Özellikle son yıllarda burjuvazi ile başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi halk kesimleri arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisi özelleştirmedir. Bu açıdan, onun ülke gündeminin temel sorunlarından birisi olması kaçınılmazdı. Öyle oldu: Özelleştirme mücadeleleri, bunun alacağı biçimler ve getireceği sonuçlar, hem burjuva kesimlerinin ve temsilcilerinin, hem işçi sınıfının, hem de aşağı yukarı bütün devrimci ve sosyalist hareketlerin söz ve eylemlerinin konusu haline geldi. Burjuvazinin önümüzdeki döneme ilişkin amaç ve planlarına bağlı olarak ele alınan ve esasında geniş kapsamlı bir saldırı olan özelleştirme, gerçek içeriğinden, nedenlerinden, hangi çelişkilerin ürünü olduğundan, gerçekleştiğinde ne gibi sonuçlar yaratacağından soyutlanarak; ama yol açacağı çelişkileri gizleyerek, ona neden olan çelişkilerin üstünü örterek burjuva politikasının konusu haline getirildi: Yazımızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağımız gibi; başlıca “özelleştirme gerçekleşecek dertler bitecek” ya da “teröre vurulan darbeyle kazanılan zaferden sonra gerçekleşecek ekonomik zaferin temeli özelleştirmedir” gibi slogan ve temalarla ele alındı. Gerekli yasa çıkarıldıktan sonra ise “son sosyalist devletin yıkıldığı” bayan başbakan tarafından ilan edildi. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin yarattığı etkiler bir yana bırakılacak olursa, her şey burjuvaca oldu, burjuva politikasının ilkelerine göre yürütüldü. Özelleştirmeye karşı çıkan, kısmen karşı çıkan, birazcık hatalı bulan bütün burjuva ve küçük burjuva kesim ve kişiler en sonunda ikna edildiler: Herkes çıkacak olan yasayı bekliyordu; yasa, hepsini susturacak şekilde düzenlenmiş olmalıydı ki, bütün itirazlar geri alındı, geri alınamayanlar ise bir bir savunulamaz duruma düştü ya da öyle bir görüntü yaratıldı.
İtirazlarını geri almayanlar, “özelleştirmeye hayır” haykırışları susmayanlar; grevdeki işçiler, sokaktaki işçiler, meydanlardaki işçiler ve diğer emekçiler oldu. Halen de öyle olmaya devam ediyor. Ve şuna kuşku yoktur ki, özelleştirme mücadelelerinin kaderini belirleyecek olanlar da onlar olacaktır. Ama bunun için, işçi sınıfının neden özelleştirmeye karşı çıktığını, bunda ısrar ettiğini ve başlıca acil talepleri arasında bunun neden yer aldığını bütün açıklığıyla ortaya koymak gerekiyor. Çünkü içeriği, nedenleri ve yaratacağı sonuçlar, bu kadar bulandırılan çok az konu vardır ve bulandırmanın işçi sınıfı hareketini tırpanlamak, etkisiz hale getirmek için yaratıldığı da yeterince açıktır. Devrimci proletarya, “özelleştirmeye hayır”ı hangi perspektifle ve hangi platformda ele alacaktır? Örneğin, “KİT’ler zarar mı ediyor, nasıl kârlı hale getirilebilir?” tartışması işin düğüm noktası olarak gösterilmeye çalışılırken, işçi sınıfı sorunu bu platformda ele alabilir mi? Değilse, işçi sınıfı, örneğin sendika bürokratlarından, örneğin her an “görüş değiştirmeye” meyilli küçük burjuva aydınlardan, örneğin sözde muhalif burjuva partilerinden vs. farklı olarak ve yürüttüğü mücadelenin bir parçası olarak sorunu nasıl ortaya koyacak, dünyanın diğer ülkelerinde gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi planlanan özelleştirme uygulamalarından ne gibi sonuçlar çıkaracaktır? Bu yazıda, bu soruların yanıtlarını aramaya çalışacağız.
KAVRAMIN İÇERİĞİ
Özelleştirme, genel olarak kamu mülkiyeti ve yönetimindeki kurum ve kuruluşların, kısmen ya da tamamen çeşitli biçimlerde özel kesime devredilmesi olarak açıklanır. Bu oldukça puslu bir tanımdır ve güncel politikaya bağlı olarak çeşitli biçimlerde açıklanabilir: Örneğin buradaki “kamu” kimdir, “özel kesim” kimdir, bunlar açık ve net değildir. “Kamu”, yeri geldiğinde sınıflar üstü olduğu söylenen devlettir; yeri geldiğinde ise bütün toplumdur, herkestir. “Özel kesim” ise yine yeri geldiğinde (özellikle mülkiyetin tabana yayılması gerekliliği propaganda edilmeye başlandığında) işi, mesleği, sınıfı, zümresi ne olursa olsun yasalar ve devlet karşısında eşit olan bireylerdir vs. Burada, emek ve sermaye, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki ayrım ve çelişkiler gizlenmeye çalışılmakta ve bu giz, burjuva çıkarlar için kullanılmaktadır. Öyleyse, bu tanımda da, kavramların, onu kullanan sınıfın amaç, çıkar ve eylemine göre içerik kazandığı bir kez daha görülmektedir. Örneğin, yukarıdaki tanımdan yola çıkarak, “devletin gereksiz yüklerden kurtulması, bütçe açıklarını kapatması, elindeki mülkü halka devretmesi, çağdaşlaşması, eski anlayışlardan kurtulması, esas görevlerine dönmesinin zorunluluğu vs.” propaganda edilebilmektedir. Ve bütün bu propaganda ve açıklamalar, sadece Türkiye burjuvazisinin Türkiye işçi sınıfına yönelik değil, ama uluslararası burjuvazinin uluslararası işçi sınıfına yönelik saldırılarının ve saldırı planlarının bir örtüsü olarak kullanılmaktadır. 0 halde biz gerçeklere, yani işin özüne dönmek zorundayız.
Kapitalizmin temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğu bilinmektedir. Bu, aynı zamanda burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkinin temelini de ifade etmektedir. Bir kapitalistin ya da kapitalistler grubunun fabrikasında ya da herhangi bir işletmesinde çalışan işçi ya da emekçi, “patron”unun kim olduğunu bilir. Ama bir “kamu” kuruluşunda çalışan işçi için, bu kuruluşun sahibinin ya da patronun kim olduğu yeterince açık ve net değildir. Bu durum, burjuvazinin “kamu mülkiyeti” denen sevin, devletin mülkiyeti, dolayısıyla herkesin mülkiyeti olduğu ve buralarda çalışan işçi ve emekçilerin muhatabının da devlet ya da hükümetle sınırlı olduğu şeklinde yarattığı yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Oysa bu “kamu mülkiyeti” denen şey, gerçekte kapitalist devlet mülkiyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, sorunun doğru bir biçimde kavranabilmesi için bunun net bir biçimde açıklanması gerekir. Bunun için, devletin ve devletin ekonomik ve toplumsal hayattaki rolünün iyi kavranması, işin en önemli yanlarından birisini oluşturur. Devrimci proletarya ideolojisinin, her türlü burjuva ve küçük burjuva ideolojisiyle çarpıştığı en önemli alanlardan birisinin bu konu olması boşuna değildir. Devrimci proletarya, burjuva ve küçük burjuva liberallerinin, devletin gerçek içeriğini gizleme, onu sınıflar üstü gösterme, sınıflar arası uzlaşmanın bir aracı olarak tanımlama ve herkesin ortak kurumu olarak sunma çabalarına karşı; onun sınıf niteliğine ve ekonomik ve toplumsal hayattaki rolüne kendi iktidar mücadelesi açısından bir açıklık kazandırmayı kendi teorik ve pratik görevlerinin en önemlileri arasında saymıştır. Bu yazının başlıca konusu Marksizm-Leninizm’in devlet sorununa yaklaşımı olmamakla beraber, özellikle kendine özgü toplam toplumsal koşullar tarafından belirlenerek Türkiye’nin gündemine giren ve yerleşen devletçilik, tartışacağımız konulardan birisidir.
Devlet, en genel anlamıyla, egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetinin bir aracıdır ve aynı zamanda yine egemen sınıfların en örgütlü gücüdür. Onun işlevlerini hangi biçimlerde yerine getireceği, ekonomik ve toplumsal yaşama müdahalesinin düzeyinin ne olacağı, ekonomik-toplumsal gelişimin ve sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve düzeyi tarafından belirlenir. Bu, yalnızca tek tek ülkelerin kendi iç meseleleri tarafından değil; ama bütün uluslararası sınıf mücadelelerinin etkisiyle şekillenir. Genellikle tek yanlı bir değerlendirmenin sonucu olan ve çeşitli dönemlerde kimi sol hareketleri etkisine alan yaygın kanıya göre, burjuvazinin devlet aygıtını yalnızca aşağı sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak kullandığı sanılır. Bu bakış açısı oldukça sınırlı bir bakış açısıdır ve burjuvazinin devlet aygıtını aynı zamanda sermaye birikiminin ve merkezileşmesinin bir aracı olarak da kullandığını göremez. Bu durum, devletin özellikle ekonomik hayattaki rolünün burjuvazinin dışında çeşitli bürokratların, bilim adamlarının vs. bir tercihi ve uygulaması olarak görülmesine kaynaklık eder. Oysa devletçilik, burjuvazinin sosyal ve ekonomik politikalarından birisidir ve onun doğuş ve biçimlenişinin nesnel koşulları, burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçları tarafından belirlenmiştir. Bir genelleme yapacak olursak, bu ihtiyaçları ve devletin ekonomiyle olan ilişkisinin düzeyinin neye göre şekillenebileceğim başlıca şu başlıklar altında toplayabiliriz:
* Çeşitli ekonomik ve mali alanların içinde bulundukları aşamanın özel ve teknik koşulları. Bu, belirli üretim ve hizmet alanlarında, tek tek kapitalistlerin o alanın özel ve teknik koşullarına uygun bir sermaye birikimine sahip olmadıkları durumda, yatırımların kapitalist devlet aracılığıyla yapılmasını ifade eder. Türkiye’de 1930’lardan sonra kurulan ve bankacılık, sigortacılık, tekstil, şeker, kömür, dericilik gibi birçok alanda faaliyet yürüten ve onlarca fabrika ve şirketin sahibi ve ortağı olan Sümerbank bunun örneklerinden birisidir.
* Burjuva sınıfın içinde bulunduğu durum, ekonomik ve mali güç ilişkileri. Bu ise, bir ülke burjuvazisinin gelişim özelliklerine bağlı olarak, devletin tek tek kapitalistleri ya da kapitalist grupları ekonomik ve mali yönden doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemesi anlamına gelir. Türkiye ekonomisi düşünüldüğünde, cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bugüne kadar; devletin kapitalistleri iç ve dış ekonomik ve mali ilişkilerinde desteklemek üzere onlarca kanun çıkardığı bilinmektedir. Bunlar, kimi zaman vergi indirimleri, kimi zaman sübvansiyonlar, kimi zaman teşvik fonları, kimi zaman da “batanların kurtarılması” adı altında yapılmış ve bunlara uygun çeşitli kanunlar çıkartılmıştır.
* Bağımlı ülkelerin emperyalistlerle ilişkisi. Emperyalizme ekonomik ve siyasal yönden bağımlı ülkelerin, bağımlılık düzeyleri ve emperyalistlerin istekleri doğrultusunda kapitalist devletlerin ekonomik işlevlerini düzenlemesini ifade eder. Örneğin IMF ve Dünya Bankası gibi belli başlı emperyalist kuruluşların, Türkiye devletinin ekonomideki rolünün yönlendirilmesinde belirleyici bir role sahip olduğu bilinmektedir. Ya da, Arjantin’in, emperyalistlere olan dış borçlan karşılığında bütün “kamu kuruluşlarını” yabancı sermayeye satması bu konuda verilebilecek bir başka örnektir.
* Burjuvazi ve proletarya arasındaki uluslararası mücadelenin düzeyi. Özellikle, sosyalizmin dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde gelişen işçi ve halk hareketlerini önemli oranda etkilediği ve sosyalizmin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği şahsında, dünyanın belli başlı emperyalist ve kapitalist ülkeleri ağır bir bunalım yaşarken, krizden etkilenmeyerek başarılı bir gelişim seyri izlemesi, emperyalistleri devletçilik uygulamalarına yöneltmiştir. Yetersiz sermaye birikimi gibi bir sorunu olmayan ileri kapitalist ülkeler eksenli 1930’lar devletçiliğinin, bu dönemdeki bir sosyal devrim tehlikesinin önünü kesmek üzere gündeme gelmesi tesadüfî bir şey değildir. Bu, yine aynı yıllarda Kemalistlerin “Ne komünistiz, ne kapitalist. Devletçiyiz devletçi” sloganı ve buna uygun eylemlerinde, Türkiye’ye özgü ifadesini bulmuş ve bu yıllarda devlet kapitalizmi geliştirilmeye başlanmıştır. Demek ki, burjuvazinin ekonomik ve sosyal politikası olarak devletçilik, aynı zamanda sözde kapitalist krizden kurtulmanın bir unsuru olarak gösterilebilmekte ya da sosyal devrim tehlikesini önle menin araçlarından birisi olarak kullanılabilmektedir.
Bunun yanında, burada değinilmesi gereken noktalardan birisi de kapitalist devletin ekonomik ve sosyal rolünü oynayabilmesi için gerekli gelirleri nereden sağladığıdır. Kapitalist devlet bütçesi, gerekli giderlerin sağlandığı kurumdur ve temel kaynağı vergilerdir. Üretime yönelik kapitalist devlet kuruluşlarından sağlanan gelirler ve devlet borçları da onun diğer kaynaklarını oluşturur.
Kapitalist toplumda devlet giderlerinin önemli bir bölümünü, burjuvazinin ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetini sağlayıcı kurumların giderleri oluşturur. Örneğin şimdi hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilerin karşısına barikat ören polis örgütünün, Kürt köylerini ve insanlarını yakmayı ve öldürmeyi başlıca işi haline getiren ordunun; haklarını elde etmek için harekete geçen memurlara soruşturma açmak isteyen mahkemelerin, sözde demokrasinin unsurları olduğu öne sürülen ama gerçekte işçi ve emekçilerin aldatılmasına yönelik kurumlardan başka bir şey olmayan parlamento, siyasi partiler ve milletvekillerinin, yine emekçilerin ideolojik ve kültürel etki altına alınmasının en önemli araçlarından birisi olan basın-yayın kuruluşlarının vb. bütün kurumların giderleri, devlet gelirleri tarafından sağlanmaktadır. Bunun yanında, kapitalistlere rant sağlamak amacıyla devletin onlardan aldığı borçlara karşılık ödediği faizler yine kapitalist devlet giderlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Ayrıca zarar eden, iflasın eşiğine gelen kapitalist işletmelerin, bankaların vs. kurtarılması, desteklenmesi bir başka devlet gideri olarak gösterilmektedir. Ama işçi ve emekçi sınıfların mücadeleleriyle, kan ve can pahasına kazandıkları parasız eğitim, sağlık, kültür vb. hizmetler için harcanan paralar bunların yanında hiç kaldığı gibi, bunlar da sıfıra indirilmek istenmektedir.
İşte, yukarıda belirtilen amaç, koşul ve ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve şimdi özelleştirilmeleri karara bağlanan ve bu doğrultuda bütün burjuva örgütlerini harekete geçiren “kamu kuruluşları” gerçekte kapitalist devlet mülküdür. Ve “devlet mülkiyeti”, herkesin mülkiyeti olduğu söylenen KİT’lerin ve diğerlerinin sahipleri, her zaman ve dünyanın bütün kapitalist ülkelerinde olduğu gibi devleti elinde tutan sınıflardır: Egemen sınıflardır.
Ama elbette ki kapitalist devlet mülklerinin (KIT vb.) özelleştirilmesini, basit bir el değiştirme olarak algılamak son derece yanlış olurdu. Tersine devletin ekonomideki rolü, yukarda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz üzere, nasıl belirli koşullar ve ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa, dünyanın belli başlı ülkelerinde kendine özgü zaman, koşul ve şekillerde gündeme gelen özelleştirme de belirli burjuva ihtiyaçlar ve geleceğe yönelik planlar tarafından gündeme getirilmektedir.
ÖZELLEŞTİRME VE POLİTİKA
Burjuva politikanın temel ilkelerinden birisi de olayların ve süreçlerin gerçek içeriklerini gizlemek, onları meydana geldiği maddi koşullardan ayırarak farklı bir biçimde sunmaya çalışmak, kendi ihtiyaç ve amaçlarını bütün halkın ihtiyaç ve amaçları olarak göstermeye uğraşmaktır. Son yıllarda, burjuvazi, bütün sorunların kaynaklarından birinin de özelleştirememe, ama bütün sorunların çözümlerinden birinin de özelleştirme olduğunu propaganda ediyor. Bu, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde mevcut olan bir şey olduğu gibi, bütün ülkelerde kendisine özgü bir gerçekleşme biçimi buluyor. Çeşitli ülkelerde burjuvazi Ve proletarya arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisinin de özelleştirme olduğu görülüyor.
Burjuva politikacıları ve sermaye çevreleri, özelleştirmenin nasıl ve neden gündeme getirildiğini ve gündemde olduğunu gerçek içeriğinden kopararak ve her biri bizzat kendi yayınları tarafından yalanlanan sahte gerekçelerle açıkladıkları gibi, bugün özelleştirmeye yöneldikleri kuruluşların neden ve nasıl kurulduklarının ve bugün artık yıkıldığını ilan ettikleri “sosyal devlet” olgusunun hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığının da hiç sözünü etmemektedirler. Dün, ekonomik krizden kurtuluşun başlıca yolunun devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu söyleyenler, bugün yaşanmakta olan krizin başlıca sebebinin devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu iddia edebilmektedirler.
Devletçilik ve devletin ekonomik hayattaki yerinin artması ve ağırlık kazanması, farklı ülkelerde farklı burjuva ihtiyaçlar tarafından gündeme gelmekle birlikte, esas olarak dünya kapitalist sisteminin yaşadığı en büyük bunalımlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’nın ardından gündeme geldi. Bu dönemde bir yandan, krizden çıkışın bir yolu olarak bir yandan da kriz ortamında gelişen işçi ve emekçi hareketlerinin ve bu hareketler tarafından öne sürülen taleplerin yarattığı etki ve baskının bir sonucu olarak, burjuva devletler bir sosyal ve ekonomik politika olan devletçiliği yücelttiler. Bununla, hem krizinin çoğunu pençesine aldığı özel kuruluşlar rahatlatılacak ve kurtarılacaktı; hem de işçi ve emekçi sınıflar hareketinin sosyal devrimlere yönelişi burjuvazi tarafından bloke edilebilecekti. Sözü geçen dönemde, başlıca tezi “devlet ekonomiye müdahale etmemelidir” olan burjuva ekonomi politiği yüz üstü bırakılırken, yine başlıca tezi “devlet ekonomideki rolünü artırmalıdır” olan Keynes’çiliğin kutsanması boşuna değildi. Böylece, hem kapitalizmin hem de komünizmin “kötü yanları” reddedilecek, “iyi yanları” uygulamaya koyulacak sonuçta da bütün meseleler var olan sistem içerisinde çözümlenebilecekti. Türkiye’de ise Kemalizm’in o dönemdeki sözcüleri, devletçi olduklarından dolayı kapitalist, “hür teşebbüsün memleket için istifadeli” olduğunu düşündüklerinden dolayı da komünist olmadıklarını ifade ediyorlardı. Diğer yandan; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde sosyalizme ve devrime yönelen işçi ve emekçi hareketleri yükseldi. Birçok ülkede bu hareketler başarıya ulaştı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sosyalizmi gerçekten ve başarıyla uygulama örnekleri ve bununla birleşen anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleler ve devrimler burjuvaziye önemli geri adımlar attırırken emekçi sınıflar açısından birçok önemli kazanımla sonuçlandı. Bu kazanımlar, kimi ülkelerde devrim ve işçi ve emekçi iktidarlarıydı; kimi ülkelerde ise halk yığınlarının can ve kan pahasına kazandıkları parasız eğitim ve sağlık hizmetleriydi, sendika ve grev hakkıydı, sigorta ve sosyal yardım hakkıydı. Kuşkusuz parasız eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetler, bütçesi başlıca olarak emekçilerin alın terlerinden oluşan kapitalist devletler tarafından karşılanacaktı. Yine sendika kurma, grev, sigorta, sosyal yardım hizmetleri başlıca olarak devlet kuruluşlarından genelleşecek, diğer kapitalist işletmelerde de gerçekleşme şansı bulacaktı. “Sosyal devlet” olgusu ise, başlıca olarak bu mücadelelerin sonucuydu. Sonuçta bütün bu dönem, burjuva devletlerin işçi ve emekçilere daha çok sosyal hak verdiği ve böylece herkesin devleti olduğunu kanıtladığı bir dönem değil; ama ezilenlerin bizzat kendi mücadeleleri ve güçleriyle burjuvazi den söke söke aldıkları sosyal hak vb.lerinin geliştiği ve yaygınlaştığı bir dönem oldu. Bu, uluslararası işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin mücadelelerinin bir sonucuydu. Şöyle ki, bir ülkedeki işçi hareketi ve edinilen kazanımlar, başka ülkeleri de önemli oranda etkiledi; kazanılan haklar da, bunların nasıl ve ne yolla alınabileceğini tüm emekçilere gösterdi.
1970’li yıllarda ise burjuva propagandaya bir başka söylem hâkim olmaya başladı. Artık devletin ekonomiye müdahale etmesi ve sosyal devlet olgusu eleştirilmeye başlanmıştı. Bundan böyle yeni liberal politikalar ve ekonomik modeller gelişmiş kapitalist ülkelerde etkinlik kazanmaya, devletçilik ise terk edilmeye başlanıyordu. Bu dönem, hem Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon sürecinin epeyce ilerlemesi, sosyalizmin kitleler üzerindeki prestijinin azalması, işçi ve emekçi hareketlerinin gelişmiş kapitalist ülkelerde düzen sınırlarına çekilmesi; hem de emperyalist kapitalizmin en ileri ülkelerinde yaşanılan bunalımın çıkış yollarının aranması koşullarına denk düşüyordu. Artık, “devletin ekonomiye müdahalesinin gereksizliği”, “her şeyin serbest rekabet ortamında yoluna gireceği”, “devletin savunma vb. hizmetleri dışında küçültülmesi gerekliliği”, “birey ve hür teşebbüs hakları önünde devletin başlıca engeli teşkil ettiği”, “sosyal devlet ilkesinin artık iflas ettiği” yeni liberalizmin başlıca sloganları haline getirilerek yaygınlaştırılmaya başlanmıştı. Uluslararası burjuvazi, özelleştirme bayrağını bu dönemde kaldırdı. IMF (Uluslararası Para Fonu) ve IBRD (Dünya Bankası) gibi kuruluşlar, özelleştirme programları yapmak üzere harekete geçtiler. Bu özelleştirme programları, bağımlı ülkelere yapısal uyum vb. demagojiler altında emperyalizme bağımlılıkları oranında dayatılmaya başlandı. Özelleştirme, emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin neredeyse temel ilkelerinden birisi haline getirildi. Sonuçta, özelleştirme asla tek tek kapitalist ülkelerin bir uygulaması ya da planı olarak değil, ama uluslararası burjuvazinin ve Yeni Dünya Düzeni’nin ana planının en önemli unsurlarından birisi olarak ortaya çıkarıldı. Öyleyse kapitalist devlet mülklerinin ya da aynı anlama gelmek üzere kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle, sadece basit bir el değiştirme değil, emekçi halklara ve işçi sınıfına yönelik çok yönlü bir saldırı amaçlanıyordu.
DÜNYADA ÖZELLEŞTİRME ÖRNEKLERİ VE SONUÇLARI
Özellikle son yıllarda dünyanın birçok ülkesinde özelleştirme gündemdeydi, İngiltere’den Avusturya’ya, Kanada’dan İtalya’ya, Arjantin’den Rusya’ya, Brezilya’dan Singapur’a kadar onlarca ülkede, yüzlerce özelleştirme uygulaması gerçekleştirildi. Esas olarak, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri açısından bütün bu ülkelerde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ve mücadeleleri, önemli dersler ve sonuçlarla doludur. Kuşkusuz, bir dergi yazısının sınırları içerisinde, bütün bunların tek tek incelenebilmesi olanaksızdır. Ama en azından birkaç ülkedeki özelleştirme uygulamasının ve sonuçlarının burada ele alınması yararlı olacaktır.
Arjantin’de gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları, diğerleri arasında en çarpıcı olanlardan birisidir. Bu ülkede özelleştirme uygulamalarına, ulusal telefon ve havayolları işletmeleriyle başlandı. Ulusal havayolları şirketinin % 94’ü, telekomünikasyon şirketinin hemen hemen tamamı yabancı sermayeye satıldı. Bunu, kamu kuruluşlarının önemlice bir bölümünün 21 ülkede 200 kadar kapitalist şirkete satılması izledi. Bütün bu satışlar, Arjantin devletinin dış borç yükünü ancak % 15 oranında azaltabildi. 1970’li yıllarda 420.000’i bulan kamu kuruluşu çalışanlarının sayısı, bütün bu uygulamalar sonucunda 58.000’e indirildi.
Meksika’da özelleştirme uygulamalarına 1982 yılında başlandı. Toplam 1155 kamu kuruluşu özelleştirildi. Bütün bu uygulamalar sonucu elde edilen 21 milyar dolar gelirin tamamı borç ödemelerinde kullanıldı. Bu ülkede özelleştirme uygulamaları sonucu işsiz kalanların sayısı 400.000’i bulmaktadır.
Doğu Almanya’da, iki Almanya’nın birleşmesinin ardından 1990–1992 yılları arasında gerçekleşen uygulamalarla toplam 11.000 kamu kuruluşunun özelleştirilmesiyle toplam 11.6 milyar dolar tutarında özelleştirme geliri sağlanırken, 41.2 milyar dolar gider yapıldı. Sadece 1991 yılında 450 kadar işletmenin kapatılması sonucunda 100.000 işçi işsiz kaldı.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak dünyadaki özelleştirme uygulamalarının temel amaç ve karakteristiklerinin başlıca şunlar olduğu görülmektedir:
* Özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde özelleştirme programları, belli başlı emperyalist kuruluşlar ve bunlara bağlı şirketler tarafından hazırlanmaktadır. Telekomünikasyon, havayolları ve diğer kârlı yatırımlar, yine belli başlı tekellere satılmakta ve uluslararası tekellerin yatırım alanlarının genişlemesine hizmet etmektedir. Böylece uluslararası tekeller kendilerine yeni yatırım alanları açmakta ve kâr oranlarını bu yollarla yükseltme imkânı bulmaktadırlar. Bu, dünya kapitalizmin sıkıntı ve derinleşen bunalımını hafifletmenin bir yolu olarak değerlendirilmektedir.
* Dünyadaki bütün özelleştirme uygulamaları, işçi sınıfı açısından işsizlik, sendikasızlaşma ve bunlara bağlı olarak milyonlarca işçinin yaşam koşullarının tam bir sefalete dönüşmesi anlamına geldiği gibi, kapitalistlerin, bunalımın yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkması anlamını da taşımaktadır.
* Özelleştirme uygulamaları, başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçilerin ve gençliğin yıllar süren hak alma mücadeleleri sonucu kazandıkları, parasız eğitim, sağlık, sosyal yardım, grev, sendika, öğrenim özgürlüğü, sigorta vb. haklarının yok edilmesine yönelindiğinin açık bir kanıtı durumundadır.
* Bütün bunların eşliğinde, özelleştirme, uluslararası burjuvazinin anti-sosyalist mücadelesinin ideolojik bir aracı olarak değerlendirilmekte, “komünizmin çöküşü”, “bilmem kaçıncı kez ölüşü” İlan edilerek, emperyalist Yeni Dünya Düzeni yüceltilmeye ve kutsanmaya çalışılmaktadır. Sözde bilim adamları, aydınlar, sendika bürokratları ve sözde sosyal-demokratlar, “ölen komünizmin” hayrına burjuva ideolojisine kazanılarak, sosyalizme ve devrimci işçi hareketine karşı ucuz silahlar olarak kullanılmak istenmekte ve kullanılmaktadır.
* Kapitalist devlet imiklerinin özelleştirilmeleri yoluyla, kapitalist devletler sözde küçültülmekte, ama bir yandan işçi sınıfı küçük parçalara bölünürken, başta onların hareketinin önü kesilmek amacıyla polis gücü vb. şiddet kurumları büyütülerek devletin kamu hizmetine bu yönde ağırlık verilmekte ve kapitalist devletler bu yönüyle büyütülmektedirler.
Türkiye’deki özelleştirme uygulamaları ve onun amaç ve gerçekleşme biçimleri de bütün bunların somut kanıtları niteliğini taşımaktadır.
TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI
Türkiye’de özelleştirme uygulamaları yeni gündeme gelmediği gibi, o, Türkiye burjuvazisinin ve sözcülerinin bağımsız bir tercihleri de değildir. Bugün artık sözde özelleştirme muhaliflerinin de etkisiz hale getirilmesiyle uygulamaya konulan özelleştirme programı, Türkiye kapitalizminin kendi gelişim seyri, yaşadığı ve yaşamakta olduğu kriz ve emperyalizmle ilişkileri tarafından belirlenmekte ve ülkenin politik hayatının ve sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak da gündeme gelmektedir. Şöyle ki, son yıllardaki ekonomik tablolar göstermektedir ki, Türkiye’de özellikle ücret ve maaşlardaki sürekli düşüş bir iç pazar daralması yaratmış ve bunun aşılabilmesinin başlıca yolunun işçi ve emekçilerin sömürülmesinde azami sınırların zorlanması ve KİT’lerin emperyalist kuruluşlara satışı yoluyla ülkeye yabancı sermaye akışının sağlanması ve artırılması gerekliliği görülmüştür. Bu öte yandan, uluslararası emperyalist kuruluşların ve emperyalist tekellerin kendine özgü akacak kanal arayışlarının çıkışlarından birisi olarak görülmüştür. Emperyalist kuruluşlar tarafından hazırlanan özelleştirme programları, diğer bağımlılık (dış borç, siyasal ilişkiler) ilişkileriyle birlikte düşünüldüğünde, bir yandan tam bir dayatma anlamını, diğer yandan kendi olağan sermaye birikim ve dolaşım yollarıyla sorunlarını halledemez durumda olan Türkiye burjuvazisi açısından kabullenilmesi gereken bir zorunluluk anlamını taşımaktadır. Öyleyse, bir genelleme yapıldığında, şu açıklıkla söylenebilir: Emperyalistler tarafından dayatılan özelleştirme uygulamaları, Türkiye burjuvazisi açısından gerçek bir çıkış anlamını da taşıyamamakta, ancak, ona kısa süreli ve geçici nefes alma imkânını verebilmektedir. Emekçi sınıflar mücadelesinin kazandığı boyutlar ve daha da ilerleme ve sertleşme belirtilerini açıkça ortaya koyan belirtilerle ve burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle düşünüldüğünde bu, burjuvazi açısından tam bir umutsuzluk ve karamsarlığı da beraberinde getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de özelleştirme mücadelelerinin nasıl sonuçlanacağı, tamamıyla işçi sınıfının; diğer emekçilerin ve gençliğin bu savaşı nasıl kavrayacağına ve bu savaşla nasıl bir tutum benimseyeceğine bağlanmış durumdadır.
Uygulamaya konulan özelleştirme programı işçi sınıfına ve onun genç kuşaklarına neler getirecektir?
* Önce, Türkiye’de KİT’lerin ekonomideki yerine dair temel verilere bakmak yararlı olacak.
TABLO-1
Enerji Madencilik Sanavi Ulaştırma Haberleşme Mali Hizmetler
90.0 74.0 33.0 58.0 100.0 25.0
KAYNAK: OECD, Ekonomik Surveys, Turkey, Paris, 1992, s.91.
Tablo 1, KİT’lerin ekonomideki ağırlığı hakkında bir fikir vermektedir. Günümüzde KİT’ler toplam üretimin yaklaşık % 20’si dolayında bir payına sahiptir. Türkiye burjuvazisinin 1985 yılında Dünya Bankası aracılığıyla Morgan Guarantee Trust Company adlı kuruluşa “Özelleştirme Master Planı” hazırlattığı bilinmektedir. Bu planda özelleştirilecek KİT’ler başlıca üç gruba ayrıldı ve tamamı ve öncelikli olarak satılması planlanan kuruluşlar programın ilk sırasında yer aldı: TURBAN, THY, USAŞ, NETAŞ ve TELETAŞ gibi. Bunlar kuşkusuz yerli ve yabancı sermayenin iştahını kabartacak nitelikteydi. Bunların özellikle yabancı sermayeye yok pahasına satıldığı, şimdiye kadar yapılan uygulamalar tarafından kanıtlanmaktadır. Örneğin USAŞ’ın % 70 hissesi İskandinav Hava Yolları (SAS)’na bir yıllık gelirinden daha düşük bir fiyatla satılmış; ÇİTOSAN’ın 5 fabrikası ise bir Fransız firması olan SCF’ye yaklaşık 1,5 yıllık üretimlerinin karşılığı bir fiyatla satılmıştır. Bütün veriler, yukarıdaki tespitleri kanıtlar niteliktedir.
* Türkiye’de sendikalı işçi oranı, “kamu” kesiminde, “özel” kesime oranla oldukça yüksektir. Kuşkusuz ki bu işçi sınıfının, mücadeleleri sonucu kazanılmış bir mevzidir ve özelleştirme saldırısıyla işçi sınıfının sendikal haklarından önemli oranda mahrum bırakılması planlanmaktadır.
TABLO-2
İşyeri Sendikalı Kapsamındaki İşçi Sayısı Sendikalı İşçi Sayısı
Kamu 1.206.979 1.100.883
Özel 2.715.401 1.384.798
Toplam 3.742.380 2.485.681
KAYNAK: Çalışma Bakanlığı Çalışma İstatistikleri, Kasım 1993.
Tablo 2’deki veriler, devlet kaynaklı veriler olmasına rağmen, sendikalaşma oranının “kamu” kesiminde daha yüksek olduğunu; ama diğer yandan rakamlar ne kadar şişirilirse şişirilsin özel kesimde sendikal hakların tırpanlanma, yok edilme imkânlarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Bu konu işçilerin yıllardır sürdürdükleri ve halen de sürdürmekte oldukları sendikalaşma mücadelesiyle onlarca kez kanıtlanmıştır. Örneğin “kamu” sektöründe çalışanların neredeyse tamamı sendikal olmaya hak kazanırken, tek tek kapitalist işletmelerde işçilerin sendikal çalışmaları tensikatlarla ödüllendirilmektedir.
* Kapitalist devlet işletmelerinde ya da kamu kesiminde sendikalaşma oranının yüksekliği, yine bu kesimde çalışan işçilerin neredeyse tamamını toplusözleşme kapsamına sokmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1991–1992 yıllarında toplam
1.541.000 işçi toplusözleşme hakkından yararlanmıştır. Bu işçilerin 901.000’i devlet işletmelerinde çalışmaktadır. Oransal açıdan bakıldığında ise, devlet işletmelerinde toplusözleşmelerin sadece % 3,7’si işyeri toplusözleşmesi iken, % 96,3’ü toplu iş sözleşmesidir. Özel kapitalist işletmelerde ise, toplusözleşmelerin % 88,8’i işyeri düzeyindeyken, % 11,2’si işletme düzeyinde bağıtlanmıştır. Tablo 3, bu konudaki rakamları göstermektedir.
TABLO-3
İşyeri Yetki Düzeyi Sözleşme Sayısı İşyeri Sayısı İşçi Sayısı
Kamu İşyeri 30 30 4661
İşletme 777 5858 265277
Toplam 807 5888 269938
Özel İşyeri 867 867 99467
İşletme 109 2782 81501
Toplam 976 3649 180968
Toplam İşyeri 897 897 104128
İşletme 886 8640 346778
Toplam 1783 9537 450906
Kaynak: Çalışma Bakanlığı İstatistikleri, Kasım 1993.
Özelleştirme uygulamaları, aynı zamanda, işçi sınıfının toplu pazarlık gücünü ve dolayısıyla birleşik eylemlerini de engelleyici ve baltalayıcı bir anlam taşımaktadır. Bu, işçi sınıfının sefalet ücretlerine mahkûm edilebilmesinde burjuvazi tarafından kazanılmış bir mevzi olarak da kullanılabilecektir.
* Bütün bunlara bağlı olarak ve bunlarla birlikte, defalarca belirttiğimiz gibi işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarından biri olma niteliği taşıyan çeşitli sosyal yardımlar (yakacak, giyecek, çeşitli ikramiyeler, çocuk ve kreş yardımları vb.) da yok edilebilecektir. Şimdiye kadarki özelleştirme uygulamaları bunu ortaya koyduğu gibi gelecekteki uygulamaların da teminatıdır.
SONUÇ
Türkiye’de özelleştirme programları açıklanıp ilk uygulamaları başlatıldığı zaman, kimi küçük burjuva aydınları ve bilim adamları, “babalarımızın, dedelerimizin alın teriyle kurulan kamu kuruluşlarını satıyorlar” diye kendi çaplarında isyan etmişlerdi. Bu çevreler, “KİT’ler kârlı mı yoksa zararlı mı kuruluşlardır” ya da “KİT’ler kârlı kuruluşlar haline getirilebilirse bunun yolları nelerdir” gibi bir tartışma ortamı yaratmaya çalışmışlar ve sendika bürokratları da sözde özelleştirme karşıtlıklarını bu tartışma platformunda dile getirmeye çalışmışlardı. Bu durum, bugün de devam etmektedir. Oysa devrimci proletarya, sadece kapitalist devlet mülklerinin değil ama bütün burjuva mülkiyetini yaratanın kendi alın teri olduğunu biliyor ve özelleştirme mücadelelerini yalnızca böyle bir basit el değiştirme meselesi olarak kavramıyor. Sınıf bilinçli işçiler, özelleştirme uygulamalarının “KİT’ler zarar ettiği için” gündeme getirilmediğini de biliyor. Ya da o, son günlerde sözde sosyalist bir partinin yayınladığı afişlerde yer alan “Onlar özelleştiriyor bizim partimiz kamulaştıracak” sloganına hiç mi hiç aldırış etmiyor. (*) Çünkü özelleştirmenin bir hükümet ya da hükümet partisi tercihi olmadığını da çok iyi biliyor.
Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve gençliği açısından şu gerçek son derece açık olmak zorundadır: Özelleştirme, uluslararası burjuvazinin, dünya işçi sınıfının yıllarca süren dişe diş mücadeleleriyle edindiği bütün kazanımlarına karşı açtığı bir savaştır. Türkiye’deki özelleştirme mücadeleleri ise bu savaşın bir parçasıdır. Ve burjuvazi bu savaşı kazanmak için elinden gelen her şeyi yapmakta, bütün saflarını birleştirmeye çalışmaktadır. Örneğin, özelleştirilen kuruluşlar bir anda el değiştirmemekte, blok satış ya da borsada satış yoluyla satılmaktadır. Böylece, özelleştirmenin doğrudan sonuçları hemen ya da bir anda ortaya çıkmayacak ve işçi sınıfı eylemi bölünüp parçalanmaya çalışılacaktır. Bunun yanında özelleştirmenin yaratacağı sonuçları, sadece işçi sınıfı değil, başta memurlar olmak üzere bütün emekçiler ve gençlik de yaşayacaktır. Bu durumda işçi sınıfı, önünde çetin bir mücadele süreci olduğunu bilmeli ve bu mücadeleyi kazanmak üzere kendisini her açıdan hazırlamalı ve saflarını netleştirmelidir. İşçi sınıfının önünde başkaca hiçbir seçenek yoktur.
(*) Bu sloganın, özelleştirmeyi bir hükümet politikası olarak kavradığı ve örneğin kamulaştırmayı işçi ve emekçiler adına bu partinin yapacağı şeklinde bir mesajı vermeyi amaçlaması son derece acıklı bir şeydir. Herhalde, bu afişteki sloganı okuyan işçiler, DYP özelleştirmeci; bu parti ise kamulaştırıcıymış deyip, buna gülümsemekten başka bir tepki göstermeyeceklerdir.
Ocak 1995