Karşı devrimci saldırı ve sınıf tutumu

Türk ve Kürt ulusundan Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, ağır bir faşist terör ve kapitalist saldırı dönemini yaşıyor. Son bir yılda, 1 milyonu aşkın işçi ve memur işten atıldı. Yüzlerce kişi işkence tezgâhlarında can verdi. Sokak mangaları, aralıksız saldırı ve infazlarla hak arayışındaki emekçilere gözdağı vermeye çalışıyor. Yüzlerce ve binlerce insan sokaklardan, kahvelerden, evlerden ve köylerden toplanarak, işkence merkezlerine götürülüyor; ağır işkencelere tabi tutularak zindanlara dolduruluyor. Gözaltı kayıpları artık günlük olaylardan sayılıyor. 2 bine yakın Kürt köyü bombalanarak, yakılıp-yıkılarak boşalttırıldı. Köylerin ve ormanların ateşe verilmesi yoluyla sağlanacağı ileri sürülen “huzur” için operasyonlar devam ediyor. Ordu, özel tim, korucu ve polis birliklerinin Kürt yerleşim alanlarında “taş üstünde taş bırakmama” anlayışıyla sürdürdükleri imha eylemi nedeniyle yollara düşen yüz binlerce insan aç ve sokakta kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Kürt halkının üzerindeki faşist ulusal baskının son bulmasını ve ulusların hak eşitliğini savunan aydın, yazar ve politikacılar kontrgerilla yöntemleriyle katlediliyor. Yasal devrimci yayın organlarının yasaklanması, toplatılması ve bu yayın organlarında çalışanların ikide bir gözaltına alınıp işkenceye çekilerek yıldırılmak istenmesi, yazı işleri müdürleri ve yazarlarına ağır para ve hapis cezaları verilmesi; ilerici bilim adamları ve yazarların, işçi sınıfından yana sendikacıların tutuklanması vb. vb. burjuvazi ve diktatörlüğün, koalisyon hükümeti aracılığıyla sürdürdüğü “demokratikleşme” çığırtkanlığının ardına gizlenerek 12 Eylül generallerinin açtığı yolda küçümsenmez mesafe kat ettiğini göstermektedir, işçilere, emekçilere ve Kürt halkına yönelik saldırılar, bugün çok daha organize ve etkili bir biçimde yürütülmektedir. Emekçi halk yığınlarının kapitalist soyguna, işsizliğe, pahalılığa, açlığa ve faşist teröre gösterdiği tepkiyi saptırmak amacıyla “farklı” burjuva partilerinin halk kitlelerinin karşısına çıkarılması ve çeşitli vaatlerle yığınların aldatılması yoluyla içinde bulunulan bunalım ve açmaz aşılmaya çalışılmaktadır.
Emperyalist kapitalizmin bunalımının aktarılan yükleri ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dayatmaları sonucu daha da ağırlaşan sermaye ve faşizmin saldırıları, bunalımın tüm yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere fatura edilmesi hedefine bağlanmıştır Kapitalist bunalım, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarına yönelik saldırıların yoğunlaştırılmasına yol açmakta, tekelci kapitalistler stoklan eritip trilyonları kazanırken (Koç Holding’in ’93’ün ilk altı ayında 462 milyar lira olan kârı % 204 artışla ’94’ün ilk altı ayında 1 trilyon 405 milyara yükseldi), ücretler ve maaşlar dondurulmakta, temel tüketim maddelerine yapılan zamlarla milyonlarca emekçi açlığa itilmektedir.
Egemen sınıflar burjuva-faşist biçimdeki egemenlik aracını takviyeye, kırıntı hakları tümüyle yok etmeye, proletarya ve emekçilerin mücadelesi sonucu ortaya çıkmış açıkları kapamaya çalışmaktadırlar. Burjuva egemenlik aracının faşist biçimi, onun daha azgın faşist örgütlenmelere, yığın desteği için şovenist kışkırtmalara ve farklı tekelci gruplar tarafından çıkara dayalı yetkinleştirme çabalarına ihtiyaç duymadığı anlamına gelmiyor. Bunalım koşulları, bu “arayış” ve saldırı yoğunluğunun, krizin boyutları ve karakterine bağlı biçimde evrildiği koşullardır.
İşçi sınıfına, şehir ve kırın emekçi yığınlarına ve Kürt ulusuna yönelen azgın saldırı dalgasına, iletişim ve propaganda araçları tekeline sahip olan büyük burjuvazi tarafından “halkın huzuru ve refahına yönelik tedbirler” olarak sunulan sömürü ve baskının hedefi olan kitleden destek istenmektedir. İç ve dış düşman propagandasına hız verilerek, “bölücülük ve vatan hainliği” üzerine söylemlerle yığınların dikkati kendi sorunlarından başka “hedeflere” çekilmektedir. Üretim araçlarının, makine, fabrika ve toprakların özel mülkiyetine dayalı kapitalist toplumun aşırı üretim bunalımının, sömürü ve baskının hedef kitlesinin tutumuna bağlanarak, işçi ve emekçilerin taleplerinin, (ücret, çalışma koşulları, sosyal yardım vb.) ve onların bu talepler doğrultusundaki mücadelelerinin bir sonucu olduğu propagandasıyla, ekonomik ve politik saldırıların “kaçınılmazlığı” fikri güçlendirilmeye çalışılmakta ve “herkes”ten fedakârlık istenmektedir. İşçiler, işsizler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi ve gençlik susmalı; açlığı, sefaleti, işsizliği, topraksızlığı, özgürlüksüzlüğü kabullenmeli ve sermaye yararına fedakârlıktan kaçınmamalıdır! Devlet ve hükümet sözcüleri ve burjuva siyasi partilerin temsilcilerinin, burjuva basın-yayın organlarının tüm araç ve olanaklarını harekete geçirerek yürüttükleri “ikna” kampanyası, devletin silahlı militarist örgütlerinin zor araçlarıyla desteklenip güçlendirilmektedir. “Birlik ve bütünlük” üzerine demagojik propaganda yürütenler, işleri eski tarz yürütemez duruma geldiklerinde işçileri işsizlere, memurları işçilere (ya da tersi) veya örneğin Kürt emekçilerini Türk emekçilerine “yaşanılan durumun sorumluları” olarak göstermekten, yani kendi deyişleriyle “bölücülük” yapmaktan geri durmamaktadırlar. Kısaca söylemek gerekirse, sömürücü egemen sınıfların, sömürü sistemini ve burjuva sınıf egemenliğini sürdürmek için başvurmayacağı yöntem, denemeyeceği yol yoktur.
Türkiye egemen sınıflarının emperyalist gericiliğin planına bağlanan uygulamalarının, uluslararası mali sermaye kuruluşları ve Türkiye tekelci burjuvazisinin hükümet programlarına dönüşen (ve uygulamaya sokulan) dayatmalarının ve kapitalist bunalımın tüm yükünün işçilere, emekçilere ve Kürt halkına yıkılması çabalarının toplumun ezilen kitlelerinde yol açtığı tepki ve direnişlerin bastırılması, kitle muhalefetinin örgütlü bir güce dönüşmesinin önünün kesilmesi amacıyla son dönemde daha azgın bir saldırı dalgasının geliştirildiği, bu saldırı dalgasına işçi sınıfı ve emekçilerin saflarında bulanıklık ve dağınıklığı hedefleyen faşist, şovenist ve gerici bir propagandanın eşlik ettiği bilinen bir şeydir ve bu, zaman bakımından yeni de değildir. Ancak buradan, burjuva faşist cephesinin bugüne kadar uygulana-gelen yöntemlerle yetineceği sonucu çıkmamalıdır. Burjuva egemenlik aracının faşist biçiminin varlığı koşullarında takviyeye yönelik yeni saldırı yöntemlerinin “fazla bir şey değiştirmeyeceği” biçimindeki düşünce, proletaryanın, emekçilerin ve Kürt halkının mücadelesine zarar verdiği gibi, burjuvazinin planlarını pratiğe geçirmesini de kolaylaştırmaktadır. Faşist zorun ve gerici bastırma politikasının, (önünde emekçi kitle barikatı kurulmadığı veya kurulamadığı koşullarda) dizginsiz uygulanması ile; emekçi kitleleri etrafında birleştirmiş işçi sınıfının devrimci barikatına çarparak zayıflatılmış ve çeperinde önemli gedikler açılmış koşullarda uygulanması arasında bile farklılıklar olduğunu -bunun bir tercih sorunu değil, mücadelenin boyutuyla ilgili olduğunu unutmadan- göz önünde tutmayan bir mücadele anlayışının devrimci kitle eylemini geliştirmesi mümkün değildir. Burjuvazi, kapitalist sınıf egemenliğinin faşist aygıtını takviye etmeye, dayanılmaz durumu daha da dayanılmaz hale getirilen işçi sınıfının ’89 “bahar eylemleri”yle başlayan süreçte kazandığı hak kırıntılarını yok etmeye ve Kürt halkının ulusal hak eşitliği ve özgürlük talebiyle yürüttüğü mücadeleyi ezmeye çalışmaktadır. Emperyalizm işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve hükümetin “krizden kurtuluş” reçetelerinin ve “ulusçuluk” demagojisinin tüm içeriği bu karşı-devrimci, gerici hedefle doldurulmuştur.
Kürt halkı bombardımanlarla; köylerin, evlerin, ormanların, tarla ve bahçelerin ateşe verilmesi ve yerleşim alanlarının boşaltılması yoluyla; işkenceler, tutuklama ve kurşuna dizmelerle sindirilmeye çalışılıyor. Burjuva diktatörlüğünün tüm savaş gücünün yarısının bu işe ayrıldığı ve yalnızca bir yılda 600 trilyon liralık askeri harcamanın yapıldığı, hükümet sözcülerinin açıklamalarında yer alabilmektedir. Sermaye ve gericiliğin sözcüleri, bütün bu saldırıları, ülke ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruma demagojisiyle haklı göstermeye çalışıyorlar. Sınıflı toplumdan, sınıf mücadelesinden, proletaryanın devrim ve halkların kurtuluş mücadelesinden söz edilmesini “bölücülük” sayarken, ezen ulus emekçi yığınlarını şovenist kışkırtmayla Kürt halkının üzerine sürme amacıyla Kürt halkına karşı girişilen saldırı savaşında ölen asker ve polis cenazelerini gerici gövde gösterilerine dönüştürerek, çoğu toplumun alt katmanlarına mensup “işsiz-güçsüz” kitleleri, faşizmin sokak güçleri olarak örgütlemekten de geri durmuyorlar. “Ülke bütünlüğü” maskeli şovenist kışkırtma, faşizm ve gericiliğin ideolojik saldırı silahlarından biri olan şovenizmin güç kazanmasına; geri bilinçli sokak gücünün sermayenin kanlı müfrezelerinin cinayetlerini kutlama törenleri düzenlemesine neden olabilmiştir. Faşizm ve Türkeşçi faşist hareket, işçi hareketine ve Kürt özgürlük mücadelesine karşı geliştirdiği yeni saldırı dalgasıyla küçümsenemeyecek mevziler elde edebilmektedir. Kürt halk hareketinin ezilmesi için Türkeşçi faşist hareket, devlet içinde ve devlet olanakları kullanılarak polisle birlikte organize edilmekte, ek bir güç olarak harekete geçirilmektedir. “Çok para lazım, para olsa insanları satın alabilirsiniz” diyen Türkeş ve partisinin, Kürt toplumu içinde de örgütlenebilmesi amacıyla tekelci burjuvazi tarafından para muslukları sonuna kadar açılmıştır. Kürt burjuva feodal gericiliği, özel tim ve kontrgerilla gücü bu temelde devreye sokulmaktadır.
Sermaye ve hükümet, işçi hareketinin bağımsızlaşması ve proletarya ve tüm ezilenlerin birleşik devrimci hareketinin örgütlenmesinin önünü kesmek için silahlı devlet gücünün yanında ve yedeğinde bir bastırma ve cinayet gücü olarak rol oynayan Türkeşçi mangaları, giderek daha fazla devreye sokmaktadır. Türkeş’in başında bulunduğu faşist parti, Kürt halkına, işçi sınıfına ve emekçilere karşı açık saldırıya geçmiştir. Ankara Belediyesi işçilerine karşı girişilen saldırı; Kürt emekçilerinin kontra yöntemleriyle katli ve İstanbul Nurtepe’de olduğu gibi anti-faşist halk potansiyelinin yüksek olduğu emekçi semtlerine yönelik sindirme eylemleri bunun göstergeleridir. Faşist MHP hareketi, bununla yetinmemekte, bir yandan 12 Eylül öncesi saldırı taktiklerini yeniden ve yenileyerek geliştirirken, öte yandan halkın taleplerine seslenme yoluyla güçlenmeye ve hükümete açıktan katılma yoluyla daha fazla etkinlik sağlamaya çalışmaktadır.
Burjuvazi ve hükümet, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri üzerindeki burjuva etkiden, henüz etkili ve mücadeleci örgütlerde gücünü birleştirememiş yığınların dağınıklığı durumundan sonuna kadar yararlanmaya; sendikal örgütlerin basma çöreklenmiş sendika ağaları aracılığıyla sınıfın mücadelesini etkisizleştirmeye; polis-patron-devlet ve sendika aristokrasisi işbirliğiyle, mücadeleci ve sınıftan yana tutum alan işçi önderleri, sendika temsilcileri ve şube yöneticilerini saf dışı bırakmaya; milliyet, mezhep, bölge, işkolu ve çalışan-çalışmayan, işçi-işsiz farklılıklarını sermayenin çıkarları doğrultusunda sınıfın ve emekçilerin gücünü bölme aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ülke kaynaklarının emperyalizm ve tekelci burjuvazi yararına yağmalanması yasal-yasadışı yöntemlerle örgütlenir ve büyük sermayenin tüm temsilcileri bundan aldıkları payları, rüşvet, yolsuzluk, hisse senetleri yüzdeleri vb. yollarla artırarak spekülatörlük ve vurgunculuk “mesleği”nin saflarını genişletirken ve bu her yanından çürümüşlük kokan sisteme dayanarak örneğin ABD vb. ülkelerde “gelecek güvencesi” yatırımlara soyunmuşken, sahte “ulusçu” demagojilerle emekçi halk yığınlarını aldatma çabalarını da elden bırakmıyorlar. Tekelci burjuvazinin hizmetinde hükümet veya devlet kurumlarının birinde üst kademelerde (devlet kurumu veya özel sermaye şirketleri herhangi bir temel farklılık yaratmıyor) işe başlayanlar, kısa sürede bankaların, fabrikaların veya başka tür spekülatörlük kuruluşlarının ortakları, tek sahipleri ve emperyalist tekellerin, kuruluşların yönetim kurulu üyeleri olarak ortaya çıkabiliyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının yarattığı tüm toplumsal değerlere, ellerindeki siyasal erke ve sermaye sahipliğine dayanarak el koyan talan sofrasının leş kargaları, açlık ve sefalete sürüklenen milyonlarca işçi ve emekçinin ekonomik-sosyal (iyileştirme taleplerini) “içinde bulunulan” sıkıntılı dönem demagojileriyle geri çevirmekle kalmamakta; ücret, maaş ya da taban fiyatı artışı isteyen işçi, memur ve küçük üretici yığınları birbirine karşı kışkırtma taktiğini de elden bırakmamaktadırlar. “Bir işçi bir memurun bir buçuk katı ücret alıyor” biçimindeki açıklamalar ve aşırı üretim stoklarının eritilmesi amacıyla girişilen üretim sınırlamalarının sorumluluğunun “yüksek işçilik maliyeti”ne bağlanması biçimindeki gerici-burjuva propaganda, bu amaca hizmet etmektedir.
Sömürücü egemen sınıflar, uluslararası gericiliğin proletarya ve emekçi halk kitlelerine karşı giriştiği sosyal-ekonomik saldırıların doğrudan devamı olarak, mücadele sürecinde elde edilmiş bazı sosyal hak kırıntılarını tümüyle yok etmek ve sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesi açısından kapitalist merkezileşmenin sağladığı nesnel olanakları dağıtmak amacıyla “özelleştirme” ve KİT’lerin yağmalanmasını gündeme getirmektedirler. Maden ve kömür ocaklarının, çimento ve şeker fabrikalarının, PTT hizmetlerinin, giderek okullar ve hastanelerin uluslararası tekeller yararına satışa çıkarılması, buralarda çalışan işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasıyla birlikte yürümektedir. KİT’lerin yağmalanması, banker ve banka vurgunları, yapı kooperatifleri yoluyla rantçı gelir kaynakları yaratılması “ihracat seferberliği” adı altında ve hayali ihracat yoluyla trilyonlara el konulması vb. yöntemlerle artı değer sömürüsünden alınan pay artırılırken, kapitalist özel mülkiyete ve bireysel çıkara dayalı sömürü sistemini aklamak amacıyla “temiz toplum”, “temiz eller” kampanyaları örgütlenmektedir.
Kapitalist krizin derinleşmesi, krizin yüklerinin işçi ve emekçilere yıkılması için girişilen saldırıların yoğunlaşmasıyla doğrudan bağlantılı olarak sendika ağalarının sermaye ve hükümetle işbirliği içinde işçilere, işçilerden yana sendikacılara ve sendika şubelerine yönelik saldırıları da hız kazanmıştır. Bu, diğer şeylerin yanı sıra mücadelenin keskinleşmesinin dayattığı bir tutum netleşmesini ve safların belirginleşmesini ifade etmektedir Türk-İş yönetiminin, Çiller Hükümeti’yle anlaşması sonucu, toplusözleşme hakkı fiili olarak ortadan kalkmıştır. Toplusözleşmeyle kazanılan ücret artışlarının ödenmemesi ve yeni sözleşme döneminde “sıfır artış”ın (ki bu % 50 düşüş ifadesidir) dayatılması, uzlaşmayı protesto eden üye sendikaların ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na verilmesi vb. doğrudan doğruya diktatörlük ve hükümet planlarına bağlanmış saldırıları ifade etmektedir. Türk-İş üst yönetiminin, DİSK, Hak-İş yönetimlerinin tekelci burjuvazinin ve gericiliğin saflarında sıraya girdikleri, proletarya ile halk yığınlarına karşı açıktan saldırıya geçmekten geri durmadıkları bu olaylarla bir kez daha, artık gizlenemez, örtülemez biçimde açığa çıkmıştır.
Bunalım, burjuva gerici kampın tüm siyasal partilerinin; proletaryaya, emekçilere ve Kürt halkına karşı faşist-gerici saldırı cephesinde “milli mutabakat” sağlamalarına ve ürünü oldukları kapitalist sömürü sistemini yaşatmak için “tek parti ruhu”yla hareket etmelerine yol açtı. Emekçi halk yığınlarının sisteme bağlanmasında, her zaman faşizm ve gericiliğin yandaşlığını üstlenmekten geri durmayan SHP’nin, reformizm ve sosyal demokrasinin maskesi olduğu, bu partinin hükümet ortağı olarak işçi sınıfı ve Kürt halkına karşı giriştiği saldırılar nedeniyle daha net anlaşılır hale geldi. Faşizmin “koltuk değneği” rolü, faşist saldın yürütücülüğüyle, Kürt katliamı ortaklığıyla tamamlandı.
Burjuvazi, diktatörlük ve hükümetin, işçi sınıfına, Kürt halkına ve emekçilere yönelik olarak sürdürdüğü ekonomik-politik saldırıları içinde bulunduğumuz bu dönemde en üst boyutlara çıkarması, içinde bulunduğu açmaza ve bunalımın derinliğine işaret ederken, burjuvazi ve gericiliğin işçi-emekçi hareketine karşı saldırıda belli bir yol alması, mevziler kazanması, dahası işçi hareketi ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısında hamle üstünlüğü elde etmiş olması her şeyden önce, işçilerin, emekçilerin ve Kürt halkının birleşik karşı hareketinin örgütlenememesinden kaynaklanmaktadır. İşçi-emekçi hareketinin zaafları, burjuvazi ve gericiliğin hanesine “başarı” olarak yazılmaktadır. Burjuvazi ve hükümet, işçi ve emekçi yığınların saldırılar karşısındaki tutumunu gözeterek deyim yerindeyse onları “sınavdan geçirerek” adımlar atmakta, sendika bürokratlarının hareketi bölücü ve etkisizleştirici faaliyetinden sonuna kadar yararlanmaktadır. Burjuvazi ve hükümet Kürt halkına yönelik katliam politikası karşısında işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin suskunluğundan yararlanmaktadır. Aras Kargo ve Ankara Belediyesi işçilerine yönelik fiziki saldırılar, sınıf çıkarlarından yana tutum alan sendika temsilcilerine ve bazı sendika şubelerine karşı girişilen saldırılar, bundan sonra atılacak adımlar açısından öğreticidir. Pratik; işçi sınıfının, mücadelesinin önüne barikat kurarak hareketi bölücü ve pasifleştirici rol oynayan sendika yönetimlerini alaşağı etmediği koşullarda, birleşik ve etkili bir mücadelenin örgütlenemediğini yüzlerce kez göstermiştir. Son yıllarda tüm işçi direnişlerinin en temel sloganı olan “genel grev genel direniş”in “işçi usulü” hayata geçirilememesinin bir nedeni de, sınıfın, henüz saflarında kalan bu burjuva temsilcileri ya da burjuvazinin sınıf içindeki temsilcilerim etkisiz kılma ve hareketin yönetimini ele alma başarısı gösterememesidir.
Hükümetin Türk-İş üst yönetimiyle toplusözleşme hakkının geçersiz sayılması anlamına gelen bir anlaşma imzalaması karşısında işçilerin aldığı ve alacağı tutumun; faşist milislerin Ankara Belediye işçilerine, tüm Türkiye halkının gözü önünde giriştikleri saldırıya alınan ve alınacak tutumun; ücret, maaş ve taban fiyatları politikasına, işsizliğe ve örneğin altı ayda 700 bin işçinin işten atılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi çabalarına, işkence, katliam, sokak infazlarına, Kürt halkına karşı sürdürülen tutumun, gelişmenin bundan sonraki seyrini belirleyeceğine kuşku duyulmamalıdır.
İşçi sınıfı kısmi direnişler, işyeri ya da iş-koluyla sınırlı eylemlerle sermaye ve gericiliğin saldırılarının püskürtülemeyeceğini görüyorsa -ki bugüne kadarki gelişmeler bunu göstermiştir- farklı bir pratiğe yönelişin zorunluluğunu da kavramalıdır. Sendika ağalarının oyalama, aldatma ve etkisizleştirme faaliyetiyle yetinmeyerek açık saldırıya geçtiği; hükümet-polis-patron-sendika ağalığı işbirliğiyle yürütülen saldırıların Türkeşçi faşist milislerin fiili saldırılarıyla takviye edildiği, şovenizmin, faşizmin ve gericiliğin ideolojik saldırı silahlarından biri olarak güç kazandığı bu dönemde; açık kimliği ile, sınıf tutumuyla ve diğer emekçi kesimleri etrafında birleştirerek hareket etmeyi başaramazsa; işçi sınıfının, sermayenin saldırılarını püskürtmesi mümkün değildir.
Bugün sınıfın “sınıf olarak” eylemine, “kendisi için sınıf” tutumuyla ortaya çıkmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç Yar. Başta proletaryanın sınıf örgütleri olmak üzere, emekçi kitle örgütlerinin güçlendirilmesi ve birliğine ihtiyaç var. Kuşkusuz bu birliğin gerçek bir birlik olabilmesi, reformist, faşist, burjuva-bürokrat sendikacılığın etkisine karşı verilecek mücadeleyle sağlanacaktır. Faşist-reformist sendika liderlerinin işçi hareketini bölüp-etkisizleştirme amacıyla giriştikleri saldırı, militan sendikacılık geliştirilerek ve sendikal birlik sağlanarak püskürtülebilir. İşçilerin ve diğer emekçilerin birleşik, antifaşist, antikapitalist hareketinin örgütsel düzeyde biçimlendirilmesi ve işsizlerin sendikalara çekilmesi zorunludur. Bugünkü koşullarda sendikaların parçalanması, güçten düşürülmesi ve sendikal hareketin zaafa uğratılması en fazla burjuvazinin işine yarayacaktır. Devrimci sendikal muhalefet çalışması, sendikaların parçalanmalarını değil, güçlü mücadele mevzilerine dönüştürülmesini ve burjuva sendika ağalarının sınıfın safları dışına atılmasını esas almalı, sermaye ve faşizme karşı mücadeleyi yükseltmeyi hedeflemelidir. İşçi sınıfı demokratik siyasal özgürlükler için mücadeleye atılmadan, Kürt halkının özgürlük talebine sahip çıkarak katliam ve yok etme politikasına açıktan cephe almadan, gençlik yığınlarının faşizmin azgın demagojisiyle aldatılmalarının ve örneğin Türkeşçi faşist hareketin şehir küçük burjuvazisi ve özellikle işsiz-lümpen çevrelerde demagojik vaatlerle kitle tabanı yaratmasının ve emekçi semtlerine terör estirerek yerleşmesinin önünü kesmeden, giderek artacağı açık olan gerici-faşist saldırıların püskürtülmesi mümkün olmayacaktır.
Öte yandan, sınıf ve emekçi hareketinin zaaflarının ve zorluklarının aşılmasının kendiliğinden olamayacağı bugün çok daha net biçimde ortaya çıkmıştır. Faşist terör ve kapitalist saldırı, yığınların tepkisine ve düzenden umut kesmesine yol açtığı gibi, çeşitli burjuva, küçük burjuva partilerin veya gerici, dinci ve hatta faşist partilerin yığınların taleplerine ikiyüzlü bir biçimde sahip çıkması yoluyla aldatılmalarının olanaklarını da yaratmaktadır. Bunun için yığınların gerici saldırılar karşısında, “kendiliğinden devrimci ve sosyalist saflara yöneleceği” biçimindeki bir beklenti ve bu yönlü düşünceler ciddi bir yanılgıyı ve proletarya saflarında devrimci çalışma zorunluluğunun küçümsenmesini ifade etmektedir. Burjuvazi, proletarya ve emekçi kesimler üzerinde uzun geçmişe dayalı etkiden ve elindeki olanaklardan sonuna kadar yararlanmak isteyecek, ihtiyaçlarına ve güç ilişkilerine bağlı olarak şiddetin dozunu ayarlayacaktır.
İşçi sınıfı ise, ancak kendi partisinde örgütlenerek ve emekçi sınıflar üzerinde etkisini sağlayarak, (bu ancak onların talepleri için mücadele ederek sağlanabilir) burjuvazi ve gericiliğin saldırılarını püskürtebilir. Parti, işçiler ve emekçiler içinde etkisini geliştirmeden, sınıfın bilinçli çoğunluğunu kazanma başarısı göstermeden, sınıfın örgütlü siyasal bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilmesi ve onun politik iktidarını alt etmesi mümkün olmamaktadır. Bu, sınıf bilinçli proletaryanın her militanına, bulunduğu alanda partinin sınıfın çoğunluğunu ve emekçileri kazanma ve en güç koşullarda bile, parti çizgisini pratiğe geçirme görevi yüklemektedir. Dünya devrim tarihi ve ülke pratiği, zorlukların ancak işçi sınıfının ana kitlesinin harekete geçirilmesi ve ezilenlerin onun etrafında birleştirilmesiyle aşılabileceğini göstermektedir. Kendini, sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve daha çetin çatışma günlerine hazırlayamayan ya da bu başarıyı gösteremeyen proletarya ve partisi, ne saldırıları püskürtebilir, ne de yenilgiden kurtulabilir. İçinde bulunduğumuz dönem, proletarya partisine hem kendi saflarını, hem de kitle bağlarını sağlamlaştırmayı acil bir görev olarak dayatmaktadır.

Kasım 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑