1994 5 Nisanı’nda burjuva sözcüler tarafından açıklanan ekonomik kararlar, bir bakıma bir kriz manifestosuydu. Ülke ekonomisinin gelişim dinamikleri, uluslararası ekonomik ilişkiler ve yine ülkede ve dünyada yaşanan politik gelişmeler tarafından belirlenen ve belirli bir sürecin sonucunda oluşan ve gelişen krizin doruk noktasıydı. Emperyalist şefler tarafından yapılan, krizden geçici olarak çıkış, en azından belirli bir süre nefes alma amaçlı planların burjuva usulüyle açıklanmasıydı. Emekçilere yapılan fedakârlık çağrılarında, krizden çıkışın tek yolunun malum kararların uygulanması olduğu sürekli yineleniyordu. Ama Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizden çıkışının kendi dinamikleriyle asla olanaklı olmadığı; üstelik örneğin dış borçlanma yoluyla elde edilebilecek “dış dinamiklerin” de düze çıkmak için yeterli olamayacağı Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında çeşitli vesilelerle ortaya konulmuştu. Bugüne kadar yaşanan süreç ve gelişmeler ve burjuvazinin bundan sonrasına yönelik plan ve yönelimleri bu tespitleri doğrulamıştır. Geçen dönem burjuvaziye kısmi bir rahatlama imkânı tanımamış, tersine onu sürekli ve şiddetli boğuntular içine sokmuştur. Ve yine yaşanan dönem ve bu dönem boyunca ortaya çıkan olgular ve ekonomik göstergeler 1995’te ekonomik hayatın ne biçimde yaşanacağı, bunun sınıf mücadelesine ne biçimlerde yansıyabileceği hakkında belirli bir fikir edinmemize yardımcı olabilecek niteliktedir.
İşçi sınıfı ve emekçilere yönelik bunca baskı, zor ve yaptırımlara, çizilen pembe tablolara rağmen, temel ekonomik göstergeler egemen sınıfların içinde bulunduğu ekonomik krizin atlatılması, kısmen de olsa istikrara kavuşması bir yana, giderek derinleştiğini gösteriyor. Kuşkusuz ki ekonomik veriler ve göstergeler, sınıflar mücadelesine nasıl yansıyacağı, ondan nasıl etkileneceği ve onu nasıl etkileyeceği konusunda doğrudan bir fikir sahibi olmamız ve öngörülerde bulunmamız bakımından yeterli veriler ve göstergeler değildir. Ama sınıf mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceği ve ne gibi biçimler alacağı, daha çok, iki ana sınıfın ekonomiyle politika arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağına bağlıdır. Bu açıdan bizim bu çalışmamızda genel bir dökümünü yapacağımız veriler, tek başına ele alındığında anlamlı değildir. Burjuvazinin bizzat kendi verileri tarafından doğrulanan derinleşen ekonomik kriz, elbette işçi sınıfı hareketinin gelişimi ve ilerleyişi açısından bir olanaktır. Ama aynı olanağa burjuvazinin de sahip olduğu asla unutulmaması gereken bir şeydir. Bu yüzden burada kısa bir dökümü yapılan veriler bu temel bakış açısı gözetilerek değerlendirilmelidir. Bahsedilen ekonomik göstergeler genel bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunda şu şekilde ortaya koyulabilir.
KRİZ DERİNLEŞİYOR
•Enflasyon: Neredeyse hükümet kuran her burjuva siyasal partinin ya da partilerin işbaşına gelmeden önce, kendisini “enflasyonla mücadele erbabı” olarak gösterdiği bilinir. Ve söz konusu olan hangi hükümet olursa olsun enflasyonun aşağılara çekilmesinin ancak kendi icraatlarıyla mümkün olacağını açıklarlar daima. Aynı iddialar SHP-DYP hükümetleri tarafından da sürekli olarak dile getirilmişti. Ancak bir devlet kuruluşu olan DİE’nin açıklamasına göre cumhuriyet tarihinin en büyük fiyat artışı 1994’te gerçekleşti. Fiyatlar; toptan eşyada % 149,6 artarken, tüketici fiyatlarındaki artış % 125,5 oldu. Zorunlu tüketim malı niteliğindeki temel gıda maddelerindeki fiyat artışı ise % 200-300’ü buldu.
•Bütçe: Ulusal gelirin bir bölümünün egemen sınıflar lehine yeniden paylaşılmasının bir aracı olan devlet bütçesinin 1995 yılı tahmini geliri 1.127 katrilyon, gideri, 1.336 katrilyon liradır. Bütçe rakamlarına göre 109 trilyon açık verilecek. Hükümet kaynakları açığın yılsonunda 200 trilyonu bulabileceğini ileri sürerken, TÜSİAD, TİSK gibi sermaye örgütleri açığın 300 trilyonun üzerinde, hükümetin seçim ekonomisi izlemesi durumunda bu açığın daha fazla olacağını belirtiyorlar.
Bundan öncekilerde olduğu gibi ’95 bütçesinde de en büyük pay işçi sınıfı ve emekçileri baskı altında tutmanın bir aracı olan devlet aygıtına ayrılmıştır. Kültür, eğitim, sağlık gibi alanlara ayrılan pay önceki yıllara göre azalırken; örtülü ödenek ve fonlardan ayrılanlar hariç, bütçenin önemli bir kısmı ordu, polis gibi baskı kurumlarının a paylarına gitmiştir.
Bütçe gelirlerinde ise durum tam tersidir. Tekelci sermayenin üzerindeki yükler azaltılırken, dolaylı, dolaysız vergiler, fonlar ve zamlarla işçi ve emekçilerin üzerindeki yükler artırıldı. Bütçeye ek olarak ocak sonlarında IMF’ye verilen niyet mektubuyla işçi ve emekçilerin sırtına 150 trilyonluk ek bir yük daha bindirildi.
•Borçlar: Para basma ve vergi gelirlerinin yanında önemli gelirlerden biri olan devlet borçlarına gelince, ’94 yılsonu rakamlarına göre Türkiye’nin 67,3 milyar dolar dış, 600 trilyon lira da iç borcu bulunuyor.
•GSMH: Yıllık veya üç aylık dönemler, itibariyle DİE tarafından yayınlanan ve ekonominin performansını ölçmek için kullanılan kapsamlı göstergelerden biri, gayri safi milli hâsılanın (GSMH) büyüme oranıdır.
1994 yılında, enflasyonda olduğu gibi, -8,6 büyüme hızı ile de cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı. 1940 yılındaki savaş koşulları hariç ekonomide bu düzeyde bir küçülme yaşanmamıştı. 1940 yılında İkinci Paylaşım Savaşı nedeniyle savaşa girilmemesine karşılık genç erkeklerin askere alınıp üretimden alıkonulmasıyla % 4’lük bir küçülme yaşanmıştı. Bugün de devam eden bir savaş ve bu savaşa akıtılan trilyonlar küçülmenin esas nedeni sayılmasa bile önemli nedenlerinden biri olarak görülebilir.
DİE’nin açıklamasına göre 1994’ün ilk iki çeyreğinde % 10,3 oranında gerileyen GSMH 3. çeyrekte de sabit rakamlarla % 8,6 geriledi.
GSMH (sabit rakamlarla %)
1993 1994
1. Çeyrek 4,5 3,5
2. Çeyrek 10,5 -10,3
3. Çeyrek 6,6 8,6
4. Çeyrek 7,7 -4,8
Sektörler bazında ise; 1994’ün 3. çeyreğinde tarım % 5,1, sanayi üretimi % 8,3, inşaat % 0,3, ticaret % 9,8, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri % 9,8 oranında geriledi.
’94’ün ilk dokuz ayında devletin tüketim harcamaları bir önceki yılın aynı dönemine göre sadece binde 5 gerilerken, yatırım harcamalarındaki gerileme % 38 oldu.
Küçülme ve enflasyonda rekor yılı olan ’94, kamu yatırımlarında olduğu gibi teşvikli yatırımlarda da korkunç boyutta bir reel gerilemenin yaşandığı yıl oldu. Söz konusu yatırımlarda % 59 dolayında reel bir düşüş gözlendi.
Hazine Müsteşarlığının verilerine göre ’93 yılında 229 trilyon 248 milyar liralık yatırım teşviki, ’94 yılında yüzde 8,9 oranında gerilemeyle 208 trilyon 861,7 milyar olarak gerçekleşti.
Geçen yıl on iki aylık ortalamalara göre % 120,7 olarak gerçekleşen toptan eşya fiyat artışı dikkate alındığında teşvikli yatırımlardaki reel gerileme % 58,7’dir. Diğer bir anlatımla ’93 yılındaki yatırım tutarı 100 kabul edilirse, bu tutar ’94’te reel olarak 41,3 düzeyinde kalmıştır. Özellikle sanayinin belkemiği olan imalat sanayi yatırımları % 21,4’lük cari gerileme ile 125 trilyon 11 milyar liraya inmiştir. Bu alandaki yatırımlarda yaşanan reel düşüş ise % 64 olmuştur.
Teşvikli yatırımlardaki bu gerileme bir anlamda devletin yanı sıra özel sektörün de yeni yatırımlar yapmak yerine rantiyeye yöneldiğini gösteriyor.
Ekonomi, gelişmiş ülkelerle değil, yarı-sömürge ülkelerle kıyaslansa bile, Türkiye’nin 1994 yılında yaşadığı olumsuzluk daha açık bir şekilde görülecektir. Tabloda da görüldüğü gibi yarı-sömürge ülkelerde 1994 yıllarında ekonomide olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Büyüme oranlarında olduğu gibi enflasyonda da Türkiye ile aralarında büyük farklılıklar vardır.
Türkiye ve bazı ülke ekonomilerindeki gelişme (1994)
Milli Gelir Sanayi Üretimi Sanayi Üretimi
Türkiye -5 -8,6 149,6
Yunanistan 0,7 4,2 11,1
Malezya 8,1 13,2 3,6
Singapur 10,2 13,6 4,0
G. Kore 8,1 15,0 5,7
Arjantin 4,5 2,7 3,4
Macaristan 1,0 13,5 19,5
Polonya 4,3 16,7 36,1
Kaynak: The Economist
1995 yılı bütçe rakamlarına göre hükümet 1995 yılında % 4,4 oranında bir büyümeyi öngörüyor. Kaldı ki hükümet dâhil ekonomiyle ilgilenen herkes yılın ilk çeyreğinde daralmanın süreceği, canlanmanın ancak 2. ve 3. çeyrekte başlayabileceği konusunda hemfikirler. Bu durumda hükümetin belirlediği hedefe ulaşabilmesi hiç de mümkün görünmüyor. Kaldı ki tabloda görüldüğü gibi bu oranda bir büyüme gerçekleşse dahi, 1993 seviyesinin altında kalınacaktır.
•Ulusal gelir: Gayri safı milli hâsıla kapitalist ekonomide belirli bir zaman diliminde yaratılan yeni değeri cisimleştirir. Yine kapitalist ekonomilerde ulusal gelir, sömürücülerin yararına dağıtılır. Yüksek Planlama Kurulu’nun makro ekonomik hedeflere ilişkin olarak yayınladığı verilere göre Türkiye ekonomisindeki reel küçülme ve döviz fiyatlarındaki hızlı artış nedeniyle kişi başına düşen milli gelirin, bu yıl 700 dolardan fazla gerileyerek 2.202 dolara düşeceği tahmin ediliyor. Gelir dağılımındaki korkunç uçurum da göz önüne alındığında işçi ve emekçilerin ne derece yoksullaştığı görülebiliyor. Hükümetin ’95 yılı sonu hedefi 2.254 dolardır.
Dönemler 1992 1993 1994 1995(T)
(1993-100)
1. Çeyrek 94,9 100 103,5 99,0
2. Çeyrek 90,0 100 89,4 95,0
3. Çeyrek 93,4 100 94,6 97,8
4. Çeyrek 93,5 100 97 T 99,0
Yılın Tümü 92,9 100 94,6 97,8
Bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ulusal gelir dağılımı; ulusal geliri yaratan işçiler ve köylülerin değil üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yapılır. Emekçi sınıflar tarafından yaratılan yeni değerin büyük kısmına bir avuç sömürücü sınıflar tarafından el konulurken çok azı emekçi sınıflara kalır.
Devam eden savaşın maliyeti (1994 rakamlarına göre/trilyon)
O. Hal tazminatı 11,4
Silah taşıma tazminatı 14,4
Geçici köy korucuları 5,4
Helikopterlere ödenen 121,6
Helikopter uçuş maliyeti 35,8
Savaş uçak. sorti maliyeti 34,4
Yedek parça 30
Cephane 12
Toplam 445
•Sanayi üretimi: Üçer aylık dönemler halinde yayınlanan DİE verilerine göre 1994 yılı 3. döneminde (Temmuz, Ağustos, Eylül) bir önceki yıla göre % 8,7 oranında geriledi. Sektörler itibariyle üretim, imalat sanayisinde % 12,0, mensucat sanayisinde % 10,4, makine sanayisinde % 33,6 oranında gerilemiştir.
DİE verileri kamu sektörleri açısından incelendiğinde, kamuda enerji ve makine sanayi üretimi hariç tüm sektörlerde gerileme yaşanmıştır.
Özel sektördeki gerilemeler ise kamuya göre daha fazladır. Özelde, toplam sanayi üretiminde % 16,7, imalat sanayisinde ise % 17,1 oranında üretim düşüşü olmuştur. Üretim azalması bazı kimya sanayi ürünleri ve gübre çeşitlerinde % 40’ı bulurken, otomotiv sektöründe ise türlerine göre üretim azalması % 37 ile 65 arasındadır.
Sanayideki üretim düzeyinin bir göstergesi olan kapasite kullanım oranı, ekonomideki mevcut durumu yansıtmasının yanında ekonominin geleceği içinde belirli ipuçları verir.
5 Nisan Kararları’ndan sonra önemli düşüş gösteren kapasite kullanım oranlarının düşüşü devam ediyor. 1994 Ekim ayı rakamlarına göre kapasite kullanım oranları imalat sanayisinde % 66,4, metal ana sanayisinde % 60,8, metal eşya ve teçhizat sektöründe % 59,7 oranındadır.
TEKELCİ SERMAYENİN AÇMAZLARI:
Ulusa Sesleniş Programı’nda ’95’in iyi, ’96’nın daha iyi, ondan sonraki yılların çok çok daha iyi olacağını iddia eden Çiller; Demirel’in “taviz vermeden uygulansın” dediği ’95 hedeflerini şöyle açıklıyor:
Enflasyon ’95 yılı sonu itibariyle % 22,5 olacak, ihracat 19,5, ithalat 27 milyar dolar, dış ticaret açığı 6,5 milyar dolar. Büyüme hızı % 4,4 olacak, kamu harcamaları % 25,4’e düşürülecek, kamu gelirleri ise % 20,3’e yükseltilecek. Cari işlemler fazlası 250 milyon dolar civarında kalacak. Dolar yılsonunda 42 bin lira düzeyinde olacak.
Tekelci sermayenin sözcülerinden TİSK Başkanı Refik Baydur ise isteklerini şöyle sıralıyor: Devlet ekonomide yönetici ve yönlendirici olmaktan süratle çıkmalı, düzenleyici bir yapıya kavuşturulmalı, özelleştirme taviz verilmeden gerçekleştirilmelidir. Özelleştirme söz konusu olmasa dahi kamuda aşırı istihdamın daraltılmasına gidilmeli, ücretlerin enflasyona göre belirlenmesinden vazgeçilmeli, sosyal haklar kaldırılmalı, sendikalar piyasa disiplinine uymalı, ekonomik-sosyal konsey kurulmalıdır.
Yukarıdaki veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde 1994 yılının ekonomik panoramasının son derece kötü olduğu ve ’95’e büyük sorunlarla girildiği görülüyor. Ocak ’94’te yaşanan, kriz, ardından gelen 5 Nisan Kararları; ekonomide küçülme, üretimde gerileme, yatırımların durdurulması, tarımda destekleme alımlarından vazgeçilmesi ve sübvansiyonların kaldırılması, yüksek enflasyon, ticari yaşamda tıkanıklık, orta ve küçük boy işletmelerden birçoğunun kapanması, bir milyona yakın işçinin işten çıkarılması, işsizliğin artması, işçi ve memur ücretlerinin dondurulması, toplusözleşmelerin askıya alınması, emekçilerin alım gücünün düşürülmesi, vb… İşte ’94 yılının ekonomik panoraması.
Bu bağlamda, IMF, Dünya Bankası, TÜSİAD, TİSK ve TOBB’un programı olan 5 Nisan Kararları’nın Türkiye’nin dış borç, anapara ve faiz ödemelerinin aksamadan ödenmesinde, tekelci sermayenin yağmasının sürmesinde, ücretlerin düşürülmesinde, bir milyon işçinin çıkarılmasında başarılı olduğu, ancak, iddia ettikleri gibi ekonomik krizin atlatılmasında beklenen sonucu vermediği görülüyor.
’94 yılı panoramasına bakıldığında egemen sınıfların ’95 yılı için belirledikleri hedefleri gerçekleştirmelerinin mümkün değil, olanaksız olduğunu söylemek daha gerçekçi olacaktır. Bütçeden çok, bir borç ödeme planını andıran ’95 yılı bütçesinde tümüyle “cekli-caklı” olarak belirlenen hedefler, gerçekçi olmadığı gibi kâğıt üzerinde kalmaya da mahkûmdur.
Üretimi artırma yolu yerine belki çok kısa sürede etkisi görülebilen ancak uzun vadede enflasyonu daha fazla körükleyecek olan üretimsizliği ve talebi kısmayı tercih eden hükümetin, enflasyonu belirlediği oranda düşüremeyeceği ve bunun bir hayali rakam olduğu ocak ayı enflasyon rakamlarının açıklanmasıyla ortaya çıkmış oldu. DİE’nin açıklamalarına Ocak ayında geçen yıla göre toptan eşyada yüzde 156,8, tüketici fiyatlarında ise %130,6 oranında bir artış gerçekleşti.
Hükümetin sürekli artma eğilimi gösteren enflasyon rakamını, ’95 sonu itibariyle %22,5 olarak belirlemesi inandırıcılıktan uzak olmasının yanında, esasen işçi ve memur ücretlerine “sıfır ücret zammı” veya son derece düşük oranda bir artışı sağlamaya yönelik bir tespit olarak görmek gerekiyor. TÜSİAD, TİSK ve ekonomi çevreleri bütçede öngörülen programın ek yaptırımlarla takviye edilerek tavizsiz uygulanması durumunda dahi en iyimser tahminle enflasyonun yılsonunda % 80 ile 100 arasında gerçekleşebileceğini belirtiyorlar.
Egemen sınıfların, ’95 ve daha sonraki yılları da etkileyecek olan ekonomik krizi atlatabilmesi, en azından hafifletebilmesi, diğer şeylerin yanı sıra başlıca dört alanda kendi lehine olumlu gelişmeleri gerçekleştirmesine bağlıdır. Bunlardan birincisi Kürt sorunu, ikincisi dış ve iç borçlar, üçüncüsü özelleştirme, dördüncüsü ve en önemlisi yükselme eğilimindeki işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırmak. Bu alanlarda ilerleme kaydedemediği sürece, kriz, atlatılması bir yana, daha da derinleşecektir. Burada bunun temel nedenleri üzerinde kısa da olsa durmak gerekiyor. Türkiye ekonomisinin krizi aşabilmede belirli bir mesafe kaydedebilmesi için en azından temel sektörlerde belirli oranda sağlıklı bir gelişime ve bunun içinde üretken yatırımlara yönelebilmesi gerekiyor. Ancak, verilerin de ortaya koyduğu gibi üretken yatırımlara yönelebilecek temel gelirler, bu alana akabilme imkânı bulamıyor. Tersine, temel olarak Kürt savaşının verilerinden görülebileceği gibi sürekli olarak egemenlik savaşına akıtılıyor. Bu durumda ne dilencilik kazançlarının ne de özelleştirme mücadelelerinde sağlanabilecek ilerlemelere bağlı olarak elde edilebilecek olan gelirlerin burjuvazinin sorunlarını kısmen de olsa çözebilecek olan biçimlerde değerlendirilmesi mümkündür.
KÜRT SAVAŞI’NIN MALİYETİ
Kürt savaşı devam ettiği sürece burjuva devletinin gelirlerinin büyük kısmı kaçınılmaz olarak savaşa akacaktır. 1995 yılı bütçesinde personel harcamalarına ayrılan para sadece 345 trilyon dolayında olurken Kürt illerinde sürdürülen savaşa harcanan para 445 trilyondur ve bu rakamın ’95 yılı içinde ikiye katlanacağı tahmin ediliyor. Rakamların ikiye katlanması durumunda ’95 bütçesinin yaklaşık % 80’i savaş harcamalarına gidecektir. Bir karşılaştırma yapacak olursak bu rakam, devletin ’95 yılında toplayacağı 880 trilyon liralık vergi gelirlerinden daha fazladır.
Bu durumda devlet bir yanda sadece borçlarını ödemek için değil savaşı sürdürmek için de yeniden dış borç bulmak zorunda kalırken diğer yandan da işçi ve emekçilere yönelik ek yaptırımlara gidecektir. Daha yılın başında olunmasına karşın genelkurmay başkanı ek bütçe hazırlanması için hükümete direktifini verdi, savunma bakanlığını harekete geçirdi.
Genelkurmay’dan aldığı talimatla harekete geçen savunma bakanı Gölhan; 1994 yılında parasızlık yüzünden birçok projenin gerçekleşmediğini ileri sürerek Savunma Sanayi Fonu’na yapılan kesintilerin artırılmasını istedi. Gölhan’a göre; her türlü alkollü içki, ispirto ve tütün mamulleri ithalatında veya imalatçılar tarafından tesliminde alınan fon payını yüzde 10’a çıkarılması, ithal edilecek malların CIF değerinin yüzde 4’ü oranında fon kesintisinin yapılması, Gelir ve Kurumlar Vergisi üzerinden alınan yüzde 5’lik fon payının yüzde 8’e çıkarılması savaşın sürdürülebilmesi için zorunludur.
DIŞ VE İÇ BORÇLAR
Hükümetin önemli sıkıntılarından biri de kapitalist devlet bütçesinin temel kaynaklarından birisi olan iç ve dış borçların kartopu gibi büyüyor olmasıdır. Bütçede öngörülen cari ve personel harcamalarının belirlenen hedefi aşması kaçınılmaz olarak görülüyor. Zira daha fazla kısıntıya gidilmesinin olanağı hemen hemen yoktur. Bu durum, ister istemez bütçe açığını artıracak, dolayısıyla hükümet, para basma ve daha fazla borçlanma gibi bir kısır döngü içine girecektir. Hükümet açısından üçüncü bir yol ise borçların ertelenmesi, diğer bir anlatımla konsolidasyona gitmesidir.
KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR
(GSMH/Kişi)
1990 2650 Dolar
1991 2571 “
1992 2622 “
1993 2900 “
1994 2202 “
Dış ve iç borçların ödenebilmesi esas olarak gelirlerin artırılmasına ve yeni yeni borçlanmalara gidilmesine bağlıdır. 1994 yılındaki ekonomik durgunluk ve ek vergiler nedeniyle, 1995’te gelir ve kurumlar vergisi ve KDV gelirleri azalacaktır. Gümrük Birliği nedeniyle kaldırılacak vergi ve fonlar yüzünden de devletin en büyük geliri olan vergiler reel olarak düşecektir. Bu bakımdan ’95 bütçesinde yer alan 880 trilyonluk vergi geliri hedefine ulaşabilmede tek yol kalıyor işçi ve memurlar üzerindeki vergileri artırmak, ek vergiler koymak ve fonları yükseltmek.
• Dış borç: Türkiye’nin toplam 67,3 milyar dolarlık dış borcu bulunuyor. 8 milyar 332 milyon doları anapara, 3 milyar 319 milyon doları faiz olmak üzere 1995 yılı içinde toplam 11,6 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacaktır. Bu rakama orta ve uzun vadeli dış borç stokuna dâhil edilen kredi mektuplu döviz tevdiat hesaplarına ilişkin olarak yapılacak faiz ve anapara ödemeleri dâhil bulunmuyor.
Bu yıl ödenecek dış borcun önemli kısmı ikili anlaşmalarla alınan dış borçlardır. Bunun 6 milyar 666 milyon dolarlık bölümü OECD, OPEC, Doğu Avrupa ve diğer ülkelere, diğer uluslararası kuruluşlara yapılacak ödeme tutarı ise 1 milyar 754 milyon dolardır.
7,5 aydır dış borç ödemesi yapmayan hükümetin dış borçlan aksatmadan ödemesi için yaklaşık 4,5–5 milyar dolar yeni dış kaynak bulması gerekiyor.
Kredi notu düşmüş olan Türkiye’nin yeniden borçlanabilmesi emperyalist kuruluşlara çok yüksek bedeller ödemesine ve IMF Programını hiç eksiksiz uygulamasına bağlıdır.
Hükümet dışarıdan borç bulamaz ise bunu iç kaynaklardan sağlamaya yönelecek ki bunun anlamı ’94’teki daralma, katlanarak tekrarlanacak demektir.
İşçi sınıfı ve emekçilere bir saldırı paketi olan 5 Nisan Kararları eksiksiz uygulanmadığı sürece ne IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları gereği performans kredileri gelecek ne de IMF gerekli sinyalleri vermeyeceği için uluslararası piyasalardan para bulunamayacaktır.
• İç borç: Bugün uygulanan 5 Nisan Kararlarının en zayıf noktası iç borçlanmalardır.
İç borç anapara ve faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı sürekli yükseliyor. 1993 yılında yüzde 104,5 olan oran, alınan bunca tedbire karşın ’94 yılında yüzde 115,4’e kadar yükseldi. ’95 yılında bu oranın daha da yükselmesi kaçınılmazdır. O nedenle hükümet daha şimdiden yeni paketler açmaya, makasın daha da açılmasını önlemeye çalışıyor.
600 trilyon lirayı aşan iç borcun yılsonuna doğru 860 trilyona, bazı hesaplamalara göre ise 1 katrilyon 200 trilyona ulaşması bekleniyor. Özellikle ilk üç ay içinde yoğun bir iç borç ödemesi trafiği yaşanacaktır. 140’ı Ocak, 114’ü Şubat ve 111’i Mart ayında olmak üzere hükümet, ilk üç ayda toplam 365 trilyonluk bir iç borç ödemesi yapacak. Bunlara bir de 700 bin kamu işçisinin toplusözleşmesinin ikinci yıl ikinci dilim zamlarının faizleriyle birlikte ödenmesi eklendiğinde hükümet ya para basacak veya daha yüksek faizle yeni iç borçlanmalara gidecektir. Birincisi enflasyonu diğeri iç borçlanmaları artıracaktır. Her iki durum da hükümetin handikabıdır.
Çizilen pembe tablolar, ekonominin önemli sorunlarından olan ve geometrik şekilde artan iç borçlar, bütçe üzerindeki yıllık borç yükünün büyüklüğünü gizlemeye yetmiyor. Son yıllarda özellikle ’94 yılının kısa vadeli ve yüksek faizli bono ihracının artması, her yıl borç anapara ve faiz ödemesi, neredeyse borç stokuna eşit duruma gelmiştir.
Son günlerde kamuoyunda iç borç sarmalından çıkamayan hükümetin, borçların ertelenmesi, hatta bir ölçüde ödemekten kaçınma anlamına gelen konsolidasyona gidip gitmeyeceği tartışılmaya başlandı. İki tarafı keskin bıçak olan konsolidasyona gitmenin, geminin karaya oturduğunu ilan etmekle eş anlamlı olduğunun bilincinde olan hükümet çevreleri ise, bu söylentileri yalanlamaya çalışıyorlar ve son zamanlarda faizlerin yüksekliği nedeniyle para satamayan bankaların zorunlu olarak devlet bonoları almaya yönelmelerini, konsolidasyon söylentilerini yalanlamada malzeme olarak kullanıyorlar.
Ancak sadece borç ödemesinde değil, satın aldığı hizmetlerin karşılığını ödememeyi de alışkanlık haline getiren, otoyolculardan eczacılara kadar her alanda binlerce kişiye borcu bulunan hükümetin, en geç 200 trilyon liralık ödemenin yapılacağı nisan ayında, konsolidasyona gitmesine de şaşmamak gerek. Hükümeti belli süre borç ödeme baskısından kurtarabilecek olan böyle bir operasyon, bunun yanında, içte ve dışta güveni sarsacağı, yeniden borçlanabilme şartlarını zorlaştıracağı gibi bazı finans kurumlarının çökmesine de yol açacaktır.
• Özelleştirme: Egemen sınıflar tarafından son yıllarda hemen hemen tüm sorunların çözümünde özelleştirme, bir anahtar, olmazsa olmaz bir koşul olarak gösteriliyor ve özelleştirme yapıldığında enflasyonun düşeceği, işsizlik sorununun ortadan kalkacağı, KİT açıkları ortadan kalktığından o paranın halkın ihtiyaçlarına harcanacağı vb. safsatalarla kamuoyu özelleştirmeye koşullandırılıyor.
Yeni dünya düzeninin dünya proletaryasına ve emekçi halklarına yönelik saldırılarının önemli bir parçası olan özelleştirmenin, ekonomide sıkça yaşanan kramplara bir ilaç olabilmesinin olanaksızlığı yeterince açıktır. Bu, özelleştirme gelirlerinin önemli bir bölümünün özelleştirme gideri olarak harcanmasından bile kolayca görülebilir. Yaşanan koşullarda burjuvazinin, özelleştirme mücadelelerini kriz ortamından yararlanarak kendi lehine siyasal sonuçlarla değerlendirmek istediği ve planlarını daha çok bu yönde yaptığı olaylar ve süreçler tarafından kanıtlanmaktadır. İşçi sınıfının ve emekçi halkın tarihsel kazanımlarının yok edilmesi; sigorta, sendika, sağlık ve eğitim hizmetleri gibi temel hakların budanması; işsizler ordusunun büyütülmesi ve bunun işçi ücretleri aleyhine kullanılması vb. özelleştirme mücadelelerinde burjuvazinin temel amaçları arasında yer almaktadır. Bunun yanında mülkiyetinde bir örgüt biçimi olduğunu düşündüğümüzde, burjuvazinin ve burjuva devletin en kötü örgütlendiği KİT’leri sözde işçi sınıfına devrederek, toplumsal etkinlik içindeki öncülüğünü giderek daha çok hissettirmekte olan proletaryanın gözden düşürülmesi ve yıpratılması çabasına yöneldiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde özelleştirme mücadelelerinin sertleşen biçimler alacağı ve burjuvazinin özelleştirme planlarının ne ölçüde gerçekleşeceğinin tamamen işçi sınıfının tutumuna bağlı olduğu kesindir. Öyleyse, özelleştirme mücadelelerinde alınacak tutum, işçi sınıfı açısından mevzileri tutmayı belirleyeceği gibi, “krizin faturası patronlara” şiarının gerçekleşmesinde de önemli bir yer tutacaktır.
BURJUVAZİNİN TEK SEÇENEĞİ EMEKÇİLERE SALDIRIDIR
Temel ekonomik gösterge ve gelişmeler burjuvazi açısından ’95’in, ’94 yılından daha kötü geçeceğini gösteriyor. Sermaye ve egemen sınıfların; şu veya bu yöneticinin iyi veya kötü yönetiminden değil doğrudan kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan ekonomik krizi atlatabilmesi veya hafifletebilmesinin belirtileri dahi görülmüyor; tersine bütün veriler, krizin derinleşeceğine işaret ediyor.
Yukarıdaki veriler değerlendirildiğinde burjuvazinin tam anlamıyla kısır bir döngü içinde, kımıldadıkça bataklığa biraz daha gömüldüğü tespitini yapmak hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bu bağlamda egemen sınıfların ekonomik krizden “çıkış” için, diğer bir anlatımla faturanın bütünüyle emekçi sınıflara kesilmesi için, her zaman olduğu gibi başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilere saldırmaktan, yeni yeni yaptırımlar uygulamaktan başka seçeneği yoktur.
Tümüyle Türkiye egemen sınıflarının iradesine bağlı olmayan, daha çok IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluş ve odakların baskısı ve dayatması sonucu sürdürülecek ekonomik saldırıların boyutu hiç şüphesiz salt bununla sınırlı kalmayıp ideolojik, siyasi, kültürel, polisiye, askeri saldırıları da kapsayan ve hayatın bütün alanlarında yürütülen bir saldırı olacaktır. 5 Nisan Kararları ve ’95 Bütçesi’ne ek olarak IMF direktifleri doğrultusunda hazırlanan ikinci saldırı paketi, gümrük birliğine giriş için emperyalistlere verilen sınırsız ödünlerin yanı sıra, memurların 20 Aralık genel grevi sonrası başlatılan soruşturma ve sürgünler, kurultaycılara gözaltı ve tutuklamalar, Gayrettepe’deki köpekli saldırı, sendikacılara yönelik silahlı, silahsız saldırılar vb. bunun ilk örnekleridir. Bu saldırıların artarak süreceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.
Gümrük birliğine girebilmek, yeni borç para bulabilmek için emperyalizme bağımlılığı pekiştirecek yeni yeni anlaşmalar imzalayacak, emperyalistlere olan borçların aksatılmadan ödenmesi, işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarının azalmaması için ne gerekiyorsa ve ne pahasına olursa olsun yapmaya çalışacak olan hükümetin hazırladığı ’95 Bütçesi ve Program hedeflerinde işçi sınıfı ve emekçilere yöneltilecek saldırıların esas olarak hangi alanlarda yoğunlaşacağı belirtilmiştir. Buna göre aynen ’94’te olduğu gibi yoğun işçi çıkarımı, çıkartılan işçilerin tazminatlarının geç ödenmesi veya karşılığında uzun vadeli Devlet Tahvili verilmesi, ücret ve maaşların dondurulması, ikramiyelerin kaldırılması veya ’94’te olduğu gibi erken ödeme yapılarak trilyonlara el konulması düşünülüyor. Başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal harcamaların kısıtlanması ve paralı hale getirilmesi planlanıyor. Tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması ve tarım girdilerine büyük oranlı zamların yapılması kararlaştırılıyor. ’94’de olduğu gibi işçilerin sendikal haklarının kısıtlanmasının, toplusözleşmelerin askıya alınmasının, toplusözleşmelerdeki sosyal hakların kaldırılmasının, Mart’ta başlayacak toplusözleşme görüşmelerinde “sıfır zam veya işten çıkarılma” dayatılmasının, kamu emekçilerine grevsiz toplusözleşmesiz “sendika” hakkının tanınmasının hesapları yapılıyor.
SONUÇ
Açıktır ki, ekonomik krizin faturasının işçi sınıfı ve emekçilere kesilebilmesini, alınan ve alınacak önlemlere karşın, egemen sınıfların battıkları bataklıktan çıkıp çıkamayacaklarını, hiç şüphesiz işçi sınıfı ve emekçilerin bu saldırılara karşı takınacağı tutum belirleyecektir.
Kamu emekçilerinin grevsiz, toplusözleşmesiz bir sendikaya, 700 bin işçinin “sıfır zam”ma hayır diyeceği, yüz binlerce işçi ve emekçinin işini kaybedeceği özelleştirmeye sessiz kalamayacağı düşünülürse, sendika bürokrasisinin de sınırsız desteğine rağmen Türkiye egemen sınıflarının ’95’de belirledikleri hedefe ulaşmalarında oldukça ciddi güçlüklerle karşılaşacağı görülmektedir. Burjuvazinin sürekli olarak ağırlaşan kriz dönemini ciddi bir politik güçsüzleşmeyle birlikte yaşadığı düşünülecek olursa; önümüzdeki sancılı ve çetin dönemin işçi sınıfı hareketi ve devrim açısından önemli ve ısrar edildiği takdirde ise gerçekleşmesi mümkün olanaklar taşıdığı görülmektedir. Yeter ki işçi sınıfı devrimcileri üzerlerine düşen görevleri hiçbir olanağı heba etmeksizin, hiçbir fırsatı kaçırmaksızın yerine getirebilsinler. Dönemin kimin lehine sonuçlanacağı ya da dönemden kimin kazançlı çıkacağı tamamen buna bağlıdır.
Nisan-Mayıs 1995