Sermayenin propaganda makinesi, gümrük birliğine girmekle Kürt sorunundan demokrasi sorununa, ekonomiden devletin yapışma kadar bütün sorunların çözüleceği propagandasına hız verdiği bir anda Gazi Mahallesi’ne yönelik bir provokasyon, bu provokasyona halkın beklenmedik biçimde tepki göstermesi ve polisin halka karşı giriştiği katliamla birlikte propaganda cambazlarının boyadığı pembe hayaller bozuldu. Gündemin değiştirilmesi için medyanın kulağı çekildi, ama ülkenin değişik yerlerinde işçi ve emekçilerin tepkisi sürmeye devam etti. Ve ancak Güney Kürdistan’a “sefere çıkılmasıyla” gündem değiştirilebildi.
Mart ayında yaşanan Gaziosmanpaşa Gazi Mahallesi halkının direnişi hiç kuşkusuz 12 Eylül’den bu yana yaşanan kitle eylemlerinin en radikaliydi. Panzer ve polis kurşunu karşısında göğsünü açarak ilerleyen gençler, gençlere taş çıkartırcasına kavgaya katılan yaşlılar, erkeklerden hiç de geri kalmayan kadınlar, hatta kavganın en kızıştığı anda bile Filistinli yaşıtlarını anımsatırcasına çatışmaya giren çocuklarıyla Gazi Mahallesi halkı ve onları desteklemeye gelen değişik semtlerden emekçiler, devrimciler üç gün boyunca direndi. Bu direnişe destek vermek için sokağa dökülen Ümraniyeli, Alibeyköylü, Gülsuyulu ve Ankaralı emekçiler de Gazi Mahallesi emekçilerinin tutumunu benimseyerek kendilerine saldıran polise karşı direndi.
Elbette ki Gazi Mahallesi halkını destekleyenleri sadece yukarıda adı belirtilen semt ve kentlerle sınırlı tutarsak haksızlık etmiş oluruz. Çünkü Gazi Mahallesi’nde girişilen provokasyonun arkasından polisin giriştiği zalimce terör ve direnişçilere silahla müdahale etmesi sonucu resmi rakamlara göre 30 kişinin ölmesiyle birlikte tepkiler bütün belli başlı kentlere yayıldı. Pek çok semtte ve değişik kentlerde on binlerce kişinin katıldığı gösteriler oldu.
Eylemin yarattığı yankı bu ölçüde genişleyip kamuoyu gündeminin başına oturunca sağın ve “solun” politikacıları elbirliği ile olayın hem gelişimini hem de girişilen ilk saldırının kaynağını karartmak için kolları sıvadı.
Daha Gazi Mahallesi’ne yönelik provokatif saldırının ilk saatlerinde bütün TV kanalları, adeta ağız birliği etmişçesine, haberi aynı biçimde verdiler. Bunlara göre; Gazi Mahallesi’nde bir grup terörist, muhtemelen İBDA-C gibi bir aşırı grup, Gazi Mahallesi Cemevi’ni ve Alevi’lerin oturduğu dört kahveyi taramışlar, bir Alevi dedesi de bu saldırıda ölmüş; bunun üzerine Alevi halk gösterilere başlamıştı. Ertesi gün başlıca gazeteler olayı aynı biçimde verdiler. Oysa olayların hemen başından itibaren mahalleye giden muhabirler göstericilerin sloganları ve konuşmalarından anlamışlardı ki olay bir Alevi başkaldırısı değildi. Göstericiler “Faşizme karşı, omuz omuza”, “Faşizme ölüm halka hürriyet”, “Kahrolsun faşist diktatörlük” vb. sloganlar atıyor, TV’lerin haberi veriş tarzı karşısındaki tutumlarını bu TV kanallarının muhabirlerine yönelik protesto olarak ortaya koyuyorlardı. Ve tabii muhabirler bu bilgileri kendi haber merkezlerine geçiyor ama iki gün boyunca olay bir Alevi başkaldırısı olarak propaganda edilmeye devam ediyordu. Üstelik öldürülen dede, Alevi dedesi değil sadece torunlarının dedesi olan yoksul ve yaşlı bir emekçiydi.
Batı basını da böyle bir propaganda için hazırdı. Hazır kalıplar içinde çoktandır saklanan derin tahliller (!) hiçbir araştırmaya gerek duyulmaksızın piyasaya sürüldü. Nasıl Bosna’da Müslüman-Hıristiyan çatışması varsa çoktan beridir baskı altında olduğu bilinen Alevilerin ayaklanmış olması pek doğaldı ve belli başlı gazeteler ve TV kanallarının ortak tezi Türkiye’de Alevilerin ayaklandığı biçimindeydi.
Medyanın arkasından sağlı “sol”lu politikacılar ortaya çıktı. Medyanın yalan propagandasına tepki karşısında Alevilere yaltaklanan bir tutumu da benimseyerek Alevi-Sünni kardeşliği üzerine, bir provokasyon tertiplendiği, provokasyonun kaynağının dış güçler olduğu, halkı kışkırtan kimi terör örgütleri olmasa böyle bir olayın olmayacağı vb. yollu açıklamalarla yaşanan gerçeği çarpıtıp 30 ölünün kanı üstünde ticarete koyuldular.
Bütün bu gelişmeler karşısında içişleri Bakanı’nın cevabı hazırdı: PKK yapmıştır! Başbakan Çiller ve MHP Genel Başkanı Türkeş ise, bu provokasyonun olsa olsa Türkiye’nin hızlı gelişmesini çekemeyen Yunanistan tarafından tezgâhlanmış olabileceğini açıkladılar. Ecevit de onlara katıldı. Mahir Kaynak ve Doğu Perinçek de bu dış güçler edebiyatına katıldılar ama daha inandırıcı olmak için tezlerini “mantıksal” ve “somut” belgelerle kanıtladılar! Bunlara göre; bu işin arkasındaki CIA’dan başkası olamazdı. Örneğin D. Perinçek’e göre Çiller-Güreş ikilisi ABD yanlısı politika izliyordu ve bu nedenle ABD ile bir sorun yoktu. Ama Karadayı’nın Genelkurmay Başkanı olmasından sonra Türkiye komşuları ile ikili ilişkiler kurup ABD’yi devre dışı bırakan bir tutumu benimsemiş, bu yüzden de ABD Türkiye’yi karıştırmaya karar vermişti. Tabii CIA ajanları gelip kahveleri kurşunlamamıştı, ama Yunanistan, sağ ya da sol kimi grupları taşeron olarak kullanmıştı. Kısacası devlet bu işte masumdu, polis masumdu, MHP masumdu, hükümet masumdu, MİT masumdu, kontrgerilla denilen şer örgütü masumdu! (Gerçi bu derin tahlillerden birkaç gün sonra Türkiye’nin Güney Kürdistan’a karşı giriştiği askeri harekâtın ABD tarafından açıkça desteklenmesiyle bu “strateji uzmanlarının” mumları sönse de onlar görüşlerinde ısrar edecek kadar tutarlıdır!)
Hiç kuşkusuz ki; Hizbullah ve İBDA-C’nin MİT, kontrgerilla ve uluslararası haber-alma örgütleriyle ilişkisinin boyutları karanlıktır. Türk güvenlik örgütleri ve “sivil” ve askeri bürokrasi içinde CIA’nın etkin bir yönlendirmesinin olduğundan da kimsenin kuşkusu yok. Ya da MİT’in, polisin nerede bitip kontrgerillanın, MHP’nin nerede başladığı pek belirsiz de olsa, bütün gelişmeler kontra-polis-MHP’nin Gazi’deki provokasyonda tam bir işbirliği içinde olduğunu gösteriyor. Bu yüzden de Gazi ya da öteki semt ve kentlerde sokağa dökülen emekçi yığınlar faşistlere, polise ve devlete karşı sloganlar haykırırken bütün bu politika cambazlarına inanmayacak kadar bir “sol-duyu”ya sahip olduklarını göstermişlerdir.
* * *
Her şeyden önce Gazi Mahallesi’nde olayların başlamasına neden olan provokasyonu kimin gerçekleştirdiğine dair çeşitli ipuçları vardır. Özellikle İstanbul’da, son altı aylık gelişmelere bakıldığında Gazi Mahallesi’ndeki provokasyon “geliyorum” diyen bir girişim olarak görünüyor.
Önce Kartal-Gülsuyu’nda, “gecekondu mafyası” kılığında sahneye çıktılar. Faşistlerin girip üslenemediği bu semtte kamu arazisini çevirip gecekondu yapmaya yöneldiler. Semt halkının sert tepkisi, polisin anlaşılmaz biçimde bu “mafyayı” koruduğunu ortaya çıkardı ve “mafya”nın adamları halka karşı polisin önünde silah kullandı, ama polis bu kişilere müdahale etmedi. Binlerce Gülsuyu’lunun birkaç günlük eylemiyle sonradan polis-MHP ve diğer karanlık güçlerin saldırıları püskürtüldü. Arkasından Alibeyköy-Nurtepe’de benzer olaylar yaşandı, ilericilerin oturduğu bu bölgede ülkü ocakları ve MHP örgütü kurmak istediğini öne süren bir grup, karakolun açık desteğinde semtte terör estirmeye, konvoylu gösteriler düzenlemeye kalktı. Bir hafta süreyle sokaklarda semt gençleri ve emekçiler polis ve MHP’nin militanlarıyla çatıştı. Burada da saldırı başarısızlığa uğradı.
Sonra TÜMTİS’in örgütlü olduğu Topkapı-Ambarlar’da MHP yanlısı olduğu herkesçe bilinen kimi karanlık kişiler “ticari görüntü” arkasında ambar açtılar. Arkasından sendikayla sorun çıkarıp işçilere kurşun sıktılar. Herkesin gözü önünde işçi temsilcisini kurşunlayan MHP’li patron, işçileri, hatta diğer işverenleri de tehdit ettiği halde polisin açık korumasında, işçilerin sendikal örgütlülüğünü kırarak girişimlerini sürdürmek istedi ama sendika ve ambar işçilerinin açık ve kararlı tutumu karşısında bütün girişimler boşa çıkarıldı. Aynı günlerde TÜMTİS’in İzmir’de örgütlü bulunduğu işyerlerinde de polis-MHP işbirliği açıkça ortada olan saldırılara hedef olup sendikanın çökertilmesine çalışıldı. Ankara’da da MHP-polis işbirliğinde ilericilerin yoğun olduğu kimi semtlerde benzer saldırıların ortaya çıkması MHP’ye verilen desteğin yerel bir nitelik taşımadığı, tersine işin içinde polis örgütü ve diğer “güvenlik örgütlerinin” bulunduğunu göstermektedir.
Kısaca ifade edersek; Gazi Mahallesi ya da başka bölgelerdeki bu türden provokatif girişimlerde devlet merkezli örgütleri ya da onların taşeronlarını aramak gerektiği her adımda daha çok ortaya çıkıyor.
Gelişmeler izlendiğinde şu görülmektedir: Bir provokasyon girişimi olmuştur; bunu ister güvenlik güçleri, ister onlarla işbirliği içindeki başkaları yapsın provokatörlerin bir kışkırtma ve sindirme peşinde oldukları anlaşılıyor:
Devrimcilerin, demokratların ilericilerin oturduğu kahveleri taranmasıyla; belki kalabalık bir cenaze töreni olur, ama insanlar oturup düşününce artık kahvelerde bir araya gelmekten korkarak sinerler, böylece polis denetimi artar, hatta MHP ve ülkü ocakları uzunca zamandır arzuladıkları bu semtte örgütlenme imkanına kavuşur hedefi güdülmüş olabilir. Ya da provokasyon karşısında semt halkının en duyarlı kesimleri tepki gösterir, bu tepki güvenlik güçleri tarafından bastırılır ve “örgütsel operasyonlarla” semt baskı altına alınır… sonuçta istenilen amaca varılır gibi… Ama böylesi ayaklanmaya varan bir tepki hesap edilmemiştir.
BEKLENMEYEN TEPKİ
Provokatörlerin somut niyetleri ne olursa olsun bu provokasyondan bekledikleri asla Gazi halkının bir ayaklanmaya dönüşen tepkisi değildi. Tersine onlar cılız ve yakınma düzeyinde bir tepki bekliyorlardı. Ama gelişmeler beklenenin ötesinde olunca, tepkiler önce bir Alevi başkaldırısı gibi gösterilmek istendi. Bu da tutmayınca doğrudan devrimcilere, ilericilere yönelik bir kampanya başlatıldı. Tepki gösteren halk değil bir avuç aşırı solcuydu vs. vs.!
Gazi Mahallesi, arkasından Ümraniye ve Ankara’da polisin protestolara müdahale ettiği her yerde son yılların geleneği bozuldu. Bugüne kadar, ister değişik grupların korsan gösterilerinde ister kitlesel eylemlerde geleneksel olan, polisin müdahalesi karşısında kitlenin paniğe kapılıp dağılması, polisin yakaladığı kişileri öldüresiye döverek gözaltına almasıydı. Denebilir ki Gazi Mahallesi halkı bu geleneği yıkarak, sokağı hakkını vererek kullanmıştır. Gülsuyu, Ümraniye halkı ve Ankara’lı emekçiler de aynı biçimde direnerek kendi haklarını savunmada Gazili emekçileri izlemişlerdir. Bu görüldüğü için de polis genelde gösterilere müdahaleden çekinerek yığınların tepkisini yatıştırmayı amaçlamıştır.
Tepkinin neden bu ölçüde kitlesel ve sert olduğu konusunda en gerçekçi yaklaşım semtin nüfus bileşimine bakmakla olanaklıdır. Semtte, Aleviler, Kürtler yoğunlukta. Daha da önemlisi semt nüfusunun en önemli çoğunluğu küçük atölyelerde çalışan işçiler, süreli işlerde çalışan yarı-proleter unsurlar ve işsizlerden oluşuyor.
Kuşkusuz semtte oturan çoğunluğun Kürt ve Alevi olması ya da işçi ve işsizlerden oluşması tek başına bir şey ifade etmezdi. Ama bu bileşim, özellikle son 15 yılda bu kesimlere yönelik saldırı ve baskı politikalarıyla birleşince tepkinin nedeni anlaşılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, provokasyonlar bardağı taşıran son damla olmuş, emekçi halkın düzene nefretini ifade etmesinde vesile olmuştur. Ve denilebilir ki ilk kez bu ölçüde öfkeli bir emekçi kitlesi, daha sokağa çıkar çıkmaz, devlete ve düzene açıkça karşı çıkan bir tutumla hareket etmiştir.
İstanbul ve belli başlı sanayi merkezleri, bir yandan Kürt savaşının göçmenleri, öte yandan da ekonomik krizin büyük kentlere sürüklediği milyonlarla ifade edilebilecek, büyük yoksulluk içindeki emekçi yığınlar tarafından çevrelenmiş durumdadır. Yoksulluk, baskı ve özgürlüksüzlükten bunalmış yığınlar bu duygu ve düşüncelerini bir biçimde ifade edecek durumdadırlar. Gazi Mahallesinde emekçiler kendilerine karşı yapılan saldırıya hemen, açıkça ve kendi tarzlarında yanıt vererek bir örnek sunmuşlardır. Aynı zamanda bu örnek kendiliğinden yığın hareketi, onun tepkileri ve imkânları üstüne de Marksistlerin bugüne kadar ısrar ettikleri yığın hareketinin karakteri ve mücadelede oynadığı rol konusundaki saptamalarının tam bir doğrulanması olarak da çok önemlidir.
EMEKÇİ TARZI VE KONTRGERİLLAYA “DUR!” İHTARI
Gazi Mahallesi başta olmak üzere değişik bölgelerdeki eylemlerde eyleme katılanların polise karşı taş sopa kullanarak direnmesi ya da kimi dükkân vb. gibi yerleri tahrip etmesi hükümetten kimi aydın ve sendika çevrelerine uzanan kesimlerce kınandı. Polisin Gazi ve Ümraniye’de 30’un üstünde kişiyi katletmesi adeta olağan bir vaka gibi karşılanırken gerek provokasyon girişimlerine gerekse polisin saldırılarına karşı direnenlerin MHP ya da bu bölgelerde semt halkına karşı provokatif girişimlere yataklık edenlere karşı tutumları büyük bir suç olarak öne çıkarıldı. Burada hükümet, polis ve gerici-faşist odaklardan gelen kınama eylemleri anlaşılırdır, ama kendisine devrimci, hatta sosyalist diyenlerin bu yüzden halkı kınaması elbette anlaşılır olmamalıdır. Çünkü bırakalım başka şeyleri, tarihin her döneminde tarihi yapanların devrimci eylemlerinde amacından taşan kimi yanlış şiddet eğilimleri de görülmüştür. Buna bakarak, yığınların genel şiddet eylemini suçlamak, devrimi, laboratuarda gerçekleşen bir deneyle eşleştiren aydınların tutumu olabilir. Sadece büyük devrimci atılımlar değil nispeten küçük kitle mücadeleleri de hiçbir zaman kimi aydınların kafasında tasarlanıp hayata geçirilen “temiz”, “kibar”, düzeni hiçbir biçimde bozmayan mücadeleler değildir. Tarih yazıcıları bunu ne kadar hor görür ve küçümserse küçümsesin, emekçi yığınlar kendi taleplerine giden yolu açarken kırıp dökerek ilerlerler. Yığın hareketinin bu “kaba” ama gerçekçi ve aynı anlama gelmek üzere devrimci karakteri emekçi tarzla reformcu-aydın tarz arasında bir ayırımı da oluşturur.
Elbette emekçi yığın hareketinin emekçi tarzı kırıp dökerek ilerlemektir ama küçük burjuvazinin amaçtan uzaklaşmış kırıp dökücülüğünden, daha doğrusu şaşkınlığından farklıdır. Örneğin Gazili emekçiler, faşistlere yataklık yapmayan Sünni ve Alevi esnafların işyerlerine zarar vermemek için gerekli özeni gösterirken Gülsuyu’nda kendisini şu ya da bu grubun taraftarı sayan kimi kişiler cami taşlayarak bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmak, en azından olayı böyle göstermek isteyenlerin değirmenine su taşıyorlardı. Bununla da kalmıyorlar, Sünni emekçilerin kışkırtılması için bir vesile de yaratıyorlardı. Açıktır ki; bu tutumun emekçilerin ilerlerken yaptıkları kırıp dökmeyle bir ilgisi yoktur. Tam tersine bu, küçük burjuvazinin mücadele konusundaki kafa karışıklığının, amaçla aracı, zorunlu olanla keyfi yapılan arasındaki farkı anlamamasının bir sonucudur.
Emekçi tarzı denince üstünde durulması gereken en önemli konu bir şeye karşı çıkıştaki tarz söz konusudur. Örneğin Gazili emekçiler kendi tarzlarında kontra eylemlerine “Dur!” demiştir.
Bugüne kadar dernekler, kimi sendikalar ve sendikacılar kontra eylemleri, sokak infazları, “faili meçhul” cinayetler konusunda sayısız basın açıklaması yaparak, yakınarak, devletin çeşitli kademelerine belki binlerce dilekçe vererek vicdanlarını rahatlattılar. Ama bunların hiçbirisinin Gazi Mahallesi’nin girişilen provokasyona gösterdiği tepki kadar caydırıcı olamayacağı açıktır. Çünkü kontra, MHP’li şu ya da bu kesimden provokatörler kendi amaçlarına ulaşmak için bir eyleme giriştiklerinde artık bombanın ellerinde patlayacağını da düşünmek zorundadırlar. Hele bu türden girişimleri halk tepkisi yaygınlaşırsa artık ortalıkta elini kolunu sallayarak eylem yapan “uğursuz timler” ve bu timlerin zincirlerini tutanlar o kadar kolay faaliyet gösteremeyeceklerdir. Dahası korumaya çalıştıkları düzen başlarına çökecektir.
YIĞIN HAREKETİ, GÖSTERİCİLİK VE UZLAŞMACILIK
Girişilen provokasyona karşı asıl olayların geliştiği Gazi Mahallesi’nde tepkinin patlak vermesinden sonraki süreçte genelde devrimci grupların mücadelenin radikalleşmesi ve taleplerin öne çıkarılmasında oldukça olumlu bir rol oynadıkları görüldü. Ama yığın tepkisinin gelişmesi, mücadelenin uzamasıyla birlikte bu grupların bazılarında küçük burjuva ruh hali depreşti; her şeyden çok birlik ihtiyacının öne çıktığı anda grup pankartları öne çıkarılarak o onulmaz hastalık yeniden hortlatıldı. Öyle ki, bazı gruplar, çatışma alanını bırakıp Cemevi görevlileri peşinde mezarlığa gidecek kadar olup biteni anlamazken pankart çekip “adını duyurmak”ta diğer gruplardan daha az gayretli davranmamıştır. Bu pankart yarışı daha kitle hareketinin ikinci gününden itibaren gruplar arası rekabeti kışkırtan, mücadeleyi bölen bir rol oynamıştır. Devlet görevlileri ve burjuva medyası bu durumu fark ettiğinden halk hareketini grupların kışkırttığı, halkın arasına “provokatörlerin” karıştığı, halkın değil küçük politik grupların direndiği vb. yollu bir kampanya ile küçük burjuva göstericiliğinden yararlanmaya çalışmış, bu spekülasyonlar olayları yakından bilmeyen çevrelerde hayli etkili olmuştur.
Öyle görünüyor ki; göstericilik bundan böyle “bir önderlik tartışması” biçiminde siyasi grupların dergilerinde sürecektir. Çünkü daha şimdiden kimi dergiler kendilerinin yiğitliğini övmeye başlamışlardır.
Öte yandan Alevi dernekleri, gerek Gazi Mahallesi’nde gerekse bütün ülke sathına yayılan protestolarda saldırının Alevilere karşı yapıldığı biçimindeki devlet ve medyanın öne sürdüğü tezi kendi lehine kullanmaya çalışırken emekçilerin antifaşist tutumlarını yumuşatmaya, devlete yönelen öfkeyi saptırıp uzlaştırmaya çalışmışlardır. Kimi doğrudan en gerici partilerle içli dışlı olan Alevi dedeleri yatıştırıcı rollerini açıkça devletin yanında yer alarak yaparken kimi Alevi temsilcileri de bunu sureti haktan görünerek yapmaya çalışmışlar, Alevi-Sünni kardeşliğini emek temelinde değil de devlet ve onun kurumları içinde sermaye ve diktatörlükle uzlaşma olarak öğütlemeye çalışmışlar, geniş Alevi emekçi kesimler içinde bölücülük rolünü üstlenmişlerdir.
* * *
Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de onlarca emekçinin katledilmesinin yankıları henüz sönmeden, Türkiye, 35 bin kişilik bir askeri güçle, Güney Kürdistan’a girdi. Hükümetin iddiasına göre, harekâtın amacı bölgede üstlenen 2 bin 800 PKK’linin bulunduğu kampları dağıtmaktan ibaretti. Ama harekâta katılan birliklerin sayısı ve bölgede kalınacak sürenin (her zamankinin aksine) hayli uzun olacağının ifade edilmesi amacın sıradan bir askeri operasyonun çok ötesinde bir anlam taşıdığını göstermektedir. Buna ABD’nin operasyonu açık bir biçimde desteklemesi ve Avrupalı ülkelerin muhalefetlerini “bir an önce ne yapacaksanız yapıp çıkın” düzeyine indirmiş olmaları bu operasyonun Türk hükümetinin ve devlet görevlilerinin harekâtın amacı olarak ifade ettikleri şeyler dışında bu ülkelerin bölgedeki politikaları ve amaçlarıyla da bağlantılı olduğu gerçeğinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Gelişmelere, bölgeye ilişkin ABD ve diğer Batılı ülkelerin senaryoları çerçevesinde bakılırsa, Irak’ın ve Kürtlerin statüsünün yeniden belirlenmesi de dâhil bölgedeki bir dizi emperyalist planın uygulanmasının bir vesilesi olduğu açıkça gözleniyor. Örneğin Talabani’siz, Barzani ve Saddam’ın da içinde olduğu bir Irak’ta “yeni düzen” kurma girişimi, Irak petrollerinin değerlendirilmesi Çekiç Güç’ün kimi görevlerinin Türk ordusuna devredilmesi, İran-Türkiye, Suriye-Türkiye ve Türkiye-diğer Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinden yararlanarak Türkiye’yi daha çok batağın içine çekerek Türkiye üstündeki denetimlerini artırmak, Türkiye’yi köşeye sıkıştırarak Kıbrıs’ta tavize zorlamak, GB ve AB ile ilgili görüşmelerde yeni tavizler koparmak vb. pek çok amacın söz konusu olduğu gözlenmektedir.
Türk egemen sınıflarının temsilcileri, hükümet ve propagandacıları erken sevinç naraları atıyorlar. “PKK’yi ezdik, kampları dağıttık, Irak’lı Kürtler bizi alkışlarla karşılıyor, bu işi bitirdik” vb. propagandası yapıyor. Ama önceden 40 km derinlikte bir askeri harekât yapılacak denilirken harekâtın 5. gününde Irak içlerine 60 km girilmek zorunda kalınıyor. Kimi şovenist faşist çevreler “Genç Osman” marşları çalıyor. Ama öyle görünüyor ki; Irak Türkiye için sonsuz derinlikte bir bataklık olmaya başlıyor.
Öte yandan tarihinin en derin krizlerinden birini yaşayan Türkiye bu harekâtla yeni yüz trilyonları bomba, kurşun, yakıt ve askeri malzeme olarak gömüyor, ekonomisini daha büyük açmazlara sürüklüyor.
Türk hükümeti bu harekât için 50 trilyonu gözden çıkardığını açıklamıştır, ama bütün veriler bu harekatın ne 50 ne de 100 trilyonda kalmayacak yeni harcamalara yol açacağını gösteriyor.
* * *
Bir yandan işçi ve emekçi sınıfların düzene karşı girişebileceği eylemlerin önünü kesmek için provokasyonlar düzenleniyor. Provokasyona karşı tepki gösteren emekçilerin onlarcası katlediliyor. Polis kurşununa hedef olanlar gözaltına alınıp cezaevlerine konurken provokatörler ve halka kurşun sıkanlar görev başında kalmaya devam ediyor.
Yetmiyor, “sınır güvenliği” bahanesiyle komşu ülke topraklarına tankıyla topuyla, tepeden tırnağa silahlı 35 bin kişilik askeri bir kuvvet sevk ediliyor. Ve bütün bunlara karşı, ne partilerden ne parlamentodan muhalif bir ses yükselmiyor. Ama pek çok aydın “solcu”, halk bu harekâtın amacını ve maliyetini biliyor, ödemeye hazırdır biçiminde fetvalar vererek işgalciliğe ve şovenizme destek sunuyor.
Savaş giderleri ve emeğin daha çok sömürülebilmesi için yüzde 150 enflasyona karşı yüzde sıfır zamla işçilerin emekçilerin karşısına çıkılıyor. Çeşitli bahanelerle grevler önlenirken hükümet ve patronlar önceden imzalanmış toplu sözleşmeleri uygulamamakta hiçbir sakınca görmüyor. Mahkemeler işçi ve emekçilerin en temel haklarının gaspı karşısında siyasi kararlar vererek düzeni savunmakta sınır tanımıyor.
Ve bütün bunlar Türkiye’de değil de Patagonya’da oluyormuşçasına hükümet, parlamento ve düzen partileri “demokratikleşme”den anayasa ve yasalardaki anti-demokratik maddelerin temizleneceğinden, işkencenin birkaç ay içinde ortadan kalkıp ülkenin tam bir demokrasiye kavuşacağından dem vuruyorlar. Daha da kötüsü bu martavala inanacak “aydınlar”, “demokratlar”, “sosyalistler” buluyorlar.
Oysa bütün belirtiler tam tersini gösteriyor. Başka bir ülkenin topraklarını işgal eden bir ordunun içeride daha çok etkin rol oynadığını en saf politikacılar da bilir. Dahası başka ülkelere sefere çıkmanın kaçınılmaz sonucu her alanda zorbalık ve şovenizmin kışkırtılmasını zorunlu kılar. En basitinden savaş masraflarını emekçilerin sırtına yıkmak için sadece ekonomik sömürüyü artırmakla, kâr uğruna maden işçilerini ocaklara gömmekle yetinilmez, her türden tepkiyi önlemek için de polis ve süngü zorunu daha çok devreye sokmak ihtiyacındadırlar. Kısacası yeni ekonomik önlem paketleri, yasalardaki maddelerin daha büyük bir şiddetle uygulanması, polis zorbalığının daha da kaba bir biçimde kullanılması, faili meçhuller, sokak infazları kayıplar ve işkencenin yaygınlaşması kaçınılmazdır. Biçimde kimi değişikliklerle geniş yığınlar içinde destek aramak vb. gibi yöntemler kullanılsa da, böyle dönemlerde, gelişmenin asıl doğrultusu şiddetin artması yönündedir. Çünkü artık yığınlara verilecek hiçbir şeyi kalmamış bir sistemin ayakta kalabilmesinin tek koşulu şiddetin dozunu artırmaktır. Şu anda Türkiye’nin koşulları bütün tersine iddialara karşın terörün yönetim için giderek daha yaygın kullanılacak bir araç olduğunu gösteriyor. Emekçiler bu gelişme doğrultusunu dikkate alıp üstlerine düşeni yerine getirmediği sürece de masallarla uyutulacak, masalın bittiği yerde de zor ve şiddetin envai çeşidinin hedefi olacaklardır. Zorbalığın yolunu kesmenin tek yolu ise Gazi emekçilerinin açtığı yoldur.
Nisan-Mayıs 1995