GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARI VE “GENEL TEORİ”NİN TARİHSEL ARKA PLANI

Keynes, 5 Haziran 1883’de İngiltere’de doğdu. Onun ölümünün ardından 47 yıl geçti. Yaşadığı 57 yıl boyunca, sadece ekonomiyle değil bunun yanında daha pek çok şeyle uğraşan, örneğin; dergi editörlüğü, tiyatro kuruculuğu ve yapımcılığı, sigorta şirketi başkanlığı yapan John Maynard Keynes’e asıl ününü kazandıran “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” (Bundan sonra kısaca Genel Teori) adlı çalışması, yayınlanalı da tam 57 yıl oldu.
J.M. Keynes, ekonomik görüşlerini esas olarak, Genel Teori adlı çalışmasında toplamıştır. Genel Teori, yayımlandıktan sonra, burada toplanan görüşler pek çok iktisatçı tarafından tartışıldı, birçoğu onun savunuculuğunu yaptı. Birçok kapitalist hükümet, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu krizden kurtulabilmek için onun öne sürdüğü çözüm önerilerini programlarına aldı. Bir dönem, ABD eski Başkanlarından Nixon gibi politikacılar, Keynes’çi olduklarını açıkça ilan ederek, bunun kendilerine getireceği politik yararların hesabını yaptılar. Hemen hemen bütün ülkelerde, üniversitelerin ekonomi bölümlerinde Keynes’in iktisadi görüşleri mutlaka ders programlarında yer aldı.
Bütün şükran duygularını üzerinde toplamış olan Keynes, burjuva iktisat bilimcileri arasına başındaki haleyle bir peygamber olarak yerleştirildi ve burjuvazi onu hiç unutmadı. Öyle ki, son yıllarda kitapları, kütüphanelerin tozlu raflarından çıkarılarak yeniden incelenmeye başlandı. Çünkü dünya, yeni bir ekonomik krizin içine yuvarlanmış Yeni Dünya Düzeni’yle ifade edilen globalleşme, değil emekçi sınıfların kısmi bir refaha ulaşmasını, sermayenin de rahat dolaşımını sağlayamamıştı. Keynes teorisinde, yeni bunalım döneminden çıkış olanakları aranmaya başlandı, Bu, beyhude bir uğraştır; Keynes teorisi özel ve farklı siyasal ve tarihsel koşullarda bir anlam kazanmıştır. Şimdiki koşullar, burjuva’ iktisat açısından Keynes’in teorilerine hayat verecek olanaktan yoksundur.

KEYNES İKTİSADININ TARİHSEL VE ENTELLEKTÜEL ARKA PLANI
Keynes’in ekonomik görüşlerine geçmeden, önce,’ onun iktisadi, görüşlerinin oluşumuna temel sağlayan; iktisada yaklaşımının,, iktisadi görüşlerinin entelektüel arka planını incelemek gerekir.
Keynes’in içinden çıktığı entelektüel çevrenin ortak bir özelliği vardır. İçinde Marshall, Pigou gibi kişilerin de bulunduğu Cambridge Üniversitesi’nde toplanan bu çevre, iktisada hep ahlaki bir bilim olarak bakmışlardır. Örneğin J.M. Keynes 1938’de Roy Harrod’a şunları söylemektedir:
“Bana öyle geliyor ki, iktisat mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…
İktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur; çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı, zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yarı-sürekli ya da görece değişken unsurları geçici ve değişmez olandan ayırmak, böylece de bu sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…
İyi iktisatçılar ender bulunur, çünkü oldukça uzmanlaşmış bir düşünsel teknik gerektirmese de, “dikkatli gözlemler” kullanma yeteneğine pek herkeste rastlanmaz. İkinci olarak… İktisat özünde bir doğal bilim değil, bir ahlak bilimidir. Bu, iktisadın, öznel gözlemler ve değer yargılarından yararlandığını ifade eder.
İktisadın bir ahlak bilimi olduğu noktasını, özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun özne, gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim. İktisadın malzemesinin değişmez ve homojen kabul edilmesine karşı uyanık olmak gerek… Bir elmanın yere düşüşü, elmanın dürtülerine, yere düşmesine değip değmeyeceğine, yerin elmanın düşmesini isteyip istemediğine ve elmanın yerin merkezinden ne kadar uzak olduğu konusundaki yanlış hesaplara bağlıymış gibi.” (JMK, XIV. Aktaran: D.E. Moggride, Keynes, -s. 26 Afa Yayınları, abç.)
Marksist açıdan bakıldığında ise “ekonomi politik, en geniş anlamda insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir.” (Engels, Anti Dühring s. 249)
İnsanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için doğa tarafından sağlanan şeyler dışında, kendilerine gerekli nesneleri üretmek zorundadırlar. Bu nesneleri üretmek, bir insan toplumunun işi haline geldiği durumda bu, toplumsal bir nitelik kazanır. Toplumsal üretim, insanlar arasında ilişkiyi de gerekli kılar, işte ekonomi politik tek tek bireyler üzerinde değil ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerine konuşur. Bu ekonomik ilişkilerin ayrı ayrı evrelerinde, maddi malların üretim, dağıtım ve değişim yasalarını ve bu yasaları belirleyen koşulları irdeleyen ve tanımlayan bir bilimdir ekonomi politik.
Toplumsal üretim ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen şartlar her koşulda ve her zamanda aynı değildir. Çeşitli zamanlarda ve aynı i zamanda farklı coğrafyalarda birbirinden farklılıklar gösterir. Örneğin “yabanılın ok ve yayından çakmak taşı bıçağıyla ancak ayrıksın olarak işe karışan değişim ilişkilerinden, bin beygirlik buhar makinesine, mekanik dokuma tezgahına, demiryolları ve İngiltere bankasına değin, çok büyük bir uzaklık var… Öyleyse ekonomi politik, özsel olarak tarihsel bir bilimdir. Tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır; önce üretim ve değişimdeki evrimin her derecesine özgür yasaları ayrı ayrı irdeler, ve ancak bu irdeleme sonundadır ki, üretim ve değişim için her zaman geçerli bazı yasalar saptayabilir.” (Engels, Anti-Dühring, s. 250)
“Tarihsel bir bilim” olarak ekonomi, politik bu kapsamıyla tanımlandığında, onun yaptığı işin (maddi malların üretim, dağılım ve değişim koşullarını etkileyen yasaları irdeleme ye Saptama) belirli bir mantık çerçevesi içerisinde ele alınacağı sonucu da kendiliğinden ortaya çıkar. Öyleyse ekonomi politiğin, “mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemi” ya da “ahlak bilimi” olduğunu söylemekle bu, birbirinden tamamen farklı bir şeydir.
İki ayrı ekonomi politikçi, ekonomi politiği farklı mantık ya da. düşünce sistemleri çerçevesinde ele alarak, birbirinden ayrı sonuçlara ulaşabilirler. Ama üzerinde konuşulan şey ekonomi politikse; her ikisi de, “tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır’lar.
J.M. Keynes, “…iktisat, mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…” derken onun bu sözleri ilk bakışta (en iyimser olarak ilk bakışta) “tarihsel bir bilim” olarak ekonomi politiğin yaptığı işin, belirli bir mantık sistemi çerçevesinde ele alınması gerektiğini anlatmaya çalışıyor gibi görülebilir. Ama yine Roy Harrod’a söylediği sözlerin devamı dikkatlice incelendiğinde işin böyle olmadığı açıkça görülecektir. Şöyle söylemektedir: “İktisadın bir ahlak bilimi olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun öznel gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim…”
Keynes bu saptamasıyla, ekonomi politiğin “tarihsel bir bilim olduğunu”, onun tek tek insanlar arasındaki değil, ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerinde konuştuğunu açıkça reddeder: Ekonomi politiğin ya da onun deyimiyle “İktisadın, bireylerin öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileriyle ilgilendiğini “özellikle vurgular.” Böylece, o, farklı tarihsel dönemlerdeki maddi malların üretim, değişim ve dağıtım koşullarını belirleyenin de” bireylerin gözlem, psikolojik belirsizlik, güdü ve benzeri duyuları olduğu” tezini ortaya sürmüş olur.
J.M,Keynes’in öne sürmüş olduğu bu tezin, “en yalın, kafası idealist ön yargılarla doldurulmamış herhangi bir kimse için apaçık” olabilecek eleştirisi, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde vurguladığı şu ünlü saptamasıyla yapılabilir:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini hızlandırır: İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Marx’ın en yalın biçimiyle ortaya koyduğu bu bilimsel tez, Keynes tarafından tam tersine çevrilmiş durumdadır. Gerçi o, “iktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur, çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yan-sürekli ya da görece değişmez unsurları geçici ve değişken olanlardan ayırmak, böylece de sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…” derken, “model seçme sanatına” uygun olarak seçilmiş modelin “yarı-sürekli ya da görece değişmez” olduğunu kabul etmekte, bunu veri kabul ettikten sonra, geçici ve değişken alanlar üzerinde mantık yürütmektedir. Belki de, Keynes’in bir iktisatçı olarak geçirdiği bütün yaşantısı buna uygun olarak geçmiştir: Önce ekonomiyi belli kategorilere ayırır. Bunlar “yan-sürekli, ya da görece değişmez” olanlar ve “geçici ve değişken” olanlardır. Somut anlamıyla, bunlardan birincisi model seçme sanatına uygun olarak seçilmiş modeldir, ikincisi ise tek tek insanların bilinçleri ve duygulandır. İşte ona göre “iktisat bilimi” ikinciler üzerinde durur ve insanların bilinç ve duygularım yönlendirmeyi amaçlar.
Keynes, “iktisat bilimi”ni bu biçimiyle ortaya koyduktan sonra, bu bilimin uygulanışının pratik rollerini çeşitli kesimlere paylaştırır. Başlıca rolleri, devlet kademelerindeki politikacılar ve kamuoyu arasında paylaştırır. Buna göre, devlet kademelerindeki politikacılar tek tek insanlardan oluşan kamuoyunun bilinç ve duygularını yönlendirir; tek tek insanlardan oluşan kamuoyu ise (bu hiçbir zaman homojen değildir) bu yönlendirmeye bağlı olarak, kendi “öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri’yle yönlendirilir. Oha göre, kamuoyu, devlet kademelerindeki politikacılar ve iktisat bilimcileri arasındaki başlıca ilişki biçimi “rasyonel ikna yöntemi”dir. O, bu konuda, 1940’da eski yakın dostu Reginald Mc Kenna’ya şunları söylemektedir;
“Aslında, tehlike bütünüyle kamuoyundan gelmiyor. Kamuoyu her şeye hazırdır ve altın gibidir. Tehlike, aptal kafaları atalarına yabancı hiçbir şeye yeterince açık olmayan o aptal politikacılardan geliyor.”
Aslında kamuoyunun, bilinç ve duygularını yönlendirebilecek devlet kademelerindeki politikacılara zaman zaman kızsa da, onların rasyonel ikna yöntemiyle doğru düşüncelere inanabileceklerine ve bir kez ikna olduktan sonra, kamuoyu açıklamaları, gazeteler ve başka ifade biçimleri aracılığıyla, kamuoyunu da ikna edebileceklerine inanmaktadır. Yeter ki, politikacılar önyargılı olmasınlar, iktisat bilimcilerinin söylediği doğru düşüncelere inansınlar -ki zaten kamuoyu her şeye hazır ve altın gibidir- o zaman çözülemeyecek ekonomik sorun yoktur ona göre.
O halde Keynes’in yaşadığı dönemdeki ekonomik sorunlara; bunalım, kramp, kriz, işsizlik ve benzerlerine karşı getirdiği çözüm önerilerinden bağımsız olarak, bu sorunların çözümünün temel yolunun “rasyonel ikna yöntemi” olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ortaya konulan sorunlar temelde birbirinden farklı olmasına rağmen, sorun çözme konusunda Keynes ile ütopik sosyalistler arasında bir paralellik kurmak mümkün ve olanaklıdır. Ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürüsüne dayanan, kapitalist toplumun yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini koyuyorlar ve halk kitlelerinin sorunların ancak bu biçimde çözülebileceğine inanıyorlardı. Ancak onlar, sınıf mücadelesinin yasalarını anlayamadıkları gibi, toplumsal gelişme yasalarını da anlayamıyorlardı. Bu yüzden ortaya koydukları çözüme; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan sosyalist topluma ulaşabilmenin biricik yolunun, mülk sahibi sınıfları ikna etmekten geçtiğine inanıyorlardı. Kuşkusuz, Keynes, sömürücü sınıflarla sömürülen sınıflar arasındaki çelişkilerle hiç ilgilenmemiştir. Ama o da, tıpkı ütopik sosyalistler gibi, toplumsal gelişme yasalarını hiçbir zaman kavramamış, bu yüzden de örneğin işsizliğin, politikacıların doğru görüşlere ikna edildiğinde ortadan kalkabileceğini savunmuştur. Ya da tam tersi; onun, politikacıların doğru görüşlere ikna olmadıklarında diyelim işsizlik oranının artabileceğini öngördüğünü de söyleyebiliriz. Bir farkla ki, ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürülmesine karşı olurken de, kendi tasarladıkları sosyalist toplumu savunurken de tamamen iyi niyetli ve samimiydiler. Onlar, toplumsal gelişme yasalarını, sınıf mücadelesi yasalarını anlayamamışlardı. Oysa Keynes, sorunların çözümü için ortaya koyduğu “rasyonel ikna yöntemi’yle, ancak kapitalist toplumun özünü, sınıf çelişkilerini saklamaya hizmet edebilmiştir. Ama ne yazık ki, ilerde çeşitli yönleriyle göreceğimiz gibi bunda hiçbir zaman başarılı olamamış, sadece, burjuvazinin belirli bir dönemde girdiği bir çıkmaz sokaktan, başka bir çıkmaz sokağa geçebilmesi için ona yol açmada bir nebze yardımcı olabilmiştir.
Kuşkusuz ki, Keynes farkında olsun ya da olmasın, görmek istesin ya da istemesin, toplumsal gelişme yasaları, sınıf mücadelesi yasaları ve sınıflara bölünmüş bir toplumsal sistemde üretim, dağıtım ve değişim yasaları kendi kurallarına göre işledi. Keynes, “arzu edilir bir toplum anlayışı”nı öne sürerken de, İngiliz burjuvazisini, uluslararası ekonomik istikrarın sağlanması için tutum almaya çağırırken de “rasyonel ikna yöntemi”nin belirleyici olacağına inanıyordu. Ancak, burjuvazinin, ancak ve ancak kendi egemenliğini güçlendirerek devam ettirebilmesine yarayan önerilere ikna olabileceğini bir türlü anlayamıyordu. Anlayamadığı yerde de politikacılara kızıyor, kimi zamanda küfrediyordu.
Buna örnek olarak verilebilecek olan şeylerden birisi şudur: Keynes, ikinci Dünya Savaşı’nın ardından çıkabilecek, dünya çapındaki bir durgunluğu önlemek için oldukça tahrip olmuş durumda bulunan Avrupa ülkelerinin ekonomik istikran için uğraşılacağına, başta ABD olmak üzere savaştan zarar görmemiş olan ülkelerin ekonomilerinin hızla genişletilmesini önermektedir. Keynes bu öneriyi yaparken, her ülke burjuvazisinin kendi çıkarlarına göre hareket edeceğini göz ardı etmekte, ama bunun yerine İngiltere Maliye Bakanı’nı bu konuda ikna etmeye çabalamaktadır. Bir yandan da İngiltere Merkez Bankası’nı, ona şikâyet etmektedir. Maliye Bakanı’na, 1944 sonbaharında şunları yazmaktadır:
“Acı deneyimlerle öğrendiğimiz gibi, önceden görülmeleri pek zor olmasa bile, büyük felaketler her zaman atlatılamıyor. Tersine ve kesin bir karar alınmadıkça ve biz öbür yöne doğru kararlı adımlar atmadıkça, bankanın (Merkez Bankası-ÖD) bizi, yeni bir kılıf içinde, 1931’de sonu gelen o ayni yöne doğru sürüklemeyi becereceğinden büyük endişe duymaktayım” (Aktaran D.E. Moggridge, Keynes, s. 36)
Keynes, 1944 sonbaharında hem Merkez Bankası’nı protesto etmek, hem de Maliye Bakanı’nı, yukarıda aktarmaya çalıştığımız görüşlerine ikna etmek amacındadır. Gerçekte, Keynes’in hem ikna, hem de protesto çabaları hayatı boyunca hiç bitmemiştir. Kendi deyimiyle bu, onun “iflah olmaz hastalığı”dır. 1938’de bu konuda şunları söylüyor:
“Başkalarının duygu ve davranışlarına (ve kuşkusuz kendiminkilere de) gerçek dışı bir akılcılık yüklemek, benim iflah olmaz hastalığım. Neyin ‘normal’ olduğu konusundaki bu saçma düşüncenin küçük, ama olağanüstü ahmakça bir dışavurumu vardır, o da protestodur. ‘Normal’ diye nitelediğim şeyler gerçekleşmeyince Times’a bir mektup yazmam, Guildhall’da bir toplantı düzenlemem türünden protestolar… Sanki yeteri kadar bağırsam sesimi duyurmayı başaracağım bir makam ya da ölçüt varmış gibi davrandım, belki de duanın etkinliğine inancın katılımıdır bu. (IMK, X, s. 448, aktaran age s. 39)
Bu yönden bakıldığında Keynes, hem liberal sosyalizm anlayışını ifade ederken, hem “ahlaki açıdan tatsız olsa da kapitalizmin zorunlu bir yol” olduğunu öne sürerken, hem de burjuva politikacılarını bazen ikna bazen de protesto ederken; “burjuva ilişkilerini ifade eden kategorileri, onları oluşturan ve onlardan kopuk olan uzlaşmaz karşıtlık olmaksızın alıkoymak ister. Burjuva pratiği ile ciddi olarak savaştığını sanır, oysa başkalarından daha burjuvadır” (1)

BIRAKINIZ YAPSINLARDAN LİBERAL SOSYALİZME
Keynes’in “iktisat bilimi”ne yaklaşımını, toplumun ekonomik yapısı hakkında ortaya koyduğu kategorileri, iktisat bilimi ve politik ekonomiyle bu kategoriler arasında tasarladığı ilişki biçimini kısaca ortaya koyduktan sonra, onun, ekonomik sistem anlayışını açıklamaya geçebiliriz:
Keynes, 1929-1933 büyük bunalımına kadar, burjuva dünyasında genel kabul gören laissez-faire’in (bırakınız yapsınlar) dogmatik biçimini iktisat üzerinde çalışmaya başladığı ilk dönemlerde reddetmiştir. Ekonominin doğal ve otomatik olarak işlemediğini görmüş, bunun yerine ekonominin bilinçli yönetimi anlayışını getirmeye çalışmış ve nihayet 1930’da “politik inancı”nın liberal sosyalizm olduğunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bütün bunlara geçmeden önce, onun, bütün bu düşüncelerinin ortaya çıktığı dönemin tarihsel arka planını, kısaca ele almak yararlı olacaktır.
1929-1933 yılları arasında yaşanan iktisadi bunalım, o döneme kadar yaşanan bunalımların en derini ve aynı zamanda en etkilisiydi. Kapitalist ülkeler, bu bunalım döneminde, o zamana kadar hiç görülmemiş bir şiddette sarsıntı geçirdiler. 1929-1933 ekonomik bunalımı, kapitalist dünyanın bütün ülkelerini kapsayıcı bir nitelikteydi. Belli başlı emperyalist ülkeler başta olmak üzere, bütün kapitalist ülkelerde üretim kapasitesi önemli oranda düştü, kronik kitlesel işsizlik devasa boyutlara ulaştı.
Bu döneme kadar, ekonomi alanında yaygın olarak kabul edilen görüş, ünlü ifadesiyle “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde formüle edilen Say Yasası’na dayanıyordu. Buna göre, “sonsuz sayıdaki firmanın kârlarını arttırma savaşı ile yine sonsuz sayıdaki tüketicinin kendi ihtiyaçlarını karşılama çabası arasında, kendiliğinden oluşan etkileşim giderek arz ve talebin istikrarlı bir dengeye ulaşmasına yol açar, böylece eğer fiyatlar serbestçe oluşuyorsa mallar eninde sonunda satılır ve tüm işçiler, eğer kabul ederlerse, piyasanın kendilerine biçtiği ücretten iş bulur”lardı.
Bu görüşün J.B. Say tarafından dile getirildiği dönem, 18. yüzyılın başlarına rastlar. Ona göre, esas olarak ekonomide doğal bir denge vardı. Üretimle tüketim arasında herhangi bir çelişki yoktu. Firmalar kârlarını artırma, tüketiciler ise ihtiyaçlarını karşılama çabası içindeydiler. Değerin, kaynağı olan üç üretim faktörü vardı. J.B. Say bunları, emek, sermaye ve toprak olarak tanımlıyor ve bu üç üretim faktöründen sahipleri paylarını alıyordu: Emek sahibi ücretini, sermaye sahibi kârını ya da faizini, toprak sahibi ise rantını. Esas olarak J.B. Say tarafından ileri sürülen ve 1929-1933 yıllarına kadar kabul edilen en yaygın görüş olma özelliğini taşıyan bu görüş, temel olarak gerçeğin, sömürücüler lehine kaba bir biçimde çarpıtılmasının tüm olanaklarını taşıyordu.
Ancak, işsizliğin hiç görülmeyen boyutlara ulaştığı, üretim kapasitelerinin önemli oranda düştüğü 1929-33 ekonomik bunalımı hem yaygın olarak kabul edilen bu ekonomik görüşlerin, yani ekonominin doğal ve otomatik olarak işleyebileceği yolundaki görüşlerin, pratik olarak geçersizliğini burjuva iktisatçıların gözü önüne serdi, hem de onlara yeni ekonomi teorileri arayışına itti. Esas olarak, ekonomik ilişkilerin gelişimini hiçbir zaman açıklama kudretine sahip olmayan, ancak burjuvazinin sınıf olarak egemenliğinin devamında ona gerçekleri çarpıtma olanağı sağlayan bu görüşün terk edilmesinin temel sebebi, onun işlemez olduğunun kapitalist ekonominin zorunlu bir gerçeğin 1929-33 bunalımı tarafından açıkça gözler önüne serilmesiydi.
Daha önceden kapitalist ekonomilerde yaşanan çeşitli sorunlar, hükümetler tarafından bu görüşe dayanan demagojilerle açıklanabiliyor, ekonominin kendi doğal işleyişi içerisinde ortaya çıkan sorunların, yine bu doğal işleyiş içerisinde kendiliğinden “mutlaka”, çözümlenebileceği propaganda ediliyordu..
Ancak beş yıl boyunca, bizzat ekonomik olarak en gelişmiş durumda bulunan ülkeleri kasıp kavuran bu büyük bunalım, zorunlu olarak burjuva hükümetlerini yeni çözüm arayışlarına itecekti. Öyle bir ekonomik görüş ve çıkış yolu olmalıydı ki, bu, hem bu dönemde yaşanan ağır ekonomik sorunların çözüm yollarını ortaya koyabilsin, hem de kapitalizmin ebedi bir toplumsal sistem olduğunu kanıtlayabilecek bir özellik taşısın.
1929-33 bunalımının geçtiği dönemde ve bu dönemi izleyen yıllarda Keynes, bir yandan İngiltere’de, Maliye ve Sanayi Komisyonu üyeliği ve İktisadi Danışma Konseyi üyeliği gibi görevlerde bulunuyor; bir yandan da üzerinde yıllardır uğraştığı iktisadi görüşlerini belirginleştirmeye çalışıyordu. Bütün bu çalışmaları süresince asla kapitalizmden vazgeçmiyor, ama öte yandan da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kazandığı basanlardan ve kat ettiği gelişmelerden de belirli ölçülerde etkileniyordu. Nitekim Keynes, kapitalizmin içinde bulunduğu çözümsüzlüklere belki de bir çözüm olur umuduyla 1939’da, New Statesman’da şunları yazacaktı: “Sorun, 19. yüzyılın laissez-faire’ciliğinden, bir liberal sosyalizm dönemine geçmeye hazır olup olmadığımızdır. Liberal sosyalizmden, bireyi -seçme özgürlüğünü, inananı, düşünce yapısını ve ifade biçimini, işletmesini ve mülkünü- koruyarak ve ona saygı duyarak toplumsal ve ekonomik adaleti sağlamak üzere, ortak amaçlar doğrultusunda örgütlü bir topluluk gibi hareket edebileceğimiz bir sistemi kastediyorum.” Ama Keynes, “ortak amaç”, “örgütlü topluluk” gibi kavramlardan bahsederken de sermayenin yanındadır; “liberal sosyalizm” anlayışını ortaya sürerken de esas olarak sosyalizm karşıtıdır. Onun nasıl bir burjuva iktisatçısı olduğu ekonomiyle ilgili görüşleri ve önerileri daha yakından incelendiğinde açıkça görülecektir.

BELİRSİZLİK VE GELECEKTEN BEKLENTİ KAVRAMLARI ÜZERİNE İNŞA EDİLEN “GENEL TEORİ”

Keynes’in “Genel Teorisi”nin temel kavramları belirsizlik ve gelecekle ilgili beklentilerdir. O, belirsizlikten ne anladığını şöyle açıklamaktadır:
“Bu kavramın benim kullandığım anlamı, Avrupa’da bir savaş beklentisinin belirsiz olduğu, 20 yıl sonraki bakır fiyatı ve faiz oranları, ya da 1970’in toplumsal sisteminde özel mülk sahiplerinin hangi konumda olacağı ya da yeni bir buluşun eskimesi yönündedir. Bu konularla ilgili olarak; herhangi bir şekilde ölçülebilir bir olasılık oluşturacak herhangi bir bilimsel temel bulunmaz. Yalnızca bilmeyiz. Yine de eylem ve karar gerekliliği, bizi, pratik insanlar olarak bu savruk gerçeği göz önüne almaya iter.
… Her dönem belirsiz panik korkuları ve aynı ölçüde belirsiz ve dayanıksız umutlar pek de yatıştırılmış bir durumda değildir ve yüzeyin biraz da altında olsa yatıp durur.” (JMK, XIV, s 113-15 Aktaran age s.90)
İnsanların hiçbir zaman bilmedikleri, ya da bilemeyecekleri belirsizliklerle çevrilmiş bir dünyada, gelecekle ilgili beklentileri neler olacaktır? Her şey ne kadar belirsiz olursa olsun, mutlaka gelecekten beklentileri olan bireylerin yaşamında, olası gelişmelere karşı tutundan ne olacaktır? Bireylerin “güdülerini”, “psikolojik belirsizliklerini” vb. duygu ve bilinçlerini yönlendiren ve onları ellerinde o an var olan maddi kaynaklarını hangi biçimde yönlendireceklerine karar vermeye zorlayan somut koşullar nelerdir? … Bir iktisatçı olarak Keynes’in, üzerinde kafa yorduğu ve “Genel Teorisi”nin temel dayanaklarını oluştururken temel aldığı noktalar, bunlar ve benzeri soru ve sorunlardır.
Keynes’e göre esas olarak “kapitalizm ahlaki açıdan tatsız olsa da her zaman geçerli bir yoldu ve devrimi zorunlu kılan bir ekonomik gelişme yoktu.” JMK, IX, s. 267. Aktaran age s. 42) “Her zaman geçerli bir yol” olan kapitalizmin “örgütlenmesinde ve yönetiminde” yukarıdaki bütün soru ve sorunlar göz önüne alınarak, “faydacı bir şekilde” devletin ve hükümetin ekonomiye uygun müdahaleleriyle bütün sorunlar çözülme olanağına sahipti. Tabii bu arada devlet kademelerindeki politikacılar “iktisat bilimcilerinin” doğru görüşlerine ikna olmalıydı. Keynes, bütün bu ilişkiler sistemi içerisinde “Genel Teorisi”ni başlıca şu bağıntılarla açıklamaya çalışır (2):
1- Üretim-Gelir Bağıntısı: Kısa dönemde tüketimdeki değişmelerin öncelikle gelir değişiklikleriyle belirlendiğini, ama olağan koşullarda, tüketimin gelire göre daha az değiştiğini ifade eder. Keynes, bir adı da tüketim eğilimi olan bu bağıntıyı ele alırken genelleştirilmiş bir psikolojik bağıntı üzerinde yoğunlaştı. Aynı şekilde, gelirler zaman içinde arttıkça, tüketime eklenenlerin giderek bu artışların daha küçük parçalarına karşılık düşeceğini varsaymaya yöneldi. Bu orantısız tüketim biçimi, yatırımın birkaç kuşak sonra, gelirleri, tüketim taleplerinin doymuş olacağı ve toplumun ekonomik olandan daha önemli sorunların kaygısını duymaya başlayabileceği bir düzeye kadar yükselteceği yolundaki düşüncesiyle ilgiliydi. Tam istihdamı sağlamak için tüketmeden çok yatırımı teşvik etmek önemliydi,
2- Çarpan: Ekonomi tam kapasitenin altındaysa yatırımlardaki artışlarda, diyelim bayındırlık harcamaları biçiminde, gelirin büyümesini doğuracaktır; ta ki, bu yeni durumda artan gelirin tasarruf edilen miktarı yeni yatırım miktarına eşit oluncaya, dek. Gelirdeki artışın tümü tasarruf edilmedikçe, gelirdeki genişleme artan yatırımın biriminden çarpan kadar fazla olacaktı, yani çarpanın boyutu gelirdeki marjinal artışı tüketme eğilimine bağlıydı.
3- Yatırım: işadamlarının yeni sermaye mallarına olan (tesis, makine vs.) talebini ifade eder. Bunun odak noktasını da beklentiler oluşturur.
4- Faiz: Keynes bu bağıntıya, bireylerin para tutma güdüleriyle ilgili incelemesiyle başlar. Bu güdüleri, değişim güdüsü (yani iki ödeme arasında parayı değişim amaçları için tutma ihtiyacı) ihtiyat güdüsü (yani beklenmedik gelişmelere karşı para tutma ihtiyacı) ve spekülasyon güdüsü olarak tespit ediyor. Bunlardan değişim ve ihtiyat güdüsünün bir arada ve spekülasyon güdüsünden ayrı bir yere konabileceğini varsayarak ve bunları bir arada tutarak, bu güdüleri karşılamak için para talebinin esas olarak gelir düzeyinin bir fonksiyonu olduğu görüşünü getiriyordu, ikinci olarak parayı analiz amaçları açısından tanımlayarak, değişimdeki tüm tarafların para ve uzun vadeli tahviller arasında bir tercih yapması gerektiğini getiriyordu. Bu bağıntıyla Keynes, servet sahiplerinin gelecek konusundaki beklentileri veri alındığında, faiz oranının, başka para tutma güdülerinin kavrayamadığı para miktarının kamu tarafından tutulacağı bir durumu sağlayacak şekilde uyum göstermesi gerekeceğini savunma noktasına ulaştı.
Keynes, karşı çıktığı Lassiez-faire’ciliğe karşı ekonominin bilinçli yönetimini savunurken, “ekonominin bilinçli yönetimi”nin üzerinde hareket edeceği maddi koşulları ve bunların temel dayanak noktalarını bu şekilde belirledikten sonra, İngiltere ekonomisinin yeni bir krize doğru sürüklendiği bir dönemde, ondan kurtulmanın yollarını şu biçimde formüle etmektedir: (3)
1- Bireyler, tüketim harcamalarını gönüllü olarak azaltabilirler ve doğrudan ya da dolaylı olarak, tasarruflarını, borç vermeyi sürdürerek ya da atıl nakitlerini artırarak yöneticilere sunabilirlerdi.
2- Resmi enflasyonist politikalar başlangıçta zorunlu kaynakları, onları kullanabilecek olanlardan uzak tutabilirdi ve onları sonradan vergi ya da gönüllü tasarruflar aracılığıyla yetkililere aktaracak kişilere iletebilirdi.
3- Makul ve kapsamlı bir vesika politikası, tüketimin merkezi kararlarla azaltılmasını sağlayabilirdi.
4- Artan vergiler, halkın tüketim için kullanabileceği kaynakları azaltabilir ve onları yetkililere aktarabilirdi.
Bütün bu ortaya koyduğu düşünceleriyle Keynes, kapitalizmde sürekli işsizliğin, bunalımların ve kapitalist toplumun bütün “kusurlarının” gerçek nedenlerini gizlemiştir. O, belirsiz bir gelecekten beklentileri olan insanların ruh hallerini ya da psikolojik güdülerini yönlendirmenin bütün bu kusurların, kusursuzluğa dönüştürülebilirliğini anlatmaya çalışırken, esas olarak bütün bu “kusurların” nedenlerini de yine, insanların ruh halleri ya da psikolojik güdülerine dayandırmaktadır.
Üretim-gelir bağıntısında, işsizliğin, üretim gereksinimi nesnelerine olan yetersiz talebin sonucu olabileceğini anlatırken de; yatırım bağıntısında, sermaye mallarına olan yetersiz talebin iş adamlarının beklentileriyle ilgili olduğunu ve sermayenin kârlılığının genel olarak düştüğünü söylerken de; tüketim mallarına karşı talep zayıflığının, insanların gelirlerinin bir bölümünü biriktirme eğiliminde olduğundan kaynaklandığını ifade ederken de, bütün bunların kapitalizmin kusurlarının sebepleri olduğunu anlatmaktadır.
Bütün bu “kusurların” çözümünün de nüfusun istihdam derecesinin yükseltilmesinden geçtiğini, bunun için de devletin işçilerin ücretlerinin faiz oranlarını düşürerek ve enflasyonu düşürerek sermayenin kârlılığını artırmasını ve bununla birlikte devletin, büyük sermaye yatırımları yapmasını -ki, bunlara bayındırlık işleri de dâhildir- önermektedir. Buradan çıkabilecek tek sonuç da, bu teorinin işçi ve emekçilerin yoksullaşmasını, ama burjuvazinin, devlet politikaları aracılığıyla daha da güçlendirilmesini öngören bir “çözüm” önermeleri toplamı olduğudur. Gerçi o, kapitalizmin baş belası işsizliğin nasıl önlenebileceği üzerinde de durmaktadır; ama bu hiçbir şeyi değiştirmemektedir.
Keynes, kurguladığı bütün o ilişkiler, kategoriler ve yönlendirme biçimlerinin üzerinden kapitalizmin “kusurlarının” nasıl giderilebileceği üzerinde kafa yormakta, ama asla üretim ilişkilerinin tarihsel hareketini açıklayamamaktadır.
O, “bir bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, ekonomi politikle komünizm (ya da kapitalizmle sosyalizm) arasında ileri geri fırlayıp duran bir küçük burjuvadır yalnızca.” (4)

GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARININ ANLAMI
Burjuva iktisat teorileri içindeki tarihsel yerini ve önemini kısaca özetlemeye çalıştığımız Keynes düşüncesi, geçtiğimiz yıl içinde bir kez daha gündeme getirilerek tartışmaya açıldı. Dünyanın gözde iktisat dergilerinde yapılan tartışmalarda, tek Tanrılı dinlerin vaat ettiği kurtarıcı Mesih kisvesine büründürülen Keynes, kapitalizmin içine düştüğü krizi çözmek üzere yeniden dünyaya çağırıldı.
Yirminci yüzyıl, neredeyse bir Keynes yüzyılı sayılıyordu. Çünkü Keynes, klasik iktisat politikalarının, mevcut ekonomik ilişkileri ve eğilimleri açıklama konusunda tıkandıkları; sermayenin o ana dek görülmedik bir hızla yoğunlaşmaya başladığı, tekelleşme eğilimlerinin’ arttığı; bütün bunların daha anarşik ve kaotik kıldığı kapitalizmin, battığı buhrandan çıkamaz hale geldiği bir dönemde krizi ve krizden çıkış olanaklarını tanımlayarak, sermayenin peygamberi olarak ortaya çıkmıştı.
Krizi en fazla kendisiyle açıklayan “krizin nedeni eksik tüketimdir” tahlili bir totoloji olarak kalsa da, piyasanın kendi iç işleyişiyle krizin aşılmasını sağlayamayacağı önermesinden yola çıkarak saptadığı, ekonominin devlet müdahalesine açılması tezi; biraz klasik iktisat teorilerinin güncel eğilime yeterince uyarlanamaz oluşundan, biraz da dünya üzerindeki sosyal-siyasal değişikliklerin de etkili bir faktör haline geldiği yeni bir dönemin ihtiyaçlarına uygun olmasından dolayı ilgiyle karşılanmıştı.
30’lu yıllar bunalım yıllarıydı ve Keynes bu dönemde, kriz çözücü bir can simidi olarak parladı. Çok geçmeden ufukta görünen ikinci savaş ise, hem krizin ulaştığı boyutların kaçınılmaz sonucu olarak, Keynes teorisinin bir erken iflası anlamına geldi; diğer yandan da, ikinci savaş sonrasında yapılan ekonomik hamlelerin bir kalkınmaya işaret etmesi bakımından da Keynes’e, dönemin koşullarıyla belirlenmiş bir kurtarıcı misyon kazandırdı.
‘Liberal sosyalist” Keynes’in teorisi, bir dünya sistemi haline gelme eğilimine girmiş olan sosyalizmin uluslararası kazanımlarının karşı saflardaki izdüşümü oldu.
İkinci savaş sırasında, Alman Nazilerini ve onunla müttefik halinde bulunan diğer emperyalistleri kendi topraklarına kadar kovalayarak kesin bir zafer kazanan Sovyetler Birliği’nde ekonomi, savaş yıllarında kesintiye uğramış olsa da, büyük kapitalist ülkelerin ekonomileriyle yarışabilecek duruma gelmişti. Hitler faşizmi, Avrupa ve Asya halklarını tehdit ederken bütün ülkelerde, gelişen antifaşist direnişler, sosyalizm, sempatisi, doğu Avrupa’da birbiri ardına ilan edilen, demokratik halk cumhuriyetleri, halkların artık eskisi gibi yönetilmeye direneceklerini gösteren somut işaretlerdi. İkinci savaş sonrasında, Avrupa’da esen demokrasi ve sosyalizm dalgası, kapitalist ulusal ekonomilerin, yıkıntılarının arasından yeniden doğma çabalarının yanmasında yükselip duruyordu. Avrupa ve Japonya yeniden inşa edilmeye başlandı. Yeni üretim tekniklerinin kullanıldığı sanayi dalları yaygınlaştırıldı, sermaye yeniden hızla yoğunlaştı ve uluslararası bir dolaşıma sokuldu. Ekonomide canlanma başlamıştı.
Sovyetler Birliği’nde, beş yıllık planlar kapsamında sürdürülen planlı ekonomi ve toplumsal mülkiyetin proletaryanın siyasi iktidarı tarafından güvence altına alınması, Avrupa’da ortaya çıkan demokratik ortam içinde ilgiyle izleniyordu. Burjuvazi ise, sosyalist bir ülkede yürürlükte olan kurumlan, onların hangi sınıfın iktidarı tarafından işlevsel hale getirildiğini dikkate almaksızın kendi sistemini yeniden üretme sürecinde halkları şaşırtıp, bulanıklık yaratacak, muhalefeti yatıştıracak unsurlar olarak devralmaya çalıştı. Diğer yandan, bu kurumların kopya edilerek uyarlanması ve emekçilerin yaşamlarında meydana gelen kısmi düzelmeler, yıllardır verilmiş olan antifaşist mücadelelerin ürünü olmuştu, ama krizden çıkan Avrupa’da, bir refah devletinin kurulması için bütün ekonomik koşullar olgunlaşmış sayılırdı. Keynes, işsizliğin enflasyonla doğru orantılı olarak arttığı öncülünden yola çıkarak, işsizliğin giderilebilmesi durumunda enflasyonun da kendiliğinden gerileyeceğini iddia ediyordu. İşsizlik olduğu sürece, sürekli bir yetersiz tüketim sorunu olacak, bu da yeni krizleri çağıracaktı. Bunun için de, üretim ve tüketim arasındaki ilişkileri piyasanın kendi iç işleyişine bırakmamak gerekiyor ve merkezi bir müdahale şart oluyordu.
Oysa işsizlik ve enflasyon, kapitalizmin yapısal bir sorunudur ve bu sistem var olduğu sürece de kaçınılmazdır, herhangi bir politik önlemle giderilmesi mümkün değildir. Ancak Keynes’in devlet müdahalesini olumlayan tezleri, şimdiye kadar piyasanın devlet inisiyatifi içinde olmadığı hiçbir kapitalist dönemin yaşanmadığı bir yana bırakılırsa dönemin ihtiyaçlarının dile getirilmesi bakımından önemliydi. İşsizliğin bir sosyal sıkıntı olmasının önlenmesi için işsizlik kredileri dağıtıldı, devlet güvencesinde sağlık ve eğitim hizmetleri organize edildi, emekçilerin yaşamlarını rahatlatacak daha başka önlemler alındı, devlet sermayesiyle işletilen kamu kuruluşları oluşturuldu. Keynes’in, çerçevesinin çizilmesinde önemli ölçüde emeğinin geçtiği sosyal devlet dönemi böylece başlamış oldu.
Keynes, Avrupa’da başlayan sosyal devlet döneminin teorisini yıllar önce yapmış, ikinci savaş sonrasındaki sosyal, siyasal koşullar onun teorisine önem kazandırmıştır. Ama Keynes’in adından ve teorisinden alâyişle bahsedilen dönemler, yine sosyal ve siyasal koşulların değiştiği, ekonominin yeniden bir durgunluk içine girdiği 70’li yıllarda sona ermiştir. Çünkü kapitalizmin krizi yapısaldır ve sermaye çevrelerinin krizin aşılabilmesi için belirli dönemlerde sarıldığı değişik iktisat teorileri, kısa dönemler için bir rahatlama sağlayabilse de kapitalizmin genel krizine kesin ve son çözüm olamamıştır; çünkü bu mümkün değildir.
70’li yıllara gelindiğinde, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon dönemine çoktan girilmiştir. Keynes’in, işsizliğin giderilmesine ilişkin teorisine karşın, refah devletinin sonuna gelinmiş, işsizlik ve “buna bağlı olarak” enflasyon katlanarak artmıştır, iflaslar iflasları kovalamaktadır. Keynes bu yıllarda gözden düşmüş bir iktisat politikacısı olarak ‘tahtından indirilmiştir. Burjuvazi bir süre de Friedmann’la oyalanmayı tercih edecektir.
Keynes’in, yeniden bir kurtarıcı olarak görülüp görülemeyeceğinin tartışıldığı son zamanlara gelinceye değin, yapısal krizin aşılabilmesi için, burjuvazi, sayısız yöntem denemek zorunda kalmış, ideologlar ve ekonomistler sermayenin buhranının, nereden esnemek koşuluyla çözüleceği konusunda kafa yormuşlardır. 80’li yıllarda ekonomi, kısa bir rahatlama dönemi yaşamıştır. Bu yıllar, işçi sınıfının yoğun bir muhalefetiyle karşılaşıldığı için yürürlüğe kolayca sokulamayan özelleştirmelerin gündeme getirildiği yıllar oldu. Sayısız işçi sokağa atıldı. Artık, Sovyetler Birliği’ndeki çözülme süreci tamamlanarak, bu ülke kapitalist sisteme entegre olduğu için, sosyalizmin burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıktığı da ilan edilmişti; bu nedenle sosyal yatırımlar, eğitim ve sağlık alanlarına yapılan devlet sübvansiyonları kaldırılmaya çalışıldı. Özelleştirmelerin, devletlerin bütçe açıklarım kapatacağı kanısı yaygınlaştırıldı.
Ama bütün bu yöntemlere karşın,1980’li yılların sonlarına doğru, kriz giderek onmaz hale geldi ye işsizlik oranı, uluslararası ekonomi kuruluşları tarafından benimsenen kabul edilebilirlik sınırlarını çoktan aştı. Bir süredir mucizeler yaratan Japonya’nın da pili bitti ve Japon sanayi kuruluşları birbiri ardına çözülmeye, ulusal ekonominin büyüme hızı düşmeye, hatta gerilemeye, binlerce işçi sokağa bırakılmaya başlandı. Uluslararası sermaye sözcülerinin, ekonomide devlet müdahalesini en aza indireceğini iddia ettikleri bloklaşmaların, kendileri de birer tekelci sermaye odağı olan devletlerin müdahalesini önlemek bir yana şiddetle bu müdahaleye ihtiyaç duyar hale geldiği de görüldü. Bütçe açıklan devasa boyutlara ulaştı, yeni vergi kanunlarıyla sermayenin yükünün azaltılması yoluna gidilse de bu asla başarılı olamadı. Borçlanma ve para basma metoduyla finansman yaratılması olanakları tükendi.
Kısaca kapitalist ekonominin durumu, son yıllarda yine kaotik bir tablo çizmeye başladı. On yıldır estirilen liberal ve serbest piyasacı rüzgârların soluk borusu tıkandığı için ve bu, işsizlik ve devasa ölçülerde büyüyen enflasyon yüzünden iyice görünür hale geldiği için, bir zamanlar “serbest piyasa kendi kendine bırakıldığı zaman aksar” demiş olan Keynes hatırlandı.
“Peygamber geri mi dönecekti acaba?”
Burjuva iktisatçılarının ihtiyatlı bir biçimde beklemeye başladıkları Keynes, hayır dönmeyecektir. Çünkü Keynes’i hatırı sayılır bir iktisatçı olarak ortaya çıkaran koşullar çoktan değişmiştir. İkinci savaş sonrasında, sosyalizmin, işçi ve emekçilerin kendi ülkelerinde verdikleri mücadelelerin de etkisiyle evrensel bir karakter almış olan kazanımlarını, zamanında tahlil ederek ve bunların üzerine kurulmuş kriz çözücü bir teori inşa ederek kazandığı rastlantısal olmayan ün, bu tarihsel koşulların değişmesiyle, bir daha geri dönemeyeceği bir menzile itilmiştir.
Çünkü Keynes, kapitalizmin bütün zamanları için geçerli olmayacak bir operasyondur; bu operasyon yapılmış ve bitirilmiştir.
Şimdiye dek, yapısal olduğu için, nihai olarak aşılması mümkün olmayan kriz, her dönem değişik iktisat politikalarının yürürlüğe sokulmasıyla kısmen rahatlatılmaya çalışılırken, sermayeye en çabuk kalkınma ve en hızlı yoğunlaşma olanağı sağlayan bir tarihsel dönemin kuramsal dayanaklarını hazırlayan Keynes unutulmamıştır. Daha çok, ikinci savaş sonrasındaki parlak günlerini hatırlayan sermayenin, bugün derinleşen krizini aşmak için, geçmiş parlak günlerini önceden tanımlayan bir iktisatçıyı hatırlaması, bu krizin ne kadar onmaz olduğunun göstergesidir.
Özelleştirme histerisi altında, bütün dünyada milyonlarca işçinin kapının önüne konulmasını öngören uluslararası finans çevreleri, serbest piyasa ekonomisinin bir çıkmaza girdiğini görmüş gibidir ve şimdi, devletçi politikalar yeniden gündeme getirilmektedir. Oysa bugüne kadar saf serbest piyasa ekonomisi asla olmamıştır, devlet müdahalesi üzerine bir bardak suda koparılan fırtına, bu gerçeğin gizlenmesine yetmemektedir. Çünkü devlet, ister prosedüre bağlanmış, ister kayıt dışı olsun teşvik, kredi, vergi iadesi gibi yöntemlerle tekelleri sürekli olarak ekonomik olarak desteklemekte, öte yandan kanunlar ya da kararnameler yoluyla ekonomik faaliyetleri için uygun yasal koşullar hazırlamaktadır. Ki, kimi zaman bu kararnameler mevcut yasal durumu zorlayarak bir kaç günlüğüne çıkarılıp sonra iptal edilebilmektedir. Ve bütün bunların arasında, tekelci kapitalist devletler, küçültülmeleri üzerine en çok safsatanın yapıldığı dönemlerde bile büyütülmüşlerdir. Tekellerin düştüğü bunalım bir tekel olarak o devletin de yakasını bırakmamıştır.
Sonuç olarak, emperyalist-kapitalist sistem yeni bir bunalım dönemine girmiştir. Keynes tartışmaları entelektüel bir gevezelik olarak değil, bu krizin ifadesi olarak gündeme getirilmiştir. Ama kapitalizmi kendi krizinden, sahte peygamberlerin kurtaramayacağı da bellidir.

DİPNOTLAR
1. Bu benzetme, İyiliksever okul için Marx tarafından kullanılıyor. (Felsefenin Sefaleti s. 112)
2. Bu bağıntılarla ilgili bölüm, Moggride’nin “Keynes” adlı kitabından özetlenerek aktarılmıştır.
3. Bu formülasyonlar da adı geçen eserden özetlenerek aktarıldı.
4. Benzetme Marx tarafından Proudhon için yapılmıştır. (Felsefenin Sefaleti s. 115)

Ocak 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑