Somali macerası, uluslararası çaptaki askeri ve siyasi müdahalelerin, yalnızca, genel ve stratejik emperyalist planların önceliklerine göre düzenlendiğini gösteren güncel bir örnektir. Türkiye gibi, bütün dış politikası bu öncelikler ve gereklilikler sistemine göre belirlenmiş bir ülkenin, Bosna için timsah gözyaşları dökerken, Somali’ye yürümesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Türkiye kamuoyu, aylardır Bosna felaketi için yürekler parçalayan bir propaganda yürüten basın ve televizyon istasyonlarının şartlandırmasıyla, Birleşmiş Milletlerin faşist Sırp saldırılarına direnmeye çalışan Bosna halkı için müdahalede bulunmasını beklerken, “Somali’ye Umut Operasyonu” haberiyle donakaldı. Koltuğunu Bill Clinton’a devretmek için gün sayan Bush, giderayak, Amerikan kuvvetlerinin, daha önce Somali’ye “insani yardım” için gitmiş olan kısmi BM kuvvetlerine katılacağını açıkladı. İç sorunların propaganda savaşında ağırla taşıdığı bir seçim sürecinde, Yugoslavya söz konusu olduğunda, “Dünyanın jandarması olmak gibi bir misyondan kendimizi korumalıyız” diyen Bush, iktidarı kaybetmiş olmanın rahatlığıyla, Amerikan askerlerinin Somali’de jandarmalık yapması için gönderilmesini onayladı.
Somali, 30 Aralık 1990’da başlayan, üç hafta süren, yaklaşık beş bin kişinin ölümüyle ve diktatör Siyad Barre’nin şehirden kaçmasıyla sonuçlanan Mogadişu ayaklanmasından bu yana, tam bir yıkıntı yaşıyor. Hiç bir devrimci önderlik tanımayan ve tümüyle aşiretler-arası çatışma biçiminde gelişen ayaklanma ve sürüp giden iç çatışmalar, Somali’de hemen hemen tüm üretimin durmasına ve on binlerce insanın, Etiyopya ve Kenya’ya göçmek üzere topraklarından kopmasına yol açtı. Anakronik bir tarzda, hâlâ İtalyan sömürgeciliğinin etkilerini ve siyasi sonuçlarını taşıyan bir kombinezon içinde, esas olarak uluslararası “kara para örgütleri’nin “aklama” mekanizmalarına yataklık yapan büyük ve şatafatlı kent merkezleriyle, vahşet dönemi “teknolojisi”nin hâkim olduğu sözde tarımsal üretimin egemen olduğu kırsal alanlar, geleneksel toplumsal örgütlenme biçimlerinin dışında herhangi bir halk örgütlenmesine ve aşiret reislerinin egemenliği dışında bir siyasal oluşuma izin vermiyor. Bütün bunlar, yüzyıllardır süren sömürgeci ve emperyalist sömürünün sonuçlarıyla birleşince, Somali, BM “şemsiye altında” gerçekleşen yeni emperyalist müdahaleye karşı tam bir çaresizlik içinde boyun eğdi.
Somali, “Afrika Boynuzu” olarak adlandırılan ve Arap yarımadası ile Afrika’nın güneyde buluştuğu bir coğrafya parçası üzerinde yer alıyor. Hint Okyanusu’nun, Kızıl Deniz’in ve dolayısıyla “sıcak bölge” Orta Doğu’nun kontrolünde rol oynayacak stratejik bir yer tutuyor. Operasyon, bu bakımdan, şu anda yalnızca, dolaylı ve uzak vadeli hesaplar bakımından önem taşıyor. Ne var ki, bugünkü emperyalist müdahale ile geleceğe yönelik hesaplara zemin teşkil edecek kalıcı bir adımın atıldığını söyleyebilmemiz için, bu konumun göz önünde bulundurulması yeterlidir. Afrika, Sovyetler Birliği’nin çökerek, aktif uluslararası silahlı müdahale pozisyonundan çekilmesinden bu yana, neredeyse, terkedilmiş bir toprak görüntüsü veriyordu. Şimdi, son derece hassas bir bölgede gerçekleşen emperyalist operasyonla, bu görüntü bozulmuş bulunuyor. Bir zamanlar, yalnızca iki süper devletten birine dayanarak ve onların oyunu içinde siyasal bir rol üstlenebilen aşiretlere bağlı silahlı grupların, “Yeni Dünya Düzeni” kurallarına uygun olarak disipline edilmesi, Amerika’nın belirleyici bir etkiyle işin içine girdiği koşullarda emperyalist ekonomik ve politik ilişkilerin yürütülebilmesi için stabilize edilmeleri gerekiyor. Şu anda yürütülen silahsızlandırma faaliyetinin başlıca amacı, ülkede gerçek anlamda bir silah taşıma tekeline sahip, merkezi ve kontrol altında bir hükümet oluşturmaktır.
Operasyonun temelinde ve perde arkasında bunlar yatarken, açlıktan kırılmış, yoksulluk ve hastalığın pençesinde kıvranan yüz binlerce insanın görüntüleriyle beslenen emperyalist reklâmlar, Somali’ye sırf “insani amaçlarla” ve bir felaketi yaşan insanlar için “umut” olmak üzere çıkıldığı palavrasını yayıyorlar.
Oğlunu gözyaşlarıyla Somali’ye uğurlayan Türkiyeli bir kadıncağız, kendisine “duygularını” soran bir televizyon muhabirine, bu propagandadan fazlaca etkilenmediğini göstererek, şöyle diyordu: “Bosna o tarafta dururken, oğlumun bu tarafa gitmesine üzülüyorum.” Gerçekten Türkiye kamuoyu, dini ve milliyetçi önyargılara dayandırılsa da, doğrudan doğruya bir halkın “etnik temizlenme” olarak adlandırılan faşist bir politikaya kurban edilmesi savaşına karşı oluşturduğu tepkinin cevap bulmasını bekliyordu. Bu umutsuz, abartılmış ve gerçekleşemeyecek olan beklenti, yalnızca kimi TV istasyonlarının ve basın tekellerinin mevduat hesaplarını kabartan ikiyüzlü yardım kampanyalarının hızlanmasına, ırkçı ve dinci gericiliğin propagandaları için zemin yaratılmasına, “iç harekât”ın gündem dışında kalması çabalarının güçlenmesine yaradı. Bosna faciası, burjuvazi için, bunun dışında bir anlam ve değer taşımıyor.
Somali macerası, uluslararası çaptaki askeri ve siyasi müdahalelerin, yalnızca, genel ve stratejik emperyalist planların önceliklerine göre düzenlendiğini gösteren güncel bir örnektir. Türkiye gibi, bütün dış politikası bu öncelikler ve gereklilikler sistemine göre belirlenmiş bir ülkenin, Bosna için timsah gözyaşları dökerken, Somali’ye yürümesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Ocak 1993