Bu röportaj, Özgür Gündem gazetesi tarafından yayınlanmak üzere hazırlanan “Türkiye Solu” adlı dizi için, dergimiz yazarlarından İhsan Çaralan ile yapılmıştı. Ancak, dizi, çeşitli nedenlerle bu gazete tarafından yayınlanmadı. Vehbi Ersan tarafından hazırlanan sorulara İhsan Çaralan’ın verdiği yanıtları yayınlıyoruz.
12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı? Bugünden bakıldığında cunta döneminde neler yapılabilirdi?
Sorularınızın yanıtına geçmeden önce, “sol”un homojen bir kategori olmadığını, tersine, çeşitli toplumsal kategorilerin ideolojik-politik uzantıları olarak, çoğu hallerde birbirine karşıt politik ve ideolojik pozisyonlarda bulunduklarını belirtmek isterim. Bu yüzden; soruları yanıtlarken ‘sol’dan söz ettiğimde; öncelikle işçi sınıfı ve tüm diğer ezilen toplumsal sınıf ve tabakalarıyla düzene muhalif siyasal örgüt ve partileri kastedeceğim.
Birbiriyle ilgili sorulara ayrı ayrı değil, gruplar halinde yanıt vermenin, sorunun ortaya konulması bakımından daha doğru olacağını sanıyorum.
* * *
Şu çok açık: Olmuş bitmiş bir olayın, olup bitmesinden sonra, ‘şöyle yapılsaydı böyle olurdu, şu yanlış yapılmasaydı her şey daha başka türlü gerçekleşirdi’ demenin çok anlamlı olacağını sanmıyorum. Nitekim bir atasözü, “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur” der. Bu yüzden de sorularınıza “şöyle olsaydı böyle olurdu” gibi teknik bir çerçevede değil, soruna yaklaşım açısından yanıt vermenin doğru olacağı kanısındayım.
“12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı?” diyorsunuz. Elbette ki değildi. Çünkü eğer sorun iktidar sorunuysa, “hazır olmak” iktidara el koymaya hazır olmak demektir. 12 Eylül Darbesi, ortaya çıkan “iktidar boşluğu”nun, yine burjuvazi tarafından bir cunta ile doldurulmasıydı. Dolayısıyla da var olan siyasal iktidar, artık iktidar olamıyorsa; bu boşluk, ya sol ya da cunta tarafından doldurulacaktı. Ne var ki; solu siyasal iktidara taşıyacak olan işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar, siyasal iktidarı zapt edecek bir siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyine sahip değildi. Ve asıl olarak ‘sol’, bu yüzden cuntaya karşı savaşa hazır değildi.
Soruna siyasal örgüt ve partilerin tutumuyla sınırlı olarak yaklaşırsak, komünistler dışında çok sayıda siyasi örgüt, faşist çetelere karşı bütün kahramanca direnişlerine karşın, faşizme karşı mücadeleyi siyasal iktidarı fethetme mücadelesiyle birleştirme perspektifinden uzak oldukları için, cuntaya karşı savaşmanın ideolojik temeline de sahip değillerdi. Bu yüzden 12 Eylül öncesinde hayli bir güce sahip olan bu siyasi hareketler, daha cuntanın ilk günü bütün faaliyetlerine son vererek, “herkes başının çaresine baksın” tavrını benimsediler. Buna bağlı olarak da cunta; devrimci demokrat örgüt ve odakları, kendisinin beklediğinden çok kolay bir biçimde dağıttı. Ancak, komünistler de, gerek bu ‘ihtilalci sol’ gruplardan yansıyan maceracı, gerek TKP geleneğinden gelen legalist, elitçi, Kemalist hastalıklardan bütünüyle arınmış değildi. Bu yüzden de kendilerini diğer küçük burjuva ihtilalci eğilimlerden genelde ayırmış olmalarına karşın, cunta koşulları gibi, en küçük hataların bile can alıcı olduğu koşullarda, yığınların başkaldırısını örgütlemeyi başaramayıp yenildiler.
“12 Eyül’e karşı hazırlıklı olmak”tan söz edildiğinde hemen akla gelen teknik tedbir ve hazırlıklara gelince; bir iktidar mücadelesinde teknik yan, ancak politik ve ideolojik hazırlık tam olduğunda anlamlıdır. Aksi halde teknik hazırlık, belki cuntanın işini biraz güçleştirirdi, ama sonuç çok da değişmezdi.
“Muhasebe” sorununa gelince; kuşkusuz her siyasal örgüt ve parti, olup bitenin bir muhasebesini yapmıştır. Ama herkes, bulunduğu ideolojik platformdan yaptı bunu. Kimisi (örneğin Devrimci Sol) bu muhasebeyi “teknik, lojistik eksiklikler”le sınırlarken; kimisi (örneğin Devrimci Yol) hiç muhasebe yapmamış görünerek, ama bütünüyle eski çizgisini terk ederek yaptı. Kimisi ise (TDKP), sadece 12 Eylül süreciyle de sınırlı kalmadı, kendisinin ve bütün solun geçmişini ideolojik, politik ve pratik bakımdan eleştirdi. Yenilgiyi yengiye çevirecek bir ideolojik-politik platformun temelini oluşturmaya çalıştı. Ve bu tespitleri, kapalı kapılar arkasında yapıp bırakmadı. Tersine, değerlendirmelerini “Konferans Belgeleri” adı altında bir kitapta toplayarak bütün devrimci ve demokratlara, işçi ve emekçi sınıflara sundu. Dahası, Türkiye Solu’nda gelenek olduğu gibi; hata ve yanlışlarını yumuşatmaya çalışma, başka yerlerde gerekçeler arama gibi bir zaafa düşmeden, kendi yanlışlarını daha da acımasızca eleştirdi. Kanımca bu “muhasebe”, dönemin en kapsamlı ve en ciddi eleştirisidir. Ve bildiğim kadarıyla bu eleştiri, Türkiye devrimci hareketinin sorunlarını kapsamlı ve ciddi bir biçimde ele alan tek eleştiridir.
Kuşkusuz; ister geçmişini eleştirdiğini ve değiştiğini açıkça söylesin, ister asla değişmediğini, eskisi gibi, kaya gibi sağlam durduğunu iddia etsin, her şey gibi, sol da değişmektedir. Ne var ki; bu değişim iki doğrultuda olmuştur. Birisi, “dünyadaki hızlı değişim rüzgârları”nın etkisiyle, burjuvazi için kabul edilir bir çizgiye doğru bir değişim olurken, öteki, hata ve zaaflardan her adımda daha çok arınarak Marksizm-Leninizm’i daha iyi özümleme doğrultusunda olmuştur.
1987 yılından itibaren sol ve toplumsal muhalefet bir yükseliş gösterdi. Binlerce işçi, memur, öğrenci çok ciddi eylemlilikler gösterdiler. Türkiye Solu da bu arada toparlandı, büyüdü. ’91’den sonra bir düşüş yaşandı. Bu düşüşle birlikte sol da zayıfladı. Gelen insanlar aradıklarını mı bulamadılar, devrimciler bazı yanlışlar mı yaptılar, yoksa bu durum bütün devrimlerde görülen klasik kitle mücadelesinin alçalış, yükselişinden mi kaynaklandı? Bu dönemin yeterince değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
1986-87’den itibaren başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflar mücadelesinin bir yükseliş dönemine girdiği doğrudur. Ama bu yükselişin kısa bir sürede bittiği ve sonraki yıllarda gerek kitle hareketi, gerekse devrimci siyasal örgütlerin bir gerileyiş dönemine girdiği savı doğru değildir. Tersine, ’87’den ’94’e gelen süreç göz önüne alındığında, emekçi sınıf hareketini az çok yakından izleyen herkes; ’89 Bahar Eylemleri’ni, ’90-91 döneminin büyük grevini ve Zonguldak direnişini, ’92 ve ’93’te sayısı milyonlara ulaşan işçi kitlelerinin gösteri ve direnişlerini, ’91 ve ’93 1 Mayıslarını, ek olarak; ’91’de başlayarak yüz binlerce memurun sık sık başvurduğu ve iş bırakmaya, Başbakanlığa yürüyüşe kadar varan eylemlerini, milyonların sokağa döküldüğü, Türkiye tarihinin en kitlesel antifaşist eylemleri olan, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve Sivas olayları sonrası gösterileri hemen hatırlayacaktır. Kısaca bu 6-7 yıllık dönem, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin, hiçbir dönem olmadığı kadar büyük yığınsal eylemler gerçekleştirdiği bir dönemdir. Kuşkusuz işçi ve emekçi sınıf hareketinin bu, asıl olarak kendiliğinden eyleminin karakteri olarak, dönemsel gerileyişleri söz konusudur. Ama her gerileyiş dönemi, bir önceki dönemi aşan bir kitleselliği ve taleplerde radikalleşmeyi beraberinde getirmiştir. Yani ’87 sonrasıyla karşılaştırıldığında, izleyen yıllarda yığın hareketinde bir düşme değil; tersine, ciddi bir yükseliş görüldüğünü söylemek, gerçeği ifade etmek olur.
Sorunuzdaki “düşüş” sözcüğü daha çok geleneksel olarak sol tabir edilen grupların önemli bir bölümünün “çevre örgütlülüğü” için geçerlidir. Gerçekten de, ’80 öncesinin devrimci, demokrat siyasal grupları ’80’li yılların ikinci yarısında bir canlanma gösterdikten sonra, özellikle ’90’dan itibaren gerçek bir dağılma dönemine girmişlerdir. Ama bunun nedeni kitle hareketinin düşüşü, gerçek devrimci hareketin zayıflığı değil; tersine, bu grupların kitle hareketi içinde kendi yerlerini anlayamamış olmaları, üstelik geçmişteki az çok radikal, devrimci demokrat, muhalif çizgilerini terk ederek, düzen içi bir mevziiye çekilmeleridir. Geçmişlerinde, bir yandan burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarından, bir yanıyla da Marksizm’den etkilenmekle birlikte, devrimci konumunu koruyan bu gruplar, ’80 sonlarında emperyalist propagandanın anti-sosyalist kampanyasının baskısına dayanamayıp, yığınlar karşısına, liberalizm, Troçkizm, feminizm, çevrecilik, bilinemezcilik karışımı programlarla çıkmış, ünlü “Kuruçeşme” örneğindeki gibi, emperyalist propaganda merkezlerinin 70 yıllık cephaneliğinden aldıkları malzemeyle Stalin, Lenin düşmanlığı çevresinde örülen birlikler, bloklar, partiler oluşturma çabasına girmişlerdir. Ve bu çabalar sonucu bugün, Kurtuluş, Emek gibi hareketlerin SBP’ye iltihakına; SBP, İP, TSİP, SDP partilerinin, birbirlerini sosyalist ilan ederek aralarında bir birliğe doğru yönelmelerine gelinmiştir. Böyle bir sol’un yükselen yığın hareketine vereceği bir şey olmadığı için bunlar, ’80 sonlarındaki güçlerini de yitirerek, giderek tek başlarına ayakta duramaz hale gelmişlerdir. Ama sınıf hareketine yaklaşanlar, devrimin kitlelerin eseri, devrimci komünist hareketin görevinin de sınıfın ilerleyişinin önünü açmak olduğunu fark edenler için durum tam tersidir. Örneğin TDKP, bugün ’80 sonlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde sınıf hareketi içinde bir sempati ve otoriteye sahip olmuş; sınıf hareketinin pratiğinden çıkarıp formüle ettiği talepler ile, bütün sınıfa mal olmaya başlamıştır. Bu da açıkça gösteriyor ki; sorun ne yığın hareketinin düşüşü, ne de devrimci grupların şu ya da bu pratik hatalarıdır; sorun ideolojiktir, işçi ve emekçi sınıf hareketine dayanan, siyasal iktidarı fethetmeyi kendisine asli görev edinmiş bir devrimci komünist hareket için elbette, sınıf hareketiyle birleşmede pek çok çözmesi, gereken sorun vardır; ama etkinliğinde düşüş gibi bir sorun görünmüyor.
’87-92 sürecinde Devrimci Sol, gerek kitleselleşme, gerekse de silahlı eylemler yönünden Özellikte büyük şehirlerde diğer soldan ayrı bir özellik gösterdi. Denilebilir ki, sürecin en belirgin gelişen hareketiydi. ’92 sonrası ise Devrimci Sol’da gözle görülür bir düşüş yaşanmaya başladı; bunun nedenleri nedir?
’80 sonrasını kendi içinde bölümlemenin konu açısından bir yararı olduğunu sanmıyorum. Asıl olarak ’80 öncesi ve sonrasının kıyaslanmasının bizi daha doğru sonuçlara götüreceği düşüncesindeyim. Çünkü ’80 öncesinde, çeşitli devrimci hareketler etrafında toplanmış oldukça geniş bir kitle vardı. Bu kitle, kendisini sosyalist de sayıyordu. Ama sınıf temeline bakıldığında bu kitle, küçük burjuvazinin çeşitli katmanlarından gelmiş ve dünyada henüz kesilmemiş olan sosyalizm rüzgârı ile Türkiye’deki anti-faşist mücadelenin sosyalizm saflarına ittiği bir kitleydi. Nitekim karşıdevrimin ilk saldırılarıyla birlikte bu kitle dağılıp, kendi sınıf temeline uygun bir pozisyon aldı. ’80 sonrasında ise durum tamamen farklılık göstermektedir. Özellikle son 7 yıllık süreçte, devrimci mücadele adına ne varsa; giderek işçi ve emekçilerin iş, ekmek ve özgürlük talebi etrafında kristalleşen bir işçi-emekçi hareketi olarak ilerlemektedir. Bu gelişme, devrimcilere, her devrimci hareketin başlıca sorunu olagelmiş, işçi-emekçi hareketiyle sosyalizm düşüncesinin birleştirilmesi için bulunmaz bir fırsat sunmaktadır. Ve bu fırsat gerçekleştiği ölçüde Türkiye devrimci hareketi, tarihinde ilk kez, gerçek anlamda kitleselleşip yeni bir gelenek yaratabilecek, egemen sınıflar karşısında da ciddi bir pozisyona kavuşabilecektir. Bugün bütün ciddi devrimcilerin, gerçek komünistlerin dikkatlerini çevirecekleri asıl olgu budur.
Toparlanmanın ilk yıllarında ‘Devrimci Sol’un (DS) “sürecin en gelişken hareketi” olup olmadığını da bu perspektifle değerlendirirsek anlamlı olur. DS, ’80 sonlarında, ’80 öncesinin normlarıyla bakıldığında bir canlanma göstermiştir. Ama bu, henüz işçi-emekçi hareketinin sürece damgasını basmadığı, ’80 darbesi sonrasının kaosunun aşılmadığı koşullarda, ’80 öncesinde şu ya da bu ölçüde politize olan çevrenin toparlanmasından ibaret bir canlanmadır. Çünkü DS, bu toparlanmasını ne dönemin sorunlarının çözümlenmesi, ne de ürettiği politikalarla değil, doğrudan gündelik ilişkiler içinde geliştirmiştir. Bu yüzden de en iddialı olduğu bir dönemde “iç”ten ve “dış”tan gelen darbeler karşısında dayanamamış, klasik küçük burjuva “anarko-sosyalist” bir örgüt pozisyonuna düşmüştür. Darbe yememiş olsa bile, belki hâlâ, “ses getiren” eylemler yapabilirdi; ama siyasi etkinlik olarak, sınıf karşısındaki konumu olarak çok farklı olamazdı. Çünkü devrimci sınıfların hareketinden beslenmeyen, kendisini sınıf hareketine bağlamamış hiçbir devrimci hareketin gelişmesinin süreklilik göstermesinin söz konusu olamadığını sınıflar mücadelesi tarihi ve Türkiye devrimci hareketinin yakın tarihi çok açık göstermektedir. Kısaca DS’nin sorunu pratik-taktik değil, ideolojik-politik bir sorundur. Dolayısıyla her küçük burjuva hareketi gibi, tam bütün sorunlarını çözdüğünü düşündüğü bir zamanda, üstelik işçi-emekçi hareketi yükselirken çökme noktasına gelmesi bir rastlantı değildir.
SSCB’nin dağılmasını geleceğin devrimi ve sosyalizmi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Dağılıştan önceki sosyalizm hakkındaki düşüncelerinizle -teorik anlamda değil, pratik ve somut uygulama alanında- bugünkü düşünceleriniz arasında fark bulunuyor mu; bulunuyorsa bunlar nelerdir?
SSCB’nin çökmesi, elbette, emperyalist propaganda merkezlerinin eline sosyalizme, komünizme saldırmak için yeni ve büyük bir dayanak sunması bakımından dünya devrimci hareketine önemli zararlar vermiştir. SSCB’nin sosyalizmi terk edişi, daha ’50’lerin sonunda gerçekleştiği ve sosyalizm-revizyonizm ayrımı, ülkemizde ‘70’li yıllarda esas olarak tamamlandığı için, SSCB’nin yıkılışıyla ülkemizde sosyalizmin yeniden tariflenmesi gibi bir problem yaşanmamıştır. Ancak, SSCB’nin çöküşü, burjuva propaganda merkezleri tarafından kullanılarak yaratılan emperyalist ideolojik baskı, sosyalizme yakınlık duyan küçük burjuva kitleler ve aydınlar üstünde etkili olmuş, geçmişte sosyalizme dönük bu çevreler “yeni arayışlar”a yönelmişlerdir.
SSCB’nin çöküşüyle yaşanan bir diğer olumsuzluk da, “iki kutuplu” bir dünya olan emperyalist dünyanın tek kutba indirgenmesidir. Bu ise, sosyalistlerin, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların, emperyalistler-arası çelişmeden yararlanması gibi önemli bir olanağı, nispeten kısa bir süre için de olsa, ortadan kaldırmıştır. Arnavutluk’un yıkılışının nedenlerinden (anti-sosyalist kampanyanın hedefi olmasının yanı sıra) birisi de bu olmuştur.
Homojen olmayan “sol”un, bu çöküş karşısında homojen bir değerlendirme yapması elbette beklenemezdi. Öyle oldu. SBKP’nin her ülkedeki uzantısından ibaret olan partiler, bir “U dönüşü” yaparak, SSCB’nin yıkılmasının iyi olduğunu ilan ettiler: Bunlar, ya bir “liberal sosyalizm” tanımı yaparak Yeni Dünya Düzeni’ni savunmaya koyuldular, ya da sosyalizmi lafız olarak bile terk ederek kapitalist partilere iltihak etti. Küçük burjuva sosyalizmi savunucuları yine orta yolu seçtiler; “revizyonizm”in sonu böyle olurdu diyerek, ideolojik bir yenilenme yerine “olgu”ya teslim olmakla yetindiler. Devrimci komünistler ise; ortaya çıkan durumun, somut koşulların somut tahlilini yaparak; “Yeni Dünya Düzeni” olarak nitelenen emperyalist sistemin bugünkü görünüşünün sosyalist bir dünya kurulmasına sağladığı avantaj ve dezavantajları belirleyerek savaşlarını, ideolojik-politik alanda, yenilenmiş bir ideolojik platformda sürdürmek için bütün enerjilerini kullandılar, kullanıyorlar.
Bugün Türkiye solunun yeniden bir geçmiş değerlendirmesine ihtiyacı var mı? Kimlerin vardır, kimler yapmıştır? Varsa, bu özellikle hangi noktada olmalıdır?
Bugün Türkiye Solu’nda yeni bir “geçmiş” değerlendirmesinin yaran olacağını sanmıyorum. Değerlendiren değerlendirmiştir zaten. Sürecin gelişimi de, artık bir saflaşma doğrultusundadır. Birinci saflaşma bugün legal “sosyalist” partilerin etrafında olup, düzen içinde kendilerine meşruiyet arayanların etrafındadır. Ki, bunlar artık merkezi iktidarı zapt etme düşüncesini terk etmiş olup, yerel yönetimler, sendikalar vb. içinde yer alarak bir “baskı grubu” olmayı amaçlayan “sağ” soldur. İkincisi ise; devrim ve sosyalizm kavramlarını birbirinden ayırmadan, kapitalizme devrimci bir tarzda son vermeyi amaçlayan, işçi sınıfı hareketiyle birleşmeyi dikkatinin merkezine koyan ve son hesaplaşmanın işçi-emekçi sınıf hareketiyle egemen sınıflar arasında olacağını göz önüne alan devrimci komünist çizgidir. Üçüncüsü ise; mücadeleyi devrimci siyasi örgütlerle gericilik arasında gören ve enerjisini bireysel ve grupsal eylemlerde harcayan küçük burjuva devrimci harekettir. Hâlâ çok sayıda var olmaya devam eden “sol” gruplar, bu üç çizgi etrafında toparlanacaktır. Ve gelişmeler, bu sürecin önümüzdeki dönemde hızlanacağı işaretini vermektedir.
Kürt ulusal hareketinin bugün ulaştığı düzey Türkiye sosyalistlerine yeni görevler yüklüyor mu? Yüklüyorsa, bu yeni görevler nelerdir; yerine getirilebildi mi? Veya ’84’ten bu yana Kürt sorunu, Türkiye sosyalistlerine ne tür görevler yüklemiştir; bu görevler yerine getirilebilmiş midir?
Emperyalist propaganda merkezleri, sosyalizmin ulusal soruna getirdiği, “her ulusun kendi kaderini tayin hakkının” sorunu çözmediğini propaganda ediyor. Gerekçe olarak da SSCB ve Yugoslavya’daki uluslar çatışmasını gösteriyorlar. Ancak unutturulmak istenen bir şey var burada. O da; SSCB’nin sosyalizmi daha ’50’ler sonunda terk ederek, bir uluslar hapishanesine dönüşmüş bulunması ile Yugoslavya’nın sosyalizme hiç yanaşmamış olması. Dahası, sosyalizmin uygulandığı 40 yıl boyunca SSCB’deki ulusların kazanımları hiç anımsanmak istenmiyor. Bu yüzden de sosyalistlerin, komünistlerin ulusal sorunu yeniden ele alıp çözümlemeleri gerektiği tartışılıyor. Elbette ki; dünyadaki değişiklikler, ulusların içinde bulunduğu sosyoekonomik koşullar, dünyadaki kapitalistlerle sosyalistlerin güç dengeleri, emperyalistler-arası çatışmanın boyutları, bir ulusun kurtuluşa giderken izleyeceği taktiklerde rol oynar; ancak temel bir ilke olarak, UKKTH ve bu hakkın kullanılması konusunda ulusun iradesinin tartışılmazlığı bugün de dün olduğu kadar vazgeçilmezdir. Bu bağlamda, ezilen ulus, onun güçleri ile egemen ulusun devleti arasında bir “ateşkes”, “özerklik” anlaşması vb. bir “uzlaşma”, bu ilkenin gözetilip gözetilmemesi ile anlamlanır. Eğer egemen ulus devleti, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıdığını ilan etmiyorsa; yapılacak her anlaşma, ulusal köleliğin sürmesinin koşullarının belirlendiği bir anlaşma olmanın ötesine geçemez.
“Ateşkes”, “özerklik” gibi pratik konulara gelince; eğer “ateşkes” güç toplamak ya da bir nefes almak gibi bir amacı aşarak, karşı tarafla masaya oturmanın bir yöntemi olarak öne sürülüyorsa; mantıksal olarak, karşı tarafa, “ateşi keselim, oturalım, elimizdeki kozları masaya koyalım ve ben elimdekilerin bazılarından vazgeçeyim, bir barış dönemi başlatalım” demektir. Ki bunun için ateşkes çağrısını yapanın elinde başlangıçta amaçladığından fazlası olması gerekir. Ya da, ateşkes isteği, “benim amacım daha fazlasıydı, şu anda elimde çok az şey var, ama bunların bile bir bölümünden vazgeçebilirim” demektir. Ezilen bir ulusun gerçek temsilcilerinin, somut koşullar göz önüne alındığında, “ateşkes”e; bir “nefes alma”, “güç toplama” taktiği ötesinde değerler biçmemesinin, elde edilenin de masada kaybedilmesi anlamına geldiği açıktır.
“Özerklik” ise; son yarım yüzyıldaki ulusal başkaldırıların da açıkça gösterdiği gibi, “Pax Americana” türü bansın, ulusları oyalamak, ulusal başkaldırıların zaferini önlemek için öne sürdüğü bir çözümdür ve “ey ezilen uluslar, çağımızda bağımsız devlet kurmanız benim iznime bağlıdır, ben size özerklik yeterdir diyorsam onunla yetinin” demesidir ve gerçek Marksistlerin, gerçek ulusal kurtuluşçuların, UKKTH ilkesini içermeyen böyle bir çözüme evet demesi beklenemez.
Türkiye solu üzerine başka söylemek istediğiniz şeyler?
Türkiye Solu’nun Kürt ulusal sorununa ilgisinin, henüz Kürt ulusalcılarının bu sözcüğü ağızlarına almaya cesaret edemedikleri ’60’lı yılların sonunda başladığını söylememek, inkârcılık olur. Elbette bu ilgi, dönemin ideolojik belirsizliğinden kaynaklanan Kemalizm’le bulanmış bir ilgidir. Ama ‘70’li yalların ikinci yarısından itibaren bu ilgi UKKTH’nin Marksist anlamda savunulmasıyla pekişmiştir. İdeolojik netleşmeye paralel olarak da değişik sol grupların tutumu değişik olmuştur. Bir bölümü Türk milliyetçiliğinin etkisiyle Kürt mücadelesine sırtını dönerken; diğer bir bölümü de yükselen milliyetçi dalganın baskısıyla sosyalizmi küçümseyen, ulusal sorunu abartan bir çizgiye düşmüşlerdir. Ama devrimci komünizmi savunanlar, bu ilkeyi Türk ve Kürt milliyetçiliğine taviz vermeden savunmaya çalışmışlardır. ’84’ten itibaren Kürt savaşının silahlı yönünün öne çıkması, Türk milliyetçiliğine karşı mücadeleyi daha da öne çıkarmış, devletin Türk şovenizmini kışkırtması önünde barikat oluşturulmasını gündeme getirmiştir. Sadece kışkırtılan şovenizme barikat olmak da değil, ulusal hareketin yanlışlarını göğüslemek de Türkiye solcularına, komünistlere düşmüştür. Ve gösterilen çabalar sonucudur ki; bugüne kadar Kürt ve Türk emekçiler arasında bir çatışma, ulusal boğazlaşmalar önlenebilmiştir. Bu çabaların sonucudur ki; bugün artık işçi ve emekçilerin toplantıları ve gösterilerinde “Türk-Kürt kardeşliği” başlıca sloganlardan birisi haline gelmiştir. Burada, doğrudan silahlı mücadele alanında da Kürt mücadelesine destek verilmiş olmasından, ayrıca söz etmeye gerek olmadığını düşünüyorum.
Ağustos 1994