NATO, kuruluşundan bu yana geçen zaman içinde, kuruluş yasasının uygulandığı herhangi bir askeri müdahaleye girişmemiştir. Fakat bu onun askeri ve siyasi bir güç olarak, illegal kurum ve ilişkiler geliştirmediği anlamına gelmemektedir. Yasal organlarının bağlayıcılığının sınırları bellidir ve NATO, gerçekte tümüyle bu organlar dışında faaliyet gösteren bir savaş ve karşıdevrim örgütü olma özelliği taşımaktadır.
NATO NEDİR?
NATO, ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, esas olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı, kapitalist-emperyalist dünyanın askeri gücünü merkezileştirmek ve ortak bir strateji ekseninde seferber edebilecek mekanizmaları geliştirmek ve dünya çapında yaygınlaştırmak amacıyla kuruldu.
NATO, görünüşte, Birleşmiş Milletler Anayasasının saldırıya uğrayan üye ülkelerin meşru müdafaasını öngören 51. maddesine dayanıyordu; ne var ki, NATO, hem Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin hepsini kapsamıyordu, hem de, Birleşmiş Milletler’le organik bir bağıntısı yoktu. Kendine özgü yönetim ay¬gıtı ve kendine özgü prensipleriyle, NATO daima BM’den farklı ve onun iç çelişkilerinde, başta ABD olmak üzere, büyük emperya¬list güçlerin tehdit gücü olarak işlev yüklendi.
Bugün NATO’nun 16 üyesi bulunuyor ABD, Kanada, Belçika, Danimarka, Fransa, Al¬manya, Türkiye, Yunanistan, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İs¬panya ve İngiltere.
Bu Üste, NATO’nun, temel bir emperyalist stratejiyi gözeten bir üye tablosu çizdiğini göstermektedir. Bu strateji, esas olarak, Kuzey Atlantik olarak tanımlanan bölgenin Sovyetlere karşı savunulması gibi tanıtılsa da. Örneğin Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerin NATO’nun daha ilk kurulduğu yıllarda (1952) örgüte girmiş olmaları, bu stratejinin ileri sürülen gerekçeyle ilişkisi olmadığının başlıca kanıtlarındandır. Türkiye ve Yunanistan, ’50’li yıllarda, emperyalist hegemonya¬nın iki önemli halkasını oluşturuyordu. Tür¬kiye, doğrudan doğruya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile denizden ve kara¬dan sınır komşusuydu ve kapitalizmin en sancılı bir biçimde gelişmesinin koşullarını temsil ediyordu; Yunanistan ise, çetin bir iç savaştan komünizmin büyük bir direniş son¬rasında yenilgiye uğratılmasıyla çıkmıştı ve rejimin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığının sonuçları, yeni bir devrime yol açabilirdi. Bu¬nun yanı sıra, Yunanistan, gerek Akdeniz ge¬rekse Ege Denizi’nin kontrolü için önemli bir stratejik yer tutuyordu ve bölgede hâkimiyetin tamamlanabilmesi için, Türkiye ile birlik¬te aynı ittifak içinde bulunması, özellikle ABD için büyük önem taşıyordu. NATO’nun kuruluşunu açıklayan başlıca prensip, anlaş¬manın 5. maddesinde şöyle açıklanmaktadır: “Üye ülkelerden birine karşı saldırı, tüm üyelere yapılmış sayılır ve NATO, saldırıya uğrayan üyesinin yardımına koşar.” Söz konusu tarihsel koşullarda, “saldırıya uğramak” kavramı, doğrudan doğruya, bir ülkede dev¬rim tehlikesinin baş göstermesi anlamına geliyordu. Çünkü SSCB’nin (ya da bir başka devletin), herhangi bir üye ülkeye askeri amaçlarla saldırması için en azından o günkü koşullarda bir neden de yoktu, olanak da. Fakat özellikle Türkiye, Yunanistan gibi ülke¬ler, kendi nesnel koşulları bakımından devri¬me yakın ülkeler olarak değerlendiriliyor ve devrim de, SSCB’nin bir saldırısı olarak ta¬nımlanıyordu. Emperyalizm, buna dayana¬rak, “DOLAYLI SALDIRI” kavramını geliştirdi. “Dolaylı Saldırı”, üye ülkelerden birinin doğ¬rudan silahlı bir saldırıya maruz kalmış olma¬sa bile, iç savaş, devrim, ayaklanma gibi olay¬lar karşısında da saldırıya uğramış olarak ka¬bul edileceği anlamına geliyordu. Böylece NATO, yalnızca üye ülkelerin “dış tehlikele¬re” karşı korunması amacının ötesinde, “iç tehlikelere” karşı da savunulması gerektiğini kabul ediyor ve asıl ağırlığını da bu noktada yoğunlaştırıyordu. Dolayısıyla, NATO, açık bir karşıdevrim örgütü olarak anlam kazanıyor¬du.
Kuruluş gerekçesinde ve sonraki yıllarda, NATO’nun başlıca hedefini, Sovyetler Birliği’nin varlığı teşkil etmişti. Görünüşte üye ül¬kelerin tümünün askeri bir paktı olsa da, NA¬TO’nun başlıca hedefini, gerçekte, daima ABD’nin genel çıkarlarının savunulması oluş¬turmuştu. Bu açık hegemonya, diğer emper¬yalistlerin zaman zaman sert karşı koymaları¬na yol açmışsa da, sonuçta, SSCB’nin yeni bir emperyalist güç olarak ağırlığını hissettirdiği koşullarda, uzlaşmayı zorunlu kılmıştır.
NATO, kuruluşundan bu yana geçen za¬man içinde, kuruluş yasasının uygulandığı herhangi bir askeri müdahaleye girişmemiş¬tir. Fakat bu onun askeri ve siyasi bir güç olarak, illegal kurum ve ilişkiler geliştirmedi¬ği anlamına gelmemektedir. Yasal organları¬nın bağlayıcılığının sınırları bellidir ve NATO, gerçekte tümüyle bu organlar dışında faaliyet gösteren bir savaş ve karşıdevrim örgütü ol¬ma özelliği taşımaktadır. Nitekim açığa çıkan en büyük skandal, NATO’nun yasalar ve antlaşmalarda görünmeyen bir gizli örgüt ku¬rucusu olduğunu göstermiştir. İtalya’da bir tür “kontrgerilla” örgütü olan GLADlO’nun kuruluşunda, NATO’nun belirleyici rolü oldu-ğu belirlenmiştir. Bunun gibi, NATO, özellikle çelişmeleri derin olan ya da derinleşme eğili¬mi güçlü olan ülkelerde, benzer örgütlerin kurulması ve belli başlı askeri, siyasi karar¬larda etkin hale gelmesi için kanallar açmış, olanaklarını kullanmıştır. Türkiye’de kontrgerillanın, bir “Sovyet işgaline karşı” gerilla sa¬vaşı vermek gerekçesiyle geliştirilip sonra da bütün siyasi hayata egemen hale gelen bir karşıdevrim örgütü olarak ağırlık kazanması¬nın da kaynağında, NATO ile ilişkilerin yeri önemlidir.
Bugün NATO’nun “düşmanını kaybeden it¬tifak” olduğu ve bu yüzden “kimlik arayışına girdiği” yazılabiliyor. Bunu egemen sınıf söz¬cüsü yazarların yanı sıra, demokrat çevreler de söyleyebiliyor, (bkz. Özgür Ülke, 10 Hazi¬ran 1994, “NATO Rusya’ya Mesafeli” başlıklı haber-yazı.)
Bu değerlendirme, NATO’nun kendi kuru¬luş gerekçesi olarak ileri sürdüğü, “Sovyet tehdidine karşı üye ülkelerin savunulması” sloganının ciddiye alınmasından doğan bir yanlışı içermektedir. Zira NATO’nun esas düş-manı, özellikle revizyonizmin hâkimiyetinden sonra, SSCB değildi; her ülkede, özellikle de, Yunanistan, Türkiye, İtalya gibi devrime yakın duran ülkelerdeki devrimci hareketler¬di ve SSCB, ancak devrimlerin arkasında sos-yalist bir ülke olarak durduğu sürece NA¬TO’nun düşmanı olma özelliği taşıyordu. Bugün de, her ülkedeki devrimci gelişmeler, NATO’nun asıl hedefi olmaya devam etmekte¬dir ve bu bakımdan NATO’nun bir karşıdev-rim örgütü olarak kimliği son derece açıktır.
Kaldı ki, SSCB’nin bir nükleer süper güç olmaktan çıkması, şu anda konvansiyonel si¬lâhlar bakımından taşıdığı üstünlüğü de kay¬bettiği anlamına gelmemektedir ve bugün için, özellikle de Avrupa toprakları üzerinde gerçekleşecek olası bir savaşın belirleyici gü¬cünü konvansiyonel silahlar oluşturmaktadır. Fakat aşağıdaki paragraflarda inceleyeceği¬miz üzere, konvansiyonel silahlar konusunda NATO’nun bütününü ilgilendiren bir sorun ol¬madığı yolunda bir izlenim vardır ve bu ko¬nuyla, en çok, özel konumu dolayısıyla Türki¬ye ilgilenmektedir.
Son İstanbul toplantısı, bu bakımdan bir “kimlik arayışı” toplantısı olma özelliği taşı¬mamaktadır. SSCB yönetiminin sosyalizmden açıkça vazgeçmiş olduğunu açıklamasını izle¬yen ilk dönemde, bu tartışma, NATO üyesi Avrupa ülkeleri içinde başlatılmış ve ABD’nin artan hegemonyasını kırmak için bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Ancak, her iki kıtanın emperyalistleri arasındaki pazarlık, şu anda böyle bir tartışmayı güncel olmaktan çıkar¬mıştır.
TÜRKİYE VE NATO
Türkiye, NATO üyeliğinin başından beri ilk kez, bu üyelik pozisyonunu, kendi özel avantajlarının ağır bastığı bir girişim için kul¬lanmaya hazırlanmaktadır. Son dönemde, So¬mali ve Bosna’ya NATO üyeliği kimliği altın¬da birlik gönderen Türkiye, yakın zamanda Azerbaycan’a da asker göndermek için aynı kanalı kullanabileceğine dair işaretler almış bulunmaktadır. Gürcistan’da kışkırttığı iç sa¬vaşı kullanarak bölgeye asker yığınağı yapan Rusya, şimdi, daha önceleri kışkırttığı Ermeni-Azeri çatışmasını bahane ederek, bir tam¬pon bölge oluşturmak ve buraya da asker yığmak niyetindedir. Böylece SSCB dönemin¬de hegemonyası altında tuttuğu fakat “çöküş”ten sonra bu durumunu önemli ölçüde yitirdiği Kafkasya’da, yeniden askeri bir güç oluşturmak ve bölgeyi siyasi ve ekonomik olarak kontrolü altında tutmak istemektedir. Bu durum karşısında AGİK, Bosna’da olduğu gibi, NATO müdahalesinin gerçekleştirilmesi için devreye girmiş ve Türkiye’ye de bu çerçevede bir görev düşeceği belirtilmiştir. Tür¬kiye, böylece uzun zamandır propagandasını yaptığı ve kamuoyu hazırlamaya çalıştığı bir konuda, fırsat yakalamış gibi görünmektedir. Kuşkusuz, bunun gerçekleşmesi, iç politika alanında da bir dizi yeni düzenlemeyi gerek¬tirecektir.
Geçen iki yıl içinde, gerek Kafkasya gerek¬se Türkî Cumhuriyetler konusunda, Türki¬ye’nin “Adriyatik’ten Çin Şeddine Kadar” slo¬ganıyla uygulamaya çalıştığı ve “kontrgerilla diplomasisi” olarak adlandırdığımız, aslında ABD’nin ve bir kısım Avrupalı emperyalistin planlarının taşeronluğundan başka bir şey ol¬mayan girişimi, Rusya’nın tepkisi ile karşılaş¬mıştı. Rusya, elbette tek başına Türkiye’nin böyle bir planı hayata geçiremeyeceğini ve planın asıl sahiplerinin kimler olduğunu bil¬mektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin şimdi NA¬TO şemsiyesi altında Balkanlar ve Kafkas¬ya’da belli bir plan çerçevesinde hareket edeceği de bilinmektedir. Bu ilişkiler ve giri¬şimler, Türkiye ile NATO arasındaki ilişkileri daha sistemli bir biçimde “vurucu güç” pozis¬yonuna oturtmaktadır. Ne var ki, Türkiye, ge¬rek siyasi yapısındaki derin istikrarsızlık do¬layısıyla, gerekse içinde bulunduğu ve sürekli bir hal alan derin ekonomik kriz dolayısıyla, böyle bir işlevin şu andan başlayarak esas faktörü olamamaktadır. NATO kılıfı altında sürdürülen, uzun vadeli emperyalist yayılma planlarının içinde, belli bir güç olarak yer al¬manın koşullarını, Türkiye hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecektir. Esasen, böyle bir gelişme, emperyalist şeflerin de istediği bir şey değildir. Emperyalistler açısından önemli olan, Türkiye’nin sürekli bir tehdit altında ve kendilerine olan ihtiyaçlarının artarak de¬vam ettiği koşullarda böyle bir misyonu yüklenmesidir. Dolayısıyla, tıpkı Körfez Savaşı sı¬rasında olduğu gibi, “bir koyup üç almak” ha¬yaliyle gireceği bütün taşeronluk ilişkilerin¬de Türkiye, eskisinden daha muhtaç, daha yoksul ve bunların sonucu olarak da, emper¬yalistlere daha bağımlı olarak çıkacaktır. Ba¬ğımlılığın artması, her durumda, sömürünün artması anlamına gelmektedir, işçi ve emekçi-leri ilgilendiren en önemli konu, kuşkusuz, üzerlerindeki ekonomik yükün artmasından daha çok, kendilerinin bundan tam olarak kurtulmalarını sağlayacak bir devrimci giri¬şim karşısında, emperyalistlerin zor kullanma olanaklarının artmasıdır. Dolayısıyla, emper¬yalizmle olan ilişkilerin artan bağımlılık ilişki¬lerine ve dolaysız müdahale biçimine dönüş¬mesi, NATO’nun önde gelen hedeflerinin tam olarak gerçekleşmesi anlamına gelecektir.
TÜRKİYE VE RUSYA
Toplantının ağırlıklı gündem maddesi, Rusya ve eski VARŞOVA PAKTI üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin NATO ile ilişkilerinin hangi çerçeveye oturacağı sorunuydu. Bu ül¬keler, hâlâ durulmamış olan iç çelişkilerinin yeniden devrimci bir dönüşüm yoluna girme¬si olasılığını, NATO üyeliği ile atlatmaya çalı¬şıyorlar ve kuşkusuz, emperyalistler tarafın¬dan bu talep, ilgiye değer görülüyor. Küçük Doğu Avrupa ülkelerinin üyelik talepleriyle ilgili olarak teknik sorunlar dışında ciddi en¬geller görünmüyor. Ne var ki, Rusya, NATO’ya üye olma talebini, “özel ve ayrıcalıklı üye” statüsü kazanmak koşuluyla birlikte ileri sürmektedir ve NATO’nun şefleri bu isteğe karşı direnmektedir.
Rusya’nın NATO ile ilişkilerinin düğüm noktasını AKKA (Avrupa Konvansiyonel Kuv¬vetler Anlaşması) oluşturuyor. Rusya, bir yan¬dan NATO’ya girmeyi istiyor, diğer yandan, it¬tifak içinde güçlü bir yer işgal edebilmek için, konvansiyonel silah üstünlüğünün sürmesi¬nin koşullarını arıyor. Buna karşılık, şimdiki NATO egemenleri; Rusya için de, daha önce Doğu Avrupa ülkeleri ile sağlanmış bulundu¬ğu BİO (Barış İçin İşbirliği Anlaşması) hü¬kümleri dışında bir anlaşmaya yanaşma eğili¬mi göstermiyor. BİO anlaşmasına göre, eski “Sosyalist Blok” ülkeleri, NATO’ya tam üye olmamakla birlikte, askeri tatbikatlar düzen¬lemek, sorunlu bölgelere ortak “barış gücü” göndermek gibi çeşitli askeri alanlarda işbir¬liği yapabilecekler. Rusya, henüz bu çerçeve¬de yer almıyor. Türkiye, özellikle bu noktada Rusya’nın taleplerine karşı duran başlıca üye olarak göründü.
Bunun başlıca nedeni, Rusya’nın Kafkas¬ya’da oluşturmakta bulunduğu yeni durum¬dur. Rusya, Kafkasya’daki çatışmaların kendi sınırlarına yansımasından endişe ettiğini be¬lirterek, bölgede ağır bir askeri yığınak oluşt¬urmaktadır. Kuşkusuz, bu tümüyle kendi se¬naryosunun sonucudur. Kafkasya’daki çatışmaları kızıştıran ve gittikçe daha ağır an¬laşmazlıkların doğmasına yol açan Rusya’nın kendisidir. Şimdi, bu durumu bahane ederek, planının ikinci aşamasını uygulamaktadır. Fakat bu planın son NATO toplamışını ilgilen¬diren bir bölümü, Türkiye’nin tepkisini gös¬termesine fırsat yaratmıştır. Rusya, söz konusu durumu ileri sürerek, AKKA anlaşma¬sında değişiklik yapılmasını, en azından Kaf¬kasya’daki özel durum nedeniyle, kendisinin bazı esnekliklere sahip olmasına olanak ta¬nınmasını önermektedir. Bunun açık anlamı şudur: AKKA, Atlantik’ten Urallar’a kadar olan bölgede, konvansiyonel silahlarda kesin¬ti yapmayı ve bir sınır koymayı önermekte¬dir ve bu, NATO üyesi ülkelerle Rusya’yı ilgi¬lendirmektedir. Rusya, kendi elindeki konvansiyonel silahları, dağılan cumhuriyet¬ler arasında bölüştürerek silah indirimini ger¬çekleştirmiş görünmektedir. Bir tür “kılıfına uydurma” olarak da nitelenebilecek bu uygu¬lamadan sonra, Rusya, AKKA hükümlerine, şu ana kadar esaslı bir itiraz yöneltmemiştir. An¬cak, Kafkasya gibi hassas bir bölgedeki geliş¬meleri gerekçe göstererek, şimdi kendisine özel bir statü tanınmasını istemektedir. NATO’nun egemenleri, bu talebi şiddetle reddet¬tiler. Türkiye, Kafkasya’yı kendi hayat alanı olarak gördüğü için, “AKKA’yı deldirmemek” konusunda, hepsinden daha ısrarlı ve daha ajitatif davrandı. Fakat bu arada, Rusya; Gür¬cistan ve Ermenistan’ın sahip olduğu konten¬janın bir bölümünü bu ülkelerin onayıyla kendi gücüne katmayı becerdi. Rusya’nın bu manevrası en çok Azerbaycan’ı rahatsız etti ve Aliyev yönetimi, bunun karşısında kendisi¬ni tekrar Türkiye ile işbirliğine yakın göster¬meye başladı. Ne var ki, NATO toplantısının hemen öncesinde, Rus savunma bakanının Azerbaycan’ın “Rus barış gücü”nü kabul etti¬ğini açıklaması, Türkiye’nin planlarında bir gedik açılmasına neden oldu. Türkiye, Rus¬ya’nın girişimleri karşısında bir set çekebil¬mek için uluslararası planda umduğu desteği göremedi; özellikle ABD’nin bu konudaki tu¬tumunun “umursamaz” diye nitelenebilecek bir düzeyde kalması Türkiye’yi güç durumda bıraktı. Bu yüzden Türkiye, Kafkasya’daki Rus varlığını “kabul edilebilir” sınırlara çeke¬bilmek için AKKA’yı öne çıkaran bir yol izle¬meye koyuldu. Şu anda, Rusya, Azerbaycan’ı ikna etme girişimini sonuçlandırmaya çalış¬maktadır ve bu gerçekleşirse, Kafkasya’daki Rus yığınağı, 1800 tank gibi yüksek bir güce ulaşabilecektir.
NATO toplantısının basına yansıyan sonu¬cu, NATO’ya üye ülkelerle Rusya arasında, “sı¬cak ve samimi” ilişkilerin devam etmesi için bir irade belirtildiği idi. Rusya küstürülmeye¬cek, ilişkilerin geliştirilmesi için olanaklar zorlanacaktı. Fakat bütün bu sonuç cümlele¬rinin ortaya çıkabilmesi için, toplantı boyun¬ca, Rusya’nın özellikle Türkiye’nin “endişele¬nen adam” rolünü oynadığı konulardaki tutumu karşısında, NATO’nun kararlı bir tutu¬munun bulunduğu hissettirilmişti. Kafkasya’daki durum hakkındaki bildiride şunlar söylendi: “Toprak kazanımı için güç kulla¬nımını kınıyoruz. Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı, bölgede barış, is¬tikrar ve işbirliğinin sağlanması esastır. Bölgede devam eden çatışmalarda barışçı, adil çözümlere ancak, BM ve AGİK çerçeve¬sinde yürütülen çabalarla ulaşılabilir.”
Bildirinin alışılmış diplomasi terimlerinin ardındaki mesajı, Rusya’nın kendi adına inisi¬yatif kullanmasının hoş karşılanmayacağıdır.
Fakat bu bildirinin içeriği, Rusya ile ABD arasında “Kafkasya’nın Rus hegemonyasına bırakılması” biçiminde gizli bir anlaşma ya¬pıldığı söylentilerini açıklamaktan uzaktır. El¬bette diplomasinin diliyle genel geçer sözleri tekrarlayan bir bildirinin, gerçek güç ilişkile¬ri karşısında herhangi bir geçerliliği olmaya¬caktır. Bu söylentiler karşısında, ABD çevrele¬ri, özellikle vurgulayarak, İstanbul’un “yeni bir Yalta olmayacağını” bildirmek zorunda kaldılar. Yani, İstanbul’da, nüfuz bölgeleri an¬laşması yapılmamıştı ve böyle bir girişim söz konusu bile değildi!
Artık, Rusya ile ilişkilerin tanımlanması bakımından’ NATO çerçevesinde dile getiri¬len görüşlerin ışığında, denilebilir ki, Türki¬ye’nin Kafkasya ve Orta Asya serüvenleri içindeki yeri netleştirilmiştir. Bu, “BM ve AGİK programlarına uygun olarak” diye ta¬nımlanan NATO askerliğidir. Bu askerlik, an¬cak ABD’nin izin verdiği ölçülerde ve zaman¬da, ABD’nin planlan uyarınca yapılacaktır. Es¬kiden “komünizme karşı hür dünyanın en sağlam kalesi” diye pohpohlanarak SSCB kar¬şısında cepheye sürülmeye hazır tutulan Tür¬kiye, şimdi, kendi “emperyal vizyonuna sahip bir ülke olarak, Rusya ile çelişkileri bulunan bir dünya devleti” mertebesine yükseltilmiş¬tir. Pozisyonun adı değişse de, içeriğinde de¬ğişen bir şey yoktur. Türkiye, o zaman da, emperyalist organizasyonların koçbaşı rolünü üstleniyordu, şimdi de.
TÜRKİYE VE YUNANİSTAN
NATO toplantısı boyunca, Türkiye, Yuna¬nistan’la olan ve geçen ay birdenbire alevlen¬dirilen sorunlarını da masaya getirmeye gay¬ret gösterdi. Türkiye’nin komşusu ile sorunları, gerek NATO içinde, gerekse ABD ile olan doğrudan ilişkilerinde, daima önemli bir koz olarak kullanılıyor. Bu kozların gün¬delik anlamını deşifre edersek, şu sonuç çıka¬caktır: Yunanistan ve Türkiye, birbirlerini tehlike gibi göstererek, hem iç kamuoyunda siyasi avantajlar elde etmeye çalışıyorlar, hem de ABD’nin kendilerine olan yardım ve desteğini bir diğeri aleyhine artırmak için bunu bir baskı unsuruna dönüştürmek isti¬yorlar. Aynı ittifak içinde de, gene birbirleri hakkındaki politikaları, kendilerinin yeni ve ötekine üstün bir yer edinmesinin aracı ola¬rak düzenlenmektedir. Bu yüzden, özellikle uluslararası ilişkiler bazında, gerek AT ve ge¬rekse NATO çerçevesindeki her önemli top¬lantı öncesinde, birbirlerine karşı düşmanca tutumlar sergilemektedirler. Türkiye, toplantı¬nın hemen öncesinde, Tansu Çiller’in ağzın¬dan, “adalara çıkılabileceği” tehdidini savura¬rak, ABD ve NATO çevrelerine toplantı süresince asılmak istediği esas sorun hakkında mesajını verdi. Aylar öncesinden yapılmış bir röportaj olmasına rağmen, toplantının he¬men öncesinde açıklanan bu tutumun hedefi, durumu olduğundan daha gergin göstererek kendi problemlerine yönelik süreçleri hızlan¬dırmaktı.
Türkiye’nin NATO içindeki müttefiki Yu¬nanistan’la olan çatışma konuları, başlıca iki kategoride toplanabilir:
Birincisi, doğrudan doğruya her iki ülke¬nin karşılıklı dış politikalarının doğurduğu sorunlar: Ege Kıta Sahanlığı ve Kıbrıs sorun¬larında düğümlenen geleneksel rekabet ve çelişmeler.
İkincisi, ana çatışma konularını beslemek için, karşılıklı olarak kullanılmaya çalışılan si¬yasi sınırlar içi çelişmeler: Yunanistan’da Ma¬kedonya sorunu, Türk-Müslüman azınlıklar sorunu; Türkiye’de Kürt sorunu, Rum ve Er¬meni azınlığın sorunları…
Yunanistan, özellikle Kürt sonunu açısın¬dan Türkiye’nin son derece zayıf bir konum¬da bulunduğunu görüyor ve bu konuyu hem uluslararası platformlarda Türkiye aleyhine gelişmelerin dinamiği haline getirmeye çalışı¬yor, hem de doğrudan doğruya PKK’ye yar¬dım ederek, baskı gücü taşıyan bir koz ola¬rak bu ilişkiyi elinde tutmaya çalışıyor.
Türkiye de, “Batı Trakya” olarak adlandır¬dığı bölgedeki Müslüman halkın varlığını, kendi politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışıyor ve Yunanistan’ın bölge halkı üzerin¬deki siyasi ve kültürel baskısını bu amaçla bir sıçrama tahtasına çevirmek istiyor. Make¬donya konusundaki tutumu da, tamamen “kontrgerilla diplomasisinin bir yansıması¬dır ve tıpkı, Yunanistan’ın Kürt sorunundaki tavrı gibi, Makedon halkının özgül talepleriy¬le ilişkisi olmayan bir fırsatçılığı temsil et¬mektedir.
Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin bütün dış ilişki¬lerini kilitleyen bir etki yapmaya devam et¬mektedir. Yunanistan, bu konuda, dünya ka¬muoyunda “haklı taraf olarak görünmeyi başarmış ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığını, onun, AT, BM, NATO vb. organizas¬yonlar çerçevesinde yeni pozisyonlar sağla¬masının önüne engel olarak dikmiştir. Türki¬ye, açıkça Kıbrıs’tan kurtulmak istemekte fakat özellikle iç kamuoyu bakımından bu adımı atamamaktadır. Diğer yandan bu adımı atması için girişimde bulunduğu her durum¬da, sorunun sürüncemede kalmasında çıkarı olan Yunanistan tarafından da engellenmek¬tedir.
Sürüp giden anlaşmazlıklar, NATO toplan¬tısı sırasında, gündem dışı görüşmelerin de başlıca konusu olmaya devam etti. Türk Dışiş¬leri Bakanı Hikmet Çetin ile, Yunanistan Dı¬şişleri Bakanı Papoulias’ın görüşmesinin baş¬lıca içeriğini, Yunanistan ile PKK arasındaki ilişkiler oluşturuyordu. Fakat basına yansı¬yan, bunun bir sağırlar diyalogu biçiminde sonuçlandığıydı. Papoulias ve Çetin, “genel olarak hiçbir ülkenin terörizme destek ver¬memesi” hakkında görüş birliğine ulaşmışlar¬dı. Bu genelleme içinde, Papoulias’ın PKK’yi “terörist” olarak görüp görmediği, Yunanis¬tan tarafından açıklığa kavuşturulmadı; Türk tarafı ise, sonradan Yunanistan tarafından ya¬lanlanan, Yunanistan’ın PKK konusunda gü¬vence verdiği yorumunu yaptı. Bu sorunun “görüşmeler yoluyla” çözülmesi olanağının bulunmadığı açıktır. Yunanistan, PKK gibi bir güce verdiği taktik desteğini, Türkiye’nin sı¬kıştırılması ihtiyacı devam ettikçe sürdürecek¬tir. Türkiye de, umutsuz bir biçimde, Yunanis¬tan’ı, terör destekçisi ülke olarak tecrit etmeye çalışacaktır.
Temmuz 1994