Burjuva milliyetçiliği ve devrimci katliamının “mantığı”

Önce bir olaydan, -toplumun en ileri, en devrimci kesimleri tarafından protestoyu hak eden- devrimci komünist harekete, işçi sınıfının devrimci öncüsüne karşı girişilen bir saldırıdan söz edelim. Katliama dönüşen bu saldırı olayı, yöneldiği politik-sınıfsal kesim ve meydana geldiği koşullar dikkate alındığında; Kürt ulusal hareketinde, burjuva reformcu ve milliyetçi çizgisinin konumunu en tartışmasız biçimde ortaya koyması nedeniyle bir dönüm noktası özelliği taşımaktadır. 9 Ekim 1993’te Dersim-Hozat bölgesinde, Devrimci Komünist Partinin Kürdistan Örgütü’ne bağlı olarak faaliyet yürüten sekiz Kürdistanlı Marksist’in PKK tarafından arkadan kurşunlanarak dördünün katledilmesi, ikisinin yaralanması (öldü diye bırakmışlardır) ve ikisinin de “esir” olarak kaçırılması olayı. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinde, burjuva reformcu ve milliyetçi çizgisiyle yer alan ve Kürt halkının belli bir kesiminin desteğine de sahip olan bu hareketin, üzerinde bulunduğu platformdan, yönünü döndüğü güçlere kadar tüm ana unsurlar açısından daha net olarak tanınması zorunlu hale gelmiştir. Bu olay, sözde sosyalist bazı siyasal çevrelerin zannettiği gibi sıradan, basit ve “üzerine fazla gidilmemesi gereken” bir olay olmadığı gibi, olayın “sol gruplar arası bir çatışma” olarak gösterilmesi de mümkün değildir.
Her şeyden önce, devrimci komünist harekete saldırının, tam da diktatörlüğün, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara yönelik baskı, sömürü ve saldırısının yoğunlaştığı, Kürdistan’da faşist katliamların, köy bombardımanlarının, baskı ve işkenceyle insansızlaştırma uygulamalarının hayvani bir vahşetle sürdüğü koşullara denk düşürülmüş olması önem taşımaktadır. Kürdistanlı devrimci komünistlerin katledilmesi olayı, “uçurumun kıyısında” olduğunu ilan eden Türkiye egemen sınıflarının, gelişen halk hareketini bozguna uğratıp, etkisizleştirmek için en etkili araç olarak gördüğü faşist teröre dört elle sarıldığı koşullara denk gelmesinin yanı sıra; ulusal özgürlük mücadelesiyle proletarya hareketi arasında kurulması mutlak zorunlu olan bağların gelişme eğilimi gösterdiği; koşulların, Türk, Kürt ve tüm milliyetlerden emekçi yığınların birleşik hareketini zorunlu kıldığı bir döneme de denk düşmektedir. Bütün öteki durumlar bir yana; tek başına dönemin bu özelliği bile, söz konusu bu saldırının devrime değil, karşıdevrime, halka değil, egemen sınıflara yaradığını kolayca göstermektedir. Bu saldırı sosyalist düşüncelerin işçi sınıfı hareketi içinde, bugüne kadar olmadık ölçüde etki bulduğu, Kürt halkının kölelik durumunun son bulması ve halkların gönüllü ve kardeşçe birliği düşüncesinin işçiler ve emekçiler tarafından ya da, en azından onların bilinçli öncü kesimleri tarafından savunulduğu, devrimci komünist partinin, tüm milliyetlerden işçi sınıfı içindeki etkisinin güç kazandığı ve bu etkinin gelişme-güçlenme olanaklarının genişlediği koşullarda meydana geldi. Bu saldırı, devrimci komünist partisinin, Kürt işçi sınıfının platformundan Kürt reformcu burjuvazisinin ve Kürt reformist-revizyonist çevrelerinin, emperyalizm ve gericilikle uzlaşma platformuna yönelttiği devrimci eleştirinin, Kürt işçi-emekçi yığınları ve Kürt gençliğinin saflarında giderek güçlenen bir etkiye yol açması somut olgusuyla da doğrudan ilişkilidir. Daha özlü olarak bu katliam, Kürt reformcu burjuvazisinin gerici platformundan Kürt işçi sınıfına, onun şahsında Türkiye işçi sınıfına ve sınıfın sosyalist hareketine yöneltilmiş saldırının somut bir ifadesidir.
9 Ekim katliamı olarak işçi sınıfı tarihine geçecek bu olayın diğer önemli bir yanı da; katliam sonrasında, katliamı yapan PKK’nın “Kürt ulusal kurtuluşçuluğu” adına Kürt halkının denetim altına alınmasının bir yolu olarak, bu tür cezalandırma yöntemlerini sürdüreceğini ilan etmesidir. Hozat katliamı sonrasında, gerek katliamın “gerçekleştirilmesi” ve gerekse halk tarafından gerçekleştirilen katliamı protesto eylemlerinin engellenmesi amacıyla “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi”, “ARGK Ana Karargâh Komutanlığı”, “ERNK Avrupa Örgütü” vb. imzalarla yayınlanan bildiriler ve yapılan açıklamaların -bunların arasındaki çelişik yanlar hiçbir önem taşımıyor ve tümü de kamuoyunu aldatmayı ve gerçekleri çarpıtmayı esas alıyor- ortak teması, “PKK’nın ulusal kurtuluş savaşı yürüttüğü” ve “herkesin kendini bu savaş koşullarına uyarlaması” biçimindedir. Olay sonrasında PKK tarafından çeşitli imzalarla yapılan açıklamalar ve yayınlanan bildiriler, PKK’nın ne tür bir “devrimci” ve “ulusal kurtuluşçu” olduğunu ortaya koyan belgeler durumundadır. Aşağıda ele alacağımız bu belgelerin PKK’nın “devrim” anlayışını ortaya koyduğuna kuşku yoktur. Yanı sıra; bu bildiri ve açıklamalar, PKK’nın devrim, sosyalizm, halk hareketi ve Marksist hareket karşısındaki konumunu da doğrudan ortaya koymaktadır.
Önce “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi” bildirisine bakalım: “Yüzlerine sol maskesi takan bazı güçler, eskiden eşkıyaların yaptığını ‘ilericilik’, devrimcilik, hatta komünistlik adına yapmaya başladılar. Bunlardan biri de adına TDKP ya da Halkın Kurtuluşu denen güçtür.”
“HK; mücadelemizin Dersim’de kök salmasıyla devreye sokulan provokatif bir güçtür.”
“Halkımıza ve partimize karşı komploculuktan vazgeçmeleri konusunda defalarca uyarılar yapıldı. Bu yönlü ısrarlı uyarılarımıza rağmen bu karşı-devrimci çabalarından vazgeçmeyince 9 Eylül (Ekim olacak -Ö.D.) günü bir birliğimiz tarafından tutuklanmak ve gerçekler kendilerine bir daha hatırlatılmak istendi. Ancak bu çağrımıza uymayan HK’lilere ateş edilmek zorunda kalındı. Karşı-devrimci güçten 6 kişi ölürken, 2 kişi de esir alınmıştır. “
“Kendisine ‘sol, ilerici, devrimci, demokrat’ diyen ve Kürdistan’da faaliyet yürütmek isteyen her güç PKK ve Kürt halk gerçekliğini kabul etmek zorundadır. Egemenlik sahamızda yürütülecek tüm faaliyetlerden sorumlu tek güç PKK’dır. Diğer güçler alacağı tüm kararlarda partimizi bilgilendirmek ve onay almak durumundadırlar.”
Bu bildirinin buraya aktardığımız ve aktarma gereği görmediğimiz tüm satırları, devrimci komünist partinin karalanması amacıyla sarf edilen küfürleri ve yasak ve tehdit mantığını içeriyor. Devrimci hareketin gelişim süreci ve olaylar çarpıtılıyor, geri olmaktan kaynaklanan ve bizzat PKK’nın bolca yaşayıp-uyguladığı komploculuk, bir suçlama olarak devrimci Marksist partiye yöneltiliyor.
PKK ve onun Dersim halkının başına bela kesilen “Eyalet Komutanı”, komünistlere ve devrimcilere ucuz suçlamalar da bulunup, tehdit savuracağına, önce devrimci hareketin, Türkiye, Türkiye Kürdistanı ve Dersim’deki gelişme tarihini öğrensin. O zaman ‘HK’nın, PKK’nın “Dersim’de kök salmasıyla devreye sokulan provokatif bir güç.” Olmadığını, giriştiği provokatif saldırı eylemiyle kendisinin düşmanın saldırılarına çanak tuttuğunu belki görebilecektir. Cehaleti ve geriliği bir “olumluluk”muş gibi sahiplenmekle kalmayıp, bunu Kürt halkına da dayatanlar, gerçeklerin zor yoluyla gerçek olmaktan çıkarılabileceğini düşünüyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında yaşayıp da devrime ve halk hareketine az çok yakınlık duyan herkes, THKO’nun -ki o, TDKP’nin öncel örgütüdür- Kürdistan’da ve Dersim’de 70’li yılların başından itibaren faaliyet yürüttüğünü, HK’lilerin Kürt ve Türk halkının özgürlüğü, mutluluğu ve kardeşliği için, emperyalizme, faşizme ve Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadele içinde yüzlerce şehit verdiğini, Kürdistan’da, -eğer bir kıyaslama yapılacaksa- ilk ortaya çıkan ve güçlenen hareketin PKK değil, THKO olduğunu, aynı şeyin Dersim için de söz konusu olduğunu kabul edecektir. Ve dürüst her devrimci, 12 Eylül öncesinde ortaya koyduğu pratiğiyle, PKK’nın Kürdistan’da var olmanın yolu olarak diğer tüm devrimci güçlere saldırıyı gördüğünü teslim edecektir.
O zamanki adıyla UKO, kendisi dışında Kürdistan’da varlık gösteren bütün devrimci ve ilerici güçleri, sömürgeciliğin Kürdistan’daki sınıf temeli olarak değerlendirdiği küçük burjuvazinin sosyal-şoven ve hain temsilcileri olarak görmekte, bunlarının faaliyetinin engellenmesini ve fiziken ortadan kaldırılmasını merkezi görev olarak saptamakta, kongrelerinde devrimcilere yönelik saldırıyı karar düzeyinde ifade etmekteydi.
Kendileri gibi milliyetçi bir platformda bulunan ulusalcı güçler de PKK ve önceli UKO’nun gazabına sıkça” uğramaktaydı. “Sosyal-şovenlerin Kürdistan’daki faaliyetinin engellenmesi” adına devrimci gazete ve dergilerin satılması engelleniyor, devrimci örgütlerin militanları “ajan” ilan ediliyor, önderlerin yok edilmesi yoluyla tabanın sindirilebileceği düşünülüyordu.
12 Eylül sonrasının özel koşulları içinde PKK bu tavrını değiştirmiş gözüktü ve bir “özeleştiri” de verdi. Ama son saldırı olaylarıyla anlaşıldı ki, PKK eski tutumunu korumaktadır; sadece bu saldırılara bazı özel koşullar nedeniyle bir süre ara vermiştir. Çünkü onun bu saldırılara yön veren tutumunun temelinde onun ne iç ilişkilerinde ne de dışındaki devrimci siyasal güçlerle olan ilişkilerinde demokrasiye hayat hakkı tanımayan despotik ve tahammülsüz yapısı vardır.
PKK, “Dersim Eyaleti Askeri Konseyi” eliyle yaptığı açıklamalarda -bu açıklamaların PKK merkezi yönetiminden bağımsız yapılması olanaklı değildir- devrimci komünistleri “karşı-devrimci faaliyet yürütmek”le suçlamaktadır. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda, işçi sınıfı ve halk yığınları adına, halkın çıkarlarını savunma adına bir dizi “sol”, “sosyalist” ve “devrimci” örgüt faaliyet yürütmektedir. Bu örgütlerin ne olup ne olmadıkları, yalnızca ideolojik-siyasal platformları, program ve siyasal taktik çizgileriyle değil, aynı zamanda burjuvazi ve gericilik karşısındaki pratik tutum ve konumlanmalarıyla da herkesin gözü önündedir. Günümüzde “devrimci” olmayı düzen karşıtı olup-olmama genel ve asgari düzeyiyle değil, bir dünya sistemi olan kapitalist emperyalizmi ve onunla birlikte tüm sömürü ve baskı kaynaklarını tasfiye edip-etmeme, bunu göze alıp-almama, sınıf mücadelesini esas alıp-almama, proletarya ve emekçilerin kurtuluşunu savunup-savunmama kriterleriyle ele almak gerekiyor. Görüntüyle gerçeğin, yalan ile doğrunun, devrimcilikle bağlı olarak sınandığı alan budur. Eğer bir hareketin toplumsal değişim ve yeniden kurma projeleri düzenin ekonomik-politik sınırlarına sıkışıp kalıyorsa, eğer kapitalizmi, onun evrensel sistemi emperyalizmi, burjuvazinin sınıf iktidarını tasfiyeyi değil de, onların sınırları dâhilinde, bazı hak kırıntılarının alınmasıyla yetiniliyorsa, orada düzen karşıtlığının devrimci olmaya yetmeyeceği açıktır. Böyle projeleri olanları devrimci değil, reformcu olarak adlandırmak gerekir. Karşı-devrimcilik, devrimcilik alanında, sosyalizm zemininde yeşerme olanağı bulmaz. Burjuva-reformcu platformda yürütülen bir “düzen karşıtlığının ise, burjuvaziyle uzlaşma çizgisi nedeniyle devrim karşıtlığına, proletarya ve komünizm düşmanlığına dönüşmesi, uygun koşullarda her zaman mümkündür. Devrimci komünistler, hem Marksist ideolojik-politik platformları Kürt işçi ve emekçilerinin ve hem de siyasal taktik ve pratik faaliyetleriyle devrimi geliştirmeyi, işçi sınıfının devrimci sınıf konumuyla devrimde başı çekmesi için onu eğitip-örgütlemeyi, Kürt ve Türk emekçilerini, burjuvazi, diktatörlük ve emperyalizme karşı ayağa kaldırmayı, burjuva iktidarını ve kapitalizmi tarihe gömerek halkların gerçek kurtuluşunu ve kardeşliğini sağlamayı başlıca görev edinmişlerdir. Bu faaliyeti, nerede olursa olsun, hangi toplumsal kesim adına harekete ederse etsin, hangi maskeye bürünürse burunsun, baltalamaya, engellemeye, karalamaya, “karşı-devrimcilik” olarak suçlamaya kalkışan, dahası bu faaliyeti silah zoruyla ve unsurlarını ortadan kaldırarak tasfiyeye yönelen, herkesi, devrim karşıtı olmakla, .bu tutumuyla düzenin ve devletin, yanında yer almakla suçlamak yanlış olmayacaktır. Tarih gerçeğin sözlerde değil, olgularda yattığını sayısız kez ispatlamıştır.
Devrimci Komünist Partiye “karşı-devrimci”lik suçlaması yönelterek, onun faaliyetine sınır çekmeye çalışan PKK ne yapıyor? Kürt komünistlerini “tutuklamak” istiyor ve buna uymadıkları için -ellerinde silah yok ve esir alınmayı kabul etmediklerini söylüyorlar- kurşuna diziyor. Üstü örtülemez olan olgu bu! PKK bunu niye yapıyor? Kendisinden izinsiz faaliyet yürütüldüğü için. Peki, ne zamandan beri, devrimci ya da sosyalistler başkasından izin alarak, onların onayı dâhilinde faaliyet yürütmüşlerdir? Kaynağını güce tapmadan alan bu mantığın “devrim yapması” mümkün mü? PKK’nın gerçekleştirdiği devrimci katliamının gerçek nedenleri, bu yazının baş tarafında özetlenen gelişmelerde yatmakla beraber, onun güce tapıcı, yasakçı anlayışı da bu katliamda rol oynamıştır. Çünkü açıkça “egemenlik sahamızda yürütülecek tüm faaliyetlerden sorumlu tek güç PKK’dır. Diğer güçler alacağı tüm kararlarda partimizi bilgilendirmek ve onayını almak durumundadırlar” denilmektedir. PKK’ya; “neden Kürdistan senin egemenlik sahan?” diye bir soru sormayı gereksiz görüyoruz. Ama her fırsatta, “demokrasiyi temsil ettiğini, demokrat olduğunu, çoğulculuğu (geleceğe yönelik olarak da -Ö.D) esas aldığını” söyleyen PKK yönetiminin, henüz herhangi bir egemenlik kurma durumu da söz konusu değilken, Kürt toplumunu temsil yetkisini tekeline almaya kalkışması ve farklı devrimci hareketlerin gelişmesine, “onay ve izin verme” yetkisiyle kendini donatması, iradesini silah zoruyla dayatması, sözlere değil, pratiğe bakmak gerektiğini bir kez daha beyinlere kazıyor. PKK’nın yasakçı anlayışını -tüm gizleme çabalarına karşın- “ERNK Avrupa Örgütü” ve “ARGK Ana Karargâh Komutanlığı”nın açıklamalarında da görmek mümkündür. “Bizim ne TDKP, ne de başka bir sol örgüte karşı özel bir tavrımız yoktur” sözleri, hemen ardından gelen, ama “savaş koşullarının bilinmesi ve anlaşılması gerektiği”, “savaş alanında devrimi ve gerillayı zorlayan koşullara, bu yönlü pratiğe, gerillayı takibe karşı tavır konduğu” açıklamasıyla nötrleştirilmekte, esas düşünce dışa vurulmaktadır. Savaş alanında devrimi ve gerillayı zorlayan koşullar, “bu yönlü pratik” nedir? PKK’ya göre bu, diğer örgütlerin politik örgütsel faaliyetidir. Kürt halkının diktatörlüğe karşı mücadelesinin güçleri olarak değerlendirilmeleri gereken bu örgütler, engel olarak görülmekte, bu “engel”lerin ortadan kaldırılması eyleminin “anlayışla karşılanması gerektiği” anlamına gelecek sözler söylenmektedir. “Egemenlik sahası” anlayışı, bu kez “savaş koşullarının bilinmesi ve anlaşılması” biçiminde kamufle edilmektedir. Bu tutum ve anlayış, PKK’nın “devrimci yurtsever birlik ve beraberlik” üzerine ettiği sözlerin samimiyet ve ciddiyet düzeyini de ortaya koymaktadır. PKK, düşmana daha güçlü darbeler vurma amacıyla, toplumun ezilen sınıfları ve devrimci politik güçlerle “birlik ve beraberlik” arama yerine, kendine tabi olan, kendisinden izin alarak faaliyet yürüten, bağımsız devrimci politik-örgütsel faaliyetini PKK’nın denetimine sunan, kullanabileceği güçler aramakta, daha vahim olanı ise, bunu Kürt Marksistlerine kabul ettireceğini sanmaktadır. Bu anlayışıyla PKK, TC’nin “örgütler arası kışkırtıcılık yapma, örgütleri karşı karşıya getirme” taktiğinin de başta gelen muhatabı olmaktadır. Çünkü Kürt komünistlerine ve diğer devrimci örgütlere karşı saldırıya geçen PKK’nın kendisidir. Ve doğaldır ki, kışkırtılmışlık en başta saldırıya geçen için söz konusu edilmeli, gözden geçirilmeli ve son bulmalıdır.
PKK’nın baskıcı ve yasakçı politik pratiği ne yeni bir şeydir, ne de devrimcilere karşı olmakla sınırlıdır. Yeni değildir, çünkü bu tutum, ortak örgütlenmeyi savundukları için “Türk sol örgütleri” olarak gösterilen devrimci örgütlerin Kürdistan’daki faaliyetinden duyulan rahatsızlık biçiminde hemen her zaman var oldu. İlkesel olmayan, ama tümüyle güncel mücadelenin durumuna bağlı olarak ve pragmatik (yararcı) bir anlayışla zaman zaman değişime uğrayan bu tutum, gelişmelere bağlı olarak yeniden saldın biçimine dönüştü. Devrimcilere karşı olmakla sınırlı değildir, çünkü PKK eylemciliği ve mücadele çizgisi, halkın mücadelesi ve örgütlenmesine gereken değeri vermeyen, halktan uzak bir anlayış üzerinde yükselmektedir. Gene olgulara başvuracağız ve detaya girmeden, PKK’nın şu ünlü “cezalandırma” eylemlerini örnek göstermekle yetineceğiz. Tipik olmayan son örnek, Dersim halkına karşı yayınlanan tehdit bildirişidir. Yasak listeleri diğer bir örneği oluşturuyor. Şu sözlere bakalım: “İznimiz ve onayımız dışında kepenk ve kontak kapatma suçtur ve bu suça bulaşanlar cezalarını çekeceklerdir. Hangi gerekçeyle olursa olsun kontak ve kepenklerini kapatanların tümünü biliyor ve elebaşlarını tanıyoruz. Bunlar en sert şekilde cezalandırılacaklardır. Çünkü bunu yapan polistir.” Bu satırların altındaki imza “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi”dir. Bu tehdit bildirisi, Dersim halkının, TDKP militanlarının katledilmesini kepenk ve kontak kapatarak ve gösteri yaparak protesto etmesi üzerine yazılmıştır. Doğrudan halka yönelen, “kurtarılacakları” iddia edilen Kürt emekçilerinin dize getirilmesini amaçlayan gözdağı bildirileridir. “Devrimcilik” ve “ulusal kurtuluşçuluk” adına, halkın her tür eyleminin izne tabi olduğu belirtilmektedir.
PKK, hunun “savaş koşulları gereği olduğunu ve anlayışla karşılanması gerektiğini” söylemektedir. Bu savaş kime karşı? diye sormamız zorunlu oluyor. Savaş, diktatörlüğe karşı mı, halka karşı mı veriliyor? Yoksa bu, PKK dışındaki herkese karşı bir savaş mı?
Bir örgütün kurmayı tasarladığı iktidarın niteliği, verdiği iktidar savaşı sırasında biçimlenir. PKK’nın bugün ortaya koyduğu bu yasakçı pratik, kurmayı tasarladığı iktidarın niteliği hakkında yeterince veri sunmaktadır. Eylem ve somut pratik, her zaman sözlerden daha inandırıcıdır.

DEVRİMCİ MÜCADELE, ZORBALIK VE “GERİLLACILIK”
Halka dayananların, halkın çıkarlarına gerçekten bağlı olanların halkı karşıya alan eylemleri olamaz. PKK ise, tehdit ve saldırılarla, gazaba gelmiş savaş ağalarının öfkesiyle, halkı “yola getirmeye”, kendisine tabi kılmaya çalışıyor, “iznimiz ve onayımız dışında kepenk ve kontak kapatma suçtur ve bu suça bulaşanlar cezalarını çekeceklerdir” tehdidinin başka bir anlamı yoktur. PKK, yalnızca kendisinin, halka ve devrime zarar veren eylemlerinin protestocularını tehdit etmekle kalmıyor, kendi “izni ve onayı olmadan” hiçbir eylemin yapılamayacağını söylüyor. Burada ister istemez, ABD’nin oluşturduğu platform üzerinde İsrail’le anlaşan FKÖ ve Arafat yönetiminin, Filistin halkının işgale karşı mücadelesinin denetimini İsrail hesabına üstlenmesi akla geliyor. PKK’nın, devrimcilere ve Kürt halkına yönelik tehditlerini, onun, Kürt reformcu burjuvazisinin emperyalizm ve gericilikle uzlaşma platformuna yöneliminden ayrı olarak ele almak, olguların kendisiyle değil, görüntüleriyle uğraşmak anlamı taşır.
PKK, Kürt halkının, kurtuluşunu kendi eliyle gerçekleştirmesini sözde savunurken, gerçekte, halkın rolünü küçümsüyor, ya da tümüyle yadsıyor. Halkın eğitilip-aydınlatılması çabasına girmeden, tehdit ve şantajla “halk desteği” sağlamaya çalışıyor. Hiçbir gönüllülük payı olmayan, adaletsiz “vergilendirme” ve askere alma uygulamasıyla halkı sindirmeye yönelirken, devletin Kürdistan’ı insansızlaştırma politikasına, izlediği eylem çizgisiyle güç verme durumuna düşüyor. Halka dayattığı şudur: “Vergiyi bana vereceksin, çocuklarını bana asker vereceksin, burjuva gazeteleri okumayacaksın, çocuklarını okula göndermeyeceksin, televizyon izlemeyeceksin vb. vb.” bu yasaklar listesi, “tüm okullar kapatılacak, buralarda görev yapılmayacaktır, tüm öğretmenler derhal görevlerini bırakacaklardır” vb. biçiminde sürüp gidiyor. PKK “Eyalet Komutanlıkları” bununla da yetinmiyor, “bu kararların ihlali halinde ERNK ve ARGK kurumlarına bilgi vermek bir yurtseverlik görevidir” diyerek ihbarcılığa çağrı da çıkarıyor. PKK’nın “generalleri”nin açıklamalarında, bir tek “ihbarcıya ödül verileceği ve kimliğinin gizli tutulacağı” söylenmiyor. PKK’ya vergi ve asker vermeyen Kürdistanlının bu dünyada yeri yok! Ne kaçabiliyor, ne kalabiliyor. “Kaçınca” evinden, tarlasından da oluyor. Çünkü PKK, “gidenin evi, tarlası, bahçesi bizim olur” diyerek bir çeşit “mecbur-i iskân”ı dayatıyor. Kalmak ise “bir başka bela”! Diktatörlüğün zulüm ve baskısının yanı sıra, PKK’nın yasakları ve talepleri var. Çünkü PKK, çocuklarını vermeyen ailelerin evlerini yakıyor, ya da onları öldürmeye yöneliyor, bu türden bir “ulusal kurtuluşçu” politik-pratik çizginin Kürt işçi ve emekçilerinin çıkar ve beklentileriyle ilişkisi yoktur. Kürt halkının bu yolla kazanacağı herhangi bir özgürlük yoktur ve o, “Kürtlük” adına zapturapt altına alınmaya çalışılıyor.
PKK’nın yasakçı politikası Kürt ulusal hareketinin bugünkü platformuyla doğrudan bağlantılıdır. Ulusal hareketin aktif gücünü oluşturan Kürt emekçilerinin PKK saflarında mücadeleye katılan kesiminin, harekete ulusal hak talebinin ötesine geçen sınıf talepleriyle katıldıklarını ve özgürlük mücadelesini sosyal kurtuluş için mücadeleye bağlayarak sürdürdüklerini söylemek henüz mümkün değildir. Ve PKK, yasaklarla, üzerinde bulunduğu burjuva-reformcu platformun aşılması ve Kürt işçi ve emekçilerinin devrimci platformunun esas alınması yönündeki çabaların önünü kesmeye çalışmaktadır. Onun halka ve devrimci komünistlere dayattığı “onay ve izin”in önemli bir nedeni de, işçi ve emekçilerin, burjuva platformu aşma yoluyla, harekette yeni ve devrimci bir yönelişin önünü açma olasılığının giderek güçlenmesi ve henüz cılız da olsa halk devrimine doğru genişleme eğiliminin görülmesidir. Yığınların en devrimci kesimlerinin, sınıf sorunlarını öne alarak harekete sınıfsal bir karakter kazandırmaya yönelmeleri, bu yönlü çabalar PKK’yı rahatsız etmektedir.
Oysa ezilen ulusun kurtuluş hareketinin önderliğinin proletaryanın elinde olmadığı ve burjuva, küçük burjuva önderlikler tarafından ele geçirildiği koşullarda, ezilen ulus hareketinin, kapitalizmin ve uluslararası burjuvazinin egemenliğinin sınırları içinde kalarak, ona bağlanması kaçınılmaz hale gelir. Bu aynı zamanda, hareketin işçi ve köylü yığınlarına karşı bir yönelişle, onlar üzerinde baskıcı bir yönetime dönüşmesi, demektir. Halk iktidarı ve sosyalizme yönelmeyi başaramayan, ya da önderliğin sınıf konumu nedeniyle bunun olanaklı olmadığı durumlarda, işçi ve emekçilerin köleliği biçimsel değişikliklerle devam eder.
PKK’nın emperyalizm ve burjuvaziyle uzlaşma eğilimi ve gelecekle ilgili projelerinin odağına, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarını değil de, reformcu Kürt burjuvazisinin çıkar ve taleplerini yerleştirmesi, onun, halkın çıkarları karşısındaki hoyratlığını besleyen temel etkendir. Bu nedenledir ki; o, emekçi sınıflar cephesinden, proletaryanın devrimci partisinden gelen eleştirilere, silahın namlusuyla cevap veriyor! “Bugünkü dünyada her şeyi ABD belirtiyor. Biz de ABD eliyle Türk devletini hizaya getirmeye çalışacağız” biçiminde ifade edilebilecek bir düşünceye sahip olan PKK önderliğinin, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarlarına bağlı kalması oldukça zordur ve zaten “sınıf sorunu” ulusal hareketi bölen bir olumsuzluk olarak değerlendirilmektedir.
Bu durum ve bütün bu nedenler, mensupları halk arasından gelen PKK’nın henüz iktidar olmadığı koşullarda bile halkın üzerinde bir burjuva partisi gibi baskı ve zorla otorite sağlamaya çalışmasına yol açmaktadır.
Kürt emekçileri, kendilerine yabancı, kendilerine kurşun-bomba ve işkenceden başka bir şey vermeyen Türkiye egemen sınıflarına asker ve vergi vermezlerse, kuşkusuz bu haklı ve yerinde bir davranış olur. Aynı şey Türk milliyetinden emekçiler için de geçerlidir. Çünkü bugünkü devlet tekelci burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarının, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin zor yoluyla tahakküm altına alınması temelinde savunulmasını sağlayan bürokratik ve despotik bir baskı aygıtından başka bir şey değildir. Halk kitlelerinin ödediği vergiler, burjuva egemenlik sisteminin ayakta kalması için kullanılmaktadır ve bunun emekçiler için anlamı sömürü ve baskı koşullarının devamıdır. Bu koşulların ortadan kalkması için, işçi ve emekçilerin, burjuva devlet aygıtını paramparça etmesi ve iktidarı alması gerekir. Bu bakımdan işçi sınıfı ve emekçileri sömürüyü reddetmeye ve bir sömürü biçimi olarak vergi vermeye karşı direnmeye, ya da burjuva ordusuna katılmamaya, askere gitmemeye çağırmak ile “solculuk”, “ulusal kurtuluşçuluk” adına halkı zorla vergiye tabi tutma ve “gerillaya” katma birbirinden farklı olması gerekirken, yöntemi ve sonucu açısından birbirine karışarak aynileşmektedir. PKK, halk üzerinde despotça bir otorite kurmaya çalışıyor. Gönüllü destek yerine, “otorite olduğu” iddiasıyla, silaha dayanarak Kürt halkından “arazi vergisi, bina vergisi, ticari vergi” vb. adı altında, miktarını kendisinin belirlediği büyük meblağlar alıyor. Köylüleri psikolojik baskı barikatıyla kuşatarak, “karşı olduğunu” söylediği egemen sınıfların, TC devletinin uygulaya-geldiği baskı biçimlerini, barbar” yöntemlerle zenginleştirerek kendisi uyguluyor. Öyle ki; Kürt emekçileri, diktatörlüğün zulmünü göğüslemeye çalışırken, ek bir zulümle karşılaşarak adeta çaresiz duruma düşüyor.
PKK, halka zarar veren her eylemini “savaşıyoruz” gerekçesine bağlıyor. Ama bu savaş, halk için savaş olmaktan çıkıp, halka karşı savaş da olabiliyor. “Savaş” halkın baskıdan kurtulması için en yoğun fedakârlıklara katlanma boyutunu çok kolay biçimde kaybederek, halk üzerindeki baskının el değiştirmesine, “Türk olandan”, “Kürt olana” geçmesine hizmet eden bir eyleme dönüşebiliyor. Bu durum, Kürt halkının ve onun evlatlarının katlandığı bunca acı ve fedakârlığı haksız biçimde lekeliyor, bizzat Kürt emekçilerinin umutsuzluğa ve gelecek kaygısına kapılmasına yol açıyor.
Bütün bu uygulamalar, korunması ve geliştirilmesi gereken tüm devrimci değerlerin, PKK’nın “gerillacılık” anlayışına kurban edildiğini gösteriyor. Tüm eylemlerini “gerilla savaşı”yla izah etmeye çalışan PKK, bu anlayış ve uygulamalarıyla gerilla savaşını da yozlaştırıyor. İşçi ve emekçi halk yığınlarının, burjuvazi ve diktatörlüğe karşı mücadele biçimlerinden biri olan “gerilla savaşı” PKK’nın pratiğinde, halkın mücadelesini darbeleyen, halkı mücadeleden uzaklaştıran, devrimden soğutan bir eyleme dönüşebiliyor. Halkın mücadelesinin bir biçimi olarak, dahası genel siyasal mücadeleye tabi olarak ele alınması gereken bu mücadele biçimi, halkı dışlayan ve halka karşı da uygulanabilen bir biçime büründürülüyor. Engels bu durumu, “Bir durumda yurtseverlik olan şey, başka bir durumda eşkıyalık ve katilliğe dönüştü” biçiminde değerlendiriyor. Engels’in bu değerlendirmesi günümüz Kürdistan’ında yaşanan vahim duruma da açıklık getirmektedir. Gerilla savaşının Marksist ele alınışıyla, Marksizm’in gerilla savaşına bir mücadele biçimi olarak biçtiği rol ile PKK’nın gerilla savaşı anlayışı ve uygulamaları arasında da uçurum vardır. PKK, gerilla savaşını, hem tüm mücadele biçimlerinin başına almak ve her koşulda geçerli bir biçim olarak görmekle, hem de halktan kopuk ve halk adına “öncülerin eylemi”ne dönüştürerek güçten düşürmekle, Marksizm dışına düşüyor. PKK, gerilla savaşının devrimci işlevine darbe vuruyor. Gerilla mücadelesiyle ilgili tartışmalarda, bir eleştiriyi cevaplandıran Lenin şöyle demektedir: “Gerilla savaşının sınıf bilincine varmış işçileri düşkün ayyaş takımıyla yakın ilişkiye soktuğu söylenir. Doğrudur bu. Ama bunun anlamı şudur. İşçi partisi, hiçbir zaman gerilla savaşını tek, hatta başlıca mücadele yöntemi olarak göremez; bu yöntemin ötekilerden aşağı tutulması gerektiği, başlıca savaş yöntemlerde uyması gerektiği, sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması gerektiği demektir. Bu son koşul olmadan burjuva toplumundaki bütün, kesinlikle bütün mücadele biçimleri işçileri, kendilerinin üstünde, ya da altında çeşitli tabakalarla yakın ilişkiye sokar; bu kendi haline bırakılırsa işçiler yıpranır, bozulur, kahpeleşir…”
Gerilla mücadelesi PKK ve bazı küçük burjuva sol örgütler tarafından “başlıca savaş yöntemlerine” uyması gereken, “ötekilerden aşağı tutulması” gereken bir mücadele biçimi olarak değil, “sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması” gereken bir biçim olarak değil, ama halktan, sosyalist sınıf partisinden ve üretimden kopuk insanların, “gerilla yaşamı”nı idame ettirme kaygısını başa koyan ve onu “başlıca savaş yöntemlerinin” başına geçiren bir anlayışla ele alınmakta ve işte tam da bu nedenlerle “gerilla” halka karşı sorumsuz davranabilmektedir. PKK’nın, Kürdistan halkına yönelik despotça tutumunun önemli bir nedeni de, halka yabancı bu mücadele ve “gerilla savaşı” anlayışıdır. Ve “Öncü örgüt kendi içinde yürüttüğü büyük savaşta halka diktaca, despotça ve düşmanca yaklaşımlara büyük savaş açmıştır” (Ali Fırat, Özgür Gündem) diyen PKK önderliğinin bu sözleri, inandırıcı olmamaktadır. PKK’nın “demokrat” ve “hoşgörülü” olduğunu vurgulamaya çalışan Ali Fırat, gerçeği ifade etmemektedir. Bu sözler ve yaratılmak istenen “demokratlık” imajı PKK’nın pratiğine çarparak “hava almak”tadır. Daha bugünden, otorite hastalığına tutularak, halkın üzerinde “despotça”, “diktaca” bir yönetim kurmaya çalışanların, Kürt halkının geleceğini Polpot Kamboçya’sına çevirmeyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Dersim’de, Serhat’ta ve Kürdistan’ın diğer bölgelerinde, halkın yaşamının zorla düzenlemesini esas alan yasak listeleri ve “cezalandırma” eylemleri, bunun, bugünden görülebilecek kanıtlarıdır. Bu tür bir anlayışın “despotça” olmadığını, aklı yerinde hiçbir devrimci söyleyemez.
İnkârcılık ve yasakçılık, “despotça” ve “diktaca” tutum sömürücü sınıflar ve burjuva diktatörlükleri açısından anlaşılır bir şeydir. Onların, yığınları aldatıp-yönetmede, yalan, baskı, saldırı ve tehditten başka silahları yoktur. Ama özgürlük için mücadele edenlerin, egemenlerin gerici-baskıcı yönetim yöntemlerini devralarak, bunları halka ve devrimcilere karşı kullanmaları, kullanacaklarını ilan etmeleri, zorba kurallarla komünistlerin faaliyetini engellemeye çalışmaları söz konusu olamaz. Bu durumda onların “özgürlük” anlayışları tartışmalıdır. Kendilerine “devrimciyim” diyenlerin eylem ve mücadele anlayışları eğer, egemenlerin yönetme biçim ve yöntemlerine endekslenmişse, ortada ciddi bir sakatlık, vahim bir hata var demektir. Ve eğer gerçekten devrimci olunacak ve devrimci kalınacaksa, bu tür bir devrim anlayışının köklü bir değişime uğraması zorunludur. “Jandarmavari”, “ağavari” baskı yöntemlerini halka ve devrimci örgütlere dayatmanın, “egemenlik sahası” psikozuna girmenin, demokratlıkla, devrimcilikle ortak bir yanı yoktur.
“Gerillanın varlığı kavgaları, kan davalarını ve birçok suçu şimdiden önlemiştir. Yani sosyal, iktisadi ve hukuki bir istikrar için gerilla çok önemli kuvvettir.” (Ali Fırat) değerlendirmesinin doğru olabilmesi ancak, gerillanın, mücadeleye yönelen emekçilerin silahlı bir örgütlenmesi olarak ortaya çıkması, eylemini halka dayandırması, halkın talep ve çıkarlarını esas alması ve eğitilmiş halkın örgütlü gücüne dayandırması durumunda mümkündür. Kavgaların, kan davaları ve “birçok suçun” ikna ve eğitim sonucu önlenmesi devrimci bir konuma işaret ederken, baskı, tehdit ve yasaklarla halkın yaşamının düzenlenmeye çalışılması durumunda ancak gerillanın despotluğundan, “kendini bir ağa gibi görmesinden söz edilebilir. Engels’in yüz yıl öncesinden dikkat çektiği gibi; işçi sınıfı partisinin devrimci disiplini altında olmayan bir gerilla faaliyetinin, halkın çıkarlarına aykırı bir faaliyete dönüşmesi her zaman olanaklıdır. “Akıllarından bile geçirmedikleri bir yetkiyle donatıldık”ları söylenen sıradan köylü ve köylü gençlerin, kavimsel geri anlayışın yol açtığı eylemlerden geri durmaları ve “komutan” olduklarında, kendilerini “birden bir ağa gibi görmek isteyen” kişilerin, işçi sınıfının ve sınıfın öncü partisinin devrimci denetim ve disiplininden uzak olmaları, PKK gerillacılığının belirgin özellikleri arasındadır. Bu tür bir gerillacılık “savaş ağalığı” kurumunun gelişmesine hizmet eder/etmektedir. Üretimden kopuk, sürekli tüketen, bulamadığını baskıyla elde etmeye çalışan bir “gerilla” tipi ortaya çıkmıştır. Gerillanın sağlayacağı söylenen “sosyal, iktisadi ve hukuki istikrarın hangi türden sistemin “istikrarı” olacağı sorunu da ayrıca önemlidir. Böyle bir istikrar kime hizmet edecektir? Halkın denetimine açık olmadığı gibi, halkın üstünde ve halkın yaşamını, halktan bağımsız olarak saptadığı kurallarla denetlemeyi, bu denetimin yürümediği yerde de şiddet yöntemlerine dayanmayı kendine hak olarak tanıyan bu gücün, (örneğimizde gerillanın) “demokratça” davranması mümkün değildir. Gerillanın devrimci işlevi, onun şiddete nasıl yaklaştığıyla, kime karşı zor uyguladığıyla doğrudan ilişkilidir.
Baskı ya da zor, ürünün paylaşılmasını, mülk edinilmesinin gündeme girdiği andan itibaren her zaman sınıflar olgusuyla birlikte, sınıflar-arası mücadelenin bir unsuru olarak ele alınmıştır. Muhalif olana baskı, ancak bu muhalefet sınıf karşıtlığı temeline oturuyorsa, bir sınıfın ötekine (ve bunun bir biçimi olarak ezen ulusun ezilen ulusa) karşı muhalefeti ise, uzlaşmaz çelişkilerin ifadesi olarak ortaya çıkmışsa, yöneten durumdakiler tarafından, yönetilenin muhalefetinin kontrol altına alınmasının bir yöntemi olarak devreye girer. Bugün de burjuvazi ve gericilik, işçi sınıfı ve tüm emekçilere, Kürt ve Türk halkına baskı uyguluyor ve emekçilerin yaşamını yasaklarla düzenleyerek yönetimini güvencelemeye çalışıyor. Kuşkusuz, halk iktidarı ve proletaryanın devrimci diktatörlüğü koşullarında da sömürücü sınıflar, eski cennetlerine kavuşma özlemiyle muhalefet yürüten burjuvazi, baskı altında tutulacak ve onların faaliyetine izin verilmeyecektir.
Zorun, devrim ve ulusal kurtuluş adına, sınıfsal ve politik ayırım yapılmaksızın herkese karşı kullanılan kör bir teröre dönüştürülmesi, başka şeylerin yanı sıra; işçi sınıfına ve emekçilere güvensizlik ve devrime inançsızlıktan da kaynaklanmaktadır. Sınıfsal bilince ve mücadelenin sınıf çıkarlarına bağlı yürütülmesine “ihtiyaç olmadığı” yönündeki düşünce bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

BURJUVA BASINI, ASİMİLASYONCU EĞİTİM VE PKK YASAKLARI
PKK’nın, devletin asimilasyon politikasına, asimilasyonal eğitime, bunun bir yanı olarak burjuva basın-yayın faaliyetine karşı seçtiği “mücadele” yöntemi, halkın yasaklar yoluyla okuldan ve basından uzak tutulmasıdır. PKK, asimilasyoncu eğitim verdikleri için okulları yakıyor, öğretmenleri öldürüyor, yanı sıra, okula gitmeyi, gazete okumayı ve televizyon seyretmeyi yasaklıyor. Yasağa uymayanların cezalandırılacağını ilan ediyor ve halkı, yasağa uymayanları ihbar etmeye çağırıyor.
PKK’nın, burjuva okula ve asimilasyoncu eğitime karşı seçtiği bu yöntemin “devrimci yöntem” olduğunu söylemek mümkün değildir. Kendini “modern kurtuluş hareketi” olarak tanıtan bu örgütün, anlayış ve uygulamaları, modernlik şurada dursun, kavimsel geriliğin damgasını taşımaktadır. PKK, asimilasyoncu eğitimi ve burjuva basının işlevini, ekonomik, siyasal sistemden soyutlayarak ele almakta, kapitalist eğitim ve burjuva okulun etkisini, onun toplumsal dayanaklarına dokunmadan -halka dayatılan yasaklarla- ortadan kaldıracağını zannetmektedir. Oysa burjuvazi ve diktatörlüğün dayattığı yaşam biçimi ve kültürel köleleştirmeyi tasfiye etmek, burjuva-kapitalist koşullarla sınırlanmayan bir perspektifle, köleleştirmeyi olanaklı kılan toplumsal ilişki biçimlerinin tümden tasfiye edilmesini öngörmek ve buna uygun bir mücadele sürdürmekle mümkündür. Halkın bilinçlendirilmesi gibi zahmetli bir iş yerine, halka yasaklar koyarak, okulun Kürdistan’daki rolünün değişimi için bilinçli bir faaliyet yürütme yerine, okul ve öğretmeni cezalandırma yoluyla asimilasyoncu eğitime son verileceğini düşünmek, bunu beklemek vahim bir yanılgıdır. Burjuva basının, okulun ve eğitimin Kürdistan’da üstlendiği rol, köleleştirilmiş Kürt ulusunun kölelik statüsünde tutulmasını kolaylaştırmak, meşrulaştırmak ve sağlamlaştırmaktır. Burjuva basını “beşinci kol” göreviyle yükümlüdür. Türkiye’de, burjuva parlamentosunun işlevsizliği dikkate alındığında, burjuva basının yerini MGK, MİT ve Genelkurmay’la birlikte anmak daha doğrudur. Burjuva basın-yayın organları, “gerçeklerin açıklanması, halkın aydınlatılması” demagojisinin eşliğinde işgal, ilhak ve asimilasyonu meşrulaştırma, “milli birlik ve bütünlük” yaygarasıyla Kürt kimliğinin ve ulusal haklarının inkârını içeren bir faaliyet’ yürütmektedir. Türk burjuva basını bu işleviyle “Mehmetçik basın” adını almıştır. Burjuva basın-yayın organları, halkın aldatılması, uyuşturulup-aptallaştırılması ve bu yolla düzede uysal köle olarak bağlanması göreviyle yüklüdür. Tüm faaliyetlerinin içeriği bu görev tarafından belirlenmiştir!
Diğer yandan, bugünkü eğitim sistemi Kürdistan’da asimilasyoncu bir işlev görmektedir. Sömürücü egemen sınıfların çıkarlarına bağlanmış, burjuvazinin hizmetine sokulacak uşak ruhlu kuşaklar yetiştirmeyi esas alan bugünkü eğitim sistemi, aynı zamanda Kürt ulusunun varlığının ve en temel insani haklarının inkârına dayanmaktadır.
Biz, burjuva okulun ve burjuva basın-yayın organlarının, bu gerici, şoven, asimilasyoncu, aptallaştırıcı, proletarya ve emekçi karşıtı işlev ve faaliyetini reddediyoruz. Ulusların hak eşitliğinin en temel özelliklerinden biri dil özgürlüğü ve ana dilde eğitim hakkıdır. Halkımızın ana dilde eğitim hakkının tanınması ve zorunlu resmi dil uygulamasının son bulması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Ana dilde eğitim, işçi ve emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarına hizmet edecek bir eğitime dönüşmelidir. Bunlar istenir ve gerçekleşmesi için mücadele yürütülür. Marksistler, bugünkü işleviyle okulun, eğitimin ve basın-yayın organlarının burjuvazinin hizmetinde olduğunu bilerek, okulun ve eğitimin, emekçileri körleştirme, aptallaştırma ve burjuva-kapitalist sisteme bağlama işlevine karşı mücadele ederler. Ama bu mücadeleyi okulu ve okumayı reddederek değil, onun bugünkü işlevinin bilincinde olarak, iktidar mücadelesinden soyutlamadan, halkın devrimci eğitimi ve aydınlatılması yoluyla yürütürler. Burjuva okulun ve kapitalist eğitimin reddi, hiç kimsenin okula gitmemesi, kitapların ve gazetelerin okunmaması, televizyonların seyredilmemesi biçiminde ele alınamaz. Kapitalist sistem içinde kalındığı sürece, burjuva okulun ve kapitalist eğitimin etkisini yok etmek mümkün değildir. Asimilasyoncu ve köleleştirici eğitimin alternatifi kör cehalet ve ortaçağ karanlığı olamaz. “Utanılacak durumlardan nasıl kurtulacağız?” sorusunun cevabı, okulu kapatma ve öğretmeni öldürme olamaz. Utanılacak durumların aşılmasının yolu, uygarlığın bugünkü düzeyinde, köleliğin nasıl aşılacağının halk yığınları tarafından anlaşılmasını sağlayacak bir aydınlatma faaliyetiyle, halkın “utanılası durum”a karşı ayaklanmasından geçmektedir. Aydınlanmanın -burjuva aydınlanma da dâhil-, yolunu kapamak hiçbir zaman uygarlaşmaya ve özgürleşmeye hizmet etmemiştir. Burjuva okulun ve kapitalist eğitimin reddedilişi, bu eğitim ve okuldan lazım olanın alınıp geliştirilmesine, mücadelenin hizmetine sokulmasına engel olamaz ve cehalet, bir reddediş biçimi olarak tercih edilemez. Konuya açıklık getireceği için, Lenin’in bu konuya ilişkin yazdıklarından bir bölüm aktarmak istiyoruz. “Eski okuldan ve eski bilimden neleri devralmalıyız?” sorusunu soran Lenin; burjuva okulun durumunu şöyle özetliyor:
“Bu okullarda işçi ve köylülerin genç kuşağı, eğitimden çok, burjuvazinin çıkarları için sıkı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Eğitilmelerinin amacı burjuvazinin işine yarayacak, burjuvazinin rahatını ve aymazlığını bozmadan kazanç vermeye uygun şekilde uşakların yetiştirilmesiydi. Bu nedenle kendimizi eski okulu reddederek, gerçek komünist bir eğitime ulaşmak için ondan sadece işimize yarayacak şeyleri çıkarmakla görevlendirdik.
Böylece eski okula karşı yöneltilen, her zaman söz edilen ve de çoğu kez yanlış sonuçlara götüren o ithamlara geliyoruz.
Eski okulun ezberciliğin, sıkı talimin, ineklemenin okulu olduğu söyleniyor. Bu doğru, ama gene de eski okulda kötü olanla işimize yarayacak olanı birbirinden ayırmayı bilmek gerek ve ondan komünizme gerekli olanı seçmeyi bilmek gerekir.
Eski okul ezberciliğin okuluydu. İnsanları beyinlerine örümcek ağları dolduran ve genç nesli ortalama bürokratlar haline budayan bir yığın yararsız, gereksiz, ölü bilgiye ezberlemeye zorluyordu. Fakat buradan insanlığın bilgi birikimini edinmeden komünist olunabileceği sonucunu çıkarırsanız büyük bir hata yapmış olursunuz. Bu bilgi toplamını edinmeden komünist sloganları ve komünist bilimin sonuçlarını edinmenin yeteceğini düşünmek aptallık olurdu ki komünizmin kendisi de zaten bu bilgi toplamının sonucudur.
Marksizm komünizmin insanlığın bilgi birikiminden nasıl olduğuna ilişkin bir örnektir.
Ve eğer Marx’ın öğretisinin en devrimci sınıfın milyonlarca ve milyonlarca yüreği sarmasının nasıl mümkün olduğu sorusu sorarsanız, o zaman buna bir tek cevap verilebilir. Bu, Marx kapitalizm koşulları altında kazanılmış olan insan bilgisinin sağlam temeline dayandığı için mümkündü; insan toplumunun gelişme yasalarını inceledikten sonra Marx, kapitalizmin komünizme doğru kaçınılmaz gelişimini gördü ve esas önemli olan, bunun kanıtını salt kapitalist toplumun en doğru, ayrıntılı ve derin araştırmasına dayanarak, geçmiş bilimin verilerine tamamıyla hâkim olması sayesinde getirdi. “
Lenin, komünist eğitim için kapitalist eğitimden nasıl yararlanılacağı üzerinde duruyor. Toptan bir reddedişin yanlışlığına dikkat çekiyor. Proletaryanın, emekçilerin ve devrimcilerin bundan öğrenmesi gerekir. “Ulusal kültür” adına, ulusallık adına, asimilasyoncu eğitimin reddi adına, insanların bilmeye, bilgiye, öğrenmeye ihtiyaçları olmadığını düşünmek, dahası yasak listeleri çıkararak, burjuva okulun işlevine son vereceğini düşünmek gerilikten, cehaletten ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir! Ezilme, sömürülme ve vahşi ulusal baskıya tabi tutulma, yalnızca Kürt halkının yaşadığı bir şey değildir. Tarih, zulüm ve barbarlıkla köleleştirilen halkların kurtuluş mücadelesinin tarihidir aynı zamanda. Ama bu tarih boyunca, egemenlerin etkisini, onların sistemi aşılmadan, halka yasaklar çıkararak aşan bir tek siyasal hareket olmamıştır. Ulusal özgürlük, şayet burjuva kapsamıyla sınırlı kalmayacak, halkın yeni tip bir köleliği olmayacak ve işçi ve köylülerin özgürlüğü olacaksa; aydınlanmış halkın bilinçli disiplini ve mücadelesine dayanmak zorundadır. Bu ise, yerine hiçbir şey koymadan burjuva-şoven eğitimin ve okulun reddiyle sağlanacak bir şey değildir. Kürt çocuklarına, insanlığın tarihsel gelişimi boyunca biriktirdiği kültürel birikimin, çarpıtılmış, burjuvazi yararına yozlaştırılmış biçimiyle de olsa, ulaşmasının, hiçbir şey bilmemek ve öğrenmemekten daha iyi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Burjuva okula ye kapitalist eğitime, burjuva basınının gerici işlevine karşı mücadele edeceğim ama bunu, daha çok şeyi bilmeye ulaşarak, öğrenme olanağı bulduğum, şu an için öğrenmenin en kolay olacağı, dilde öğrenerek siyasal ve toplumsal kurtuluş için uygarlık düzeyinden, gelişmelerden ve teknolojiden yararlanmaya çalışacağım. Özgürlüğe yürümenin başkaca yolu yoktur.

PKK’NIN DERSİMİ ‘EHLİLEŞTİRME’ POLİTİKASI

Türkiye egemen sınıflarının Kürdistan politikasında Dersim’in özel bir yeri var. Irkçı-şoven literatürde, Dersim “çıbanbaşı”dır. Hangi taş kaldırılsa “altında Dersimliler çıkmaktadır. Devlete muhalefetiyle güvenilmezdir, yola getirilmelidir. Dersim’in “yola getirilmesi” için devlet tarafından gerçekleştirilen katliamları konu edinen birçok kitap yazılmıştır ve katliamları yeniden anlatmaya burada gerek yoktur.
Dersim, ’38 katliamından sonra da boy hedefi olmaya devam etmiştir. Tarihsel nedenler bir yana, coğrafi koşullar ve geçim olanaklarının son derece kıtlığı, Dersimli emekçilerin -topraklarından demek bile fazla olacak- dağlarından kopmalarına, okumaya ve başka ülke ve şehirlerde çalışmalarına neden olmuştur. Bu durum, Dersim’de kültürel gelişmenin diğer Kürdistan bölgelerine göre daha hızlı olmasına neden olurken, bununla birlikte, haksızlıklara karşı mücadeleye atılmanın yolunu da açmıştır. Dersimli yeni kuşaklar, bulundukları yerlerde işçi-emekçi mücadelesine katılmış, on yıllar boyunca devletin doğrudan siyasal baskısıyla yüz yüze kalmanın sonucu olarak, devrimci fikirlere kitlesel denilebilecek biçimde eğilim göstermiş ve bu süreçte Türkiye devrimci hareketinin çeşitli siyasal gruplaşmaları içinde yoğunlukla yer almışlardır. Dersim halkı, henüz uluslaşma sürecinin yeni başladığı dönemlerde ve sonraki yıllarda, kavimsel yapının damgasını taşıyan birçok kalkışma hareketine girişmiş, “dış güç”lerin topraklarına girmesine, vergi ve asker talep etmesine direnmiş ve yenilginin ya da yenginin tecrübeleriyle, “devleti yenme”nin küçük çaplı ayaklanmalarla mümkün olamayacağı sonucuna ulaşmış, demokratik-devrimci fikirlerin hızla yayıldığı ’60’lı, 70’Ii yıllarda da faşizme karşı yığınsal karakterde mücadeleler içine girmiştir. Toplumsal iktisadi gelişme, geçim zorluğu içindeki Dersimli emekçileri, Türkiye’nin sanayi şehirlerine ve Batı ülkelerine savururken, öte yandan onların, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin zaferi için, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin birleşik eylemi ve ortak mücadelesinin zorunluluğunu -bulanıklıklar içerse de- görmelerine yol açmıştır. Dersimli işçi, köylü ve gençlerin, burjuva-reformcu ve milliyetçi düşüncelere prim vermemesinin, “ayrı örgütlenme”ye yakınlık göstermemesinin başlıca nedeni budur. Açıkça söylemek gerekir ki, Dersim halkı, acıyı, yalnızlığı, mücadeleyi ve devleti, ona “kimlik hatırlatma” ayağına yatanlardan daha iyi bilmektedir. Dersim halkını tanıma fırsatı bulanlar, o halkın bireylerinin, tarihi tecrübelerine dayanarak, devrimcilere, “devleti yıkmak için en az devlet kadar güçlü olmak ve bunun için de Türk-Kürt ayırmaksızın birleşmek gerekir” diyerek, adeta yol gösterdiğini de bilirler.
Kürt burjuva milliyetçileri ve PKK ise, Dersim halkının bu durumunu, bu halkın “kimliğini yitirmesi”ne, Kemalizm’in etkisinde olmasına yormaktadırlar Burjuva milliyetçi ve “ayrı örgütlenme”ci Kürt grupları, Dersim’de taban bulamamanın nedeni olarak, Dersim halkının, bu grupları geride bırakan kültürel düzeyi ve demokratik mücadele geleneğini değil, bu halkın “Kemalizm’e bağlanması” ve “asimilasyonu kabul etmesi”ni görüp-göstermektedirler. PKK’nın, Dersim’de taban bulamamanın acısını baskı ve yasaklarla çıkarmaya çalışmasının temelinde, Dersimli emekçilere burjuva milliyetçi ve reformcu çizgisini kabul ettirememesi yatmaktadır. Yıllar öncesinden, Dersim’i “ihanet yuvası” olarak gösteren broşürler kaleme alan PKK yönetiminin, bugün bu yöre halkına “Dersim kimliğine sahip çıkmalıdır” çağırışında bulunmasının nedeni Dersimli emekçilerin “kimlik kaybı” değil, PKK çizgisinin Dersim’de tutmamasıdır. Dersim’deki son olayları, TDKP militanlarının PKK tarafından katledilmesinin ardından halkın, binler halinde bir araya gelerek, PKK’yı protesto etmesini ve ardından PKK’nın halkı tehdit bildirileri yayınlamasını bütün bu gelişmelerle ve Dersim’e ilişkin PKK düşüncesiyle birlikte değerlendirmek zorunludur. PKK yönetiminin Dersim’deki gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı, Ali Fırat Temmuz ’93’te “Özgür Gündem” gazetesinde şöyle dile getiriyordu:
“Dehşetli bir vatansızlaştırma durumu yaşanmaktadır. Bugünkü Dersim nüfusunun en az iki katı kadar bir Dersimli kitlenin de Yahudi diasporası gibi; dünyanın dört bir yanına savrulması, bütün tarihsel ve manevi geçmişinden kopma, yüzde yüz kendisini katleden bu siyaseti ve kültürü yaşamayı bir yükselme aracı olarak görme ve bunu kendisiyle sınırlandırmayarak, bir de bunun misyonerliğine soyunma bir kader gibi görünmektedir. Adeta bu bir görev anlayışı olarak benimsenmekte, çocuklar bile bu temelde eğitilmektedir. Kültürel gelişim denilen olgu bu temelde olmakta, sosyal yaşama, hatta en yoğun bir tarzda Kemalist yasal yaşama katılma bu temelde gerçekleşmektedir.”
Ali Fırat ve PKK, “Dünyanın dört bir yanına savrulma” olayını ekonomik-politik nedenlerden ve gelişme sürecinden soyutlayarak, iradi bir tercih sorunu olarak ele almakta, Dersim halkını suçlamaya gerekçe yapmaktadır. O, Kürt halkının ve Dersim halkının yaşamında siyasal zorun oynadığı rolü, tüm toplumsal yaşamın ve gelişmenin tek etkeni olarak ele alırken, idealizmin kör çukuruna saplanmakta, “vatansızlaştırma”nın gerçek anlamını da çarpıtmaktadır. İktisadi toplumsal gelişme sonucu, küçük köylü üretiminin ve kabilesel yaşamın darbe yemesi, insanların topraklarından koparak sanayi merkezlerine yönelmeleri, değişik milliyetlerden emekçilerin aynı ekonomik-siyasal koşulları birlikte yaşaması, “tarihsel ve manevi geçmişinden kopma” olarak değerlendirilmektedir. Toprakları işgal edilen bir halkın, baskı, kırım ve katliamlarla göçe zorlanması, kuşkusuz insani olan her değere karşı, hayvani bir vahşeti ifade eder ve bunu karşı mücadele edilmelidir. Ancak bu, hiçbir biçimde, feodal kapalı ekonominin, kabilesel yaşamın, kapitalist ilişkilere tercih edilmesi olarak, tarihsel geriliği ifade eden geçmişe geri dönüşün tercih edilmesi olarak ele alınamaz. A. Fırat “topraktan kopma”yı tek yanlı, mistik bir değerlendirmeye tabi tutmakta, bunu halkın bir “suçu” olarak görmekte, iktisadi gelişmeye ise gözünü kapamaktadır. Ona göre; Dersim halkının “kimliğini yitirmiş” sayılmaması için, “tarihsel ve manevi geçmişe bağlılık” adına, dünyanın dört yanından “vatana dönüş yapması”, kendini yeniden küçük köylü işletmesine kapatması gerekmektedir. Kapitalizm koşullarında, bu beklentinin ham bir hayal olduğu açıktır. Toplumsal zenginliğin eşit paylaşımına ve hak eşitliğine dayanan bir toplumsal sistemde ise, insanlar isterlerse “ataya ve ecdada bağlılık” adına herhangi bir yerde yaşamayı tercih edebilirler.
Ali Fırat, “Topraktan kolay çözülen, burada değer yaratmaktan vazgeçen, kendi emeğini binlerce kilometre uzakta yoğunlaştıran kişiler her zaman hor görülmeye layıktırlar” diyor. Topraktan çözülüşü, Kürt insanın suçu olarak ele alan bu anlayışın, “topraktan kopuşu” baskı ve şiddetle engelleme yoluna girmesi kaçınılmazdır. Kuşku yok ki, Kürt emekçilerinin, geçimlerini temin etmek amacıyla da olsa, topraklarından uzaklaşmak zorunda kalmaları, bu insanların manevi-kültürel bir depresyonu ve yurt özlemini yaşamalarına yol açmaktadır. Onların bu durumundan kurtulmalarının tek yolu “emeklerini satma” zorunluluğunu, bunun koşullarını bir kez daha geri gelmemek üzere tasfiye etmektir.
Dersim halkına ilişkin PKK düşüncesi, “katliamdan geriye kalanların, kendilerini katledenler için erimeyi, gönül rahatlığıyla kabul ettikleri” biçimindedir. PKK’nın, Dersim halkına yönelttiği bu suçlamanın ana nedeni ise, Dersim emekçilerinin aşın milliyetçi düşüncelere ilgi duymamasıdır. Ali Fırat, Dersimle ilgili söz konusu yazıda buna “daha dün gibi yakın bir süre içinde cereyan eden gelişmeler sanki hiç olmamış gibi; sanki etkilenmiyormuş gibi, sanki sahip çıkma gereği yokmuş ve tarihsel bilincine ulaşmak gereksizmiş gibi…” davranmaktadırlar biçiminde ifade etmektedir. Bu abartılı değerlendirmenin gerçeği ifade etmediği açıktır. Ali Fırat gibileri, “sahip çıkma” ve “hesap sorma”yı, sınıfsal öğelerden soyutlayarak, ulusallık öğesiyle sınırladıkları ve Dersim halkı da bunu yadırgadığı için, Dersim halkına ters düşmektedirler. PKK’nın, Dersim halkına ve Dersim halkının önemli bir kesiminin desteğine sahip olan devrimci ve komünistlere duyduğu öfke, Ali Fırat’ın yazısının devamındaki şu cümlelerde ifadesini bulmaktadır. Şöyle Yazıyor: “Ne acıdır ki ister direkt devlete bağlı olsun, ister bu gerçeğin dolaylı inkârcıları biçiminde karşımıza çıksın ve isterse solcu geçinsin bu politikanın etkisi altında oluşmuş bazı tipler ve kesimler, bu tür bir bakış açısının ve yaklaşımın normal olması gerektiğini açıkça söylemeseler de, fiiliyatta bunu kabul eden ve yayan konumdadırlar. İnsanlığın gelişiminin bu tür yaklaşımlarla ilgisi olmadığı gibi; zaman bu yaklaşımları ihanet, alçaklık ve düşkünlük olarak değerlendirme ve günü geldiğinde kendisini bu duruma düşürenlerden hesap sorma zamanıdır.”
Ali Fırat (ve PKK), kendi burjuva-milliyetçi platformuna eleştiri yöneltenleri ve sınıf çelişmelerine dikkat çekenleri, PKK çizgisini reddedip, proletaryanın devrimci çizgisinde mücadeleyi seçenleri, “daha dün gibi yakın bir süre içinde cereyan eden gelişmeler” ten devrimci tarzda öğrenmesini bilerek, “tarihsel bilince” sınıf bilinci yoluyla ulaşmaya çalışanları, “bu politika” dediği, Kemalist politikaya adapte olmuş kişiler olarak değerlendirmektedir. Ve yine bu anlayışa göre, zaman, onlara boyun eğmeyi seçmeyenlerden “hesap sorma zamanı”dır. Ali Fırat, bu yaklaşımını, kendi politikasını reddeden devrimci kesimlerin “cezalandırılmaları gereken suçlular” olarak ilan edilmesine kadar vardırarak, daha aylar öncesinden devrimci ve komünist katliamına ve Dersim halkına yönelen PKK saldırılarına “ışık yakmakta”dır. 13 Temmuz tarihli yazısındaki şu bölüm bu söylediklerimizi kanıtlar niteliktedir. “Hele sol maskeli bazı şakşakçıların, tarihin çarpıtılmasını ısrarla ve hem de sosyalizm adına sürdürmeleri, gerçeğin bu niteliğini kesinlikle değiştirmez. Bu tür sahte solcular Kürdistan halkının tarihsel yazgısı konusunda en suçlu kesimlerdendir. Bunların uzaktan yakından sosyalizmle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, bunların sol Kemalistler olduklarını ve tutumlarında ısrar ederlerse en başta gelen suçlular durumuna düşecekleri iyi bilinmelidir. “
A. Fırat ve PKK yönetimi, “Kemalizm” suçlamasını Kürdistan halkını, Dersim halkını, Türkiye işçi sınıfı hareketini, devrimci ve Marksist hareketi istismar etmenin maskesi haline dönüştürmüştür. Kendisi, Kemalizm’i örnek aldığını tüm politik taktikleriyle ortaya koyarken, Kemal’in izinden yürüyerek, emperyalizm ve gericilikle uzlaşma yolunu ararken, burjuvazi, emperyalizm ve diktatörlüğe anlaşma metinleri sunarken, dönüp devrimcileri ve Marksistleri “sol maskeli Kemalistler” olarak suçlaması, kendi durumunu maskelemek için ihtiyaç duyduğu bir demagojiden başka bir şey değildir. Kemalizm suçlamasına gerekçe yapılan şey, işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarının ve onların kurtuluşlarının savunulmasıdır. Bundan rahatsızlık duyanların, burjuvazinin politikasını esas aldıkları bilinen bir şeydir. PKK, üzerinde bulunduğu Kürt reformcu burjuvazisinin emperyalizmle uzlaşma platformunu ve halkın üzerinde baskı» kurma yoluyla destek sağlama çizgisini herkese dayatmakta, bunu reddedenleri ise “Kemalizm’in etkisinde olmak’la suçlamaktadır. PKK, “Kemalizm” demagojisini, Kürt ve Türk Marksistlerine karşı korkuluk olarak sallamaktadır. Ama artık, gerçekler Kürt halkı nezdinde de yavaş yavaş açığa çıkmaktadır. “Sol Kemalizm” korkuluğu ise artık paslı ve etkisiz bir silah olarak PKK’nın elinde kalmaktadır. Ve devrimci ve komünist katliamına fetva çıkaran Ali Fırat’ın yukarıdaki sözleri, aynı zamanda Kürt işçi ve emekçilerine yöneltilmiş bir tehdidi ve burjuva reformcu dayatmayı ifade etmektedir. Ali Fırat’ın, “sol Kemalistler” olarak suçladığı devrimci militanların beynine ve yüreğine Dersim’deki dağ eşkıyasının sıktığı kurşunların gerçek hedefinin Dersim’in ve Kürdistan’ın işçi ve emekçileri olduğu açıktır. Dersim halkı, bu gerçeği yaşayarak anladığı için, PKK’ya karşı protestolara yönelmiştir. PKK, halka ve devrimcilere baskı politikasını ve emperyalizm ve gericilikle uzlaşma arayışını sürdürdüğü sürece, Dersim halkının tutumu, tüm Kürdistanlı işçi ve emekçilerin tutumuna dönüşecektir.
Dersim halkına ve özünde tüm Kürdistan halkına duyulan güvensizlik, PKK’yı, tarihi ve gelişmeleri çarpıtmaya, ucuz suçlama ve karalamalara, halka karşı baskıya yöneltmektedir. Halkın kaderini tayin hakkı, PKK’nın elinde, halk yerine halkın kaderini tayin etmeye dönüşmüştür. Dersim halkının “Kemalistliği”ne kanaat getiren PKK, yarın, örneğin Dersimliler “biz baskısız bir ortamda Türklerle birlikte yaşamaktan yanayız” derlerse, onları nasıl “yola getirecek”tir? PKK daha bugünden halkın çıkarlarına zarar veren bir yola girmiştir. Bu yolda yürüdüğü sürece de halkı karşısına almaktan kurtulamaz.
Bütün bu gerçekler, PKK’nın Dersim halkına yönelttiği suçlamaların temelsizliğini ortaya koyuyor.

ULUSLARARASI GELİŞMELERİN ULUSAL HAREKETE ETKİSİ VE PKK

Burjuva ulusal çizginin tutarsızlığının esas nedeni, ulusal hareketin burjuva, küçük burjuva toplumsal katmanları da kapsamasıdır. Ulusal hareket, işçi sınıfının devrimci sınıf damgasını taşıyacak tarzda işçi ve emekçilerin temel çıkarları üzerinde gelişmediği koşullarda, burjuva sosyal sınıfların damgasını taşır ve burjuva ideolojik-siyasal platformu aşamaz. Ulusal hareketlerin ve sınıf mücadelesinin gelişim tarihine kaba bir göz atış bile, burjuvazi-proletarya çelişkisinin evrensel olarak tüm sınıf ilişkilerine damgasını vurmaya başladığı tarihsel dönemden -19. yüzyıl sonları ve esas olarak 20. yüzyıl başları- itibaren burjuva-feodal önderlikli ulusal hareketlerin ya da proletaryanın çıkarlarından, işçi-köylü devriminden, sosyalizmden söz etmelerine karşın burjuva ideolojik-siyasal, platform üzerinde bulunan küçük burjuva siyasal parti ve grupların başını çektiği ulusal hareketlerin, kapitalizm sınırlarını aşmayan bir politik programı temel aldıkları, burjuvaziyle uzlaşma ve giderek ona teslim olma tutumu içinde oldukları görülebilecektir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin, dünya proletaryasının sosyalist ideallerini gerçekleştirdiği ve canlı bir örnek olarak halkların gözü önünde durduğu koşullarda, ulusal kurtuluş hareketlerinin yönünü Sovyetler Birliği’ne döndüğü, ondan aldığı manevi destekle mücadeleyi sürdürdüğü, sosyalist düşüncelerden daha fazla etkilendiği bilinen bir gerçektir. Ekim Devrimi ve esas olarak da ikinci Dünya Savaşı sonrasında dünya sömürge sisteminin büyük darbeler yemesi, ezilen halkların sosyalist Sovyetler Birliği’nin, ulusların özgürlüğüne ilişkin oluşturduğu pratik örneğe bakarak anti-emperyalist çizgide mücadeleyi geliştirmesi, ulusal hareketin burjuva bir hareket olma özelliğini ortadan kaldırmamakla birlikte, onun, esas yürütücü güç olan geniş köylü ve işçi kitlelerinin taleplerini daha fazla dikkate almasını da zorunlu hale getirmekteydi. Bunun, birçok ülkede, ulusal hareketlerin başını çeken küçük burjuva siyasal örgütlerin kendilerini devrimci ve sosyalist olarak adlandırmalarının önemli bir etkeni Olduğuna kuşku yoktur. Ancak, dünya gericiliğinin birleşik saldırısıyla, dıştan ve içten kuşatmayla sosyalizmin tasfiye edildiği ve uluslararası burjuvazinin “Marksizm’in ölümü”nü ilan ettiği koşullarda, ulusal hareketlerin burjuva, küçük burjuva önderliklerinin uluslararası sermaye tarafından sınırları çizilen geri bir platforma daha fazla kaymalarının, emperyalizmden daha fazla beklentiler içinde olmalarının olanakları daha da genişledi.
Sovyetler Birliği’nin henüz burjuva-revizyonist maskeyi elden bırakmayarak kendisini sosyalist olarak adlandırdığı ve “sosyalizm” adına, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerle hegemonya mücadelesi yürüttüğü koşullarda (’60’lı, 70’li yıllar) bile, ulusal hareketlerin durumu daha farklıdır. Filistin, Vietnam, Nikaragua, Mozambik ve Angola’nın durumu böyledir.
Sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da tasfiye edildiği ve SB’nin sosyalist olmadığının resmen ilan edildiği ’80’li yıllar ise, yalnızca dünya işçi sınıfı hareketi için değil, ezilen halkların kurtuluş hareketleri açısından da, uluslararası gericilik yararına yeni bir dönemin yaşandığı görülür. Dünya proletaryasının uluslararası sosyalist hareketi bir gerileme, kaos ve dağınıklık durumu sergilerken, sosyalist ve küçük burjuva sosyalist -aralarında Kürt ulusal örgütlerinin de bulunduğu Filistin, Nikaragua, Salvador’daki ulusal kurtuluş örgütlerinin de kendilerini “sosyalist” olarak adlandırdıkları unutulmamalıdır- hareketlerin saflarında uluslararası burjuva propagandanın etkileri daha belirgin ve sarsıcı bir tarzda ortaya çıktı. Artık, Marksizm’in birçok soruna ilişkin çözüm önerilerine ve temel ilkelerine kuşkuyla bakılıyordu. “Dogmatik olmama” adına, Stalin’den başlamak üzere, Marksizm’in ustalarının düşüncelerine kuşkuyla yaklaşma güçlü bir eğilim haline geldi. Marksizm’in, dahası işçi sınıfının “çözümsüz kaldığı” sorunlardan biri de ulusal sorundu! “Sosyalist” maskeli burjuva ulusal örgütlerin ezilen haklara sundukları “kurtuluş” projesi, “yeni dünya düzeni” koşullarında, uluslararası burjuvaziyle uzlaşma içinde, “ulusal kimliğin ve kültürel hakların tanınması” biçimindeydi. Çözümün, “uluslararası demokrasi güçleriyle elbirliği içinde bulunacağı daha güçlü bir biçimde seslendirilmeye başlandı. “Uluslararası demokrasi güçleri” denilen emperyalistlerin bulduğu çözüm ise, önce Nikaragua’da, sonra da Irak Kürdistanı ve Filistin’de uygulamaya sokuldu. Bu çözüm, ezilen-sömürge halkların uluslararası mali sermaye egemenliği altında, “özerk”, “otonom” ya da “bağımsız” maskeli köleliğinin sürdürülmesini esas almaktadır. “Hür dünya” denilen Batı emperyalizminin Balkanlar’da ve eski SB ülkelerinde kışkırtıp sürdürülmesine destek verdiği ulusal boğazlaşmalar da söz konusu burjuva “çözüm”ünün hanesine yazılmalıdır.
Türkiye Kürdistanı’ndaki Kürt özgürlük mücadelesini, onu çevreleyen uluslar arası koşullardan, son 20-30 yılın uluslararası gelişmelerinden soyutlamak mümkün değildir. Buna PKK’nın, hiç bir ilke tanımayan, günlük pratik çıkarları “ilkeleştiren” kendine has pragmatik yaklaşımı da eklenmelidir.
Faşizmin ulusal zulüm politikasının, 70 yıllık geleneksel inkâr ve imha politikasının, doğup gelişmesinde rol oynadığı Kürt ulusal direnişinin, her gerçek halk hareketi gibi, Kürt emekçilerini sarıp harekete geçirmesi kaçınılmazdır. Diktatörlüğün imha eylemleri yoğunlaştıkça, Kürt halkının direnişi de gelişti, boyuttandı. Kürt gençleri teslim olmak, boyun eğmek ile “dağa çıkmak” ve direnmek arasında tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu durum, 70’li yılların ikinci yarısında “sömürge Kürdistan” ve “ayrı örgütlenme” tezleriyle ortaya çıkan ve “Apocular” olarak adlandırılan PKK’nın, ’80’li yıllardaki gelişmesinin en temel etkeni oldu. PKK, “ulusal kurtuluşçular” olarak ortaya çıktığı ilk yıllarda, diğer Kürt grupları da dâhil kendi dışındaki sol örgütlere karşı şiddete başvurma çizgisinde güç olmaya çalıştı. 1986’ya kadarla toplantı ve kongrelerinde, kendi dışındaki grupların Kürdistan’dan silinmesi için imha kararlan aldığı biliniyor. PKK, ortaya yeni çıktığı koşullarda, SB’yi, revizyonist yönetimli sosyalist bir ülke olarak değerlendirirken, 12 Eylül koşullarında bu düşüncesini “düzeltti”, SB, artık dünya sosyalist sisteminin merkeziydi, revizyonizm falan da yoktu. Kuşku yok ki bu düzeltmenin kaynağında onun “doğruyu görmüş olması” değil, SB’den destek alma hesapları vardı.
Sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemde kendi görüşlerini açıklama ve yaygınlaştırma açısından Marksist literatüre başvurmaya ve “Marksist olduğunu” propaganda etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyor, Lenin ve Stalin’de tezlerine dayanak bulmaya çalışıyordu. Henüz 12 Eylül faşist karanlığının işçi ve emekçiler üzerine çökmediği, işçi, emekçi ve gençlik hareketinin Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında gelişmekte olduğu ve devlet ve hükümete karşı güçlü devrimci protestolara başvurduğu, yanı sıra Marksizm-Leninizm’e yönelik burjuva ideolojik kaynaklı kuşkunun devrimci safları etkisi altına almadığı koşullarda, PKK gibi küçük burjuva ulusal bir hareketin Marksizm-Leninizm’den etkilenmesi, dahası Marksist literatüre sarılarak gençlik içinde güç olmaya çalışması kaçınılmazdı. Ancak, yukarıda değinildiği gibi özellikle ’80’li yılların ortalarından itibaren Gorbaçov’cuların, dünya gericiliğiyle el ele sosyalizme, Marksist-Leninist ideolojiye ve işçi sınıfı hareketine karşı yoğunlaştırdığı açık karşı-devrimci saldırılarının etkileri, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda faaliyet yürüten devrimci ve “sosyalist” hareketlerin saflarında da ciddi savrulmalara yol açtı. Artık birçokları açısından Marksizm ve sosyalizm “kurtuluş” için kaçınılmaz ve zorunlu olmaktan çıkmıştı. PKK, bu dönemde “reel sosyalizm” olarak adlandırdığı sosyalizme (revizyonizmi de aynı kategoride değerlendiriyordu) veryansın etmeye başladı. BM’de, Batı kapitalizminde olumluluklar keşfederken, dayanacağı başka devrimci dinamikler bulmaktan da geri durmuyordu. Örneğin Suriye, (PKK’ya üslenme imkânı tanıdığı için) Ortadoğu’da devrimci bir merkez olarak onurlandırılıyordu. PKK, burada da durmayarak İslamiyet’in devrimci özünü saptadı ve kendini de “en Müslüman” hareket olarak ilan etti.
Diğer yandan PKK ’84’lerden itibaren vur-kaç taktiğiyle sürdürdüğü “gerilla mücadelesini ’88’lerde, diktatörlüğün azgın faşist saldırılarına tepki duyarak mücadeleye yönelen Kürt köylüsü ve köylü gençliğinin kitlesel hareketine dayandırmayı -sosyalist pratik bir alternatifin olmaması avantajından da yararlanarak- başardı. Kürt halkı Nusaybin, Cizre, Şırnak, İdil, Dargeçit, Lice, Kulp vb. ilçelerde kitlesel eylemlerle faşizmin ulusal baskı politikasını protestoya yöneldi, Vedat Aydın’ın cenaze töreninde görüldüğü gibi on binler halinde sokağa döküldü. PKK, giderek artan oranda maddi-moral bir desteğe sahip olmaya başladı. Körfez Savaşı ve ardından Irak Kürdistanı’nda gelişen olaylar, Türkiye Kürdistanı ve Irak Kürdistanı arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması, Irak Kürtlerine ait hafif makineli silahların, havan topu, roket gibi araçların PKK’nın eline geçmesini sağladı. Bu durum, daha ortaya çıktığı andan itibaren, kendi dışındaki güçlere karşı saldırı taktiğiyle güç toplamaya çalışan PKK’nın, daha fazla “güce tapması”, ve güçlenmiş olarak başkalarını zor yoluyla kendine tabi kılmaya yeniden yönelmesinde rol oynadı. Yalnızca “ulusal” sınırlar içinde değil, uluslararası alanda da işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin gerilemesi ve Marksizm-Leninizm’e duyulan kuşku, PKK’nın, ulusal hareketin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesi önerilerine ve Marksizm-Leninizm’in Kürdistan’da maddi bir güce dönüştürülmesi çabalarına karşı tahammülsüzlüğünü geliştirdi. PKK sözcüleri, işçi sınıfı önderliğinden, sınıfın çıkarlarından, Kürdistan’da sınıf mücadelesinden, ulusal hareketin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesi gereğinden söz edenlerle karşı giderek artan biçimde tepki göstermeye, bu tür çabaları “sosyal şovenizmin etkileri” olarak sunmaya başladılar. PKK’nın son yıllarda devrimci-demokrat ve sosyalist harekete karşı saldırıları durdurmasının geçici bir taktik olmadığının güvenilir bir kanıtı yoktur. PKK’nın saldırıları, ona kaynaklık eden düşüncelerin yanı sıra; ulusal ve uluslararası gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır.
PKK bu saldırılarını, “sahte solcu”, “Kemalist”, “kontra”, “işbirlikçi” suçlamalarıyla maskelemeye çalışıyor. Kontralar, ajanlar, işbirlikçiler, emperyalizmin ve gericiliğin hizmetinde çalışan yasal ve yasadışı faşist örgütlenmelerdir ve bugünkü koşullarda ya da solcu görünme ihtiyaçları da yoktur. Bugün saflar bulanık değil nettir. PKK, sıradan Kürt emekçilerini bu uydurma suçlamalarla etki altına almaya ve Kürt Marksistlerinden uzak tutmaya çalışıyor. KDP ile paralellikler kurarak Marksistleri ve devrimcileri “kontra”lıkla suçlayan PKK, dönüp kendisinin KDP, YNK, Özal, Çiller, Clinton vb. üzerinden emperyalistlerle ve Türkiye gericiliğiyle pazarlık arayışına bakmalıdır. “Çamur at izi kalır” mantığının, tüm bu gelişmelerden sonra PKK’ya artık hiçbir yararı olamaz. Halkımız zannedildiği gibi sürü değil, bakıyor, görüyor ve öğreniyor.
Kürt işçi ve emekçilerinin burjuva reformcu milliyetçi çizgiyle devrimci Marksist çizgi, burjuva yurtseverliğiyle, devrimci yurtseverliği, Kürt reformcu burjuvazisinin platformuyla, işçi-köylü platformu arasındaki farkı görmesinin olanakları bugün daha da genişlemiştir. Baskının hiçbir türü, bunu tümüyle engelleme olanağına sahip değildir. Kürt Marksistleri; Kürdistanlı işçi ve emekçilerin ulusal özgürlük sorununu, sınıf çıkarları temelinde ve sosyal kurtuluş mücadelesine bağlayarak ele almaları, kendi sınıf platformlarından diktatörlüğe ve emperyalizme karşı savaş yürütmeleri için, onların bilincinin burjuvaca karartılması çabalarıyla kararlıca mücadele edeceklerdir. Marksistler, Kürt gericiliği ve Kürt reformcu burjuvazisinin, diktatörlüğün saldırılarıyla da birleşen engelleme çabalarına prim vermeden, gerçek ulusal özgürlüğün kazanılması için, emperyalist-kapitalist köleliğin tasfiyesi ve burjuva iktidarının yıkılması amacıyla yürüttükleri mücadelenin zaferi için, kitlelerle bağların daha da güçlendirilmesi ve kitlelerin aydınlatılması çabalarını daha da yoğunlaştıracaklardır.
Kürdistan’da da geleceği işçi ve emekçiler, onların devrimci öncüsü kazanacak! Buna kuşku yoktur.

Kaşım 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑