendi çocuğuna sahiplenir havada birlikten yana pozisyondadır; Yılmaz’ın “saçmalaması” da muhalefet edecek konu arayışından kaynaklansa gerektir. Milliyetçiliği yurtseverlikten bambaşka içeriğiyle, şovenizm, faşizm ve en başta emperyalizm yardakçılığı olarak anladığını kanıtlamak üzere MHP, gümrük birliği karşısında tek olumsuz laf etmemektedir.
Bütün bu partilerin tutumlarının ortaya çıkardığı anlam; siyasal temsilcileri aracılığıyla büyük sermayenin, işbirlikçi tekelci sermayenin başlıca çıkarlarının gümrük birliğinden yana olduğudur. Tekelci sermayenin esas eğilimi, Avrupa ile “ortaklık” ve gümrük birliği süreci içinde yer almaktır. Ancak sermayenin esas eğilimi olmakla birlikte, gümrük birliği, onun tek eğilimi de değildir. Farklı çıkarlardan kaynaklanan karşıt eğilimi de, burjuva siyasal partilerin içindeki “çatlak” sesler olarak dile gelmektedir.
Burjuvazinin farklı eğilimlerinin seslendirilişi kendilerine özgülükleri içinde belirmektedir. İmza aşamasından önce, başlıca mali destek dayatması, birlik koşullarında ortaya çıkacak ticari ve ekonomik kayıplar sorununun ortaya atılıp işlenmesi, tavizler koparmaya yönelik pazarlık taleplerinin ileri sürülüşü, siyasette “şahinlik” (göstermelik “demokratikleşme” paketi karşısında bile retçi tutum, ILO sözleşmelerinin bile benimsenmemesi, Kürtlere yönelik saldırının tırmandırılması gibi.), bunlara dayalı olarak ertelemecilik ve yokuşa sürme, burjuvazinin karşıt eğiliminin dolaylı ortaya konuş biçimleriydi. Burjuvazinin katılımcı esas eğilimi cepheden karşıtlığın önünü kesmekte ve karşıtlık, eleştiriler, dayatmalar ve “sabotajlar” (ertelenen ilk imzanın hemen öncesinde Özgür Ülke’nin bombalanması gibi.) biçimini almaktaydı. İmza sonrasındaysa, karşıtlık eğilimi, başlıca kayıpların işlenmesi ve siyasal askeri süreçlerde etkili olarak bu süreçlerin Avrupalıların tepkisini çekecek yönlere kanalize edilmesi çabasında kendisini ifade etmektedir. Avrupalıların ihtiyatlı bir anlayışla karşıladıkları ama Türkiye ile Amerikalı emperyalistler arasında bir gizli anlaşmadan da ciddi bir kuşku duymadan edemedikleri Kuzey Irak Harekâtı’nın ABD ile işbirliği halinde belirli senaryoları gerçekleştirmeye ve kalıcı bir hal almaya yöneltilmesi, eğer başarılabilirse, bu eğilimin zafer hanesine yazılacaktır. Bu eğilimin başlıca dayanağı, siyasal inceliklerden oldukça yoksun yağmacı saldırgan devlet geleneği, Amerikan iş-birlikçiliği ve siyasal ve askeri bürokrasinin bu temelde şekillenmiş oluşudur. Ancak bu pozisyonu, aynı zamanda zaafıdır da; yerli dayanakların ilkelliği zayıflığı ve ekonomik temelde yer tutuşundan daha çok nispeten kolaylıkla alınıp satılabilir bürokrasi ve militarizmden güç alması onu güçsüzleştirmektedir.
Karşıt eğilimin başlıca ekonomik gücünü ise, Koç grubu benzeri tekelci sermaye grupları oluşturmaktadır. Bu sermaye gruplarının belirgin, niteliği, uluslararası rekabet koşullarına uygun” düzenlenmemiş oluşlarıdır. Yüksek gümrük vergilerinin sağladığı korumacılık zırhı içinde büyüyüp bugüne gelmiş bu gruplar, gümrük birliğinin alışageldikleri tatlı kazançlarına taş koymasını kuşkusuz istememektedirler. Ancak karşıt eğilimin bu gruplarca dile getirilişi iki nedenle olanca sertliğiyle ortaya çıkmamaktadır. Birincisi, yalnızca Koç vb. gruplar üzerinde değil genel olarak işbirlikçi tekelci sermaye üzerinde etkili olan Amerikan emperyalizminin, aralarında rekabet ve zaman zaman ciddi boyutlar kazanan sürtüşmeler bulunmasına rağmen, ekonomik ve siyasal olarak Avrupalı emperyalistlerle tam bir kopuşmaya gitmemiş olması ve Amerikan tekelci sermayesi Avrupa’da önemli yatırımlar ve paylara sahipken ABD’nin siyasal-stratejik açıdan da NATO vb. aracılığıyla Avrupa üzerinde önemli bir etkiye sahip olmaya devam etmesidir: Efendiler ciddi bir kapışmaya yönelmeden uşakların tutumlarının olağanüstü sertleşmesi beklenemez. İkincisi, mali sermaye egemenliği ve sermayenin olağanüstü akışkanlığı koşullarında, Koç vb. grupların sanayi yatırımlarının niteliği, göz önünde bulundurulması ama abartılmaması gereken bir unsur oluşturur. Tekelci kapitalizm koşullarında sanayi, maliye, ticaret ayrımları temel olarak Önemlerini yitirmiş, tekelci kesimde, çıkarları birbirleriyle çatışan ayrı ayrı kategoriler olarak sanayi, banka ve ticaret burjuvazileri devri kapanmış; ticareti de kendisine bağlayan ve başlıca banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan mali sermaye dönemi açılmıştır. Bunun anlamı, bugün Türkiye’de fazlasıyla görülen mali işlemler, spekülasyon, kupon kesme (hisse senedi alışverişi) aracılığıyla asalaklaşma ve üretken sermayenin kapitalizmin üzerinde hareket ettiği temeli sağlamasına rağmen, eski önemi kaybetmesidir. Bu, yatırımlarının ağırlıklı olarak korumacılığı gereksinen özelliğinin, Koç vb. mali sermaye grupları açısından temel ve önlenemez bir handikap oluşturmaması demek olmaktadır. Koç grubunun ’94’te sağladığı net 6 trilyonluk kârın 5,9 trilyonluk bölümünün spekülasyonlar, faiz, repo vb. türünden para sermaye getirileri ve yalnızca 100 milyarlık bölümünün (% 1,66’sı) üretken sermaye kân olarak gerçekleşmesi bunun bir kanıtını sunmaktadır. Artı-değer biçimlerinin bu olağanüstü dengesiz belirişi, bir yönüyle yaşanan krizin konjonktürel etkisinden kaynaklansa da temel bir gösterge sağlamakta, sermayenin niteliğini belirtmekte, sanayi yatırımlarının şu ya da bu özelliğinin öneminin abartılmaması gereğine işaret etmektedir. Kaldı ki, Koç ya da benzeri başka bir mali sermaye grubunun, hem de spekülatif yöntemlerle oldukça büyük kazançlar sağlayarak, yatırımlarını yeniden düzenleyebilmesi, eski sanayi işletmelerini elden çıkarması, yenilerini satın alması ya da kurması ve/veya eskilerini yeni ortaklar vb. bularak yenilemesi çok da zor değildir. Ancak yine de örneğin Sabancı gibi, uzunca süredir bu tür bir eğilim içinde olan mali sermaye gruplarıyla rekabette gecikmeli bir durum yaratacağı için, yol açacağı bazı kayıplar da göz önüne alındığında Koç ve benzerlerinin gümrük birliği karşısında belirli bir direnç göstermeleri anlaşılır bir şeydir. Ama anlaşılır bir başka şey de, gümrük birliği karşıtlığı eğiliminin kendisini pek üst perdeden ifade etmeyişi olmalıdır.
Üst perdeden çıkan ses, sevinç çığlıklarıyla coşkunun sesidir. Burjuva partisinin çeşitli siyasal temsilcileri imza zaferini kendi hanelerine yazmaya çalışırken, medya, gümrük birliği sürecinde “kazanacaklarımız” üzerine materyalle dolmaktadır. Zafer çığırtkanı propagandacılara bakılırsa, hemen sadece otomobil fiyatlarının yakın zamanda pek ucuzlayacağı beklenmiyor. Diğer bütün mallar rekabet koşullarında ucuzlayacak; Türkiye, yabancı sermaye, dolayısıyla yüksek teknoloji akınına uğrayacak ve ülke sanayileşme yolunda dev adımlar atacak; uygar dünyanın bir parçası olunacak, ülkede siyasal planda Avrupa standartları (demokrasi ve özgürlükler) yerleşecek ve sosyal alanda ciddi bir rahatlama baş gösterecektir.
“Kazançlar” propagandası, daha baştan, temel bir zafiyetle maluldür. Bugüne kadar “ortaklık” sürecinde yer almış bütün diğer ülkelerden farklı olarak, Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmaksızın gümrük birliği sürecine katılacaktır. Bu, Türkiye’nin AB’ye üye ülkelerin bir dizi “hakları”ndan, en başta, sermayenin ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan en çok gereksindiği serbest dolaşımdan (canlı emek akışkanlığı), başka siyasal-yönetsel karar süreçlerine katılma olanağından yoksun kalması anlamına gelmektedir. Birincisi, sermayenin karşıt eğilimince en çok seslendirilen sorunların başında bulunmaktadır. İkincisine, yani siyasal karar süreçlerinin dışında kalmaya gelince, ruhuna işbirlikçilik işlemiş tekelci sermaye ve sömürge vilayet pozisyonunu yıllardır benimsemiş siyasal temsilcileri, üzerinde durmaya değmez görmekte ve sorunu ağızlarına bile almamaktadır. AB’nin son Essen Toplantısında Doğu ve Orta Avrupa’nın, aralarında Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve hatta Slovenya da bulunan altı ülkesini ve Türkiye’yi “incitmesi”ne aldırmadan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni AB üyeliğine kabul için hazırlık kararı alınırken bu yönüyle Türkiye’den söz bile edilmemesine rağmen, “milli dava” Kıbrıs burjuva medyasının kıyısında köşesinde ancak yer bulabilmiştir.
Türkiye tekelci sermayesinin ve siyasal temsilcilerinin, esas eğilim olarak, ekonomik ve ticari zorunluluk nedeniyle, gümrük birliği ve Avrupa karşısında uşakça bir boyun eğme tutumu içinde oldukları görülmektedir.

AB’NİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMININ TEMEL ÖZELLİKLERİ
AB’nin Türkiye’ye bir “ortak olarak” yaklaşımı belirgindir. 65 milyona dayanan nüfusuyla Türkiye, Avrupalılara önemli bir pazar olanağı sunmaktadır. Özal’dan bu yana önündeki yasal ve örgütsel (bürokratik vb.) engeller hızla kaldırılmaya girişilse de, temel bir düzenlemeyi gereksinen ve gümrük birliği koşullarında çözümlenmiş olacak sermaye akışkanlığının kısıtlanmasız sağlamasıyla (yabancı sermaye girişinin önündeki engellerin bütünüyle kalkması) harekete geçirilebilecek ucuz işgücü olanağı değerlendirilmeye amade olacaktır. AB, kuşkusuz, Türkiye’nin dev askeri mekanizmasıyla sunduğu bölgesel “jandarmalık” potansiyelinden yararlanma ve Türkiye’yi, çıkarları doğrultusunda silahlı bir güç olarak kullanma olanağına kavuşmayı da, küçümsemeksizin göz önünde bulundurmaktadır.
Türkiye egemen sermayesine gelince, siyasal ve askeri olarak Amerikan emperyalizmine bağlı olmakla ve onun dümen suyunda gitmekle birlikte, dış ticaretini önemli bir yoğunlukla Avrupa ülkeleriyle yapmaktadır, ekonomik ilişkileri büyük ölçüde Avrupalılarladır. Bu, ticari ve ekonomik açıdan egemen burjuvazinin görmezden gelemeyeceği ve gözden çıkaramayacağı, aksamaları göze alamayacağı bir durum yaratmaktadır. Tekelci burjuvazi, örneğin ne tekstildeki kotaların devamını, ne yeni kotaları, ne AB’nin genişleme eğilimiyle sayıları artacak ülkelerle rekabette gümrük duvarlarına çarpmayı ve ne de kendi üzerinden üçüncü ülkelerle ticaretin kazançları ve canlandırıcılığından olmayı ve yalnızca başlıca boyutu siyasal-askeri olan Amerikan taşeronluğuyla ayakta kalmayı göze alabilir.
Gümrük birliği sorunu, kolaylıkla anlaşılacağı gibi, hem Avrupalılar ve hem de Türk burjuvazisi açısından, kapitalistler arasındaki ticari ve ekonomik çıkarlara ilişkindir. Birlikten yana olanlar, ticari kârları ve ekonomik çıkarları gerektirdiği için; karşıt olanlarsa, aynı ticari ve ekonomik çıkarları belirli zararlar göreceği için, belirli “yanlı” ya da “karşıt” tavırlar almaktadırlar.
Ancak, yabancılaşma ve yabancılaşmayı etkin kılma kapitalizmin doğasındadır. Ve kendi bencil, sömürgen, ticari çıkarlarını, başka ülkeler burjuvazisiyle rekabetinden elde edeceklerini ya da kayıplarını bütün halkın, işçi ve emekçilerin çıkarları, kazanç ya da kayıpları olarak gösterebilme becerisiyle egemenliğini sürdürebilen burjuvaziden, kuşkusuz, gümrük birliği sorununu ve bu soruna ilişkin tavrını da, olanca çıplaklığıyla, kendi çıplak ve bencil çıkarlarının bir gereği olarak açıklaması beklenemezdi; tavır, böyle açıklanmadı. Burjuvazi, sorunu, kapitalist sistemin dokunulmazlığı temelinde, özenle üstünü örtüp gizlemeye uğraştığı kendi sömürgen nitelikli kazanç ve kayıpları sorunu olmaktan çıkararak ve değişik türden formüle etmeye yönelip bütün halka mal etmeye çalışarak tartışmaya girişti. Kazançlar/kayıplar ekseninde sürdürülen girelim/girmeyelim tartışmasının ardında yatan çıplak gerçek, bundan başka bir şey değildir.

GÜMRÜK BİRLİĞİNİN YARARLARINA İLİŞKİN TEMEL BURJUVA MOTİFLER
AB ve onun “şimdilik” olmazlığı anlaşılınca, gümrük birliğinin Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan durumunu düzelteceği, yüzünü güldürüp güzelleştireceğine ilişkin görüşler, tamamen sözü edilen “yabancılaştırma efekti” aracılığıyla ferahlık sağlayıcı nane şekerleri olarak işçi ve emekçilere yutturulmak üzere ileri sürüldü, sürülüyor.
Başlıca üç temel alana bakmak gerekirse:
• Gümrük birliği koşullarında ülkenin sanayileşmesinin ilerleyeceği ve gelişeceği iddia edilmektedir. Kanıtlar, Türkiye’nin sermaye ithalinde patlama olacağı, ülkeye gelişmiş teknoloji transferinin dev boyutlar kazanacağı, yaratılacak dış pazar olanaklarıyla ihracatın ve onun ihtiyaçlarını karşılamak üzere -sağlanan kârlarla- ülke içinde uluslararası rekabet şansına sahip sektörlerde yatırımların gelişeceği ve işsizliğin önünün alınacağı şeklindedir. Kuramsal kanıtlarla desteklenen bu iddia, AB’ye üye ülkelerin pratiklerince bile doğrulanmamaktadır. AB’ye sonradan katılan ne Portekiz’e ne İspanya’ya ve ne de Yunanistan’a bir sermaye ve teknoloji akını görülmüştür. Üstelik sosyal yaşamın düzenlenişi açısından en temel olumsuz faktörü sunarak, yalnızca sonradan katılanları değil kurucu ilk altı üye de içinde olmak üzere AB’ye üye tüm ülkeleri pençesine alan işsizliğin yükselişine ne denecektir? Üye 15 ülkesinde toplam işsiz sayısı 24 milyona ulaşan AB mi, gümrük birliği gibi sömürgelere özgü bir anlaşmayla Türkiye’de sanayileşmeyi geliştirerek -sanayileşme de kuşkusuz bir yedek işçi ordusunu öngörür- işsizliğin önünü alacaktır?
Kapitalizmin, Avrupa ülkelerinin kendilerini mahkûm ettiği çıkmaz bir yana, sömürgeci niteliğiyle, gümrük birliğinin Türkiye’yi tam bir emperyalist talana maruz bırakıp yıkıma götüreceğinden kuşku duyulamaz. Patlama tartışması bir yana, ucuz işgücü olanağının bir kısım yabancı sermayeyi ülkeye çekeceği düşünülebilir. Ama daha çok Avrupa mallarının iç pazarı istilası sonucu koruma duvarlarının ardında “saksıda büyütülmüş” yerli sanayi – hem de belki en büyük işletmeleri de içinde olmak üzere- rekabet şansından yoksunluğuyla çökecektir. Rekabet olanağı açısından milyarlarca dolarlık yeni yatırım ihtiyacındaki tekstil ve rekabet şansı üzerine spekülasyon yapılan bir-iki başka sektörde ise, işletmeler, ancak kör-topal yaşayabilecek, çökmeleri, büyük olasılıkla, yabancı ortak bulmaları koşuluyla önlenebilecektir. Ve eşitsiz ticaret yalnız sanayide yıkıma yol açmakla kalmadan ama, sermaye ithali ile birlikte düşünüldüğünde, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanında da rolünü kaçınılmazlıkla oynayacaktır. Bu, açık pazar haline gelecek Türkiye’de uluslararası sermayenin ve emperyalist çıkarların cirit atması anlamına da gelecektir. Bu tür bir gelişmenin başta gelen iki sonucu, ucuz işgücü olanağından yararlanmaya girişecek emperyalist sermayenin yaratacağı kısmi istihdam olanağı yanında çöken sanayinin işsiz bırakacağı muazzam bir atıl işgücü ve görece yüksek teknoloji koşullarının yanı sıra işsizlerin rekabetinin de mümkün kılacağı olağanüstü ucuz işgücü ve sömürünün yoğunlaşması olabilir. Özelleştirme cenderesine sokulmakla işsizliğe ve düşük ücretlere, yüksek sömürü oranlarına mahkûm edilmeye çalışılan işçi sınıfının gümrük birliği dolayımıyla, içine itildiği süreçte ilerlemesi kaçınılmaz görünmektedir. Sınıfın ve bütün emekçilerin kapitalizmin kendilerini mahkûm ettiği çıkmazdan kurtulmak üzere kapitalizmden kurtulmaya ihtiyaçları vardır. Oysa gümrük birliği kapitalist cenderenin sıkılaştırılması anlamına gelmektedir. Ve sorun, bu temelde, kapitalizm karşıtlığı platformunda ele alınmalıdır. Sınıf bilinçli işçi böyle davranacak, kapitalistlerin kendi çıkarlarını en iyi gerçekleştirme amaçlı tartışma ve tutumları karşısında kayıtsız kalacaktır.
• İkinci ve daha çok sosyal demokrasi ve liberalizm taraftarlarınca ileri sürülen ve ciddi ciddi ülkenin siyasal geleceği açısından bel bağlanan iddia, Avrupa ile ilişkiler ve gümrük birliği sürecinin ülkenin demokratikleşmesine olumlu ve temel bir katkı sağlayacağına ilişkindir. Avrupa halklarının oluşturduğu baskının ötesinde Avrupa egemenlerinin, emperyalist burjuvazinin gerçek niyetleri yerine propagandif olarak ortaya koyduklarından hareketle, savunucularını da girdabına alarak oluşturulan beklenti, Avrupa’dan demokrasi ve özgürlükler ithal edileceği şeklindedir. Kendi ülkesindeki biçimsel olmanın ötesinde, biçimselliğiyle de güdük olan demokrasiye, kendi demokrasisine bile tahammül edemeyerek her gün ona karşı suçlar işleyen (Almanya’nın polis devletine doğru hızlı evrilişi, bütün Avrupa’da devletin gericileştirilmesi ve ırkçılık ve faşizme tanınan olanakların artışı, hemen tüm Avrupa ülkelerinde “terör” yasalarının yürürlükte oluşu vb.) emperyalist burjuvaziye demokratlık yükleyen bu beklenticilik, kuşkusuz işçi ve emekçileri demokrasi mücadelesinde pasifleştirmeye yöneliktir. Avrupa ülkelerindeki demokrasinin, uğruna kanlarını akıtan milyonların mücadelesi sonucu elde edilebildiği ve bugün hâlâ güdüklüğüne rağmen var olabildiği kadarıyla yine emekçi yığınların bir kazanımı olduğunun üstünü örtme tutumunun ifadesi olan bu iddia, kuşkusuz, Avrupalı egemenlerin kendi halkları karşısında yüzlerini gizleme ihtiyacından kaynaklanan Avrupa ve AB’nin “demokratik ölçütleri”nin “koşul olarak ileri sürülüşü”nden güç almaktadır. Bilinçli işçi, doğal ki, Avrupalı sınıf kardeşlerinin geçmiş ve bugünkü mücadelelerinin ürünü ve oluşturdukları baskının bir ifadesi olan bu “ölçüt” koşulunu ve sunabileceği olanakları, sınıf kardeşlerinin bir desteği olarak değerlendirmeye çalışacaktır. Ama asla ne bu “ölçütü” demokrasi mücadelesinin temel bir verisi olarak görecek ne de kapitalizme karşı mücadelesini unutacaktır. Avrupa burjuvazisinin dilinde bu “ölçüt” hemen tümüyle değerinden yitirmiş, burjuvazinin elinde bu ölçüte temel olan demokrasi alabildiğine güdükleştirildiği gibi, Avrupa halklarının baskısını göğüslemeye yönelik olarak uygulamaya sokulduğu için bir aldatıcı unsuru hep içinde taşımıştır. Sonuç, aldatmaya elverecek sınıra kadar vazgeçilebilirliği olmaktadır. Gerçek hayat demokratik ölçütlerden bu vazgeçilebilirliğin kanıtlarıyla doludur. DEP milletvekillerine reva görülen muamele, kuşkusuz hiçbir demokratik ölçüte sığdırılamaz, ama bir ek kararla geçiştirilebilmiş ve sorun olması en azından ertelenebilmiştir. Kürt halkının direnişi PKK’ya yönelik terörizm suçlamasıyla yalnızca görmezden gelinmemiş, ezilebilirliğine ilişkin açık çek verilmiştir. Çekin tek kaydı, “sivillere zarar verilmemesi”dir. Bununla da yetinilmemiş, Türk faşistlerine Kürt direnişinin ezilmesinde, terörist ilan etme, dernek vb. kapatma ve sınır-dışı etmelerle doğrudan destek de sunulmuştur. Türkiye’de insanların yaşamının pamuk ipliğine bağlı oluşu, devlet kaynaklı olduğu ayan beyan ortada olan kaçırıp kaybetmeler, işyeri basmalar, kahve taramalar, polisin emekçilerin üzerine hedef gözeterek yaylım ateş açması ve hiç de “terörist” olmayan onlarca emekçi insanı katletmesi bu “demokratik ölçüt”ün içine   – sığdırabilmektedir. Sınıf bilinçli işçiye gelince, o, demokrasinin elde edilmesinin gümrük birliği vb. yoluyla “Avrupalılaşmak”tan değil, mevcut düzenin değiştirilmesinden, tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarına son verilmesinden geçtiğini bilmektedir. Ve sınıf bilinçli işçi Avrupa’daki kadar “demokrasi” ile de yetinmeyecek kadar demokrasi yanlısıdır. O, Avrupa’nın güdük ve biçimsel demokrasisinin de değiştirilmesi gerekenler arasında olduğunun farkındadır. Onun, kapitalizme karşı mücadeleye ve onu devirmeye ve bunun bir ön adımı olarak gerçek bir demokrasiye ihtiyacı vardır. İşçiler, memurlar, örneğin sendikal örgütlenme ve mücadelelerinde bir Avrupai ölçüt olarak kendilerine dayatılan ve çeşitli işkollarında grevleri yasaklayan, ertelemelere onay veren ve örgütlenmelerini sınırlayan ILO sözleşmeleriyle ellerinin kollarının bağlamakta olduğunu yaşayarak öğrenmekte ve bilinçli kesimleri güdüğün sömürgesel uyarlamasının güdüğün güdüğü, yani bugünkünden pek de farklı olmayan faşizm koşullarına denk düşeceğini bilmektedirler. Yine bilmektedirler ki, Avrupa’nın güdük burjuva demokrasili ülkelerinin çoğu, kendileri, geçmişlerinde faşizme katık olmaktan kaçınamamış, “pek demokratik ölçütleri” bu beladan onları kurtaramamıştır. Daha sonraysa, aynı “demokratik ölçütler”in örneğin Belçika ve Fransa’yı Afrika’da, İngiltere’yi İrlanda’da vb. halkların kanını dökmekten ve Almanya başta olmak üzere hemen tüm Avrupa ülkeleri egemenlerinin sömürgeler ve bağımlı ülkelerde faşizme başvuran yerli işbirlikçileri destekleyip onlarla uyum içinde çalışmaktan alıkoymamıştır.
Aslında “demokratikleşme” ile gümrük birliği arasındaki ilişki tam tersine kurulabilir. Türkiye’nin bir açık pazar oluşuyla talan ve sömürünün yoğunlaşması, sömürü oranının yükselmesi ve işsizliğin tırmanmasına karşı işçi ve emekçi sınıflarda yükselecek -bugünden ciddi boyutlar kazanmış olan- öfke ve tepkinin önlenebilmesi, Avrupai ölçütler hiç önemli olmaksızın, “demokratikleşme”yi değil, daha çok baskı ve şiddeti, faşist terörün tırmandırılışını gereksinecektir. Dolayısıyla, gümrük birliği ile “demokratikleşme” ve Avrupai ölçütler arasında kurulacak ilişki, bu nedenle de olumlu değil olumsuz olmaya yazgılıdır. Gümrük birliği süreci, kim ne türden beklenticilik yaymaya ve aldatmaya -ve dolayısıyla işçi ve emekçileri pasifleştirmeye- çalışırsa çalışsın, Avrupa tekelci burjuvazisinin de gericiliğinin yoğunlaşmış ifadesini oluşturmak ve böylelikle onun da siyasal eğilimine denk düşmek üzere, demokratikleşmeyi değil faşizmi, onun saldırganlığının şiddetlendirilmesini öngörür.
İlk ikisi kadar yüksek perdeden ifade edilmese de, ileri sürülen üçüncü iddia, Avrupa ile “ortaklık” ve gümrük birliği sürecine katılımın Türkiye’nin sosyal koşullarını olumlu yönde etkileyeceği yolundadır. İşbirlikçilerin belirli kesimlerini olumlu yönde etkileyeceği şimdiden söylenebilecek gümrük birliği sürecinin, işçi ve emekçi sınıflar açısından sonuçları, Avrupa ülkelerinde “sosyal devlet” ilkesinin uygulanışı ve sosyal fonlar ve hakların başına gelenlere bakılarak tahmin edilebilir. Sosyal harcamaların kısıtlanmadığı, bazı hakların tümüyle ortadan kaldırılmadığı tek bir Avrupa ülkesi göstermenin olanaksız olduğu bugünkü koşullarda, böyle bir iddiada bulunmanın arsızlık olduğu söylenmelidir. Kendi ülkelerinde sosyal fonları ciddi boyutlarda budayan, sağlık ve eğitim dâhil bütün sosyal hizmetleri özelleştirme konusu yapan, sosyal sigortayı neredeyse toptan kaldıran Avrupa egemenleri mi Türkiye’ye olumlu sosyal katkılarda bulunacak? Kapitalizm, gerçekleştirebildiği oranda sömürü ve işçilerin başarılabilen oranda hak yoksunluğu demektir. Kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça artı-değer oranını yükseltme çabasıdır. Kapitalist birikimin temel yasası budur ve tekelci kapitalizme gelince, o, azami kâr yasası uyarınca devinir. Sosyalizmin önemli ve pratik bir tehdit oluşturduğu ve onunla yarışı dayatan II. Dünya Savaşı sonrası koşulların zorunlu kıldığı “sosyal devlet” ilkesinden, bugün geriye kalıntılardan başka bir şey kalmamıştır. İşçi ve emekçiler ellerindeki sosyal hakları mücadelelerine bağlı olarak koruyabilmekte ya da kaybetmektedirler.

İŞÇİ SINIFININ TUTUMU NE OLACAK?
Bilinçli işçi, AB ve gümrük birliği karşısındaki tutumunu, bütün bir kapitalist sisteme karşı tutumundan kopararak belirleyemez. Açıktır ki, AB’ye üye ve gümrük birliğine katılan bütün Avrupa ülkeleri kapitalisttirler. Üstelik birliğin önde gelenleri, Almanya, Fransa, İngiltere, dünyanın belli başlı emperyalist ülkeleri arasındadır. Amerikan emperyalizminin yönlendirici egemenliği koşullarını henüz tümüyle bertaraf edememiş olsalar da, onunla özellikle ticari, mali ve genel olarak ekonomik alanda çekişme halindedirler ve yavaştan askeri olarak da kendilerini güçlendirme yolunu tutmuşlardır. Avrupa’nın belli başlı büyük devletlerinin ABD ile nüfuz alanları ve sömürgeler üzerinde boy ölçüşebilmeleri açısından çok yönlü olarak güçlenmeye ihtiyaçları vardır. AB ve onun bir örgüt biçimi olarak gümrük birliği, tam da bu ihtiyacı karşılamak üzere gündeme alınmıştır. Şimdilik ekonomik ve ticari ağırlıklı olan kurumlaşma, kaçınılmaz olarak ve bugünden siyasal kurumlarını da yaratarak siyasal ve askeri yönde de gelişmeye adaydır. “Sanayileşme”, “demokratikleşme” “sosyal ilerleme”, bunların tümü palavradır; AB ve onun örgütlenmesinin bir yönü olan gümrük birliği, ekonomik olarak bölüşülmüş dünyanın, sofradan az pay alanlarca yeniden paylaşılması isteğinin yol açtığı bir birleşmedir. Bu, sınıfın platformunu belirlemede temel bir noktadır. Üstelik birlik, henüz kalıcılığını kanıtlamamıştır; birkaç on yılı bulan kuruluş sürecinde iç çekişmelerle çalkalanmış, bugünlerde belirli bir oturmuşluğa ulaşmıştır. Ama bu da, “belirli bir oturmuşluk”tur. Hâlâ İngiltere ile geri kalanlar, Almanya ile Fransa, İtalya, Hollanda gibi tarım ürünü ihracatçıları diğerleriyle küçümsenmeyecek çelişmelere sahiptir. Almanya’nın eski Yugoslavya politikası diğerlerinden farklı olmuştur, yine İran ve Türkî Cumhuriyetlere ilişkin politikaları farklıdır, İngiltere, ABD’ye daha yakın durmaktadır vb. vb. Birliğin geleceğini, üye ülkelerin özellikle çıkar ve nüfuz bölgelerine ilişkin tutumlarını ve bunun temeli olarak çıkarlarını uyumlaştırma becerileri ve Amerikan emperyalizmi ile sürtüşmenin bu çıkarları birbirine yakınlaştırıcı etkide bulunup bulunmaması belirleyecektir.
“Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine” başlıklı makalesinde, bugünkü duruma da ışık tutmak üzere:
“Emperyalizmin ekonomik koşulları -sermaye ihracı ve dünyanın ‘ileri’ ve ‘uygar’ sömürgeci devletleri arasında paylaşılması- açısından, kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri ya imkânsızdır, ya da gerici bir şeydir.” diyen Lenin, öncelikle dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen milletlerinin talanı üzerine kurulu kapitalist örgütleniş üzerinde durur:
“Sermaye, milletlerarası ve tekelci bir nitelik kazanmıştır. Dünya bir avuç büyük devlet arasında bölüşülmüştür… Bundan başka İngiltere, Fransa ve Almanya dış ülkelerde en az 70 milyar ruble değerinde sermaye yatırmışlardır. Bu muazzam paradan ‘meşru’ kar sağlama işi milyonerlerin milli komiteleri tarafından yürütülür. Bunlara hükümetler denir; orduları, donanmaları vardır. Bu ordular, donanmalar milyonerlerin oğullarına ve kardeşlerine sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde genel valiler, konsoloslar, sefirler, her türden memurlar, papazlar ve sair sülükler olarak iş sağlar. Kapitalizmin en ileri gelişme aşamasında dünyanın bir milyar nüfusunun bir avuç büyük devlet arasında talanı işte böyle örgütlenmiştir. Kapitalist düzende bundan başka bir örgütlenmenin mümkünü yoktur. Sömürgelerden, ‘nüfuz bölgelerinden, sermaye ihracından vazgeçmek mi? Bunun mümkün olabileceğini sanmak… Bir papaz kadar alçalmaktır. Kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgelerin paylaşılması üzerinde anlaşmaya varmakla birdir.” (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 145–146 üçüncü baskı, Yöntem yay. Aralık ’76, )
Kuşkusuz bugün çoktan yeni sömürgeciliğe geçmiş kapitalizmin uluslararası örgütlenişinde farklar vardır; örneğin, işbirlikçiler eskiden olmayan bir önem kazanmışlardır; ama sorunun özü değişmeden kalmıştır. Yine, emperyalist devletler dünyayı bölüşme ve talan işini “milli komiteleri” aracılığıyla kendi “milli” çıkarları uyarınca yürütürler, yine, bu kez milyarderler, dünyanın dört bir yanında kendilerine ve yakınlarına işler yaratırlar ve yine: “Kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgelerin paylaşılması üzerinde anlaşmaya varmakla birdir. ” Ve hiç kuşku yok, kapitalist bir birliğin bir örgüt biçimi ya da yönü olarak gümrük birliği de, sömürgeci türden kapitalist anlaşmalar statüsündendir.
Lenin, kapitalizm koşullarında bu tür birliklerin “imkânsızlığı” üzerine ise, şunları söylemektedir:
“Oysa kapitalist düzende zordan gayrı bir paylaşma kuralı ya da ilkesi olamaz… ‘Güce kıyasta’ olmayan hiçbir bölüşüm gerçekleşemez ve güç, ekonomik gelişme süreciyle birlikte değişir durur… Kapitalizmde tek tek işletmelerin ya da tek tek devletlerin pürüzsüz ekonomik gelişmesi imkânsızdır. Kapitalizmde devrevi olarak bozulan dengeyi yeniden kurmanın yegâne yolu sanayide buhranlar, siyasette savaştır.” (Age, s. 146-147)
Lenin’in emperyalizm koşullarında kapitalist-emperyalist devletlerarasında kalıcı birlikler oluşturulmasını olanaksız gördüğü anlaşılıyor. Peki, AB ve gümrük birliği yolunda kat edilen mesafe nasıl izah edilecektir?
AB ve gümrük birliği bugünün emperyalist dünyasında, Avrupalı emperyalistlerin Amerikalılarla hesaplarını görmek üzere ve bir “milli” mali sermaye grubu diğerini yutmadıkça -ve kuşkusuz o ulusu bir türden sömürgeleştirmedikçe ya da bağımlı kılmadıkça- geçici olarak çıkarlarını uyumlaştırmaya çalışmalarının siyasal ve ekonomik bir örgütsel biçimi olarak gündeme gelmiştir. Tek tek güç yetirilemeyen Amerikan emperyalizmine bir araya gelinip geçici bir ittifak sağlama yoluyla kafa tutma olanağı denenmektedir. Ve Lenin, kaldığı yerden devamla tam da bu soruna değinmektedir:
“Kapitalistler arasında ve devletlerarasında geçici anlaşmalar tabii ki mümkündür. Bu anlamda bir Avrupa Birleşik Devletleri, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, mümkündür… Ama ne için? Sadece Avrupa’da sosyalizmi elbirliği ile ezmek, sömürge çapulunu Japonya ve Amerika’ya karşı elbirliği ile korumak için.” (Age, s. 147)
Kuşkusuz iki amacı açısından da böyle bir birlik gericidir. Üstelik Türkiye açısından gümrük birliği olarak, kendisine niteliğini veren bir üçüncü yönü itibarıyla daha, gericidir: Diğer geri ve yeni sömürge, bağımlı ülkeler yanında Türkiye’nin de sömürgeci yağmasını amaç edinmektedir.
İşçi sınıfı, gerici kapitalist bir birlik ve işçi sınıfına ve Avrupa’da potansiyel ve Türkiye’de ise giderek pratik bir tehdit oluşturmaya başlayan sosyalizme karşı ezici birleşik bir güç oluşturma girişimi olması açısından AB ve gümrük birliği karşısına anti-kapitalist platformuyla dikilmek durumundadır. Sorun burada bitmemektedir: İşçi sınıfı, diğer yönden, emperyalist sömürgeci bir birlik olması açısından hem AB ve hem de gümrük birliği sürecine karşı dikilmek ve ülkede anti-emperyalizmin bayraktarlığını yapmak durumundadır. Yine işçi sınıfı, atılan imzanın, Türkiye’yi emperyalistler arası it dalaşına alet olarak bulaştırması ve emperyalistler tarafından sömürgeci siyasal stratejik amaçlarla (jandarma, koçbaşı vb. olarak) kullanılmasının koşullarını geliştiriyor olması açısından AB ve gümrük birliği karşısında ayağa kalkmak durumundadır.
Böyle bir kapitalist birlik (gümrük birliği), yeni ertelemelere konu olmadan gerçekleşmesi durumunda, Türkiye işçi sınıfının, hem en azından belli düzeylerde ve fiilen belirli uluslararası işçi örgütleri içinde de örgütlenebilmesini kolaylaştıracak hem de sınıfın mücadelesinin Avrupalı sınıf kardeşlerinin mücadelesiyle ortak sorun ve yönleri böyle bir örgütlenmeyi ihtiyaç haline getirecektir. Birliğin gerçekleşmesi durumunda sınıfın uluslararası örgütlerde yer alışının öneminin artacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Ama bundan, ne ulusal işçi örgütlerinin önemlerinden kaybetmeleri ve hele ne de uluslararası proleter devrimin yine her ülkenin proleterlerince kendi ülkeleri zemininde örgütlenmesi Marksist-Leninist tezinden vazgeçilmesi gerekeceği sonucu çıkarılabilir. Yalnızca geçici de olsa birleşmiş kapitalist cephenin işçi sınıfı ve sosyalizmi hedef alan saldırısı karşısında değişik ülkelerin işçilerinin birbirlerine destek ve yardımlarının öneminin artması, bu durumda çıkarılabilecek tek doğru sonuç olabilir. Uluslararası proleter devrimin kaçınılmazlığı ve gerekliliğini perspektif edinerek her ülkenin ve Türkiye’nin işçi sınıfı kendi ülkesinde kapitalistleri devirmekten ibaret olan tarihsel yükümlülüğünü gerçekleştirmek üzere mücadele alanlarını dolduracaktır.

Nisan-Mayıs 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑