1972’de Stockholm’de toplanan “Birleş¬miş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı” ile çevre sorunlarının, dünya çapında bir sorun özelliği kazandığı resmen teyit edil¬miş oldu. Çevrenin korunması için “uluslara¬rası işbirliği ve dayanışma” çağrısı ile sona eren konferansın toplandığı 5 Haziran günü, 1973 yılından beri “Dünya Çevre Günü” ola¬rak kutlanıyor. Yaklaşık bir çeyrek yüzyıldır, çevrenin kirletilmesinin ve doğanın yağmalanmasının müsebbibi olan burjuva devlet¬ler, kritik bir hal almış çevre sorunlarından söz ediyorlar ve “gezegenimize sahip çıka¬lım” yollu çağrılar yapıyorlar. Bu konferansa katılarak sonuç metinlerine imza koyan 113 devletten biri olan Türkiye de 5 Haziran’ı çevre günü olarak kutluyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da burjuvazi, politikacısı, uzmanı ve gönüllü kuruluşlarıyla gösterişli kutlama¬lar örgütleyecek, paneller, sempozyumlar düzenleyecek, çevreyi koruma çağrıları yapa¬cak.
Burjuvazinin, çevre sorununu resmi bir kutlama ve çağrı günüyle geçiştirdiğini, yılın geri kalan günlerinde bu sorunu unuttuğunu söylemek gerçekçi bir saptama olmaz. Çevre sorunlarını, Avrupalı olmanın bir gereği ola-rak gündeme getirerek çevre korumayı ana¬yasa maddesi halinde kesinliğe kavuşturan generaller cuntası, belki de ilerleyen yıllarda çevre sorunlarının Türkiye bakımından da bu denli aktüelleşeceğini tahmin etmemişlerdir.
Çevre sorunları, Türkiye’nin gündemine, Avrupa’ya kıyasla yaklaşık bir on yıl gecik¬meyle girdi. Bu gecikmeyi telafi etmek ister¬cesine, büyük bir “yeşil taarruz” başladı. Yal¬nız bu yeşil, Avrupa’dan farklı olarak biraz daha haki, biraz daha resmi bir ton taşımak¬taydı. Türkiye’de, yirminci yüzyılın son on yı¬lına girildiğinde sırf çevre konularıyla ilgili bir bakanlığa kavuştuk. Göstermelik olsa da, hayli boşluklar içerse de artık bir çevre mev-zuatı tamamlanmak üzereydi. Bütün belediye¬lerin ve bütün burjuva partilerin mutlaka çevre komisyonları vardı. Devletin resmi tele¬vizyonu, özel çevre programları düzenliyor, belgeseller yayınlıyor, program aralarını çevre bilincini geliştirici slogan ve çağrılarla değerlendiriyor. İlkokul, ortaokul ve lise müf¬redatında çevre sorunlarına ayrılmış üniteler var. İnşaat mühendisliği fakülteleri birer çevre mühendisliği bölümüne kavuşturuldu. Birçok mühendislik kolu, çevre sorunları dersi işliyor. Meslek odaları, işveren örgütleri çevre konularında sayısızca tebliğ yayınlıyor.
Çevre sorunlarına gösterilen bu resmi ilgi, devletin eteğinde konumlanmış bir dizi gö¬nüllü kuruluşla destekleniyor. Çevrecilik, yük¬sek tabakalar içinde büyük bir saygınlık ka¬zandı ve bir çeşit moda haline geldi. Hiçbir Lions ya da Rotary kulübü yoktur ki, çevre konusunda bir sempozyum düzenlemiş ve bunun tebliğlerini kitaplaştırmış olmasın. Üretici firmalar mallarına çevrecilik dolayımıyla müşteri bulmaya çalışıyorlar… Uzatmak mümkün. Ama bu kadarı bile gereğinden fazla ve sıkıcı.
Çevre sorunlarının insanlık ve doğal çevre için büyük bir tehdit oluşturduğu bir dönemde, böyle bir ilginin kötü tarafı ne ola ki? Bu soruya, bir başka soruyla cevap verile¬bilir. Madem devletimiz, gönüllü kuruluşları¬mız ve sanayicilerimiz çevrelerine gençleri ve çocukları da almış, böyle tam kadro çevre muhafızlığı yaparken nasıl oluyor da bir dizi çevre skandalı patlıyor, nasıl oluyor da çevre her geçen gün daha derinden kirleniyor?
Burjuvazi, bu resmi bombardımanla, çevre sorunlarının, kendi sisteminin doğasın¬dan kaynaklanan bir sorun olduğunun üstü¬nü örtme, genel bir insanlık ve yurttaş so¬rumluluğu sloganıyla bu sorunlardan kaynaklanan tepkileri sistem içinde eritme amacı taşıyor. Sağlam bir antikapitalist pers¬pektif taşımasa da sistem dışında gelişen çev¬reci örgütlenmeler, bu resmi-sivil ama katı bir şekilde sistemi ve devleti aklayan sahte çevreci ortamda seçilemez oluyor.
Devlet, resmi kuruluşlarıyla ve resmi pro¬paganda aygıtlarıyla kendi icraatlarını savu¬nurken; gönüllü kuruluşlar, üniversite kürsü¬leri ve bir dal olarak çevre mühendisliği, çevre sorunlarının üstünü örtmeye, bu örtüyü delerek göz önüne çıkan sivrilikleri gider¬meye yönelik bir faaliyet yürütüyorlar. Fakat devletin, üzerindeki insanlarla birlikte geniş orman alanlarını bombalamasına, yangınlar çıkartmasına, çevrenin tahribi gerekçesiyle olsa dahi karşı çıkmıyorlar.
Örneğin Türkiye’de çevre sorunlarıyla ilgi¬li çalışmalar yapan, bu konuda azımsanmayacak bir yayına da sahip “gönüllü” çevre kuru¬luşu Türkiye Çevre Sorunları Vakfı (şimdi adı T. Çevre Vakfı), çevreciliği “modern muhafazakârlık” olarak tanımlıyor ve görüşlerini bir vesileyle şöyle açıklıyor:
“Çevrecilik her şeye karşı çıkmak, yıkıcılık değildir. Aksine, devletin düzeni ve hukuk sisteminin getirdiği kurallar içinde, çevreyi koruyabilmektir. Tabiatın nimetlerini insanın en akılcı bir şekilde kullanmasını ve tabii kaynakların tahribini önlemektir.” (Aktaran R. Keleş – C. Hamamcı, Çevrebilim, İmge Yay. Mayıs 1993, sf: 210)
Doğal Hayatı Koruma Derneği, faaliyetinin merkezine, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin korunmasını koymuştur vb.
Böylece, bu türden çevre örgütleri, tek tek olaylarla sınırlı, pürüz giderici bir işlev gör¬mektedirler; kimi talepler öne sürseler de yığın tepkisinin sistem içinde söndürülmesinin araçları işlevini görüyorlar.
ÇEVREYİ BU HALE GETİREN KİM?
Burjuvazi, çevre sorununu bu şekilde gündeme getirmekle, çevrenin geriye dönül¬mesi oldukça zor bir kirlenmeye ve tahribe uğradığını kabul etmiş olmaktadır. Ama o, fa¬turayı bir canlı türü olarak insana çıkarmaktadır. İnsanlar, gelecek nesilleri düşünmeden doğal kaynaklan özensizce kullanmış, çevreyi kirletmişlerdir. Her gün artan nüfusuyla in¬sanlık, ormanları yok etmiş, evsel atıklarını çevreye ve denizlere dökmüş, büyük şehirler¬de bozuk kentleşmeye neden olmuştur. Bu kirlenmeden insanlar olarak hepimiz sorumluyuz! Sanayicisi, üreticisi ve tüketicisiyle her¬kes.
Burjuva propaganda ışığında kirleticiye biraz daha yakından bakıldığında, karşımıza sıradan giysileri içinde mahcup tüketici çıkar. Çünkü çeşit çeşit kirletici maddeyi satın alan, aldığını tüketirken ambalajını ortaya bırakan odur. Eğitimsizliği ile çevreye olmadık zarar¬lar veren yine o!
Hal böyle olunca, çevrenin korunması için yapılan çağrılar da yine tüketiciye, bireye ya¬pılmaktadır: Daha az tüket, pet şişelerini orta¬ya, çöpünü sokağa atma! Devletin yığınlara çağrısının gelip vardığı yer, şu slogandır: Tür¬kiye’ni temiz tut, yeşili koru!
Gerçekte, çevrenin bu ölçüde kirlenmiş ol¬masının nedeni tüketici alışkanlıklarıyla açıklanamayacağı gibi, çaresi de çöp toplamak, ağaç dikmek olamaz.
Özgürlük Dünyası’nın 53. sayısında yer alan yazıda da açıklandığı gibi, kirleticilik, ka¬pitalist üretim tarzının doğasına içkin bir özelliktir. Bir üretim tarzının doğal çevreye karşı tutumu, insana karşı tutumuna kopmazcasına bağlıdır. Kapitalist üretimin temeli, meta üretimidir. O, ürettiği çok metayı asgari maliyette olabildiğince yüksek fiyata pazara çıkarmak ister. Bu ucuza mal edişin bir ucun¬da emek-gücü, diğer ucunda hammadde var¬dır. Bu iki unsuru ne kadar ucuza mal ederse, kârı o oranda büyür. Kapitalist, bu bakımdan hem emek-gücünü, hem de doğal hammadde¬yi vahşice yağmalar. Kapitalist, doğadan al¬dıklarını metaya dönüştürebildiği oranda pa¬zara sunar; pazarda satışa konu olamayacak her şey çöptür ve en ucuz yoldan üretim sü¬recinin dışına itilmelidir. Böylece, kapitalist üretim süreci, bir yandan doğal kaynaklan vahşice tüketirken, satışa konu olmayan atık¬ları da havaya, suya ve toprağa bırakarak kir¬lenmenin temel nedeni olur.
Denebilir ki, sanayi devrimi baz alınırsa, kapitalizmin 200 yıllık bir tarihi varken, çevre sorunları esas olarak son 25 yılın ürü¬nüdür. Bu, anlatılanlar bakımından bir çelişki değil mi?
Kuşku yok ki; kirleticilik, kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı bir özellik değildir. O, hiçbir zaman doğayla uyumlu olmamış, iş¬çinin yanı sıra doğayı da sürekli kemirmiştir. Ama bu ölçüde bir kirlenme, kullandığı tek¬nolojinin son çeyrek yüzyılda artan kirlenme gücü sayesinde mümkün olmuştur. Ama çev¬reyi daha büyük ölçeklerde sömürme ve tü¬ketme, 2. Savaştan sonraki dönemde teknolo¬jide görülen dev gelişme sayesinde olmuştur. Daha yüksek teknolojinin, en çabuk yoldan kâra dönüşmesinin karşılığı, global bir kirlilik olmuştur.
“TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜĞÜ”!
Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda, doğanın yağmalanması ve doğal çevrenin kir¬letilmesi sürecidir. Fakat bu kirlenmenin ne ölçüde gerçekleşeceği, başka bir dizi koşulla belirlenir. Kapitalist, azami kârı gerçekleştir¬meyi her zaman hedefler, ama bunun gerçek¬leşip gerçekleşmeyeceği ya da daha doğru bir ifadeyle azami kârın sınırının ne olacağı pat¬ron ile işçi arasındaki ilişkinin o anki niteliği¬ne, doğayı kullanılış ve işe yaramaz atıkların uzaklaştırılış maliyetine vb. bağlıdır. Kısaca, kapitalist üretim tarzı, her durumda aynı ölçüde kirletici değildir. Örneğin kamuoyu du¬yarlılığının ileri olduğu Almanya’da kapitalist, Türkiye’dekine benzer bir teknolojiyle işleye¬rek ortalığa çimento saçan bir çimento fabrikası kuramaz.
Bunun bilincinde olan Türkiye burjuvazisi de başka ülkelerdeki çevre yasalarının ya da yasakların bizde geçerli olamayacağını ifade ederek çevre politikalarının “özgünlüğüne” dikkat çekmişlerdir. Bir patron örgütünün başkanının dile getirdiği şu sözler anlamlıdır: “…Yabancı ülkelerden aynen alınan düzenle¬meler daima birtakım aksaklıklara neden olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin şartlarına uygun, özellikle coğrafi konumu ve doğal kaynakları dikkate alan, en önemlisi de kal¬kınma ve sanayileşme yolunda hızla ilerle¬mekte olduğunu düşünen bir çevre politikası ile hareket etmek zorunda olduğumuzu unut¬mamalıyız.” (Yalım Erez, TOBB Çevre Kurulu Raporu, 1993)
Gerçekten de unutulmuyor, devlet ve pat¬ronlar el ele Yerip çevreyi her yol ve yöntem¬le kirletiyorlar. Çevre derinden derine yağ¬malanıyor, bütün bunlar olurken, bu yağmalama, skandal olarak yüzeye çıkıyor. Bir gün, koyun yüklü bir gemi boğazın derin¬liklerine gömülüyor ve çevre üzerinde zararlı bir etki yapmayacağı açıklanıyor. Çernobil’deki radyoaktif kazanın memleketimizi ve ürünlerimizi hiç etkilemediği açıklanıyor ve ancak yıllar sonra yüksek miktarda radyas¬yon içeren çayı afiyetle içtiğimiz anlaşılıyor. Bir başka gün zehir dolu variller sahillere vu¬ruyor. Bu varillerin ne olacağına karar verile¬miyor, çocuklar için oyuncak işlevi görüyor. Birdenbire büyük kentlerde havanın solunamayacak ölçüde kirlendiği açığa çıkıyor, İstanbul’un orta yerinde çöp patlıyor. Hükümet yetkilileri, her şeyin daha güzel olacağını açıklıyorlar; ardından termik santralın atıklarının, civarındaki bitkileri kuruttuğu görülü¬yor, içme suyuna kanalizasyon karıştığı açık¬lanıyor… Bütün bunlar, derinden yağmalamanın bir dışavurumu.
Gerçekte kirlenme çok daha derin ve çok yönlü.
Doğa, sınır tanımaz bir şekilde yağmalanıyor ve tahrip ediliyor. Batıda aşırı kirleticilikleri nedeniyle hurdaya çıkmış teknolojiler en¬düstriyel üretimin temeli haline getirilmiş, insan sağlığı ve çevre için zararlı çeşitli mad¬delerin tarımsal ilaçlarda, temizlik malzeme¬lerinde içerili olduğu, çeşitli vesilelerle açığa çıkıyor. Çeşitli Avrupa ülkelerine ait birçok zararlı atık, rahatlıkla, “inşaat malzemesi”, “gübre”, “sanayi hammaddesi” vb. adlar altın¬da ithal ediliyor ve rasgele çevreye boşaltılı¬yor.
Devlet, tüm bunları “kalkınmanın katlanıl¬ması gereken maliyeti” olarak gösteriyor, özel sektörle el ele çevreyi kirletiyor, izin ve¬riyor daha da ötesi teşvikle ödüllendiriyor. Örnek vermek gerekirse, büyük bir şaşkınlık yaratan zehirli atık ithali konusunda bir mev¬zuat oluşturulmuyor ve uzun yıllar sürünce¬mede kaldıktan sonra, en sonu bu tür madde¬lerin ithali izne bağlanıyor. Ya da Dünya Sağlık Örgütü’nün yıkanabilir ürünlerde bile tehlikeli bulduğu Malathion isimli zehirli ilaç¬la arı kovanları ilaçlanıyor ve zehire bulan¬mış bal, insan midesine iniyor. Bununla da kalmıyor; bu zehirli ilacı üreten ve dağıtan Türkiye Kalkınma Vakfı ile Tarım Bakanlığı arasında imzalanan protokolde bir de bu du¬rumu gizleyen madde bulunuyor: “Malathion aktif maddesinin arı akarı mücadelesinde kul¬lanıldığının gizliliğine devam edilecektir.” (Semra Somersan, Türkiye’de Çevre Ve Siya¬set, Metis Yay., Kasım 1993, sf: 62-63)
Son bir itiraf da, Yatağan Termik Santralı Müdürünün ağzından. Türkiye devletinin çevre politikası bu zavallı itiraftan daha iyi nasıl ifade edilebilir? Şunları söylüyor, hem de halka hitaben:
“Çevreyi kirletmeyi önlemek için bir finans ayrılması lazım. Ama, o finans da kal¬kınmaya harcanıyor. Çevreyi korumakla ilgili hazırlanan yönetmelik Almanlardan alınmış. Almanya şu an kendi ülkesinde yatırım yap¬mıyor. Gelişmekte olan ülkelerde yatırım ya¬pıyor. Almanya’nın gözü doymuş. Peki Al¬manya bu doyuma ulaşana kadar standartlara uymuş mu? Hayır. Kirlete kirlete, mahvede mahvede, bu seviyeye geldi. Şimdi diyorlar ki, ‘ey Yatağanlılar oraya 4 değil, 3 santral kuracaksınız. Bir tanesinin parasını bana vereceksiniz. Desülfirizasyon bende var.’ ” (Cumhuriyet, 2 Mart 1993)
Son derece öğretici ve birçok sonuç çıkar¬maya elverişli. Vatandaşlarına “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”nı anaya¬sayla garanti eden devlet, kirletme kapasitesi¬ni önemli ölçüde azaltacak bir arıtma sistemi yerine, yeni bir santral ünitesi açmayı yeğli¬yor. Şimdi bütün bunlardan sonra, çevreyi korumaktan, insan sağlığından bahsetmenin çok açık bir sahtekârlık olduğu açık değil mi?
Almanya’nın kendi ülkesinde yapmadığı yatırımı, severek ve isteyerek kendi ülkesinin bir yerleşim merkezine yapan Türkiye’nin bu “özgünlüğünü” nasıl açıklamalı?
Aslında bu, Türkiye’nin bir özgünlüğü ol¬manın ötesinde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerin ortak bir özelliği. Bu ülkelerin, sahip oldukları sanayinin nicel büyüklüğüyle kıyaslanmayacak ölçüde yüksek bir kirleticiliğe sahip olmalarının nedenlerinin başında, bu ülke ekonomilerinin geriliği ve emperya¬lizme bağımlılığı geliyor. Artık eskimiş, hur¬daya çıkmış, verimsiz ama kirletme gücü yük¬sek teknolojilerin ihraç edilebileceği alan, bu tür ülkelerdir. Her iki tarafı da memnun eden bir alışveriş söz konusudur burada. Emperya¬list burjuvazi, kamuoyu tepkisi alan ve geri, rekabet gücü azalmış bir teknolojiyi hiç yok¬tan iyi bir fiyatla başından atarak kurtulmuş oluyor; alıcı ülke ise, bu geriliğin ucuz işgücüyle telafi edildiği. Adam Smith’ten beri “serbest mal” olarak tanımlanan çevreyi kir¬letmenin serbest olduğu bir ortamda ucuza mal edilmiş bir sanayiye sahip oluyor.
Aynı şekilde, son yıllarda meydana gelen nükleer kazalarla riskli ve ortaya çıkardığı radyoaktivite içeren atıklarıyla da hayli prob¬lemli olduğu için kamuoyu tepkisiyle karşıla¬nan bir enerji kaynağı olan nükleer santraller, projelendirildikleri dönemlerdeki popülaritelerini yitirmiş bulunuyor. Dünyada¬ki 400 civarındaki nükleer santralden 112’sine sahip olan ABD, inşa aşamasına gelen 118 santralden vazgeçmek zorunda kaldı. İsveç, nükleer reaktörleri 2010 yılına kadar kapatacağına dair karar almıştır. Bütün OECD ülkeleri nükleer enerjiyi azaltma eğili¬minde… Kısaca, nükleer santraller bu ülkeler bakımından yeterince sorunlu olmanın yanın¬da kârlılığını da yitiriyor. Çünkü nükleer santrallerin enerji üretirken çıkardıkları rad¬yoaktif atıkların depolanmasının maliyeti, ka¬muoyu dikkatinin santrallere yönelmiş oldu¬ğu durumda oldukça yüksek. Ama bu santrallerin kârlı olacağı bir alan, koca geze¬genin bir yerlerinde mutlaka vardır. Burası öyle bir yer olmalı ki; çevre mevzuatı, parasız ya da ucuz kirletme hakkı versin, önlem al¬maya zorlayan bir kamuoyu duyarlılığı yeterince gelişmemiş olsun. Bu ülkeler, emperya¬lizme bağımlı ülkelerdir.
Böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeler¬deki bu kirlenmenin bir diğer nedenine de kendiliğinden gelmiş oluyoruz, ileri kapitalist ülkeler burjuvazisi, çevre sorununu dünyanın geleceğini tehdit eden bir tehlike olarak dek¬lare ederken, Avrupa’da bu resmi havanın içinde boğulmayacak bir emekçi tepkisi doğdu. Çevreye sahip çıkan çeşitli yeşil örgüt¬lenmelerle birlikte hareket eden milyonlarca insan her bir çevre olayının üzerine gitti, insan sağlığına yararlı olduğu söylenen besin maddelerindeki, ilaçlardaki, deterjanlardaki zehiri keşfettiler, kirletici kaynaklara karşı saldırı eylemlerine girişmeye kadar birçok eylem gerçekleştirdiler. Böylece, kendi burju¬vazilerine önemli ölçüde geri adım attırdılar, çevreyi gözeten kimi maddelerin yasalaşması¬nı ve bunların uygulanmasını sağladılar; kuş¬kusuz, burjuvazinin çevreyi kirletmesinin önüne geçemediler -ve zaten bu, kapitalizm koşullarında mümkün değildir- ama burjuva¬zinin büyük bir huzur içinde çevreyi kirletmesini de engellemiş oldular. Geri ülkelerde bu tarz muhalefetin cılızlığı burjuvazinin, ciddi bir kamuoyu engeline çarpmadan, çevre için hiçbir önlem almadan kirlilik üretmesine imkân vermektedir. Öyle ki; çevrenin kirlenmesine katkısını esirgemeyen devlet, çevre¬nin korunması için kaynak da ayırmıyor. Al¬tıncı Beş Yıllık Plan’da (1990-94) olduğu gibi. (S. Somersan, aynı yerde) Ama çevre sorunla¬rının daha bir aktüel özellik taşıdığı Avru¬pa’da milli gelirin % 1-4’ü çevreyi korumak için harcanıyor.
GİZLİLİK PERDESİNDEN “AÇIK TOPLUM”A
Türkiye’deki toplam sanayinin fiziki varlı¬ğını çok çok aşan bir kirlenmenin bir dizi çevresel felakete neden olması, aydınlarımız¬da, nostaljik ve romantik bir hüzün kabarma¬sına neden olur ve gözler Batı’ya çevrilir. Bu memlekette çevre bilinci yok, devlet halkı uyutuyor! Ve girilemeyen denizlerimiz, solunamaz havamız için iç geçirir. Büyük çevresel sorunların, burjuvazi ve devlet tarafından kalın bir gizlilik perdesiyle örtülmesi, sivil toplum örgütlerinin demokratik bir katılımcı¬lık hakkına sahip olduğu düşünülen Batı’yı daha bir cazip hale getirir. Buna bir de, Çernobil patlamasının eski Sovyetler Birliği tara¬fından gizlenmeye çalışılması ile Türkiye’nin radyoaktif kirlenmenin boyutlarını gizlemesi¬nin çakışmasının yarattığı “açık toplum” özle¬mini de eklemek gerek.
Sonuçta karşımıza şöyle bir düşünce çıkar: Bati; devleti, sanayicisi ve yurttaşıyla çevreye verdiği zararın farkına varmıştır, etkin ön¬lemlerle kirlenme en azından durdurulmuş¬tur, devlet çevre kirliliği konusunda “açık toplum” olmasının gereği olarak sürekli yurt¬taşlarını bilgilendirmektedir.
Batı ülkelerinde çevreyi korumaya yöne¬lik birtakım yasaların var olduğu ve bu yasa¬ların önemli ölçüde işlediği, sanayinin kirlet¬me kapasitesinin daraltıldığı bir gerçektir. Ama bu, Batı’nın toplum olarak çevreyi koruma bilincine sahip oluşuyla değil, yığınların gösterdiği tepkilerin sonucu elde edilmiş kazanımlarla açıklanacak bir durumdur. Emper¬yalist burjuvazi, mümkün en ucuz teknikle ve çok miktarda metayı pazarda rekabete sunar-ken, çevreyi değil kârını düşünür. O, yalnızca metropollerdeki kirlenmenin değil, kıtalarara¬sı açık ya da örtülü zehirli atık ticaretinin de, geri ülkelerin birer nükleer çöplük haline ge¬tirilişinin de baş sorumlusudur. Batı toplumu, namuslu bilim adamları, gazeteciler bilgileri açıklama cesareti gösterdikleri ölçüde açık toplumdur; yığınlar, tekelci burjuvaziye geri adım attırdığı ölçüde açık toplumdur.
“ORTAK GELECEĞİMİZ”?
Birleşmiş Milletler bünyesindeki Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, çevre sorun¬ları üzerine hazırladığı raporuna yukarıdaki başlığı uygun görmüştü. Bu, daha önceki ortak raporların ruhuna da uygun olan, bu konuda araştırma yapmakla görevli bir uz¬manlar ordusunun da çevre sorununa yakla¬şımını ifade eden bir başlık. TOBB adlı pat¬ron kuruluşu için hazırlanan “Çevre Kurulu Raporu” adlı kitapta, 1972’deki çevre konfe-ransının en önemli sonuçlarından bir tanesi, “…insanları ve ülkeleri ‘Bir Tek Dünyamız Var’ sloganı etrafında dayanışmaya çağırmasıdır.” deniyor.
Böylece mantık tamamlanmış oluyor: Çev¬reyi ayrımsız tüm insanlık bu hale getirdiğine göre, çevrenin kurtuluşu da tüm insanlar ta¬rafından sağlanabilir. Çevre sorunları, insanlı¬ğı ortak bir tehditle karşı karşıya bırakmıştır; bu bakımdan sınıf sorunlarını ikinci plana it¬meli, gezegenin kurtarılmasını ön plana alma¬lıyız. Kirlenmenin nedenleri konusunda bur¬juva propagandaya, tümüyle ikna olmuş olmasalar da; birçok radikal yeşil hareketin, hatta birçok “Marksist’in çözüm yolları konu¬sunda bu düşünceyi benimsediği de bilinen bir şeydir.
Bir defa, çevrenin bu denli büyük ölçüde tüketilmiş olması ancak burjuva sistemin ge¬leceğinin tablosuna işaret olabilir, insanlığın değil. Burjuva sistem, çevrenin tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak genelleştirmeye çalışırken, bunun bir insanlık krizi olarak kabul edilmesini istiyor. Kapitalist bunalım, nasıl bir insanlık bunalımı değilse, çevre bunalımı da bir insanlık bunalımı değil, egemen siste¬min bunalımıdır. Bu krize, dünya çapında egemen bulunan emperyalist kapitalizm yol açmıştır; bu, onun insanlığa verebilecek bir şeyi olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Emperyalist kapitalizm, kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi gibi göstermeye çalışsa da; tükenen, kapitalist dünyadır. Çevre sorunu, insanlığın ortak sorunu değil, kapitalizmin kronik hal almış sorunlarından bir tanesidir.
Çevre krizinin tüm insanlığın geleceğini tehdit ettiği doğrudur. Peki, savaşların, nükle¬er silahlanmanın da insanlığın geleceğini teh¬dit ettiği doğru değil mi? Nasıl savaş tehlikesi¬ne karşı mücadele, savaş için silahlananlarla birleşmemizi değil, onlarla mücadeleyi gerek¬tiriyorsa; çevre kirliliğine karşı mücadele de, ancak antikapitalist bir perspektifle yürütüle¬bilir.
Aynı gemide miyiz? Evet, aynı gemideyiz. Bu onlarla birleşmeyi ya da ortak çabayı niçin zorunlu kılsın? Geminin rotasını tayin etme yetkisini elinde bulunduranlar, gemiyi bir mayın dağına doğru hızla yürütüyorlarsa, onlarla el ele tutuşmak değil, onları geminin yönetiminden bir an önce uzaklaştırmak ge¬rekmez mi?
Çevrenin kurtuluşu için mücadele, insanlı¬ğın kapitalizmden kurtuluşu için mücadele demektir.
Kapitalizm, varlığı ve gelişmesiyle eşza¬manlı olarak çevreyi bu ölçüde tüketmiş ve tahrip etmişken, 20 yıl içinde dünya çapında iki konferans ve sayısızca bölgesel konferans toplamasının, bir dizi uluslararası anlaşma yapmasının, çevrenin korunması için sonu gelmez çağrılar yapmasının nedeni nedir?
O, çevrenin tükenişinde kendi tükenişini görmekte, işleyişi bakımından varlık koşulu¬nun bir boyutunun kirlenme olduğunu bil¬mekte, bu bakımdan da kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak göstermektedir. Çevre sorununa sahip çıktığını göstermeye çalışırken, sorunun ancak yine kendisi tara¬fından çözülebileceğini ve bütün çözümlerin kapitalizm sınırları içinde düşünülmesini sağ¬lamak, çevresel sorunlar konusunda öfke duyan emekçilerde bir beklenti ve umut ya¬ratmak istemektedir. Çevre sorunu, kapitaliz¬min temelini sarsan bir sorun iken, o, bu so¬runu yığınların antikapitalist yöneliminin önünü kesecek bir imkân haline getirmek is¬temekte ve bunun için, sınıf çelişkilerinden arınmış bir geleceği kurtarma çabasını yığın¬lara dayatmaktadır. Kurtarmak istediği, in¬sanlığın değil, kapitalizmin geleceğidir.
O zaman, bu çok cepheli “yeşil sevgisi”, kapitalizmin yaşar kılınması için bir taarruz¬dur. Çevre dolayımıyla kendisine karşı çıkan yığınların gücünün kendi temelini güçlendi¬ren bir dinamik haline getirme çabasıdır. Burjuvazinin yeşil tutkusu, yeşile sahip çık¬mak isteyen yığınlara karşı çıkarılmış bir dal¬gakırandır.
Kapitalizmin bu dalgakıranı, bizzat kapita¬list üretim/kirletme süreciyle zayıflatılmaktadır. Olgular; emekçilere, kirlenme ile burjuva sistem arasında bağ kurma olanağı vermekte¬dir. Yığınların çevre krizi karşısındaki tepkilerinin antikapitalist bir içeriğe kavuşturul¬ması son derece olanaklıdır.
Haziran 1994