Kapitalizm, ortaya çıkışından bu yana, irili-ufaklı, ağrılı-sancılı onlarca bunalım yaşadı. Bunlardan bazıları kısa sürede atlatılırken, bazıları da uzun ve sancılı geçti. Her büyük bunalım dönemi, burjuva iktisatçılarının görünüşte birbirine karşıt olan görüşlerinin çatıştıkları bir ortam yarattı. Bir büyük bunalım döneminden önce, tartışmasız olarak hâkim ve yaygın olan burjuva iktisat okulunun düşünceleri, bunalımla birlikte şiddetle tartışılmaya başlandı. Hâkim olana sözde karşıt olan iktisadi düşünceler onu parçaladı, etkisini bir süre için yok etti ve yerine kendisini egemen kıldı. Tarihsel olarak geriye dönüp baktığımızda, büyük bunalım dönemlerinin, burjuva iktisadi düşüncelerin birine hayat, diğerine ölüm getiren dönemler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama buradaki hayat ve ölüm kavramlarının “yeniden dirilme”, “yeniden can verme” imkânlarıyla birlikte kullanılması gerektiği kaydını koyarak. Çünkü soruna yakından bakıldığında görülecektir ki, yaşayanın ölmesi, daha sonra öleni bir biçimde yeniden diriltecektir. Buna, yazının daha ileriki bölümlerinde yeniden döneceğim.
Dünya kapitalist ekonomisinin, tarihindeki en büyük bunalımlarından birisini yaşadığı bir dönemdeyiz. Özgürlük Dünyası’nın 66. sayısında yer alan “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve Devrim ve Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları Üzerine” başlıklı yazıda, dünya kapitalizminin, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru yol aldığı vurgulanmaktaydı. Kapitalizmin bugünkü bunalımının ve girilmekte olan yeni dönemin özelliklerinin kavranabilmesi bakımından, devrimci proletaryanın biricik eylem kılavuzu olan Marksizm-Leninizm’in bunalıma nasıl yaklaştığının, onu yaratan ve ortaya çıkaran temel öğelerin neler olduğunun ve bu öğelerin bugünkü boyutlarının kendini nasıl ortaya koyduğunun, temelleri bakımından anlaşılabilmesi gerekiyor. Ama bundan önce, kapitalizmin tarihi boyunca, burjuva ekonomi politiğinin bunalım kavramını nasıl ele aldığının ve bunun çeşitli dönemlerde burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığının ana hatlarıyla hatırlatılması yararlı olacaktır. Çalışmanın bu bölümünde, çeşitli tarihsel dönemlerde burjuva ekonomi politiğinin bunalıma nasıl yaklaştığını en genel hatlarıyla ele alıp bundan bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım. Bu yönüyle ele almaya çalışacağım burjuva ekonomi politiğinin çeşitli versiyonlarının, her birinin kendine özgü teorilerinin ayrıntılı tahlillerine girişmeyeceğim.
KAVRAMA YAKLAŞIMIN YÖNTEMİ VE İÇERİĞİ
Bütün kavramlar gibi bunalım da, onu açıklayan, anlamlandıran ve tanımlayan sınıfların, onu kendi eyleminde nasıl kullanacağına, başka kavramlarla ilişkilerini nasıl kuracağına, sınıfsal varlıkları ve çıkarlarıyla nasıl ilişkilendireceğine, dolaysız olarak bağlı bir biçimde tanımlanır. Hele üzerinde tartışılan kavram, sınıf mücadelesinin dolaysız araçları olarak ortaya çıkıyorsa, bu durum, kendisini daha açık bir biçimde hissettirir. Örneğin demokrasi, özgürlük ve benzeri kavramlarda olduğu gibi bunalımın, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm ve çeşitli burjuva akımları tarafından farklı olarak tanımlanması ve içeriklendirilmesi, bu sonuca ulaşılırken kullanılan yöntemlerin farklılığından ve karşıtlığından kaynaklanmaz yalnızca. Bunalımı açığa çıkaran ilişkiler ve alanın özellikleri, bu zemin üzerinde sınıf mücadelesinin kazandığı boyutlar ve özellikler onun açıklanış tarzında belirleyici bir rol oynar. Ya da bir başka ifadeyle şöyle de söyleyebiliriz: Burjuvazi ve proletarya, kendi sınıf çıkarlarına bağlı olarak yürüttükleri mücadele içerisinde, birinin diğerine karşı tutumu olarak bunalım kavramını tanımlarlar.
Burjuva ekonomi politiği, bütün tarihi boyunca kapitalizmi insan doğasına ve aklına en uygun, asla değiştirilmemesi, ama mutlaka yaşatılması gereken bir toplumsal sistem olarak göstermeye çalışmıştır. Dolayısıyla her burjuva iktisadi akımının ortaya çıkışının temel nedeni, içinde bulunulan dönemin temel özelliklerine ve ihtiyaçlarına bağlı olarak, kapitalizmin nasıl daha iyi yaşatılabileceğine, nasıl daha güçlü olarak ayakta tutulabileceğine ilişkin en sağlıklı formülleri ortaya koyma ihtiyacından kaynaklandı. (Her birini böyle bir çabaya iten, kuşkusuz ki, kendinden önceki akımın çözüm önerilerinin belirli bir süre sonra çözümsüz kalışıydı.) Bütün burjuva iktisadi akımlarının ortak olan bu yanı, kapitalizmin çelişkilerini görmek bir yana, esas olarak onları örtbas etmeyi amaçlıyordu. Çünkü çelişkiyi görmek, açığa çıkarmak, beraberinde çelişkinin nasıl çözümlenmesi gerektiği sorusunu da ortaya atacaktı. Böyle bir şeye yönelmek bir yana, yönelenlere karşı (bunlar iyi niyetli burjuva bilginleri olsa dahi) savaş bayrağını çekmek, burjuva iktisatçılarının kutsal vazifeleri oldu hep.
Burjuva ekonomi politiğinin özü, onun bunalıma yaklaşım temellerinin de özünü yansıtacaktır. Bu bakımdan, yukarıda ana temasını çok kısa olarak ifade etmeye çalıştığımız, burjuva ekonomi politiğinin atalarından başlayarak konuyu nasıl ele aldıklarını kısaca açıklamak gerekiyor.
FEODALİZME KARŞI MÜCADELE DÖNEMİNDE BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ
Burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde bir yandan kapitalist ilişkilerin oluşturulmasının kavgasını verirken, bir yandan da feodal ekonomiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadele içerisinde kendi ekonomi politiğini yaratmaya yöneldi. Klasik burjuva ekonomi politiğinin ortaya çıktığı yer, doğal olarak kapitalizmin ilk anavatanı İngiltere oldu. ilk ekonomi politik akımları, ilk iş olarak değerin ve servetin kaynağını açıklamaya yöneldiler. Bunlardan Merkantilistlere göre, değer ve servet, malların alış fiyatlarıyla satış fiyatları arasındaki farktan doğuyordu. Bu yüzden, satış önemliydi. Onun içindir ki, Merkantilistler dış ticaret üzerinde yoğunlaşıyorlardı. İktisadi görüşlerini bu akımın son dönemlerinde yoğunlaştıran Wilelam Petty (1623-1687), malların değişiminin, üretimleri için gerekli olan emek miktarı karşılığında yapıldığını açıklamaya çalıştı. Burjuva ekonomi politiğinin gelişiminde, Yunanca doğa ve egemenlik kavramlarından türemiş adıyla anılan Fizyokratlar önemli bir yer tutar. Bu akımın önde gelen temsilcisi Francois Quesnay’dir. Fizyokratlar, zenginliği dış ticaret ve parada gören Merkantilistlerden farklı olarak üretimin üzerinde dururlar. Sadece tarımı üretken olarak görürler. Bunda iki şeyin önemli etkisi vardır: Birincisi Fizyokratlar, Aydınlanma Çağı filozofları gibi, insan toplumunun doğa tarafından kendisine verilmiş yasalarının bulunduğunu varsayıyorlardı. Bu varsayım, onları, tek zenginlik kaynağının doğa ve dolayısıyla tarım olduğu fikrine ulaştırıyordu. İkincisi, Fransa, bu dönemde henüz bir tarım ülkesiydi. Yani ekonomik üretimin temel alanı henüz tarımdı. Bu da, Fizyokratların düşüncelerini koşullandıran maddi bir temeldi.
Fizyokratlara göre, değerin ve servetin kaynağı doğaydı. Bitkilerin ve hayvanların doğal olarak büyüdüğü, ziraat ve hayvancılık dalında “net ürün” (bu, teorilerinin odak noktası) yaratıyor, bunun dışındaki bütün ekonomi alanlarında tarımdan gelen ürünlerin biçimi değişiyordu. Yani üretime yönelik harcamaların dışında kalan “net ürün”ün kaynağı tarımdı, doğaydı. Öyleyse, bütün vergiler toprak sahiplerinden alınmalı ve sanayiciler bunun dışında tutulmalıydı.
Burada, değerin ve servetin kaynağını ticarette gören Merkantilistlerle, doğada ve dolayısıyla tarımda gören Fizyokratlar’ın ortak bir noktada buluştuklarını görebiliriz.
Bu nokta, değerin ya da servetin kaynağını, üretimin dışında bir yerde aramaktır. Birisi, değerin, malların alımlarıyla satımları arasındaki farktan kaynaklandığını; öteki, doğadan ve tarımdan elde edileceğini söylüyor. Böylece iki şeyi açıklamış ve kendilerince başarmaya yönelmiş oluyorlar: Birincisi kapitalist üretimin çelişkili doğasını gizliyorlar; ikincisi onu normal, insan doğasına uygun, yerli yerinde göstermeye çalışarak burjuva toplumsal ilişkileri haklı çıkarıyorlar.
Klasik Alman Felsefesinden sonra Marksizm’in ikinci teorik kaynağı olacak olan Klasik İngiliz Ekonomi Politiği, değerin ve servetin kaynağını açıklamak bakımından, kendisinden önce gelen burjuva ekonomi politikçilerinden bir kopuş gerçekleştiriyorlar. Bu akımın en önemli temsilcileri bir toplum bilimci olan Adam Snıith (1723-1790) ve bir borsa komisyoncusu olan David Ricardo’ydu.(1772-1823). Klasik İngiliz Ekonomi Politiği’ne göre, değerin ve servetin kaynağı, yalnız tarımsal emek değil, genellikle emekti. Onlara göre, metaların değerini ve fiyatını belirleyen şey, onların üretiminde harcanan emekti. Bu saptama, aynı zamanda, Klasik İngiliz Ekonomi Politiği tarafından geliştirilen (ya da kurulan) emek-değer teorisinin temelini teşkil ediyordu.”
Adam Smith, “Ulusal Zenginliğin Özü ve Nedenleri Üzerine Araştırmalar” başlığı altında topladığı çalışmalarında; emeği, değerin kaynağı olarak ele aldı. Ama, çelişkili bir biçimde: Ona göre, değerin emek tarafından belirlenmesi yalnızca basit meta üretimi için yani “toplumun ilkel durumu” için geçerliydi. Kapitalizmde ise değerin kaynağı gelir, yani ücret, rant ve kârdı. Smith, böylece “değerin kaynağı emektir” diye attığı ilk adımından sonra, tersi yöne doğru bir adım attı, kapitalizmde, değerin kaynağının “emeğin değeri” olduğunu ileri sürdü. Ona göre kapitalizm üç ana sınıfa bölünmüştü. İşçiler, kapitalistler, toprak sahipleri. Bu sınıfların mensuplarının tek tek kendi yararları peşinde koşması, toplumsal bir yarar sağlayacaktı. Çünkü bu toplumsal sistemde değer, bu sınıfların mensuplarının gelirlerinden kaynaklanıyordu. Öyleyse, kapitalist toplumda insanlar arasında bir çıkar birliği vardı. Dolayısıyla serbest rekabet göklere çıkarılmalıydı. Smith’in geliştirdiği bu görüşlere, onun kapitalizmin manifaktür döneminde yaşamasının etki ettiği söylenebilir (Buna biraz aşağıda yine değineceğim).
David Ricardo ise, “Politik Ekonominin ve Vergilendirmenin Temel İlkeleri” başlığı altında topladığı notlarında, Smith’in, değerin kaynağının sadece “toplumun ilkel durumunda” emek olduğu tezine karşı çıktı. Ama bunun yerine, Smith’in kapitalist toplumda değerin kaynağı olarak gösterdiği ücret, kâr ve rantın kaynağının, işçi emeği olduğunu ortaya koydu. Ricardo’nun bu çabası, esas olarak ekonomi politiğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Ama şu kesinlikle vurgulanmalıdır ki, Ricardo da, Smith gibi kapitalizmin çelişkili doğasını görmekten çok uzaktı. O da kapitalizmi doğal ve sonsuz bir sistem olarak görüyor ve tasarlıyordu. Bütün görüşlerini gelip bağladığı yer bundan öteye gitmiyordu. Smith ve Ricardo işte bu ortak noktada buluşuyorlardı: Kapitalizm akla en uygun ve en adaletli sistemdi.
Burada şu tarihsel koşullan göz önünde bulundurmak yararlı olacaktır: Bu dönemde, iki ana sınıf arasındaki çelişkiler henüz netleşmemiş ve belirgin hale gelmemiştir. Bir yandan da burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesi sürüp gitmektedir. Ve proletarya daha çok bu mücadele içinde burjuvazinin arkasından yürümektedir. İşte, Klasik İngiliz Ekonomi Politiği tarafından geliştirilen emek-değer teorisi, bu tarihsel koşullar içerisinde, feodal aristokrasiyi hedef almaktadır. Ve ona karşı savaşan ve kendilerine göre değeri üreten ve burjuvazinin temsil ettiği kapitalist üretim ilişkilerini ve genel olarak kapitalizmi kutsamaktadır. Henüz, bağımsız bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele eden proletarya yoktur. Onun bilimsel dünya görüşü olan bilimsel sosyalizm de yoktur. (Ama ütopik sosyalizm gelişmektedir). Bu bölüme son vermeden önce, son bir şeye daha vurgu yapmalıyız: İlk başta söylediğimiz gibi burjuva ekonomi politiği, daha sonra bütün tarihi boyunca devam edeceği gibi, kapitalizmi, insan doğasına ve aklına en uygun toplumsal sistem olarak yüceltmektedir; ama bu yüceltme eylemi ve teorilerinin alacağı biçim, kapitalizmin o anki gelişme özellikleri ve burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda şekilleniyor.
Büyük makinelerle yapılan üretimin başlangıcı olarak sayabileceğimiz 19. yüzyıldan bu yana, kapitalist üretimin gelişimi, adeta periyodik olarak kesintiye uğradı. Bu durum, kimi zaman kısmi aşın üretim bunalımlarıyla daha 18. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama bir kapitalist ülke ekonomisinin baştanbaşa sarsıldığı ilk sanayi bunalımı 1825’te İngiltere’de patladı. 19. yüzyılda belli başlı kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bunalımların tarihlerini vermek bile, onun bu dönemdeki düzenliliğini kanıtlayacaktır: 1825 (İngiltere), 1836 (İngiltere ve ABD), 1847 (ABD ve Avrupa), 1857 (Avrupa ve ABD), 1866-1873-1882-1890 (Yine çeşitli Avrupa ülkeleri ve ABD). Bu dönem boyunca, kapitalist üretimde birbirini sürekli olarak takip eden iki şey gözleniyor: Canlılık ve durgunluk. Engels, “Anti-Dühring” adlı eserinde, kapitalizmin bu döneminde bunalımların her on yıl dolaylarında bir, tekrar ettiğini tespit ederek, bunalım döneminin temel özelliklerini şöyle anlatıyor:
“Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batkılar batkıları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana değin, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır, tırısa döner, sınaî tırıs dörtnal olur ve bu dörtnal da, sonunda, en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan… çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon steeple chase’inde (engelli yarış) dolu dizgine değin yükselir.” (Anti-Dühring, s. 437, Sol Yayınları, Mart 1977, Ankara)
Kapitalizmin tarihinin bu aşamasında şaşırtıcı bir düzenlilikle ortaya çıkan ve içeriği yukarıda Engels tarafından tarif edilen bunalım ve birikim dönemleri, burjuva ekonomi politiğinde de hem yöntemsel açıdan hem de soruna yaklaşım açısından biçimsel bir farklılığı da beraberinde getirdi. Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadele ettiği, ama burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin henüz olgunlaşmadığı koşullarda, burjuva ekonomi politiği, bilimsel tahliller yapabiliyordu. Sonuçta kapitalizmin yüceltilmesine bağlansa, aslolarak burjuva bir karakter taşısa bile, örneğin, Adam Smith ve David Ricardo tarafından geliştirilen emek-değer teorisi, bilimsel bir içerik taşıyordu. Ama artık kapitalizmin, sık sık yaşanan bunalımlarla birlikte gelişmesi ve burjuvaziyle proletarya arasındaki çatışmaların artması ve çelişkilerin keskinleşmeye başlaması, burjuva ekonomi politiğini daha farklı bir noktaya götürecekti. Marx, Kapital’in “Almanca İkinci Baskısı’na Önsöz”de bu durum için şunları söylüyor:
“Fransa ile İngiltere’de, burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık bir tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi, tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca maruz göstermeler almıştı.” (Kapital, 1. Cilt, s.23 3. Baskı. 1986, Sol Yayınları, Ankara)
BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİNİN İFLASI
Bundan sonra, burjuva ekonomi politiğine, ilkel bir yaklaşım egemen oldu. Bu ilkel yaklaşımın baş temsilcileri John Stuart Mili, F. Bastiat ve J.B. Say’dır. Bu yaklaşım daha önceki dönemlerde burjuva ekonomi politiğinin az-çok bilimsel yanlar taşıyan çabalarını ve çalışmalarını tümüyle inkâr ederek bunları bir kenara attı. Marx, “…Sınıf savaşımı su yüzüne çıkmadığı ya da kendisini ancak dağınık ve tek tek olaylarla ortaya koyduğu sürece, ekonomi politik, bir bilim olarak kalabilir” diyor, (age, s.22) Ama artık, sınıf savaşımı su yüzüne çıkmaya başlamış, kendisini dağınık bir biçimde ortaya koymanın ötesine geçmiştir. Kıta Avrupası’nda gerçekleşen ve İngiltere’yi de etkisi altına alan 1848-1849 Devrimi bunun açık örneğidir. Bir yandan da kapitalizm, düzenli bir şekilde aşırı-üretim bunalımlarını yaşamaktadır.
Bu durumda Marx tarafından ilkel (vülger) ekonomi diye adlandırılan burjuva ekonomi politiğinin başlıca temsilcilerinden birisi olan J. S. Mill’in başlıca çabası, uzlaşmazları uzlaştırma yönünde yoğunlaştı. Marx, Kapital’in aynı yerinde, J. S. Mill’in bu çabalarını şöyle anlatıyor:
“Bilimsel bir değeri olduğunu hâlâ öne süren ve egemen sınıfların lafebeleri ve dalkavukları olmaktan ötede bir şey olduklarını öne sürenler, sermayenin elindeki ekonomi politik ile proletaryanın daha fazla görmezlikten gelinemeyen istekleri arasında uzlaşma sağlama çabasına düştüler. İşte böylece, John Stuart Mill’in en iyi temsilciliğini yaptığı sığ uzlaştırma (doğdu -ç.).” (age, s. 24)
F. Bastiat ise, bütün açıklama ve çalışmalarını, burjuva çalışma özgürlüğünü eksen alarak, kapitalizmde sınıf çıkarlarının birliği ve uyumu şeklinde yoğunlaştırdı. Bu teorik dayanaklarından hareketle, sürekli güçlenmekte olan proletarya hareketine karşı saldırgan bir tutum takındı.
Vülger ekonominin, bunalımlar karşısında takındığı tutum ise kuşkusuz ki onun olabilirliğinin teorik olarak imkânsızlığını ilan etmek oldu. Bunun en duru (ve en kaba) açıklamasını ve örneğini J. B. Say’da görebiliriz.
J. B. Say, daha sonra “Say Kanunu” şeklinde adlandırılacak olan ve “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde formüle edilen teorisini bir yerde şöyle açıklıyor: “Mallar için talep yaratan üretimdir… Bir mal arz edilince, bu andan itibaren, diğer mallar için piyasa açılmış olur.” (Aktaran: Gülten Kazgan, iktisadi Düşünce, s. 94) Ona göre, malların üretilmiş olması, onların satın alınabilmesinin koşullarını da yaratacaktır. Öte yandan da bu, onu üretenlerin üretim yapabilmeleri imkânını da yaratacaktır. Değerin kaynağını başlıca üç üretim faktörü oluşturmaktadır. Bunlar; emek, sermaye ve topraktır. Ya da başka bir ifadeyle değer, bu üretim faktörlerinin sahipleri olan emekçiler, sermaye sahipleri ve toprak ve toprak sahipleri tarafından yaratılır. Yaratılan değerden herkes kendi payına düşeni alacaktır: Emekçi ücretini, sermaye sahibi kârını, toprak sahibi rantını. Üretim, bölüşüm ve tüketim çelişkisiz ve doğal bir biçimde yaşanacak, böylece bu çelişkisiz ve doğal süreç, bunalımları imkânsız hale getirecektir. Ekonomi, kendiliğinden, hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın tam istihdam noktasına gelir.
Artık, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelelerinin açık bir hal aldığı bir dönemde, burjuva ekonomi politiğinin böylesine ilkelleşmesi, bu kadar kabalaşması anlaşılır bir hal almaktadır. Vülger ekonomi, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayarak 1929 Büyük Bunalımı’na kadar, burjuvazinin başlıca silahlarından, burjuva iktisatçılarının altında toplandıkları başlıca bayraklardan birisi olmaya devam edecektir.
Bütün bu dönem boyunca kuşkusuz ki, egemen düşünceyi çeşitli biçimlerde eleştiren akımlar da vardır. Bunların başlıca temsilcileri ise toprak sahibi sınıfların çıkarlarını teorileştiren ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştıran Malthus ve burjuva ekonomi politiğinin küçük burjuva eleştiricisi S. Sismondi idi. Malthus ve Sismondi farklı teorik önerilerden yola çıkmalarına karşın bir noktada birleşiyorlardı. Bu nokta şöyle özetlenebilir: Aşın üretim bunalımları kapitalizmin olağan bir yanıdır. Ve bu olağan olumsuz yan, bir şekilde çözümlenebilir. Gerek Malthus’un gerekse Sismondi’nin, bu durumu açıklamaya çalışan özgün teorik yaklaşımları vardır kuşkusuz. Ama bizi burada ilgilendiren sadece bu kadarıyla sınırlı. Kısaca ve yeniden ifade etmek gerekirse: Sismondi ve Malthus’un eleştirici yönleri sadece bunalımların varlığı ve yokluğu, imkânsızlığı ya da olağanlığıyla ilgilidir. (Burada, Sismondi’yi Malthus’tan ayıran bir yana işaret etmek gerekiyor. Sismondi, Malthus’tan farklı olarak, işçilerin ve köylülerin mutlak sefaletinden belirli ölçülerde etkilenen bir radikaldi. Bu yüzden, Marx tarafından küçük burjuva sosyalisti olarak adlandırılmıştır.) “Her arzın kendi talebini yarattığı ve bu yüzden bunalımların imkânsız olduğu” yönündeki egemen görüşe bunların karşı çıkışı, bunalımların imkanlı ama doğal olduğu yönündedir.
EMPERYALİZM ÇAĞINDA BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ
Emperyalizm çağına geçiş, kapitalizmin bunalımının dünya kapitalizminin bunalımı olarak ortaya çıkmasının ön koşullarını da yarattı. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin açık bir hal alması, dünya ekonomisinin daha derinden birbirine bağlanması gibi olgular, bu dönemin başlıca özellikleridir. Dünyanın emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım savaşımı olan 1. Dünya Savaşı ve bu savaşın ardından ortaya çıkan iki şey, burjuva ekonomi politiğinin temel gelişim ve yönelim eksenlerini oluşturacaktır.
Bunlardan birincisi, 1914-1918 yılları arasında yaşanan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından kapitalist ve emperyalist ülke ekonomilerinin yıpranması ve bundan sonra gelecek olan 1929 Büyük Bunalımı’nın koşullarının olgunlaşmaya başlamasıdır. İkincisi ise, bu dönemde Büyük Ekim Proletarya Devrimi’nin hem dünya burjuvazisinin, hem de dünya proletaryasının gündemine açık bir şekilde girişidir.
Bu dönemin, burjuva ekonomi politiğine, iki şekilde yön vermeye başladığını saptayabiliriz. Birincisi, insan aklına ve doğasına en uygun toplumsal sistem olarak propaganda edilen kapitalizmin Rusya’da yere vurulması, bu propagandanın kimi biçimsel özelliklerinin değişmesini gerektirecekti. Bir yandan sosyalizm aleyhine güçlü propaganda malzemeleri ve teoriler oluşturulup biriktirilecek, öte yandan kapitalizm daha da alçalarak savunulacaktı. Diğer yandan ise, bu sarsıntılı ortam içerisinde, burjuva ekonomi politiğine egemen olan düşünceler (vülger ekonomi) tartışma masasına yatırılacaktı. Gerçi 1920-21 yıllarında belli başlı kapitalist ülkeleri saran iktisadi krizin atlatılması, bu süreci biraz geciktirecek, ama 1929 Büyük Bunalımı’yla birlikte burjuva ekonomi politiğinin, en büyük peygamberlerinden birisi olan Keynes’in gelişini engelleyemeyecekti.
Gelişmeler bu yönde oldu. Modern burjuva ekonomi politiği. Büyük Ekim Proleter Devrimi’nin yarattığı “yeni dünya”ya saldırmada emperyalizmin başlıca silahlarından birisi olarak hizmet etmeye çalıştı. Bütün burjuva iktisatçıları, olanca gericilikleri ile atalarından devraldıkları mirası sürdürmeye çalıştılar. Modern burjuva ekonomi politiği, bilimsellik, az çok tutarlılık gibi şeyleri bir yana bırakarak, kutsal vazifesini yerine getirmek için didinip durdu. Ama aradan çok geçmeden 1929 Büyük Bunalımı, emperyalizmi en ileri kalelerinde vuracaktı. Bu, aynı zamanda “bırakınız yapsınlar”cılığın da, esas olarak burjuva ekonomi politiğinin kendi silahlarıyla vurulmasını gerektirecekti. Onu vuran silah, Keynes’in Genel Teori’si oldu.
1929 Büyük Bunalımı, bu dönemdeki tek sosyalist planlı ekonomiye sahip olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dışındaki bütün emperyalist kapitalist ülkeleri ve bunun yanında bağımlı ülkeleri de etkisi altına almıştı. Bu bunalım, kapitalizmin tarihi boyunca yaşadığı bunalımların en şiddetlisi, en sancılısı olma özelliğini taşıyordu. Dünya kapitalizminin bu sancısı, 1933 yılına kadar sürecekti. Bu bunalım dönemi boyunca tüm kapitalist dünyada sanayi üretimi olağanüstü derecede düştü, ticaret neredeyse durma noktasına geldi, kapitalist, emperyalist ülkelerin maliyeleri şiddetli sarsıntılar geçirdi. Sanayi üretimindeki bu büyük düşüş, bunalımın atlatılmasını alabildiğince zorlaştırdı. Bunalımdan zorlu, sancılı çıkışın ardından çok geçmeden, yeni bir bunalım dönemi daha başladı. 1937 yılı, bunun başlangıcıydı. Şüphe yok ki peş peşe yaşanan bu bunalımlar, burjuva ekonomi politiğini de çukura düşürecekti. Belki de daha sonra yeniden diriltilecek olan vülger ekonomi, Keynes’in tekelci burjuvazi tarafından göklere çıkarılmasıyla birlikte gömülüverdi.
Keynes (Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi için ÖD’nin 63. sayısında yer alan Güncel Keynes Tartışmaları ve Genel Teorinin Tarihsel Arka Planı başlıklı yazıya bakılabilir.), liberal iktisatçılardan farklı olarak, adını hiçbir zaman anmamaya gayret etmiş olsa bile, kapitalizmde bunalımların olabilirliğini kabul etmektedir. O, “bırakınız yapsıncılar”dan farklı olarak, ekonominin kendi başına bırakıldığında kendiliğinden ve otomatik olarak dengeye ve tam istihdam noktasına gelemeyeceğini söylemektedir. Ya da bir başka ifadeyle, ekonominin bunalımlardan, ancak devletin çeşitli müdahaleleriyle kurtulabileceği, Keynes’in başlıca teorik tezini oluşturmaktadır. Keynes’in genel teorisinin temelinde, bireylerin yaşantısında, geleceğin belirsizliğinin ve bu belirsizlik ortamından beklentilerinin yadsınamaz bir rolü vardır. Talep yetersizliğinden kaynaklanan eksik istihdam, buradan doğar. Bu durumda, politikacıların doğru ve akıllı bir yol izlemeleri, iktisatçıların doğru görüşlerine ikna olmaları gerekir. Eğer bu başarılırsa sorunlar çözümlenebilecek, aksi takdirde sorunlar yaşanmaya devam edecektir. Keynes’in düşüncelerinin kapitalizmin çağdaş bunalımlarını açıklayamamasında, onun soruna yaklaşımındaki yöntemsel yanlışlık yatıyor. O, kapitalizmin bunalımını açıklamaya çalışırken, üretim süreci ve bu süreçte ortaya çıkan çelişkileri değil ama dolaşım sürecini ve bu süreçte kişilerin psikolojik durumlarıyla, devletin müdahaleleri arasındaki ilişkiyi temel alıyor. Bunda, bu dönemde dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen halkların devrimci kalkışmalarının ve sosyalizmin dünya proletarya ve halklar üzerindeki muazzam etkisinin önemli bir payı olduğunu özellikle vurgulamaya gerek bile yoktur.
Keynes’in öncülüğünü yaptığı düşünce siteminin, ikinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, burjuva ekonomi politiğinin resmi görüşü haline geldiği, bilinen bir gerçektir. Ama bir başka gerçek ise, tam da Keynes’çi politikaların uygulandığı bir dönemde, 1970’li yıllarda, emperyalist dünyanın yeniden bir bunalım dönemine girmesidir. Artık, o da, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma gelmiştir. Ve burjuvazi, onu da terk edecek, burjuva ekonomi politikçilerinin sırayla gömüldükleri mezara, şimdilik vazifesini tamamlamış olarak, o da gömülecektir.
Kuşkusuz ki, emperyalist burjuvazi, ihtiyaçlarına uygun yeni iktisadi düşünceler arayışı içine girecek ve onun bu çağrısına “bırakınız yapsınlar”cılar yeni kıyafetleriyle yetişeceklerdir. Yeni-liberalizm, tarih sahnesine böylece çıktı.
Uzunca bir süre sonra kapitalizm, 1974’te yeni bir bunalım dönemine girdi. Bu tarihten itibaren, uluslararası düzeyde üretimin gerilemeye başlamasının ilk verileri ortaya çıktı. Artık, daha önceki canlanma ve sanayi birikimi döneminin kapandığı, saklanamaz bir hale geldi.
“1974’ten 4 yıl sonra 1978’de yayımlanan ve yeni-liberalizmin Milton Friedman’dan H. G. Johnson’a kadar en önemli sözcülerinin yazılarını bir araya getiren bir kitaba konulan başlık çarpıcıydı: Müreffeh Bir Ekonominin Rahatsızlıkları” (Aktaran: S. Savran, “Kriz Nedir?” başlıklı yazı, Petrol-lş ’92 Yıllığı içinde, sf. 547)
Emperyalist dünyanın yaşadığı bu sancılı dönemde, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek, dertlerine deva olabilecek bir akım olarak yeni-liberalizmin yıldızı parlatıldı. Kitaba konulan başlık gerçekten de son derece çarpıcıdır. Ekonomi müreffehtir, ama birtakım rahatsızlıkları vardır! Bu rahatsızlıkların hangi nedenlerden kaynaklandığını, biçimsel olarak birbirinden farklı nedenlerle açıklayan yeni-liberalizmin farklı kollan, görünüşte birbirinden ayrı durmakta, ama önünde sonunda aynı noktada birleşmektedirler. Bu nokta, esas olarak, serbest piyasa ekonomisinin özgür işleyişinin önündeki engeller kaldırıldığı anda, ekonominin rahatsızlıklarının da ortadan kalkacağı yönündedir.
Başlıca temsilciliğini Milton Friedman’ın yaptığı ve monetarizm adıyla ünlenen yeni-liberalizmin bir kolu, bu engelin esas olarak, devletin ekonomiye müdahale ve diğer şeyler için gerçekleştirdiği aşırı harcamaların, ekonominin rahatsızlıklarının başlıca sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Böylece, para arzındaki artış, ekonomide bir şişkinlik yaratacak ve birtakım sorunlara yol açacaktır.
Yeni-liberalizmin bir başka kolu olan ve arz yanı iktisat olarak adlandırılan akım ise, ekonominin temel sorunlarının, kapitalist girişimlerin önündeki başlıca engel olan aşırı vergiler olduğunu iddia etmektedir. Kapitalist girişimlerin önündeki bu önemli engel kaldırıldığında ya da önemli oranda hafifletildiğinde, ekonominin temel problemlerinin ortadan kalkacağını açıklamaktadır.
Artık iyice yıpranana kadar emperyalist dünyanın çıkarlarına sonuna kadar hizmet eden ve emperyalizmin dünya proletaryası ve halklarına yönelik saldırılarının ayrılmaz bir parçası ve önemli bir silahı olarak işlev gören yeni-liberalizmin gelip dayandığı nokta burasıdır. Eğer, doğru iktisat politikaları izlenirse, ne ekonomide rahatsızlıklar meydana gelecek, ne de bunalımlar yaşanacaktır. Bu bakımdan, yeni-liberalizm ve Keynes’çilik, özünde aynı noktada birleşir. Sonuçta, yeni-liberallerin Keynes’e açtıkları ateş, onun artık kütüphanelerin raflarında tozlanan Genel Teori’sine çarpıp yine kendilerini vuracaktır. Çünkü artık yeni-liberal burjuva iktisatçılarının hepsi, emperyalist dünyanın bunalımının hızla yol aldığı yeni bir evresine girilirken, umutsuzluk içinde kıvranmaktadırlar. Kapitalizmin bunalımı, onları da baştanbaşa sarmış bulunmaktadır.
SONUÇ
Burjuva ekonomi politiğinin başından beri çabaları, kapitalizmin insan doğası ve aklına en uygun sistem olduğunu kanıtlamaya çalışmak olmuştur. Eğer ekonomide birtakım sorunlar yaşanıyorsa, bunun temel sebepleri ya iktisat politikalarının yanlışlığındadır ya da çeşitli rastlantılar nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ama mutlak olan, kapitalizmin kendi sorunlarını çözmeye her zaman kudretli ve müreffeh bir sistem olduğudur. Onun ötesi yoktur. Eğer birtakım sorunlar yaşanıyorsa, çözüleceği yer de yine aynı alandır. Ve neresinden bakılırsa bakılsın, burjuva ekonomi politiğinin kutsal vazifesi, egemen sınıfların hizmetkârlığıdır. Burjuva ekonomi politiği, tarihi boyunca bu hizmetkârlığını en iyi biçimde gerçekleştirmek için fasit daireler çizip durmaktadır. Onun tarihinde her zaman “ölü, diriyi yakalar.”
“Dünya pazarının buncalarında, burjuva üretiminin çelişkileri ve antagonizmleri çarpıcı bir biçimde gözler önüne serilir. Kapitalizmin özürleyicileri, felaket sırasında patlak veren çatışmalı öğelerin doğasını araştırmak yerine felaketin kendisini yadsımakla yetinir, düzenli ve dönemsel olarak tekrarlanan bunalımların, şayet üretim, ders kitaplarında yazılanlara uygun biçimde sürdürülmüş olsaydı, asla ortaya çıkmayacağında ısrar ederler.” (Karl Marx, aktaran: N. Satlıgan ve S. Savran, “Dünya Kapitalizminin Bunalımı” adlı derlemenin girişinde)
Mayıs 1994