Bunalım ve Marksizm

BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ KARŞISINDA MARKSİZM
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında, burjuva ekonomik bunalıma yaklaşımındaki temel çelişkileri, en genel hatlarıyla ele almaya çalışmıştık. Kuşkusuz, burjuva ekonomi politik okullarının her birisinin bunalım hakkındaki görüşleri ayrı ayrı ele alınabilirdi, ama yazının o bölümünde amaçlanan bunalım hakkındaki görüşle-rini ve buna ilişkin temel yaklaşımlarını genelleştirerek bundan bazı sonuçlar çıkarmaktı.

Burjuva iktisatçılarının, bunalımı irdelerken ilerledikleri yol, onun görünüş biçimleriyle uğraşmaktır. Burada iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor: Onların politika alanında gerçekleştirdikleri bunalıma ilişkin açıklamalarla, bunalımın aşılması için burjuvazi ile el ele gerçekleştirdikleri eylem birbirinden farklıdır. Bunalımın bütün öğeleri, artık sokaktaki adamın görebileceği bir zenginlik kazandığında, burjuva iktisatçıları, onun sonuçları üzerinde bir neden arayışına yönelirler. Bunlar genellikle hep aynıdır. Nedenler, kapitalist üretim sürecinin dışında birtakım etkenler tarafından karakterize olur. Ya ona sözde yön veren insanların yanlış düşüncelerinden, politika yanlışlıklarından, yeteneksizliklerinden; ya da bütün bunların dışında doğa¬dan kaynaklanan kimi sebeplerden; veyahut da kimi başıbozukların terörist eylemleri, keyfi tutumları vb. şeylerden. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan bunalımın baş sorumlusunun ve nedeninin, burjuva çevrelerce “gerçekte ekonomiden hiç¬bir şekilde anlamayan başbakan Tansu Çiller” olarak ilan edilmesi; kimi çevrelerce ise temel neden olarak PKK terörünün gös¬terilmesi; 1970’li yıllarda dünya kapitaliz¬minin içine sürüklendiği bunalımın nedeninin, hemen hemen bütün burjuva çevrelerce, Arap şeyhlerinin petrol fiyatlarını olağanüstü bir şekilde yükseltmesi olarak ortaya koyulması, bunun ilk akla gele¬bilen örneklerindendir. Bütün bunların ar¬dında, onların emperyalist kapitalizmi ve genel olarak kapitalist üretim sürecini, insan doğasına ve aklına en uygun sistem olarak görme ve gösterme çabaları yatmaktadır.
Görünüşte insan doğa¬sına ve aklına en uygun sistem, doğal ve genelde akla uygun olarak işlerken onların söyleyecekleri pek bir şey yoktur. Belki sadece zaten iyi işlemekte olan sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğine ilişkin düzenleyici önerileri vardır. Fakat sistem, yine akla uygun olmakla birlikte, doğal olmayan şekilde işlemeye başlayınca, hepsi birden, belirledikleri nedenlerden dolayı ge¬tirdikleri ateşli eleştirileri sıralamaya başlarlar. Politikacılar onları dinlememiştir, kahrolası işçiler verilenlerle yetinmemişlerdir, rakip ül-kelerin sinsice oyunları onları bu hale getirmiştir, üç-beş kendini bilmez bu¬nalıma sebep olmaktadır vb. Hele de bunalım, dünyanın en azından belli başlı ülkelerini etkisi altına alınmış ve bunun etki ve sonuçları iyiden iyiye hissedilir olmuşsa, o zaman bunalım, burjuva iktisatçılarını da sarar ve sarsar. Friedmancılar, arz yanlı¬ları yeniden Keynes’çi olabilmenin hesaplarını yaparlar; artık Keynes’in yolunu çoktan terk etmiş bulunanlar, yeniden eski söylemlerine sarılırlar.
Bütün bunlar bir yana, işin değişmeyen ve hep aynı kalan bir yanı vardır. Bu; so¬runlar ne kadar çok olursa olsun, kapitalizmin alternatifsiz bir sistem oluşundan başka bir şey değildir. Bunalımın en şiddet¬li anında öfke dolu bir burjuva iktisatçısını alın, onda kapitalizmin en rezil, en aşağılık savunu¬culuğunu görürsünüz. Dolayısıyla, onların emekçi kitlelere yönelik açıklama ve eylemleri, sorunun sis¬temden değil, onun dışın¬daki başka şeylerden kay¬naklandığı aña temasına dayanır. Oysa burjuva ekonomistlerinin, sadece kendi ülkeleriyle sınırlı ol¬mayan, dünya kapitalizmi¬nin bütün temel verilerini bildiği, bunların ekonomi açısından neleri ifade ettiklerini anlayıp yorumla¬yabildikleri bilinmez bir şey değildir. Öyleyse, on¬ların emekçi kitlelere yö¬nelik açıklamalarının dı¬şında, bütün bu verilerin ışığı altında kapitalist üre¬tim sürecinin gelişiminin doğrudan ve dolaylı olarak yönlendiricileri oldukları unu¬tulmamalıdır.
Demek ki burjuva ekonomi politiği ve burjuva iktisatçıları, bir yandan bunalımın ardında yatan temel çelişkileri gizlemeye çalışırken bir yandan da onun aşılabilmesinin yollarını ve yöntemleri¬ni aramak göreviyle karşı karşıyadırlar. Bunlardan bi¬rincisi, bir başka şeyi çeliş¬kinin temeli olarak göstere¬rek onun çözümünün başka yerlerde aranmasını, emek¬çilerin bilincinin buraya doğru yönlendirilmesini sağlamayı amaçlar; diğeri bunun yaratacağı çeşitli im¬kanları kullanarak bunalı¬mın atlatılabilmesinin koşul¬larının yaratılmasını sağlamaya yöneliktir.
Burjuva dünya görüşünün karşısında devrimci proletaryanın dünya görüşünün; burjuva ideolojisi karşısında işçi sınıfının devrimci ideolojisi olan Marksizm’in, buna¬lım konusundaki görüşleri, her bakımdan burjuvazininkine karşıttır.
Devrimci proletaryanın, burjuvazinin yöntemi olan metafizik idealizm karşısında¬ki yöntemi, diyalektik materyalizmdir. Ka¬baca karşılaştıracak olursak, bunlardan bi¬risi, burjuva dünyasının savunulması, korunması, ayakta tutulması ve geliştiril¬mesinin yöntemidir; diğeri ise esas olarak dünyanın devrimci tarzda değiştirilebilme-sinin ilkelerini açıklar. Ya da daha özel ola¬rak söyleyecek olursak; burjuva ekonomi politiği, bunalımın gerçek nedenlerini gizle¬yerek çelişkilerin üstünü örtmeye çalışır¬ken, bunun karşısında Marksizm, bunalı¬mın temelinde yatan çelişkileri açığa çıkarmayı başlıca amaçlarından birisi ola¬rak görür.
Marx, vülger ekonomi politik hakkında şunları söylüyor:
“Vülger ekonomi poli¬tik, aslında, burjuva üre¬tim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirleri¬ni, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleş¬tirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamak¬tadır. Bu durumda bizim, bu ilk bakışta saçma, dü¬pedüz çelişkilerin görüldü¬ğü ekonomik ilişkilerin ya¬bancılaşmış dış görüntülerinde kaba eko¬nomi politiğin özel bir ra¬hatlık duymasına ve bu ilişkilerin sıradan bir kimse için anlaşılması güç olmadığı halde, iç bağıntıları ne kadar gizlenirse, o ölçüde açık hale gelmesine şaşmamamız gerekir. Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” (Kapital, 3. Cilt, s. 718. 2. Baskı, 1990, Sol Yayınla¬rı, Ankara.)
Burjuvazi ve burjuva ekonomi politiği, bir sınıf tutumu olarak kapitalist üretim sü¬recinin çelişkilerini gizlemeyi ve onun ya¬bancılaşmış görüntüleri üzerinden hareket etmeyi eyleminin başlıca muhtevası haline getirmişken; devrimci proletarya ve Mark¬sizm, kapitalizmin iç bağıntılarını ve çelişki¬lerini görmek, açığa çıkarmak, derinleştir¬mek ve böylece onu devrimci tarzda değiştirmek üzere, bütün olanakları hareke¬te geçirmeyi yönteminin ve eyleminin te¬meli olarak ortaya koyar.
O halde Marksizm her yönüyle, özet olarak, “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapma(yan)” burjuva ekonomi politiğinin tam karşıtı bir bilimdir. Marx’ın teorisinin ve yönteminin en karmaşık, en ayrıntılı ve en mükemmel uygulaması ifadesini ekonomik teorisinde gösterir.

MARX’IN EKONOMİK TEORİSİNİN TEMEL ESERİ: KAPİTAL
Birçok başka eser, yapıt ve çalışmasıyla birlikte, Marx’ın ekonomik teorisinin temel eseri, Kapital’dir. Marx’ın Kapital’inin alt başlığı, “Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili” adım taşır. Bu alt başlık esas ola¬rak, onun “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”de diyalektiğe ilişkin olarak ifade ettiği “…diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışan bir ha¬reket içinde görür ve bu yüzden, onun ge¬çici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir. ” (Kapital, 1. Cilt, s. 29) sözüne bir gönder¬me gibidir. Diyalektik açıdan hiçbir olay, olgu ya da süreç, tekil şeylerin rastlantısal olarak bir araya gelmesiyle oluşmaz. Onu yaratan, koşullayan, belirleyen ve etkileyen bağıntıları bulup ortaya koymak gereklidir. Marx, kapitalist üretimin eleştirel tahlilini yaparken, bunun tam ve eksiksiz bir örne¬ğini vermiştir. O, “burada söz konusu olan, kapitalist üretimin doğal yasaları¬nın kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.” derken eserinin esas gayesi¬ni ortaya koymakla birlikte, bütün eseri bo¬yunca, kapitalizmi kaçınılmaz sonuçlara doğru götüren üretimin yasalarını diyalek¬tik olarak ortaya çıkarır. Burada kullanılan her kavram, sözü edilen her olay, anlatılan her süreç, belirlenen her yasa, ulaşılan her sonuç, iç ve dış bağıntılarıyla birlikte ele alınmış ve kapitalizmin devrimci eleştirisi¬nin birer malzemesi olarak kullanılmıştır.
Kapital’de “kapitalist üretimin bunalı¬mı” ya da benzer başlıklı bir bölüm yoktur. Ancak, kapitalist topluma özgü çelişkilerin bir sonucu olan bunalımın bütün temelleri, nedenleri ve örnekleri, alabildiğince zengin bir biçimde burada vardır.
İster farklı ülkelerde, ister aynı ülkede ama farklı zamanlarda, isterse de kapitaliz¬min genel bunalımı olarak gerçekleşmiş olsun; her bunalımın kendi özgün gerçek¬leşme koşullan vardır. Temelleri bakımın¬dan farklılıklar taşımasa da kapitalist gelişi¬min farklı evrelerinde ortaya çıkan bunalımlar, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birlikte gelişir. Dolayısıyla, devrimci proletarya ve devrimci Marksist¬ler, bugün yaşanmakta olan ve daha önce, genel krizin yeni bir aşamasına doğru yol almakta olduğu vurgulanan bunalımın somut tahlilini yapmak göreviyle karşı karşıyadırlar. Mutlak gerçekleştirilecek olan bu görevin gerisinde; yazının bu bölümün¬de amaçlanan temel şey, Marksizm’in buna¬lımı ele alış tarzının temellerini ortaya koy¬mak üzere bir giriş yapabilmektir.

MARX VE ENGELS’TE BUNALIMIN TEMELLERİ
Üretimin toplumsal karakteriyle bunun sonuçlarının özel kapitalist bir şekilde mülk edinilmesi arasındaki çelişki, kapita¬lizmin özüdür. Ekonomik bunalımın temel¬leri, en genel anlamıyla kendisini bu özde bulur. Bunalım, esas olarak hem bu temel çelişkiden kaynaklanır, hem de onun daha da derinleşebilmesinin imkânlarını yaratır. Çalışmanın bu bölümünde, Marx ve Engels’te ekonomik bunalımın temellerini in¬celemeye çalışacağız. Bunu incelerken, önce Marx’ın kapitalist üretim sürecini tahlil ederken kullandığı temel kavramları ve ya¬saları görmemiz gerekiyor. Burada ele alı¬nan temel kavramlar, esas olarak Marx’ın temel eserlerinden özetlenmiştir.

KAPİTALİST ÜRETİM SÜRECİNDE SERMAYE
Marx, “sermayenin genel formülü P-M-P’ ‘dir” der. Sermayenin genel formülü¬nün bize anlattığı şey, özünde: Daha büyük bir değer elde edebilmek için, bir miktar değerin dolaşıma sokulmasıdır. Daha büyük bir miktarda değerin üretildiği süreç, kapitalist üretimdir. Kapitalist üre¬tim sürecinde, kapitalisti ilgilendiren tek şey, elde edeceği bu değer fazlalığıdır. Bu değer fazlalılığının gerçekleşebilmesi için, yatırılan sermayeden daha fazla bir değer üretilmesi gereklidir. Sermayenin genel for¬mülündeki P’, üretime ilk sürülen para, artı, bir fazlalıktır. Bu ilk değerin üzerinde¬ki fazlalık, Marx tarafından artı-değer ola¬rak tanımlanır. Marx, “artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyor. Öyleyse, kapitalist üretimin eleştirel bir tahlilini yaparken, Marx, aynı zamanda artı-değer üretimi olarak nitelediği bu üre¬timin iç bağıntılarını ve çelişkilerini çözüm¬ler ve ortaya koyar.
Kapital’in 3. cildinin ikinci bölümünde, Marx, şunları söylüyor:
“Kapitalist, toplam sermayeyi, artı-değer üretiminde, bu sermayenin kısımlarının oynadığı farklı rolleri hiç dikkate almaksızın yatırır. Kapitalist, sermayeyi oluşturan bütün kısımları, yalnızca yatırdığı sermayeyi yeni¬den üretmek için değil, aslında daha çok, bu sermayeyi aşan bir değer üretmek için, aynı şekilde yaratır. Yatırmış olduğu deği¬şen sermayenin değerini, daha büyük bir değere çevirebilmesi için tek yol, bu deği¬şen sermayeyi canlı emek karşılığında de¬ğiştirmek ve bu canlı emeği sömürmektir.” (Kapital, 3. Cilt, s. 43)
Demek ki; kapitalistin, yatırdığı serma¬yeyi aşan bir değer üretmek için yapacağı şey; yatırdığı sermayeyi, canlı emek karşılı¬ğında değiştirmektir. Bu süreçte, amacına ulaşabilmek için, toplam sermayeyi oluştu¬ran kısımlar kapitalist tarafından dikkate alınmazken, Marx, onu oluşturan kısımları birbirinden ayırır, bu süreçte birbirleriyle olan ilişkileri, çelişkileri ve bir bütün ola¬rak bu ilişki, çelişki ve bağıntıların gerçek¬leştiği süreci inceler.
Marx, sermayeyi artı-değer üreten bir süreçle açıklar. Onu, ilk başta değişen ve değişmeyen kısımlarına ayırır. Değişmeyen sermayeyi; “üretim araçlarının değeri” ola¬rak tanımlar. Bunu da, değişmeyen serma¬yenin sabit ve döner kısımları olarak iki bi¬çimde ele alır.
Sabit sermaye, değişmeyen sermayenin, üretim araçlarına yatırılan kısmını oluştu¬rur. Burada, üretim araçlarından kastedilen şey; binalar, makineler vb.dir. Değişme¬yen sermayenin, bu kısmına “sabit” denilmesinin nedeni; onun, üretim sürecine gir¬dikten sonra hemen kullanılıp tüketilmemesidir. Üretilen ürün ve dolayı¬sıyla bu ürüne dönüştürülen onun diğer ya¬ratıcıları, üretim sürecini bir metaya dönü¬şerek tamamlarlar. Bundan sonra, metanın yaratıcıları açısından bu süreç bitmiş olur. Ancak, değişmeyen sermayenin bu sabit kısmı, diğerleri gibi üretim alanım terk etmez. Üretim sürecinde değerinin bir kıs¬mını, ürüne aktardıktan sonra, üretim süre¬cinde kalmaya devam eder. Bu süreç, de¬ğişmeyen sermayenin bu sabit kısmını oluşturan emek aletlerinin, tamamen eski¬yip, kullanılamaz hale gelmesi ile sınırlıdır. Bu emek aletleri, bu biçimiyle, üretim sürecinden ne kadar geç çıkarsa, o kadar fazla değer aktarır. Bütün bunlar, sabit sermaye¬nin, sermayenin diğer kısımları gibi dola¬şımda bulunmadığı anlamına gelmez. O da dolaşımda bulunur. Ancak, onun dolaşımı diğerlerininkinden daha farklıdır. Bu fark, onun metalaşarak dolaşan ürüne derece derece aktardığı değerinin dolaşmasından başka bir şey değildir. Sabit sermaye, “işlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu metalardan bağımsız olarak kendisinde kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye biçimi veren özellik işte budur.” (Kapital, 2. Cilt sf. 145)
Sermayenin değişmeyen kısmının diğer bölümünü döner sermaye oluşturur. Döner sermaye, sabit sermayeden daha farklı özellikler gösterir. Döner sermaye, başlıca olarak üretim sürecinde yer alan ham ve yardımcı maddelerden oluşur. Bu üretim araçlarının bir kısmı, ürüne, maddi olarak girmezler. Örneğin, fabrikanın aydınlatıl¬ması için tüketilen elektrik gibi. Örnekte söylediğimiz elektriğin değeri, ürünün de¬ğerinin de bir kısmını oluşturur. Böylece, elektriğin dolaşımı da üretilmesine yardım¬cı olduğu ürünün dolaşımıyla birlikte dola¬şıma girer. Bu, onun sabit sermayeyle olan ortak yanıdır. Ama o, esas olarak, girdiği emek sürecinde bütünüyle tüketilmesiyle sabit sermayeden ayrılır. Yardımcı madde¬ler dışında, hammaddeler için de durum aynıdır. Üretim sürecine giren bir hammad¬de, bu sürecin sonunda bütünüyle tüketil¬miş olacaktır. Marx, sabit sermaye ve döner sermayeyi incelediği bölümde, üre¬tim araçlarının kullanım tarzına ve amaçla¬rına göre sabit ya da döner sermaye olabi¬leceğini; üretim aracının, üretim sürecinin dışında kaldığında ise sabit ya da döner sermaye kategorisine giremeyeceğini belir¬tir. Onun verdiği şu örnekler, bu bakımın¬dan çarpıcıdır:
“Bir iş hayvanı olarak öküz, sabit serma¬yedir. Eğer kesilip yenirse, artık ne emek aleti, ne de sabit sermaye olarak işlev yapar.”
“…makine, makine fabrikatörünün bir ürünü ya da metaı olarak bir makine, onun meta sermayesine dâhildir. Onu satın alan kapitalistin elinde üretken biçimde kullanıla¬na kadar sabit sermaye halini almaz”
“Sığırlar, iş hayvanı olarak sabit sermayelerdir; ama kesim hayvanı olarak, sonun¬da dolaşıma bir ürün olarak karılan ham¬maddeler; yani sabit değil döner sermaye¬lerdir.” (Kapital, 2. Cilt, s. 146 vd.)
Öyleyse, sermayenin sabit ve döner kı¬sımları, ‘somut ve maddi’ anlamlarına göre, yani gerçekten sabit ve hareketsiz ya da gerçekten döner ve hareketli oldukların¬dan değil, özgül kapitalist üretim tarzında¬ki kullanılış biçimleri, amaçları ve işlevleri bakımından sabit ya da dönerdirler. Marx, sermayenin bu kısımlarını somut ve maddi anlamlarıyla kavrayarak hareket eden ikti¬satçılarla dalga geçer.
Sermayenin diğer bileşimini, değişen sermaye oluşturur. Değişen sermaye, Marx tarafından “…emek gücünün değeri” ola¬rak tanımlanmaktadır. Sermayenin değiş¬meyen kısmı, üretim sürecinde nicelik bakı¬mından bir değişiklik geçirmiyor; bunların (sabit ve döner sermayenin) değerleri, ya derece derece ya da tamamıyla ürüne akta¬rılıyordu. Buna “değişmeyen” denmesinin temel sebebi budur. Ancak, sermayenin de¬ğişen kısmını oluşturan emek-gücü, kapita¬list üretim sürecinde bir değişiklik geçirir. Emek-gücü, hem kendi değeri kadar bir de¬ğeri yaratır, hem de kendi değerini aşan bir değer fazlasını. Emek-gücünün yarattığı kendi değerini aşan değer fazlası, koşullar¬daki farklılıklara göre nicel olarak farklılaşan artı-değerdi. Emek-gücü, üretim süre¬cinde, ek bir emek harcayarak ona yeni bir değer katar. Canlı emek, aynı zamanda, emek sürecinde üretim araçlarının ya da sermayenin değişmeyen kısmının değerini ürüne katar. Bu, emeğin üretken faaliyetiy¬le gerçekleşir. Örneğin bir dokuma işçisi, dokuma eylemiyle dokuma tezgâhının, ipli¬ğin ve ipeğin kullanım değerini kumaşa katar. O halde, dokuma işçisi, dokuma eylemiyle üretim araçlarını harekete geçirmekte ve onlarla birleşmektedir. Marx, emeğin bu iki yönlü  niteliğini “…Bir ve aynı zamanda, bir özelliği ile değer yaratmakta, diğer özelliği ile değeri korumakta ya da aktarmaktadır” diye açıklamaktadır.
Değişen ve değişmeyen sermaye, üretim sürecinde, farklı işlevlerini yerine getirmek üzere bir araya gelerek ürünün değerini oluştururlar. Ya da başka bir ifa¬deyle ürünün değerinin oluşabilmesi için, değişen ve değişmeyen sermayenin bir araya gelmesi gerekir. Daha önce Marx, ka¬pitalistin toplam sermayeyi yatırırken, onun kısımlarını ve oynadığı rolleri hiç dik¬kate almaksızın yatırdığını söylemişti. O, şimdi de, kapitalistin, emeğin “değer koru¬ma ve değer katma özelliğinin” farkına ancak, “emek sürecinde, bir bunalım ya¬rattığı şiddetli bir duraklama ile varır.” diyor. Demek ki, emek süreci ilk başta kapi¬talistin hiç dikkate almadığı, sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının birleş¬mesi süreci, çelişkili bir süreçtir.

ARTI-DEĞER
Marx, artı-değeri, şöyle tanımlıyor: “Bu artı-değer, ürünün değeriyle, bu ürünün oluşması için tüketilen öğelerin değeri ara¬sındaki farktır.”
Kapitalist, üretimin gerçekleştirilebilme¬si için birtakım metalar satın alır. Bunlar; üretim için gerekli olan fabrika binaları, hammaddeler, yardımcı maddeler vb.’dir. Ama kapitalist, bunun yanında, üretimin gerçekleşebilmesi ve ürünün değerinin ya¬ratılabilmesi için özel türden bir başka meta daha satın almak zorundadır. Bu, emek-gücüdür. Emek-gücünü satın alan ka¬pitalist, onun sahibi olan işçiyi çalıştırarak, bu emek-gücünü de, diğer metalar gibi tü¬ketir, işçinin, daha önce potansiyel olarak sahip olduğu, ama emek sürecinde eyleme geçen emek-gücü haline gelir. Bu emek sü¬recinin, basit öğeleri Marx tarafından şöyle sıralanır:
“1. insanın kişisel faaliyeti, yani işin kendisi, 2. işin konusu ve 3. işin araçları.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194)
Marx, bu öğeleri kısaca şöyle açıklıyor:
“İnsana gerekli şeyleri ya da yaşama araçlarını kullanıma hazır olarak sunduğu bakir toprak, insandan bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin evrensel konusu¬dur. Çevresiyle yakın bağlarını ancak emeğin çözdüğü her şey, doğanın kendili¬ğinden sağladığı ve emeğin işlediği konu¬lardır. Yakaladığımız ve yaşadığı ortam¬dan çekip aldığımız balık, bakir ormanda devirdiğimiz tomruk ve maden yatağından çıkardığımız maden cevherleri, bunun ör¬nekleridir. Öte yandan, eğer emeğin konu¬su, deyim yerindeyse, daha önceki bir emeğin süzgecinden geçmişse, buna ham¬madde diyoruz; daha önce çıkartılmış olan ve yıkanmaya hazır maden cevheri gibi.
Emek aracı, işçinin kendisi ile emek ko¬nusu arasına soktuğu ve faaliyetinin ileticisi olarak yararlandığı bir şey ya da şeyler bi¬leşimidir. Amaçlarına uygun başka madde¬leri yapmak için bazı maddelerin mekanik, fizik ve kimyasal özelliklerinden yararlanır. Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırt edilmesinde işe yarayan şey; yapılan eşya¬lar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır.
Daha geniş bir anlamda, emek araçları arasında, emeği, emek konusuna doğru¬dan doğruya aktarmak için kullanılan ve bu nedenle şu ya da bu şekilde faaliyet iletke¬ni görevi yapan araçlara ek olarak emek-sürecinin yürütülmesi için gerekli bütün nes¬neleri katabiliriz.
Emek-süreci, kullanım-değerleri üretimi ve doğal maddelerin insan gereksinmesini karşılar hale getirilmesi amacıyla girişilen bir eylemdir; insanla doğa arasındaki madde değişimini sağlamanın zorunlu ko-şuludur; insan varlığının doğa tarafından zorlanan ebedi koşuludur ve bunun için de, bu varlığın her toplumsal evresinden bağım¬sız, ya da daha doğrusu böyle bir evrede ortaktır.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194 vd.)
Kapitalist üretimde ise, emek-süreci ken¬disine özgü kapitalist niteliklerini kazanır. Bu sistemde, emek-süreci, kapitalistin pa¬zardan aldığı metaların kendi arasında süren bir süreçtir. Bu süreçte, her şey kapi¬talistin denetimi altındadır ve her şey onun malıdır. Bunlar, kapitalistin pazardan aldığı emek-gücü ve diğer gerekli bütün üretim araçları ve üretilen ürün ya da metadır.
Üretim süreci boyunca ve bunun sonu¬cunda kapitalistin dikkat edeceği temel şey ürettiği metanın değerinin, onu gerçekleş¬tirmek için satın aldığı üretim araçlarının değerinden daha fazla olmasıdır. O, meta (ya da kullanım-değeri) üretimini gerçekleştirirken, bunu, insanlara yararlı bir şey olduğu için yapmaz. Ürettiği ürün ne olur¬sa olsun; ister Marx’ın Kapital’i yazarken kullandığı defter, ister onun üretimi için çalışan işçinin kullandığı ayakkabı, ister bir burjuva kadının boynunda asılı duran mü¬cevher, isterse de emekçilerin devrimci ayaklanmalarında kul¬landıkları silah; o, bunların nerede, nasıl kullanılacağından ayrı olarak, ondan elde edeceği fazla değeri düşünür. Bunların üre¬timi için gerekli olan şeyleri sırf bu yüzden üretir. Öyleyse, kapitalistin amacı, kullanım-değeri üretmek değil, değer üretmektir. Bu değer, ürünün oluşma¬sı için tüketilen değer¬lerin üstünde kalan artı-değerden başka hiçbir şey değildir.
Marx, yukarıda bir bölümünü aktardığı¬mız, en genel anlamıy¬la emek-sürecini ta¬nımlarken   (bkz: 3 paragraf yukarısı); “Çorbayı tadarak nasıl ki yulafı kimin yetiştirdiğini bilemezsek, bu basit süreç ile de onun hangi toplum¬sal koşullar altında yer aldığını kestiremeyiz; belki köle sahibinin zalim kamçı¬sı, ya da kapitalistin kuşkulu bakışları altında, belki Cincinnatus ufacık tarlası¬nı sürerken, belki de vahşi insan taşla ya¬banıl hayvanları avlarken olmuştur.” diyor. Yeniden defter örneğine dönecek olursak; eğer bu, kapitalist üretim sürecinde üretiliyorsa, bunu kendine mal eden ka¬pitalist, onu kimin ve ne için kullanacağını bilmez: Marx’ın Kapital’i yazmak için mi, yoksa muhasebecisinin bu defterin maliyet ve kâr hesaplarını yapmak için mi? Ama bi¬linir ki, o kalemin üretilmesine artı-değer üretmek için girişilmiştir.
Marx’ın artı-değer üretiminin genel ilkele¬rini açıklamak için ele aldığı pamuk üretimi örneğini biz, sırf yukarı¬da kullandığımız örne¬ğe uygun olsun diye defter örneğine uyarla¬yarak inceleyelim:
Defter üretilme işinde, üretilen defterin değeri, emek-sürecinde tü¬ketilen kâğıdın, matbaa, kırma, cilt makineleri¬nin aşınma ve yıpran¬ma paylarının, boyanın değeri ile bunların deftere dönüştürülmesi için harekete geçen emeğin değerinin topla¬mına eşittir. Burada hem üretim araçlarının, hem de emek-gücünün değeri, toplumsal olarak gerekli biçimiyle ele alınmaktadır. Çünkü burada, matbaa iş¬çisinin emeği, kâğıt ve boya işçilerinin ya da kırma makinesini yapan işçinin emeğin¬den hiçbir şekilde farklı değildir. İşte, yal¬nızca bu özdeşlik nedeniyle kâğıt, boya ve kırma makinesi yapımcılığıyla matbaacılık, birbirlerinden farklı olmakla birlikte, bir bütünün, yani defterin değerinin birer öğesini oluşturma niteliğine sahiptirler. Bura¬da önemli olan; emeğin niteliği ve mahiye¬ti değil, miktarıdır. Matbaa işçiliğinin belli bir toplumsal durumun ortalama, toplum¬sal bakımdan gerekli bir emek olduğu var¬sayılmaktadır. Kağıt ve makine için de aynı şey söz konusudur. 1 defter üretmek için 1 top kağıt kullanmak gerekiyorsa, 1 defterin üretiminde 1 top kağıttan fazlası kullanıl¬mamalıdır. Ki kapitalistin, buna azami dik¬kat ve özeni göstereceğine hiçbir kuşku duymaya gerek yoktur. Kapitalist, demirden yapılmış bir kırma makinesi yerine, gümüş kaplama bir makine kullansa bile, defterin değerinin hesaplanmasında dikka¬te alınan emek, demirden yapılmış bir kırma makinesinin üretilmesi için gerekli olan emektir; çünkü belli toplumsal koşul¬lar altında bundan fazlası gereksizdir.
Defter üretiminde, diyelim ki emek-gücünün bir günlük değeri 6 saatlik bir emeğe tekabül etsin. Yani işçi için gerekli geçim araçları 6 saatlik emeğe eşit olsun ve işçiye bunun eşdeğeri bir para ödensin. Bu durumda, eğer işçi 6 saat çalışırsa, üre¬tilen değer, kullanılan üretim araçlarının aşınma paylan ve toplam tutarlarıyla, işçi¬ye ödenen ücrete eşit olacaktır. Bu durum¬da, kapitalist için, üretime yatırılan değerin fazlası söz konusu olamayacaktır. Ama işçi, 6 saatten daha fazla, örneğin 12 saat çalı¬şırsa, bu artı 6 saatlik emek, kapitalist için artı-değer üretecektir.
Bu durumda emek sürecinin birinci 6 saatlik bölümünde değer, ikinci altı saatlik bölümünde artı-değer üretilmiş olacaktır. Öyleyse, emek sürecinin değer ve artı-değer yaratma sürecinin bir birliği olduğu¬nu görmüş bulunuyoruz. Marx, bu sonucu şöyle değerlendiriyor:
“Bir yandan emek-sürecinin birliği ve değer yaratma süreci kabul edilen üretim süreci, metaların üretimidir; öte yandan, emek-sürecinin birliği ve artı-değer üretme süreci olarak kabul edilen üretim süreci, üretimin kapitalist süreci, ya da kapitalist meta üretimidir” (Kapital, Cilt 1, s.213)
Mutlak yasası, artı-değer üretimi olan kapitalist üretim sürecinde, kapitalist tara¬fından artı-değerin çoğaltılmasının başlıca iki yöntemi vardır. Marx, bunları “mutlak artı-değer” ve “nispi artı-değer” olarak açıklamaktadır. Bunların her ikisi de, artı-değeri çoğaltma yöntemleriyken; mutlak artı-değer’de işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısalması yoluna başvurulmaktadır.

ARTI-DEĞER ORANI
Burjuva ekonomi politiği ve burjuva ik¬tisatçıları, sermayeyi ele alırlarken; onu sabit ve döner sermaye diye ikiye ayırırlar. Bu, burjuva iktisadının geçmişinde de böy¬leydi, bugününde de böyledir. Örnek vermek gerekirse, bugün Türkiye üniversitele¬rinde ekonomi okuyan öğrenciler ve onların zavallı hocaları, ders kitaplarında sermayeyi, sabit ve döner ya da duran ve döner okuduklarını ve okuttuklarını çok iyi bilirler.
“Kapitalist Üretim Sürecinde Sermaye” başlıklı bölümde, Marx’ın konuya nasıl yak¬laştığını ve nasıl çözümlediğini görmüştük. O, sermayeyi değişen ve değişmeyen ser¬maye olarak ayırırken, bunları burjuva iktisatçılarından tam bir farklılık içinde ele alı¬yordu. Burjuva iktisatçılarının, bu saçma, kaba ve metafizik sermaye çözümlemeleri, onlara sözde, kapitalist üretim sürecinin çe¬lişkilerini gizleme olanağını yaratıyorken;
Marx, çözümlemesini, ser¬mayenin bu farklı kısımla¬rının kapitalist meta üreti¬mindeki ya da artı-değer üretimi sürecindeki farklı işlevlerini açıklamaya yö¬neltti. Bu, ona, ücretli emeğin nasıl sömürüldüğünün ayrıntılı, eksiksiz ve mükemmel bir çözümleme¬sini yapabilmenin imkânlarından birisini sağladı.
Marx’ın, artı-değer oranı ile, tam olarak neyi kastettiğinin anlaşılabilme¬si için; ilk önce, bu oransal belirlemenin, sermayenin değişen ve değişmeyen bö¬lümleri içinde belirlendiğini belirterek, Marx’ın kullandığı simgeleri görelim:
S= Toplam sermaye
s= Değişmeyen sermaye
d= Değişen sermaye
a= Artı-değer
a’= Artı-değer oranı
Marx, bu simgelerin karşılıklarını en yalın biçimiyle şöyle tanımlıyor:
“Yatırılan sermaye, S, iki kısımdan olu¬şur, birincisi, üretim araçlarına yatırılan para miktarı s, ve ikincisi, emek-gücü için harcanan para miktarı d; bunlardan s, de¬ğişmeyen sermayeye dönüşen kısmı, d de değişen sermayeye dönüşen kısmı temsil ederler. Öyleyse başlangıçta, S=s+d’dir.” (Kapital, 1. Cilt, s.227)
Bunun pratik örneklendirmesini, Marx’in aynı yerde verdiği örneği, sırf biraz daha kolay adayabile¬lim diye Türk para birimini kullanarak sürdürelim: Örne¬ğin yatırılan sermaye 500.000 lira ise, bölünüşü şöyle olabilir: 500.000 lira=4l0.000 lira değişmeyen sermaye + 90.000 lira değişen sermaye. Burada 410.000 lira tutarındaki değişmeyen sermayenin, emek araçlarının ürüne aktarı¬lan kısmından, kullanılan hammaddelerden ve yardımcı maddelerden oluştuğunu gö¬rüyoruz. Kalan 90.000 liranın da emek-gücüne ödenen mik¬tarı oluşturduğunu da biliyo¬ruz. Ama biz, üretim süreci bittiğinde, bundan daha fazla değer taşıyan bir meta elde edileceğini de biliyoruz. Öy¬leyse, üretim sürecinin sonunda, değeri = (s+d)+a olan bir meta elde edilecektir. Ki, buradaki a’nın artı-değer olduğu açıktır. Bu durumda elde edilen metanın değeri (artı-değeri, değişen sermayeye eşit varsayar-sak) = (410.000 lira s + 90.000 lira d) + 90.000 lira a olacaktır. Marx, buradan artı-değer oranı kavramına ve formülüne şöyle geçer:
“Süreç boyunca harcanan bütün emeği temsil eden üretilen yeni değer = 1 80.000 lira olsa, bundan değişen sermayenin de¬ğeri olan 90.000 lirayı çıkarsak, geriye 90.000 liralık bir artı-değer miktarı kalır. Bu 90.000 lira ya da a, üretilmiş olan artı-değerin mutlak miktarını ifade eder. Üreti¬len nispi miktar büyüklük ya da değişen ser¬mayenin artış yüzdesi, kuşkusuz artı-değerin değişen sermayeye oranı ile belirlenir ya da a:d ile ifade edilir. Örneğimizde bu oran, 90.000:90.000 olup, % 100lük bir artış verir. Değişen sermayenin değerindeki bu nispi artışa ya da artı-değerin nispi büyüklüğüne, ben, ‘artı-değer oranı’ adını veriyorum.” (Kapital, 1. Cilt, s. 231)

KÂR VE KÂR ORANI
Marx, “Bir Bütün Olarak Kapitalist Üre¬tim Süreci” alt başlığını taşıyan, Kapital’in 3.Cildinde, bu üretim sürecini bir bütün olarak incelemeye “artı-değerin kâra ve artı-değer oranının kâr oranına dönüşmesi”ni irdelemekle başlar. Bu bölümde, şunu açıkça ortaya koyar:
“Artı-değer ile artı-değer oranı, nispe¬ten araştırmayı gerektiren, gözle görül¬meyen ve bilinmeyen özlerdir; oysa kâr oranı ve bu nedenle de artı-değerin kâr biçimindeki görünüşü, bu görüngünün yüzeyinde kendilerini açığa vururlar. Bi¬reysel kapitalisti ilgilendirdiği kadarıyla, o, yalnızca, artı-değerin, ya da metalarını sattığı değer fazlalığının, bu metaların üretimi için yatırılan toplam sermaye ile olan bağıntısıyla ilgile¬nir; bu fazlalığın, sermaye¬nin çeşitli kısımları ile özgül bağıntısı ve iç çelişki¬si onu hiç ilgilendirmediği gibi bu özgül bağıntı ve iç çelişki üzerine bir şal çek¬mek, üstelik, onun çıkarı¬nadır. “
Marx’ın daha önce, ser¬mayenin çeşitli kısımlarının işlev, bağıntı ve çelişkilerini nasıl incelediğini ve burada hareketli, değişken ve çeliş¬kili olarak  bulunan artı-değer ve artı-değer oranını nasıl ortaya çı¬kardığını ve kavramlaştırdığını biliyoruz. O, şimdi, bir görünüşten söz ediyor: Kârı, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak gösteri¬yor.
Artı-değer ve artı-değer oranında, önem¬li olan; sermayenin değişen kısmı, değişme¬yen sermayenin de ürüne aktarılan değeri idi. Ürünün değeri ve artı-değer, dolayısıyla artı-değer oranı bu bağıntıyla anlaşılıyordu. Şimdi, tekrar Marx’a dönerek örnekleyecek olursak: Belirli bir nesnenin üretimi, eğer 20.000 lirası üretim aletlerinin aşınmasını ve yıpranmasını, 380.000 lirası üretim maddelerini ve 100.000 lirası emek-gücünü karşılayan 500.000 liralık bir sermaye yatı¬rımını gerektiriyorsa ve artı-değer oranı % 100 ise, ürünün değeri = 400 s + 100 d + 100 a = 600.000 lira olur.
100.000 liralık artı-değer düşüldükten sonra, geriye yalnızca harcanan 500.000 li¬ralık sermayeyi yerine koyan 500.000 liralık meta-değer kalır. Kapitalist üre¬tim esasına göre, işçi, üre¬tim sürecine girdikten sonra, o, kapitaliste ait bulu¬nan üretken sermayenin ta¬mamlayıcısı bir öğe olma özelliğini kazanır. Bundan dolayı, metanın asıl üretici¬si, kapitalistin kendisidir. Bu sebepten dolayı, metanın maliyet fiyatı, kapitaliste, zo¬runlu olarak gerçek maliyeti olarak görünür. Bu maliyet fiyatını m ile simgelersek, S=s+d+a formülü, S=m+a şeklini ya da meta-değer=maliyet fiyatı + artı-değer şeklini alır. Marx, bundan sonra, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak niteledi¬ği kârı, yine sermayenin çeşitli kısımlarının iç hareketi, işlevi ve çelişkileri bakımından irdeler, olabilecek en ayrıntılı bir şekilde sorgular. Kârın ve kâr oranının, zorunlu olarak bir eğilim halinde yasalaştığı sonuca ulaşır. Bu yasa, “kâr oranının düşme eğili¬mi yasası”ndan başka bir şey değildir. Bu, kapitalist bunalımın temelindeki çelişkiler¬den birisi olarak, “aşırı-üretimi, spekülas¬yonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.”
Çalışmanın bu bölümde, Marx’ta ve En¬gels’te, bunalımın temellerinin nasıl ortaya konulduğunun daha anlaşılır hale gelebil¬mesi için, bu çalışma boyunca bizim açımız¬dan gerekli en temel kavram, kategori ve ilişkileri anlayabilmek için çalıştık. Çalışma¬nın daha sonraki bölümünde, yine mutlak yasa olan artı-değer üretimi ve kâr oranı¬nın düşme eğilimi yasası ekseninde kapita¬list bunalımın temellerini anlayabilme çaba¬mıza devam edeceğiz. Eğer okuyucu, çalışmanın bu bölümünü gereksiz olarak değerlendirirse, ona söyleyebileceğim tek şey, birazcık sabretmesi olacaktır.

Haziran 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑