Meğer ne çok sosyalist, Marksist ve devrimci varmış! Hatta Türkiye’de “hâlâ” sosyalizm yaşanıyormuş da kimse farkında değilmiş!
İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan’la biraderi Ahmet Altan’ın Marksist, Kemalist-cumhuriyetçi Toktamış Ateş’in sosyalist, liberal burjuva Hüsamettin Cindoruk’un devrimci olduklarını ya kendileri söylediler ya da medyada katıldıkları açık oturumlarda kartvizitleri böyle okundu. Turgut Özal’ın devrimci bir lider olduğuna da bütün yalaka köşe yazarları ikna olmuştu. Devrimci, sosyalist ve Marksist etiketler takınmak için bütün burjuvalar ne kadar hevesliymiş de, bu ülkede sosyalizmi kurmak için bunca yıldır canını dişine takarak mücadele eden, bu uğurda “faili meçhul” cinayetlere kurban giden, işkence gören, okuduğu yasal ya da yasadışı yayın için hesap vermek zorunda kalan, kitle gösterilerinde coplanan cezaevlerine tıkılan, yerinden yurdundan sürülen, bir gecede kaybedilen binlerce insan boşuna uğraşıyormuş.
Bu ne yaman çelişkiymiş; en “devrimci” burjuvalar oturdukları iktidar koltuklarından devrimciler için vur emri verirken, en “devrimci” köşe yazarları da demokrasinin “bekası” için, bu “teröristler”in katline onay veriyorlar ama hâlâ kendilerine Marksist veya sosyalist demekten vazgeçmiyorlar.
Aydınların bir kısmı devlet arpalıklarından beslenebilir duruma gelmeden önce, Türkiye’de yükselen toplumsal muhalefetin çekim gücüne kendilerini kaptırmışlar ve bir şekilde “sosyalist” olmuşlardı. ‘70’li yıllar boyunca sosyalist olmak erdem, devrimciyim demek ise geniş kitleler nezdinde itibar sahibi olmak anlamına geliyordu. Marksist olduğunu iddia etmeyen aydın kalmamıştı. Gerçi büyük çoğunluğu Marksizm’i ikinci elden ve ’50’lerden sonra yükselen modern revizyonist perspektiften ve devlet yanlısı TKP’nin literatüründe yer aldığı biçimiyle öğrenmişlerdi. Marx’ı ve Lenin’i ingiliz New Left Review grubunun, Alman Frankfurt Okulu’nun, Fransız Euro-komünistleri’nin süzgecinden geçmiş haliyle benimseyen bu “esnek ve güler yüzlü” sosyalistlerin sosyalizmi, sonuçta Turgut Özal’ın liberalizmiyle birleşmekte bir sakınca görmedi. Evrimin böyle tamamlanması aslında kaçınılmazdı.
Bu süreci tek tek aydınların kişisel kıvraklıklarıyla ya da oportünizmiyle açıklamak yanlış olacaktır. Çetin Altan, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar ve Hadi Uluengin gibi, kendilerine açıktan dönek etiketi yapıştırılanlar ve dönmüşlüklerini köşelerinden sosyalizme yönelik bayağı saldırılarda bulunup, liberalizmi kutsayarak ve geçmişlerine lanetler yağdırarak onaylayanlar bir yana, hâlâ “sosyalistliğe devam edenler, bir bakıma birçok işlemden geçtiler. Örtük devlet savunuculuğundan daha az örtük devlet savunuculuğuna uzanan güzergâhta çok önemli tarihsel toplumsal değişiklikler gündeme geldi.
Bütün dünyada, anarşizmin ideologları, 1921 Kronstadt Ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Troçkistler de Stalin dönemi başlangıcından itibaren Sovyetler Birliği’ndeki yönetime ateş püskürüyorlardı; bunların ateş olup cürümü kadar yer yakmayan tepkileri dışarıda tutulduğunda, bütün dünyada uzunca bir süre sosyalist olmanın temel kıstası Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümleri savunmak, ona yönelik saldırılara karşı bu ülkenin yanında yer almaktı. Çünkü Sovyetler Birliği bütün dünya emekçileri için, hatta burjuva demokrat aydınlar için bile, değişim ve daha iyi bir dünya özleminin kendisinde cisimleştiği bir ülke haline gelmiş; insanın mutlu olabileceği sistemler tasvir eden eski ütopyaların, içeriklerinin değil ama, vaatlerinin herkesin tanık olabileceği biçimde ete kemiğe büründüğü bir ülke haline gelmişti.
Bu bakımdan iki dünya arasındaki çelişki, durumundan sezgisel olarak hoşnutsuz olanları, kapitalizmin bilimsel analizini yaparak sosyalizmin zorunlu bir aşama olduğunu gören ve özgür tercihlerini yapan aydınları; Sovyetler Birliği ekseninde oluşan komünist kampın yanında olmaya sürükledi. ’30’lardan sonra giderek yükselen faşist hareketin de etkisiyle iki dünya arasındaki; kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişki, açık bir çatışmaya dönüştü ve bu süreçte kimse için arada bir yerde durmanın olanağı kalmadı. Saflaşma, kesin ve açıktı.
Anti-Nazi veya antifaşist mücadelenin direksiyonu her ülkenin kendi komünist partisinin elindeydi ama bu mücadeleye katılan herkesin komünist olduğu söylenemezdi. Somut siyasal koşullar ve Avrupa’daki konjonktürel durum, genel olarak aydınları ve küçük burjuvaları, bir süre sonra kendilerine yönelik saldırılar halinde de tezahür edecek olan Nazi yayılmacılığına karşı mücadele etmeye sevk etmiş ve komünistlerin çevresinde, sosyalist propagandadan etkilenen küçük burjuvaların ve aydınların oluşturduğu geniş bir anti-faşist çeper oluşmuştu. İşte bu tarihsel dönem içinde, sosyalist olmanın anlamını bu tarihsel toplumsal koşullar belirliyordu. Biri çıkıp da kendisini sosyalist olarak tanımladığında; bununla, anti-faşist mücadele veren Avrupa halklarının yer aldığı ve odağında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu bir kampla aidiyet ilişkisi içinde olduğunu kastediyor demekti. Çünkü anti-faşist mücadeleyi en radikal biçimde sosyalistler veriyor, bu mücadelenin perspektifini sosyalizm oluşturuyordu.
Sosyalizm, açık ve keskin bir kamplaşmanın ifadesi olarak, muhalifler için tek meşru ve onaylanmış kimlik kartıydı. Ama bu, sadece, faşizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun ya da aydınca korkunun sonucunda olmadı. Sovyetler Birliği, dünya işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar nezdinde bir sempati yaratmış ve bu ülkede egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın sesi, diğer ülkelerde de dünyayı değiştirebilecek gücün işçi sınıfı olduğu biçiminde bir yankı uyandırarak, emekçiler için, devrimi, çözülmek üzere gündeme gelmiş bir sorun haline getirmişti. Zaten, devrimle karşıdevrimi karşı karşıya getiren, bütün dünya burjuvazisini, kendi devletlerini de tehdit etmeye başlayan bu “heyula”ya karşı birleştiren de sosyalizmin yaygınlaşan prestiji değil miydi?
Dolayısıyla sosyalist hegemonyanın yaygınlaşması böyle iki sonuca yol açtı. İşçi ve emekçi sınıfların devrim için örgütlenme sürecini hızlandırdı, diğer yandan da burjuva kampı ve burjuva ideolojisinin hegemonik etkisini parçalayarak aydınların büyük çoğunluğunu etkisi altına aldı.
Böyle toplumsal çatışma dönemlerinde saflaşmaların hızlandığı, çelişkilerin derinleştiği daha önce de görülmüştü. 1848’de Fransa’da, o ana dek aristokrasiye karşı birlikte mücadele eden burjuvaziyle proletaryanın, burjuvazinin ihaneti sonucunda doğal kutuplarına çekildiği, proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı Haziran ayaklanmasından sonra da benzer bir süreç yaşandı. Ütopik sosyalistlerden bu yana yeni bir toplumsal düzene duyulan özlem, sosyalizm kavramıyla ifade ediliyor ve hemen hemen herkes kendisini sosyalist olarak tanımlıyordu. Engels, o yıl Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Barmen’deki polis komiseri de komünisttir. Burada Elberfeld’de mucizeler oluyor. Kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında üçüncü komünist toplantımızı yaptık. İlk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüsüne ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden dükkân sahiplerine kadar, bütün Elberfeld ve Barmen, proletarya dışında herkes toplantılarda temsil edildi.”
O koşullarda sosyalizm ve işçi sınıfı hareketi arasında organik bir ilişki henüz sağlanamamıştı ama sosyalistlerin propagandaları, Avrupa’nın bu altüst oluş döneminde birçok aydını, karşı bloğu parçalayarak etkisi altına almış; herkes sosyalist olduğunu söylemeye başlamıştı. Kuşkusuz sosyalizm talebinde bulunan tek tek herkesin kafasındaki sosyalizm birbirine benzemiyordu, pek azının sosyalizmden anladığı şey, Marksist teori ve işçi sınıfı mücadelesinin birliğinin üzerinde oluşmuştu ama bu kavram, genel olarak mevcut duruma duyulan hoşnutsuzluğun aritmetik toplamının oluşturduğu bir içerikle dolmuştu. Sosyalizm, o zaman için mevcut koşullardan kurtulma isteğinin ifadesiydi ve Marksist olmayanlar için, çoğu kere ütopik bir anlam yükleniyordu.
Proletaryanın sınıf mücadelesinin gelişmesine bağlı olarak ideolojik hegemonyanın güçlendiği ve bunun etkisiyle diğer toplumsal sınıf ve katmanlar arasında hoşnutsuzluğun yaygınlaştığı tarihsel dönüm noktalarında çoğunlukla böyle oldu; kutuplara doğru çekilme, ara tabakaların ve ara ideolojilerin çözülmesi ve iki sınıf arasındaki barikatın hiçbir muğlaklığa yer bırakmaksızın oldukça berrak bir biçimde ortaya çıkması gündeme geldi. Barikatın devrimci yanında olanların homojen bir anlayış birliği veya irade ortaklığında bulunması söz konusu değildi; ancak önemli olan, burada yer almanın taşıdığı anlamdı.
Sınıf mücadelesinin ivmesinin azaldığı ya da karşıdevrimin azgınca saldırıya geçerek henüz yeterince etkili bir güç haline gelemeyen muhalefeti sindirmeye başladığı zamanlarda ise, muhalif bir potansiyel taşıyan ara sınıflar sallanmaya, kaygan bir zeminde yürümeye başlar. Bu özellikleri nedeniyle de, bu tabakalar, egemen sınıfların hegemonik etkisi altında çok rahatlıkla tutulabilir ve muhalif özleri giderek silikleşir. Küçük burjuva, kendisini burjuvaziye daha yakın hisseder. Bu, kendisine sosyalistim demeye devam etse bile, pratikte böyledir. Küçük burjuva aydın, düzene organik olarak eklemlenip hâlâ bir “devlet memuru” haline gelmemişse, mevcut duruma duyduğu memnuniyetsizlik, kendisini işçi sınıfının politik programıyla ifade edemediği sürece en fazla, burjuva reformist akımların yedeğine düşer. Devletin reorganize edilerek güçlendirilmesi, kurumların ya da militarist aygıtların şurasının veya burasının düzeltilmesi gerektiğini mız mız bir şekilde savunmaya başlar. Her dönemin yükselen değerleri onun gözde değerleri haline gelir. Ama kimileri için de, Marksist terminoloji ve sosyalist kavramlar etkilerini henüz yitirmemişlerdir ve burjuvazinin ideologluğuna soyunduklarında, gerici tezlerini, bu kavramlardan ördükleri maskenin arkasında gizlemeye çalışırlar.
Birincilerin durumu oldukça vahimdir ve daha önce bazılarının adlarını andığımız aydınlar bu kategoriye girer. Bunlardan daha sonra söz etmek üzere, denebilir ki, ikinciler için, yani hâlâ Marksist-Leninist kavramları kullanarak teori yapanlar için, kuşkusuz en elverişli besi yeri, modern revizyonizm olmuştur. Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde birdenbire keşfedilerek kendisine karşı ideolojik cihat açılan “kişi kültü”, Stalin’e, öğretisine ve Sovyetler Birliği’ne yönelik karşıdevrimci kampanyanın motiflerinden biri haline getirildi. “Stalin diktatörlüğü”ne karşı açılan savaş, sosyalizm adına yapılıyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin çözülmeye başladığı ve kapitalist restorasyonun hızla ilerlediği uzunca bir süreç boyunca, bu ülkedeki her türlü karşıdevrimci reform da, sosyalizmin gelişmesinin bir göstergesi haline getirildi. Böylece proletaryanın ülkesi, emperyalist ideoloji tarafından içten içe kemirilmeye başlarken bunun doğal sonucu da, işlevlerini şimdiye dek işçi sınıfı teorisini sağlamlaştırmak, ideolojik mücadele yürütmek olarak belirleyen aydınlar vasıtasıyla proleter ideoloji ve teorinin yozlaştırılması, bozulması oldu. İşe Stalin’i karalamakla başlamışlardı ama çok geçmeden sosyalizmin bütün diğer değer ve kurumlarına eleştiriye kadar uzandı bu. Feyiz aldıkları ışık, Kruşçev ve Brejnev’den geliyordu ve tıpkı bu Kremlin’de oturan babaları gibi, revizyonist aydınlar da, kendilerinin ve Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğunda ısrarlıydılar. Bunlar, bir bakıma, Ekim Devrimi’yle etkisi sıfırlanan ve yaygınlaşması kesintiye uğratılan ikinci Enternasyonal’in Bernstein’cı ve Kautsky’ci teorilerini yeniden hortlatmaktaydı; dolayısıyla bu eski revizyonistlerin görüşleri modern revizyonistlerin eyleminde yeniden yaşam olanağı buldular.
Bu tahrip edici etki, sonuçlarını verdi. Rusya’da, kapitalizm açık açık ilan edilince kendi kafalarındaki Marksizm de “bunalıma girdi.” Gerçekte onların Marksizm’inin veya sosyalizminin, işçi sınıfının politikasıyla ve devrimci mücadeleyle hiçbir ilişkisi yoktu ya da tersinden bir ilişkisi, bu mücadele hakkında kuşkular uyandırmak, sosyalizm umudunu kırmak, işçi sınıfı hareketini iğdiş etmek amacını güden bir misyonerlik ilişkisi vardı. Bunalım, bu işlevin tamamlandığı, itici gücünü Moskova’dan alan modern revizyonizmin miadını tamamladığı anda patlak verdi. Marksizm’i içinden çökertmek için o kadar uğraşmışlardı ki, bu uğraş Marksizm’i değil ama bu aydınların kendilerini ve müritlerini iyice bunalttı. Belki sonradan yeniden ortaya çıkmak üzere, dinlenmeye alındılar.
YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN “SOSYALİZM’İ
Şimdi yeni bir süreç yaşanıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılmasından sonra, burjuva ideologlar, Marksist tarih anlayışını özetleyen “tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir” saptamasından hareketle, Sovyetler Birliği yıkıldığına, dolayısıyla sosyalizm öldüğüne göre sınıf mücadelesi de bitmiştir; öyleyse tarihin de sonuna gelinmiştir biçiminde tezler ileri sürüyorlar. Bu burjuva mantık, Yeni Dünya Düzeni şemsiyesi altında yeni bir kavramsal savaşın startını veriyor.
Bu kez yapılan, sadece kavramların içeriğini boşaltmak değil; aynı zamanda, bilinen en kaşarlanmış burjuvalar, devlet adamları, politikacılar bu kavramları, dillerine pelesenk etmek suretiyle, bitmiş bir savaştan sonra toplanan ganimetler gibi kendi dünyalarına ait kılıyorlar. Böylece, kendileri için eskiden ürkütücü olan terimler zararsız, içi boşaltılmış oyuncak silahlara dönüşüyor. Devrim, sosyalizm ve Marksizm sözcükleri son on yıldan beri mevcut Türkiye’yi ve kimi devlet yöneticilerini tarif etmek için kullanıldı. Bu el çabukluğunda birçok amaç var. Birincisi, devrimcilerden çalınan cephaneliğin tersine çevrilerek kullanılması, diğeri de işçi ve emekçi kesimlerde hâlâ yaygın bir sempati kaynağı olan sosyalizm hakkında düşünsel bulanıklık yaratılması.
Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin özelleştirilmesi gündeme geldiğinden beri, bunların birer sosyalist kurumlar olduğu ve sadece Türkiye’de yaşamaya devam ettikleri konusunda çıkarılan yaygaranın nedeni ise başka. Sanki devlet mülkiyetinde olan kurumlar, devletin hangi sınıfın elinde olduğu sorunundan bağımsız olarak her zaman sosyalizme ait bir uygulama olabilirmiş gibi bir yanılsama eşliğinde yürütülen kampanya, özelleştirmelere karşı çıkanlara yönelen karşıdevrimci propagandanın unsuru haline geldi.
Çünkü burjuvazi sosyalizmi ve sosyalistleri tarih öncesinden kalma dinozorlar, sosyalizmi savunanları da gerici olarak ilan etti. Özelleştirmelere karşı çıkan ya da kazanılmış sosyal hakların budanması karşısında sesini çıkaran herkes gericiydi, çünkü devletin küçültülmesine karşı çıkıyorlardı. Oysa devletin ekonomiden elini çekmesi bütün sosyal kazanımların artık, piyasaya çıkarılarak bir alışveriş ilişkisi kapsamına alınmasını savunmak gerekiyordu; ilerici ve devrimci tek seçenek onlara göre budur.
Kapitalizmi ve Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen (ortaya atıldığı andan itibaren inişe geçti) değerlerini savunanlar bu şekilde kendiliğinden ilerici ve çağdaş oluyorlar. Öyleyse bir kez Yeni Dünya Düzeni’nin ruhu kavrandı mı da, ondan sonra, burjuvazi için devrimcilikten, ilericilikten falan bahsedilmesinin hiçbir mahsuru yoktur. Çünkü kavramların yüklendikleri anlam değişmiş sayılmaktadır.
Bu yeni düzen öyle bir belkemiksizliği ifade etmektedir ki, sosyalizmin argümanlarının rahatlıkla piyasaya sürülebileceği, birer meta haline getirilebileceği sanılır.
Yeni Dünya Düzeni’nin aydınlarına gelince, onlar geçmişte, çekim gücüne karşı koyamayarak bir süre katıldıkları devrimci saflarda öğrendikleri üç beş kavramı, reklâm spotu yazarken kullanıyorlar. Bluejeans’ın ve Peugeot marka otomobilin devrimci olduğunu dünya âleme ilan ediyorlar. Marx’ın fotoğrafını uyduruk bir reklâm metnine fon olarak kullanmayı birikimlerinin göstergesi olarak lanse ediyorlar.
Reklâm metni yazmayanlar ise, muhalif mimiklerini yüzlerinde bir maske gibi taşımaya devam ediyorlar. Büyük basın tekellerinin en gözde köşe yazarları ya da sosyal bilimlerle ilgili fakültelerin en itibarlı, her devrin adamı oldukları için de kolay kolay mevki ve kürsü kaybetmeyen en istikrarlı “bilim adamları” onlar. Medyada, açık oturumlara ve politika tartışmalarına katıldıkları zaman, kendilerinden Marksist ya da sosyalist olarak bahsediliyor.
Ama görülüyor ki, bu “sosyalist” aydınlarla, geçmişte konjonktürün işçi sınıfı mücadelesinden yana olmaya zorladığı aydınlar arasında büyük farklar var. İkinciler, gelişen bir toplumsal dalganın etkisiyle işçi sınıfının yanında yürümeyi tercih etmişler, birikimlerini ve becerilerini bu mücadelenin hizmetine sunmuşlardı. Yeni Dünya Düzeni’nin sosyalistleri, ise döneme uygun olarak, “kabuk devlet”e karşı yönelttikleri eleştirinin içeriğini ise özelleştirme dalkavukluğu, sosyal hakları budama tellallığı yaparak dolduruyorlar. Mevcut durumu, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik olumsuz sonuçlar verecek olan ve bu kesimlerin her bakımdan daha fazla baskıya maruz kalmalarına yol açacak, yoksullaştıracak sosyal ve ekonomik önlemlerin bir an önce alınması perspektifiyle eleştiriyorlar. Ya da bazıları, her ikisi de devlet güdümlü olarak geliştirilen laik-şeriatçı kamplaşmasında laik yanda durmanın ilericilik, Marksistlik anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Oysa laiklik kavramına sosyalist bir perspektifle yaklaşılmadığında her iki durumda da kapitalist devlet savunuluyor. Bütün bunlardan olacak; 12 Eylül faşist cuntasının işbaşına getirdiği Turgut Özal, onun döneminde uygulanan politikalar nedeniyle Türkiye’nin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin hızlandığı, işçi ve emekçi sınıfların en hızlı yoksullaşma sürecine girdiği, cezaevlerinin devrimcilerle tıka basa doldurulduğu, Terörle Mücadele Yasası ucubesiyle kitle örgütlerinin kovuşturmaya uğradığı, komünistlere en acımasızca işkencelerin yapıldığı görmezlikten gelinerek devrimci sıfatına hak kazanıyor. Neyi devirdiği belli değil ama “aydın” kesimlerden, bu büyük “devrimci”nin peşine takılanların sayısı da az değil. Sağlığında önünde el-pençe divan duranlar, öldükten sonra da sadakatlerini dile getirmekten vazgeçmiyorlar. Doğrudur; çünkü Turgut Özal bir süreçtir ve bu süreç daha bitmemiştir. Bu yüzden kendi kendisini devrimci veya sosyalist ilan edenlere daha çok rastlanacaktır.
HANGİ SOSYALİSTLER, HANGİ DEVRİMCİLER
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseldiği, diğer alt sınıfların büyük bir kaynaşma içine girdiği dönemlerde sosyalizm ve işçi sınıfının politikası bütün bu kerimlerde canlı yankılar ve yanıtlar uyandırır. Böyle dönemlerde, proletarya partisi, devrimin motor gücü olarak muhalefeti yönlendirir ve kendi politik programını hayata geçirmek için bu kesimleri mevzilendirir.
Bu anlamda, devrimci komünist partinin yakın çeperinde hatta bünyesinde sosyalist teoriyi tümüyle özümsemeyen, ama bulundukları mevzi dolayısıyla kendilerini partinin politik programına yakın hissederek mücadele eden pek çok insan yer alabilir. Sınıflar apaçık bir biçimde karşı karşıya gelmiş, çelişki kesinleşmiştir.
Sosyalist kimlik, bu bakımdan tek tek insanların niyet ve kavrayışlarından bağımsız olarak genel bir anlam kazanır. Bu kimliği bağlayıcı olan, kimlik sahibinin politik örgütün programıyla olan ilişkisidir. Devrimin yükseliş dönemlerinde bu türden yönelimler çok hızlı veya olağandır ama görece bir dinginliğin yaşandığı zamanlarda da sosyalist kimlik edinmenin kıstası, ortalıkta sosyalistim diye dolaşarak sempati toplamaya çalışan tek tek ve yüzergezer aydınlar için de bundan çok farklı olmaz. İlk durumda, sadece bu sosyalist kimliğin turnusol kâğıdında verdiği rengin herkes tarafından aynı tonda görülmesi kolaylaşır. Diğer zamanlarda ise, gerçek kızıl tonun hangisi olduğunun anlaşılması herkes için aynı ölçüde kolay olmaz. Sosyalist kimliğin yorumunun birçok türünün olacağı yolunda bir iddiaya ikna olmaya hazır birçok insan vardır. Çünkü bu ikna sürecinde, söylenen bu türden sözlere tereddütle yaklaşılmasını sağlayan sosyal-siyasal bir atmosfer oluşmadığından, işçi sınıfının hatta ara sınıfların muğlâk konumlanışı yüzünden kavramın içeriği burjuva sızmalara açık hale gelebilir. Böylece bir kavramı burjuva anlamla doldurmak için koşullar uygundur. Proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşın, yani sınıf mücadelesinin kavramsal düzeyde de cereyan ettiği bir kez daha hatırlanırsa, sosyalist kimlik kavramının son zamanlardaki bu yozlaştırılma çabalarına karşı da bir sınıf mücadelesi verilmesi gerektiği anlaşılır. Sosyalist kimliğin devrimci-Marksist anlamdaki tanımının, her türlü saldırıya ve iyi ya da kötü niyetle yapılan yozlaştırılma çabalarına karşı korunması gerekiyor. Bunun için de ölçütlerin açıklık kazanmasına önem verilmelidir.
Lenin 1890’da yazdığı Din Üzerine başlıklı makalesinde şunları söyler: “Eğer bir papaz siyasal çalışmalarımıza katılmak üzere bize gelir ve partinin programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli olarak yürütürse, bu kimsenin sosyal demokratların saflarına katılmasına izin verilebilir.” Lenin daha sonra, bunun partinin değil papazın çelişkisi olduğunu ekler. Lenin’in seçtiği, uç bir örnektir belki ama papaz, parti saflarına katılmaya ve programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli yürütmeye başladığı andan itibaren komünistlerin arasında, dahası parti bünyesinde yer alır. Çünkü artık onun kimliğini belirleyen papazlığı değil, politik örgütün programına beslediği sadakat olmuştur.
Tartışma tersinden yapıldığında da, bugün Türkiye’de sık sık ortaya çıkıp kendilerinin sosyalist olduklarını iddia eden aydınların veya kimi küçük burjuvaların durumu için de aynı ilke açıklayıcı olacaktır. Papazın kimlik sorunuyla sosyalist etiket taşıyan aydının kimlik sorununun çözümü arasında hiçbir fark yoktur.
Sosyalist etiket, bir kez sahibi tarafından edinildi mi, yapıştırıldığı yere yerleşecek bir imaj olarak görülüyor. Oysa sosyalist olmak, bunu iddia eden kişinin bazı normlara sahip olmasını gerektirir. Kuşkusuz, sosyalizmin ölüp bittiğini yineleyip duran birçok “otorite”nin türediği ya da devlete avdet ederek sosyalizmi salvo ateşine tutmaya başlayanların çok olduğu günümüzde sosyalizmin lafzi telaffuzunun da bir önemi vardır. Ama gerçekten sosyalist olmak için, laftan daha fazla bir şeye, bunun pratik olarak da ifade edilmesine gerek vardır.
Bu, şu anlama gelmez: Sosyalist kimliğin edinilmesi çok zor, meşakkatli ve ağır bir süreçtir! Böyle bakıldığında, soruna, sosyalist ya da devrimci kimliğin tümüyle bireysel çabaya indirgendiği idealist bir perspektiften yaklaşılmış olacaktır. Tersine, sosyalist olmak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi karşısında alınan tavırla ölçülmelidir. Tek başına, uzun bireysel uğraşlar kazanılmış yoğun teorik birikim bunu sağlamaya yetmez. Kaldı ki bu birikimin bir sınırının olabileceği söylenemeyeceği için teorik donanımın iyi sosyalistin ayarım vereceği, en çok bilenin en iyi sosyalist olacağı da söylenemez.
Çünkü hangi düzeyde olursa olsun tek başına teorik donanım, eğer bu birikim, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmıyorsa kimseye kendiliğinden sosyalist bir kimlik edinme hakkı vermez. Oysa böylelerinin pek çok örneği vardır; masa başında, işçi sınıfının mücadelesine bağlanıp ona katkı sunmayan, politik bir perspektiften dolayısıyla yararlılıktan uzak teoriler üretip sosyalist olduklarını iddia eden aydınlar, bir kez üzerlerine yapıştırdıkları etiketin yaşam boyu kendilerini yalnız bırakmayacağını düşünürler; sosyalistlikleri kendilerine tapuludur ve bakidir.
Ama bunlara hemen eklemek gerekir ki, teorik birikimle desteklenmeyen bir eylemin de tek başına hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz. İşleri sadece entelektüel birikim edinmek olan aydınlara yönelik söylenenleri, sınıf mücadelesini bir teknik iş olarak görüp günlük pratik faaliyet içinde teoriyi küçümseyenler için de söylemek mümkündür. Teorik yetkinliğin sınırı yoktur ama bunun için çaba harcanılmaması da onaylanamaz. Bu, devrimci mücadeleyi bir teknisyen pratiğine indirger, teoriyle pratik arasındaki birliğin koparılmasına yol açar. Ne yazık ki, bu türden anlayışlara en az diğeri kadar sık rastlanmaktadır. “Sosyalist” aydın nasıl birikimini örgütlü sınıf mücadelesinin akış yönünde işlevlendirmeyi reddediyorsa, kimi zaman “sıkı” devrimcilerin de aynı idealist yaklaşımla teoriyi önemsemediği görülür. Gerçekte ise, bu iki tavrın birbirinden hiçbir farkı yoktur.
Öyleyse kavramlarımızın anlamlarını da; her türlü yozlaştırıcı etkiye, burjuvazinin ideolojik müdahalesine ve saldırılara karşı korumak zorundayız. İster, apaçık devlet yanlısı oldukları halde kendilerine sosyalist diyenler; isterse suya sabuna dokunmadıkları halde sosyalist etiketini kibirle taşımaya devam edenler ya da “sıkı” devrimci olduklarını iddia ettikleri halde teoriyi küçümseyerek birer dar pratikçi olarak kalmaya devam edenler karşısında sosyalist kimliğin bir tek anlamı olabileceğini; bu anlamın da işçi sınıfı mücadelesinin ve bu sınıfın politik programının yanında durmak ve teorik donanımı bu programı hayata geçirmek için kullanmak olduğunu savunmak gerekmektedir.
Orada burada tek tek aydınların kişisel uğraşlarının toplamından bile, dişe dokunur bir tek sosyalist eylemin ya da ürünün devşirilemeyeceği aslında deneylerle sabittir. Yıllardır, Türkiye’de, sosyalistlerin birliğini sağlamak için toplantı üstüne toplantı düzenleyenlerin, partiler kurmaya çalışanların aldığı sonuçlar bunu kanıtlıyor.
Ama diğer yandan, Lenin’in sözünü ettiği papaz, komünist parti safları içinde yer aldığında ne olacaktır. Hemen söylenebilir ki, papaz artık, papaz kimliğini kapıda bırakmış, sosyalist mücadele vermek amacıyla partiye katılmıştır ve onu, bundan sonra partinin politik programı bağlayacaktır.
Ama papaz için bu, bitmiş bir süreç değil yeni başlayan bir süreçtir. Bir bakıma, devrimin yanında işçi sınıfının politik örgütünde yer almış olması kişiye sosyalist kimliği sahiplenme olanağı verir. Ama bu yeterli değildir. Bundan sonra -yine papaz örneğini verelim- papazın, eski kimliğinden sadece biçimsel olarak değil, aynı zamanda esasta da kurtulması gerekir. Bu, parti saflarına katılan ya da sosyalist mücadelenin ihtiyacı olan herhangi bir mevzide savaşan bütün sosyalistler için de geçerlidir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, onu korumak için her gün yeniden üretilmeye ihtiyacı olan bir kimliktir ve bu, hiçbir iş yapmadan ahkâm kesmekten daha fazla şey gerektirir. Ama aktivistler için de yapılacak şey aynıdır; teori ile pratik arasındaki birliği (praksis) sağlamaya özen göstermek; her gün biraz daha yetkinleşmek.
İşçi sınıfı mücadelesinin sosyalizmle birleştiği tek düzey olan devrimci komünist örgüt, sosyalizm için verilen mücadelenin en önünde yürürken, aynı zamanda sosyalist kimliğin ana hatlarını olduğu kadar, ayrıntılarını da belirginleştirir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, politik örgüt önderliğinde gelişen işçi sınıfı mücadelesiyle ilişki içinde edinilen, kolektif bir çabanın ürünü olan bir varoluş düzeyini ifade eder.
Bu kıstas, sosyalizm adına bol keseden atanlardan, gerçek sosyalistleri ayırır; geriye kalan, bir biçimde kapitalizmi savunmaktır.
Kasım 1994