Her devrimci süreç, kendi gelişim seyri içinde, sosyal sınıflar ve onlara karşılık gelen siyasal partiler şahsında, üç temel eğilime ayrışarak yaşanır. Egemen sınıflar, her türden sınıf örgütleri; partileri, sendikaları, devletleri ile Karşı-Devrim’i ifade ederler. İktidardaki sınıflar dışındaki sınıf ve tabakalar ise, doğallıkla sistemin “muhalif” kesimlerini oluştururlar. Ancak, muhalif sınıflar da muhalefetlerinin nitelik ve derecesine göre kendi aralarında reformist ve devrimci muhalefet olarak bölünürler. Bunlar, liberal ve radikal kesimler olarak da adlandırılabilirler.
Muhalif sınıf ve partilerin siyasal mücadeledeki yerleri ve taktikleri, toplumun ekonomik örgütlenmesine bağlı olduğu gibi, siyasal örgütlenmesinin biçimlerine göre de değişebilir. Yani, siyasal demokrasinin varlığı ve yokluğu, parlamenteriz-rain gelişmişlik düzeyi vb. gibi olgular, çeşitli sınıfların farklı kesimlerinin tepkilerini farklılaştırdığı gibi, siyasal atmosferdeki değişiklikler, çeşitli sınıfları ve partileri sağa ya da sola çeken bir işlev görebilir.
Feodalizmin iktidarda, burjuvazinin “muhalefet”te olduğu ülkelerde, işçiler ve köylüler radikal (devrimci) kesimi oluştururken, burjuvazi genellikle liberal (reformist) kesimi oluşturur. Aslında feodalizmin- tasfiyesi burjuvazinin çıkarınadır. Geçmişte 1789 Fransız Devrimi’ndeki gibi, burjuvazinin halkın başında feodaliteye ve aristokrasiye karşı savaştığı devrimci bir dönemi de olmuştur. Ancak, çok geçmeden gelişen proletarya hareketi, burjuvaziden koptuğu ve sadece feodal zorbalık ve aynalıkları değil, her türden sömürü, zulüm ve ayrıcalıkları sorgulamaya başladığında, burjuvazi devrimlere sırtını dönmüş, çıkarının proletaryaya karşı eski sömürücü sınıflarla birlikte olmaktan geçtiğini hissetmiştir. Bundan sonra toplumun kapitalist ilişkilere bütünüyle geçmesi sorununa, devrimci bir sorun olarak değil, hükümetlerin, bürokrasinin, generallerin satın alınarak yanına çekilmesi ve iktidarın adım adım ele geçirilmesi süreci olarak bakmıştır. Burjuvazinin esas olarak devrimci olduğu döneme ilişkin olarak Lenin;
“Batı Avrupa Burjuvazisi başlangıçta cidden dövüştü” diye yazıyor, hatta bir zamanlar cumhuriyetçiydi, liderleri mahkûm edildiler. İhanet gerekçesiyle mahkûm edildiler yani yalnızca devrimci ilişkileri olduğundan değil, ama gerçekten devrimci eylemleri nedeniyle. Daha sonra yıllar, bazen on yıllar sonra; bu burjuvalar kendilerini cumhuriyetsiz ve hatta genel oy hakkı ya da gerçek siyasal özgürlük vermeyen, elverişsiz anayasaların en sefiline uydurdular. Liberal burjuvalar “taht’la ve polisle tamamen uzlaştılar; kendileri iktidara yükseldiler ve bugün yaptıkları gibi, işçilerin bütün özgürlük ve toplumsal reform özlemlerini acımasızca ezdiler.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, Tan Yay., 1976, S. 96)
Burjuvazinin devrim ve siyasal özgürlük kavgasına yüz çevirmesiyle proletaryanın kendi kızıl bayrağı altında toplanmaya başlaması arasında doğrudan bir bağ vardır. Engels, Köylüler Savaşı adlı yapıtında bu süreci şöyle anlatıyor:
“Burjuvazi, sanayisini, ticaretini ve ulaştırma araçlarını geliştirdiği ölçüde, proletaryayı doğurur. Ve her yerde mutlaka aynı gelişme derecesine erişmesi gerekmeyen belli bir anda astarının, proletaryanın kendisini hızla aştığını fark etmeye başlar. Bu andan itibaren siyasal egemenliğini tek başına sürdürme gücünü yitirir; koşullara göre, iktidarını paylaştığı ya da tamamen kendilerine bıraktığı bağlaşıklar arar.
Almanya’da bu dönüm noktasına, burjuvazi tarafından daha 1848’de erişilmişti. Ve işte o anda, Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korkuya kapıldı. Paris’teki 1848 Haziran çarpışmaları kendisini neyin beklediğini ona gösterdiler. Alman proletaryası aynı ürün için tohumun Almanya’da da ekildiğini ona kanıtlayacak bir kaynaşma içindeydi ve o günden sonra da burjuvazinin siyasal eylemindeki sivrilik köreldi. Bağlaşıklar aradı, kendini onlara yok pahasına sattı ve bugün tek adım ilerlemiş değil.
Bu bağlaşıkların hepsi de gerici niteliktedir: Ordusu ve bürokrasisi ile krallık büyük feodal soyluluk, önemsiz küçük toprak ağaları ve hatta papaz sürüsü. Burjuvazi salt o değerli postunu kurtarmak için, artık kendine madrabazlık edecek hiçbir şey kalmayana dek, kütün bu kalabalık ile uyuştu ve birleşti. Ve proletarya ne kadar kendi sınıf niteliğini sezmeye, kendi sınıf bilinci ile davranmaya başlıyorsa, burjuvazi de o kadar korkak bir duruma geliyordu.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. 1. Baskı, 1975, S. 21,22)
Yaklaşık yüz elli yıllık bir tarihsel dönem boyunca, burjuvazi adım adım daha da gericileşerek günümüzde tekel gericiliği şeklinde ve her türlü gericilik ile el ele, onları kollar ve ayakta tutar bir konuma gelmiştir. İşte, işçi hareketi karşısında, ister serbest rekabetçi dönemde, isterse tekelci dönemde olsun burjuvazinin sınıf tavrı budur. Her türden gericilik ile el ele ve proletaryaya karşı saldırganlık.
Peki, proletaryanın öğretmenleri Marx ve Engels, burjuvazinin bu somut durumu karşısında, diğer sınıf ve partilere, bunların olası bir devrimde rollerine nasıl bakmışlar, çeşitli muhalif sınıflar karşısında nasıl bir politika önermişlerdir?
KÜÇÜK BURJUVAZİ İÇİN
“Tüm modern devletlerde ve tüm modern devrimlerde çok büyük bir önem taşıyan küçük-burjuvazi, yakın savaşımlar içinde hemen her zaman kesin bir rol oynamış, bulunduğu Almanya’da özellikle önemlidir. Büyük kapitalistler, tecimen ve sanayiciler sınıfı, yani burjuvazi ile proletarya da çalışan sınıf arasındaki aracı konumu, onun ayırt edici niteliğini belirler. Burjuvazinin konumunu özler, ama en küçük bir talih tersliği, bu sınıf bireylerini proletarya saflarına düşürür… Güçlü bir feodal ya da monarşik hükümetin yönetimi altında saygılı ve boynu eğik bir durumda bulunan bu sınıf burjuvazi yükseliş yolundayken liberalizme eğilir; burjuvazi kendi üstünlüğünü sağlar sağlamaz zorlu demokratik nöbetler geçirir; ama altındaki sınıf proletarya bağımsız bir harekete girişmeye görsün, yine içler acısı bir yılgınlık içine düşer.” (Almanya’da Burjuva Dem. Dev. S. 275, 276)
Marx ve Engels, 1850 Mart’inda kaleme aldık-lan “Komünistler Birliği’ne Çağrı’da küçük-burjuva demokratik muhalefete karşı izlenmesi gereken tavır konusunda şunları yazarlar:
“Devrimci işçi partisinin, küçük-burjuva demokratlara karşı tutumu şöyledir: Devirmeyi amaçladığı kesime, onlarla birlikte karşı çıkar; kendi çıkarları uğruna durumunu sağlamlaştırmaya çalıştıkları her şeyde onlara karşıdır.
Tüm toplumu devrimci proleterler için devrimden geçirme isteğinden çok uzak bulunan demokratik küçük-burjuvazi, var olan toplumu kendileri için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirmeyi sağlamak için toplumsal koşulların değiştirilmesi yönünde çaba gösterir. Bu yüzden her şeyden önce bürokrasinin kısıtlanması yoluyla devlet giderlerinin azaltılmasını ve belli başlı vergilerin büyük toprak sahipleriyle burjuvaziye kaydırılmasını isterler; ayrıca kamusal kredi kurumları ve tefeciliğe karşı yasalar yoluyla büyük sermayenin küçük sermaye üzerindeki baskısının ortadan kaldırılmasını isterler; böylelikle kendileri ve köylüler için, kapitalistlerden almak yerine, devletten elverişli koşullarla avanslar alma olanağı doğacaktır. Bundan başka, feodalizmin tamamıyla ortadan kaldırılması yoluyla kırsal bölgede burjuva mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını da islerler. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kendilerine ve müttefikleri olan köylülere çoğunluğu kazandıracak, ister anayasal, ister cumhuriyetçi olsun demokratik bir devlet düzenine, komünal mülkiyetin ve halen bürokratlar tarafından yerine getirilen bir dizi işlevin denetimini doğrudan doğruya onların eline verecek demokratik bir komün düzenine gerek duyarlar.” (Marx, Engels, Lenin; İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay. 1. Baskı, 1979, S. 43)
Küçük-burjuva demokratların ezildikleri, dolayısıyla muhalefette oldukları dönemlerde proletaryaya bakışları ve çağrıları nedir? Proletaryaya ellerini uzatırlar ve “demokratik bir partide her türden görüşleri kapsayacak, büyük bir muhalefet partisinin kurulması için” çaba gösterirler. Böyle birlik proletarya için kabul edilebilir bir birlik değildir. Çünkü sonuçta proletaryanın burjuva demokratik bir hava içinde eriyip gitmesini ve kendi talep ve özlemlerini, bunları asla kendisine vermeyecek olan sınıfların insafına terk etmesini yaratacak olan bir durumdur bu. Bir devrim içinde bile proletaryanın görevi, küçük-burjuva demokratlarının peşinden örgütsüz bir şekilde sürüklenmek değil, (henüz kurulmamışsa) derhal kendi parti örgütünü kurmak, demokrasi mücadelesinin başına geçip iktidar yolunda örgütlenme faaliyetini sürdürmek olmalıdır.
Proletaryanın bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi devrimin en temel sorunlarındandır. Çünkü zafere ulaşmış her devrim sonrasında küçük-burjuvazi, zafer sarhoşluğu içinde, burjuvazi ile proletarya arasında arabuluculuk görevini üstlenecek, devrimin meyvelerinden proletaryayı mümkün olduğunca mahrum etmek isteyecektir. Bu yüzden,
“İşçiler, savaşım sırasında ve savaşımdan sonra burjuva demokratların istemleri yanında kendi istemlerini her fırsatta ortaya koymalıdırlar. Demokratik burjuvalar hükümeti ele geçirme işine girişir girişmez işçiler için güvenceler istemelidirler. Gerektiğinde bu güvenceleri zor yoluyla elde etmeli ve yeni yöneticilerin olanaklı tüm ödünlerin ve verilmiş sözlerin yükümlülüğü altına girmelerini genel olarak sağlamalıdırlar. Genel olarak her yenilgi sokak savaşından sonra meydana gelen zafer sarhoşluğu ve yeni şeyler için duyulan coşkuyu her bakımdan apaçık bir güvensizlik göstererek elden geldiğince denetim altına almalıdırlar. Yeni resmi hükümetler yanında, aynı zamanda, ister belediye komiteleri, belediye kurulları biçiminde, ister işçi kulüpleri ya da işçi komiteleri biçiminde olsun, kendi devrimci işçi hükümetlerini kurmalıdırlar ki, burjuva demokratik hükümetler yalnızca işçi desteğini o anda yitirmekle kalmasınlar, ardından tüm işçi yığınlarının bulunduğu makamlar tarafından daha başlangıçtan itibaren gözetlendiklerini ve tehdit edildiklerini görsünler. Kısacası yenilginin ilk anından başlayarak güvensizlik yenik düşmüş gerici partiye karşı değil, işçilerin o güne kadarki müttefiklerine, ortak zaferi kendisi için sömürmek isteyen partiye karşı yöneltilmelidir.
Ama işçilere karşı ihaneti zaferin ilk saati ile birlikte başlayacak olan bu partiye karşı etkin ve korkutucu bir biçimde karşı koyabilmek için, işçilerin silahlanmış ve örgütlenmiş olması zorunludur. Tüm proletaryanın yivli ve yivsiz tüfeklerle, toplarla ve cephaneyle silahlandırılması derhal gerçekleştirilmeli, işçilere karşı kullanılan eski milis muhafızlarının tekrar kurulmasına karşı konmalıdır. Ancak, bu sonucun gerçekleştirilemediği yerde, işçiler, komutanları kendileri tarafından seçilen ve kendilerinin seçtiği bir genelkurmaya sahip bir proleter muhafız olarak kendi başlarına örgütlenmeye, devlet gücünün değil, işçiler tarafından kurulmuş, devrimci belediye konseyinin buyruğu altına geçmeye çalışmalıdırlar… Silahlar ve cephane hiçbir gerekçeyle elden çıkarılmamalı, her silahsızlandırma girişimi gerekirse zor yoluyla boşa çıkarılmalıdır.” (Engels/İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, S. 47, 48)
“Her yerde, küçük-burjuva adayların karşısına işçilerin adayları çıkarılmalı, kendi proleter bağımsız propagandamız asla terk edilmeden, bir yandan da küçük-burjuva demokratların reformist istemleri ve kararları karşısına, en uç sınırına kadar reform talepleri ile çıkılmalı ve özel mülkiyete yapılacak dolaysız saldırılar talep edilmelidir. Büyük sanayi, ulaşım vb. sektörlerinin devletleştirilmesi, kapitalistleri yıkıma götürecek düzeyde, hızla oranı artan vergilerin konması gibi.”
Ve bu süreç içinde proletarya hızla kendi güçlerini bir araya getirip özel mülkiyete karşı topyekûn saldırıya geçeceği anın hazırlıklarını yapmalıdır. İşçiler en büyüğünden en küçüğüne bütün sömürücü sınıflan iktidardan uzaklaştırmadıkları sürece, kendi kurtuluşlarını sağlayamazlar. Bu yüzden Marx’ın ünlü deyişindeki gibi:
“İşçilerin savaş haykırışı şu olmalıdır: Sürekli devrim!”
Aynı bakış açısıyla Lenin 1905’te şunları yazacaktır:
“Burjuva, ihtilalci veya Çar’a karşı mücadelede muhalefette olduğu sürece sosyal demokratların onları “desteklemesi” gerekir.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 10)
“Proleter, burjuva demokratlarından güvenilir demokrat çıkmadığını hiçbir zaman unutmayacaktır. Proleter, burjuva demokratlarını panik korkusu yaratmaktan kaçınmak için veya güvenilir olduklarına inandıkları için değil, baskı yönetimine karşı ne zaman ve ne ölçüde karşı çıktıklarına bakarak destekleyecektir.’l (Lenin, a.g.e., S.25)
“Demokratik devrimden bahsetmek ve kendini proletarya ile “burjuvazi” arasındaki çıplak zıtlığa gömmek, sadece saçmalıktır, çünkü bu devrim, çoğunluğunun proletarya ile burjuvazi arasında yer alan ve büyük bir küçük burjuva, köylü tabakasından meydana gelen toplumun gelişimini belirler. Demokratik devrimin henüz tamamlanmamış olması nedeniyle bu büyük tabakanın kelimenin tam anlamıyla politik şekillerin gerçekleştirilmesi meselesinde burjuvaziden çok proletarya ile daha fazla ortak çıkarı vardır.”‘(Lenin, age., S. 30, 31)
Gerek 19. yüzyıl Avrupa’sında, gerekse 1905 ve 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinde açıkça görülen şudur: Devrimi ve ayaklanmayı başlatan ve sonuna dek kararlı bir şekilde sürdüren hemen her yerde proletarya olmuştur. Küçük-burjuvazi ise çatışmaların seyrine bağlı olarak çeşitli düzeylerde devrime katılmış ve zaferin garantilendiği her yerde proletaryanın önüne geçerek iktidardan en büyük payı kapmaya çalışmıştır. Bunu birçok kez de başarmıştır. Lenin;
“Sosyal-Demokrasi diyor, ayaklanmayı örgütleyebilir, hatta ayaklanma için tayin edici etmen olabilir. Fakat sosyal-demokrasinin ayaklanmada öncü rolü olup olmadığı önceden kestirilemez; bu proletaryanın gücüne ve örgütlenmesine bağlı olacaktır. Küçük-burjuvazi daha iyi örgütlenmiş ve diplomatları daha üstün, daha iyi eğitilmiş olabilir.” (Lenin, İlk Bolşevik Kongresi, Tan Yay., 1977, S. 64)
Lenin’in bu konudaki kaygıları haklıdır. Çünkü çoğu kez, savaşan sınıflar toplumun alt sınıflan olduğu halde, bilinç ve örgütlenme eksikliği sonucu iktidarı kendi elleriyle kendileri dışındaki sınıflara teslim etmişlerdir. Küçük-burjuva egemenlik de çoğu kere burjuva egemenliğinin üstü örtülü bir biçimi ya da burjuva egemenliğine geçişte bir yolu düzleyici işlevi görmektedir. 1905 devriminin ortaya çıkardığı fiili özgürlük ortamının pratik sonuçlarını Lenin şöyle aktarıyor:
“Rus Devrimi henüz başladı, ama şimdiden burjuvazinin siyasi devrimlere özgü tüm özelliklerini açıkça ortaya koyuyor. Ah sınıflar savaşıyor, üst sınıflar bunun meyvelerini topluyor. Devrimci mücadelenin bütün inanılmaz güçlükleri proletaryanın ve burjuvazi içinden birkaç genç aydının omuzlarına yükleniyor. Kısmen kazanılmış özgürlüklerin (daha doğrusu özgürlük parçacıklarının) onda dokuzu toplumun üst sınıflarına, yani çalışmayanlarına gidiyor. Yasalara rağmen şimdiki Rusya’da on yıl önceyle karşılaştırılamayacak derecede konuşma, toplanma, basın özgürlüğü var ama bundan sözü edilmeye değer miktarda yalnız burjuva gazeteleri ve “liberal” toplantılar yararlanıyor.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 52)
Ayaklanmanın zaferi ve iktidar organlarının “halkın eline” geçmesi koşullarında bile, zengin sınıfların “iktidar deneyimleri” ve politik manevraları ile çoğu kez “halk iktidarının” burjuva egemenliğinin bir biçimine dönüşmesi sonucuna varıyordu.
“Başlangıçta -diyor Lenin- Sovyetler tüm köylülüğü bir araya getiriyorlardı. Yoksul köylülerin kültür eksikliği geri durumu ve bilinçsizliği yönetimi kulakların, para babalarının, kapitalistlerin, küçük-burjuva aydınların ellerine bırakıyordu. Küçük-burjuvazinin, Menşeviklerle devrimci-sosyalistlerin egemenlik dönemiydi bu. (…) Zorunlu olarak, küçük-burjuvazi, burjuvazi (Kerenski, Kornilov, Savinko) diktatoryası ile proletarya diktatoryası arasında duraksıyordu…”(Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay. 5. Baskı, 1989, S. 88) Küçük-burjuva egemenliğinin, proletaryanın iktidarı devralması ve devrimi daha ileriye (sosyalizme) taşıması gerçekleşmediği sürece, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin sınırlarını aşamayacağı açıktır. Küçük-burjuvazi hakkında “sosyalist hayaller” taşımadığınız sürece böyledir bu. Kentin ve kırın küçük burjuva sınıflarıyla proletarya arasındaki ittifakın temeli bu yüzden burjuva demokratiktir. Yani bütünüyle kapitalizmi ve özel mülkiyeti hedeflemez. Ancak, burada unutulmaması gereken şudur ki, proletarya asgari ortaklığı olan demokratik devrim uğruna asıl hedefi olan sosyalizmi onun pratik ve örgütsel hazırlıklarını bir kenara bırakmaz. Diğer bir deyişle, proletarya burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sınıflarla bir burjuva demokrat olarak değil, “sosyalist demokrasinin temsilcisi” olması sıfatıyla ve bunu açıkça ortaya koyarak ittifak yapar. Anlaşılacağı üzere bu ittifak, kendi içerisinde sınıf mücadelesini inkar etmeyen, ortak düşmanın yıkıldığı andan itibaren çeşitli biçimlerde bileşenlerine ayrılacak ve “burjuva demokrasisi” ile “proletarya demokrasisi” arasındaki yol ayrımına ülkeyi taşıyacak olan bir ittifaktır. Lenin’in İki Taktik’te “Devrimci İşçi Köylü İktidarı”nı bir düzen örgütü değil bir savaş örgütü olarak görmesi bu bakışta anlamını bulmaktadır. Çünkü iktidarın proletarya ve köylülük ittifakının eline geçmesi, ardından, kaçınılmaz olarak “bundan sonra nereye gideceğiz” sorusunu gündeme getirecektir. Çünkü her siyasal iktidarın kaçınılmaz olarak bir “ekonomik sistem” doğrultusunda kararlar alması ve uygulaması zorunludur. Bu durum, emekle sermayenin, zenginlerle yoksulların, proletaryanın ve müttefiklerinin, burjuvazi ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmesi demektir. Devrimin “burjuva demokratik” kapsamı ve irade birliği tamamlanmış, yerini yeni bir sürece bırakmıştır. Stalin’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi, şimdi: “İki yol vardır. Ya ileriye sosyalizme, ya da geriye kapitalizme.”
Devlet bir sınıfın başka sınıflar üzerinde baskı aracıdır. Bu tanımı hepimiz bilir ve sık sık kullanırız. Devletin birden çok sınıfa ait olduğu durumlar da vardır. Burjuva-feodal devletler, işçi-köylü devletleri gibi. Böylesi durumlarda mutlak bir denge durumu değil, bir geçiş süreci söz konusudur. Yani, ittifak üzerine kurulu bir devlette de, süreç tek bir sınıfın egemenliğine doğru bir seyir izler. Bir an için süreci durdurduğumuzu kabul etsek dahi, verili anda yine de devlete egemen olan sınıflardan (ve partilerden) biri diğerlerine göre egemen durumdadır. Yani, egemen sınıflar bileşkesinde bile biri daha egemendir. Örneğin 1905’te Lenin, İki Taktik adlı yapıtında, bir yandan işçilerin ve köylülerin ortak iktidarından söz ederken, bir yandan da bu iktidarı “küçük-burjuva demokratik” bir iktidar olarak değerlendirmektedir. Çünkü o günkü koşullarda gerçekleşecek olan bir devrimin, iktidarda kaçınılmaz olarak küçük-burjuva demokratların (Rusya için köylülerin) egemenlik kuracaklarını tespit etmiştir. Yine 1917 Şubat devrimi ile kurulan Sovyetler işçilere ve köylülere dayanıyor olmasına karşın, Menşevik ve sosyalist devrimci egemenlik yüzünden Lenin, Sovyetlerde iktidarın küçük-burjuvazide olduğunu belirtiyordu. Oysa Ekim Devrimi de iki sınıfa, proletarya ve yoksul köylülüğe dayalı olarak gerçekleştiği halde onun bir proleter sosyalist devrim olduğundan kuşku duymayız. Çünkü bu devrim, Sol Sosyalist-Devrimciler diye bilinen yoksul köylüleri temsil eden parti ile birlikte gerçekleştirildiği ve iktidar başlangıçta onlarla paylaşıldığı halde; proletaryanın temsilcisi olan Bolşeviklerin kesin egemenliği sonucu gerçekleşmiş ve devlet örgütlenmesinde Bolşevik egemenlik başından itibaren kurulmuştur.
Stalin bu süreci şöyle ifade ediyor.
“Ekim’e doğru proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü sloganı atında yürüdük ve bunu, her ne kadar biz Bolşevikler çoğunlukta olduğumuz için proletarya iktidarı bir gerçek idiyse de, sol-kanat sosyalist devrimcilerle bir blok teşkil ederek onlarla yönetimi paylaştığımız sürece biçimsel olarak Ekim’de gerçekleştirdik. Bununla birlikte sol-kanat sosyalist devrimcilerin “darbecinden sonra, bunlarla kurduğumuz blok parçalandıktan ve iktidarın tamamı kayıtsız şartsız tek bir partinin, devletin yönetimini başka bir partiyle paylaşmayan ve paylaşamayan bizim partimizin eline geçtikten sonra, proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü resmen sona erdi. Bu bizde proletaryanın diktatörlüğü denen şeydir.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, Sol Yay., S. 205)
Açıkça görülüyor ki, devrimlerin ve iktidarların gelişimi içinde yaşanan pratik sürecin, nesnel ve öznel koşulların dayattığı uzun ve kısa vadeli ittifaklar, ortak iktidarlar vb. somut gerçekliklerdir. Burada sorun, her ittifakın ve her iktidarın, sonuçta tek bir sınıf egemenliğine doğru gelişiminin kaçınılmazlığını kavrama ve bu gelişimin ileriye, çağımız açısından düşünürsek “sosyalizme” doğru gerçekleşebilmesi için tarihsel görevlerimizi kavrama ve yerine getirme sorunudur.
KÖYLÜLÜK İÇİN
Feodal toplumun köylüsü, “sertlik” özellikleriyle, toprak ağalan karşısında hemen hemen tek bir sınıf oluşturur. Ancak, kapitalizmin kentlerde gelişmesi ve kırsal üretimi de meta ekonomisinin çarkları içine almaya başlamasıyla birlikte, köylülük de kendi içinde sınıfsal ayrışmalara başlar. Kentteki sınıfsal çelişmeler, kırda da kendi özgürlükleri ile doğup gelişmeye başlar. Feodal sömürü biçimlerine, kapitalist sömürü biçimleri eklenerek bir yandan serflik kalıntıları ile gelişen yeni üretim tarzı arasındaki çelişme keskinleşirken, bir yandan da kırda emek ve sermaye arasındaki çelişme doğar ve gelişmeye- başlar. “Toplumlar bir kez meta ekonomisi içine girdiler mi kaçınılmaz olarak kapitalizme doğru ilerlerler” (Lenin) Köylülükteki farklılaşma, yoksul, orta ve zengin köylülerin ayrışması ve aralarındaki uçurumların kapitalizmin doğası gereği gitgide derinleşmesi şeklinde gelişir.
Yoksul köylülük proleterleşme sürecindeki köylülüğü ifade eder. Elindeki son topraklarını da yitirme aşamasındaki, geçimini çoğu kez başkalarının yanında ücretli işçi olarak çalışmakla sağlayabilen, ağaya, bankaya, tefeciye borç içinde beli bükülmüş yan-proleter köylü kesimini oluşturur. Bir adım daha attığında proleterleşecektir ve bu yüzden, tarım proletaryası ile birlikte kırda çıkarları yalnızca demokratik devrimde değil, sosyalizmde olan kısmı oluştururlar. Yoksul köylülük, sosyalist devrimde kent ve kır proleterlerinin en temel müttefikidir.
Orta köylülük, kent küçük burjuvazisinin kırdaki karşılığıdır. Bundan, “sözcüğün iktisadi anlamıyla çok büyük sayılamayacak toprak parçalarının sahibi, ya da onları kiralayan çiftçileri anlamak gerekir, bununla birlikte, bu topraklar onlara kapitalist rejimde, genel olarak yalnız ailelerinin geçimini ve işletmelerinin bakımını sağlayacak mütevazi olanaklar sağlamakla kalmaz; aynı zamanda hiç olmazsa bereketli yıllarda, sermaye olmaya elverişli belirli bir kazanç fazlası da getirir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yay, S. 286)
Yine de orta köylü kapitalist egemenlik koşullarında çoğu kez “kıtı kıtına” geçinen bir sınıftır. Çiftçilik gelirlerini karşılamaz ve çeşitli türden, sanayilerde emek güçlerini satarak ya da ek işler yaparak geçimlerini sağlarlar. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir Ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı yapıtında, orta köylülerin “daha şimdiden yarı-köylü, yan-işçi” olduklarını yazar. (Bkz: age,S. 98, 99) Yoksullaşma düzeyi arttıkça.bunların geçimlerini kendi topraklarından çok, “başka işler”den sağlamak zorunda oldukları gerçeği oluşur.
“Burada, üst grupların burjuvaziye, ali grupların ise proletaryaya dönüşmekte olduğu küçük üreticilerin tam farklılaşma sürecinin söz konusu olduğu çok açıktır.”(Lenin, age, S. 99)
“…Köylülerimizin ve el sanatçılarımızın parçalanması ve köylülükten çıkması, tam da Rus gerçekliğine, ilişkin sosyal-demokrat anlayışın, köylülerin ve el sanatçılarının terimin “kesin” anlamıyla küçük üreticiler, yani küçük-burjuvazi olduğu yolundaki anlayışın doğrululuğunun olgusal kanıtını sağlar.”(Lenin, age., S. 109)
Zengin köylülük, geniş ve verimli toprakların sahibi olan çiftçileri tanımlar. Bunlar çoğu kez, ücretli işçi de çalıştıran, topraklarının bir kısmını ortakçılık ve kiracılık yoluyla değerlendiren, tümüyle üretimden ve “emekçilikten kopmamış olsa bile, gittikçe aratan ölçüde kapitalist sömürüye de başvuran kesimlerdir. Yine de, belirttiğimiz gibi, bunların şileleri ile birlikte üretim içinde bulunmaları, hem emekçi, hem sömürücü özellikleri bunları kentteki kapitalist sınıfından ayırır. Bu sınıf bir geçiş sürecindedir ve bir üst kesimi tümüyle modern üretim temelinde topraklarını işleten ve üretimden kopmuş, ücretli işçi çalıştıran kapitalist çiftçileri oluşturur.
Geri kalmış ülkelerde olduğu gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde de yaygın bir küçük üretimin ve mülk sahibi emekçi köylü kesimlerinin varlığı, Marksistleri, “köylülük” konusunda politikalar belirlemeye zorlamış ve devrimde köylülüğün rolü konusunda olduğu kadar, devrimden sonra ve proletarya iktidarı altında köylülüğün çeşitli kesimlerine karşı takınılacak tavır konusunda onları düşünmeye ve yazmaya itmiştir.
Engels, ölümünden bir yıl önce, 1894’te kaleme aldığı yazılarında; “hiçbir aklı başında sosyalist, rast gele durumlarda orta köylülüğe karşı şiddete girişmeyi asla düşünmemiştir” diye yazıyordu. Lenin, bu önemli tespiti anımsattığı bir yazısında şöyle devam ediyordu: “Bu görüş bazen unutulan ama hepimizin teorik bakımdan anlaştığımız bir gerçeği bize gösteriyor: Kapitalistler ve köy soylularına gelince, görevimiz, onları tüm olarak mülksüzleştirmektir. Ama orta köylüye karşı hiçbir şiddeti kabul etmiyoruz.
Hatta varlıklı köylüler konusunda bile, “Zengin köylülerin ve kulakların tam mülksüzleştirilmesi” sloganını burjuvaziye karşı ileri sürdüğümüz kesinlikle savunmuyoruz. Bu ayrım, programımızda almıştır. Bizim dediğimiz, varlıklı köylülerin direncinin kırılması, onların karşı devrimci girişimlerinin önlenmesidir. Bu, tam mülksüzleştirme değildir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 238)
Küçük köylü mülkiyeti, esasında, kapitalist büyük üretim karşısında “gerici ve tutucu” bir konumdadır. Küçük-burjuvazi, kapitalizmin gelişen devasa güçleri karşısında küçük dükkânına ve toprağına sarılarak, üretici güçlerin zorunlu gelişme yasası karşısında, bireysel ve daha az üretken emeğin kutsanması ve korunması mevzisinde durarak, geleceği değil, geçmişi temsil eder. Bu yüzden Marksizm, programma hiçbir zaman, kapitalizmin gelişme yasalarına karşı onun küçük mülkünü koruma ve savunma gibi bir sorunu işlememiştir. Marx ve Engels tarafından daha önce ortaya konulan bu gerçeği, Lenin, Partinin tarım programına ilişkin açıklamalarında şöyle özetler:
“Öte yandan köylülük hakkında, günümüz toplumunda çiftçilerin ve küçük toprak sahiplerinin bir sınıfı olmaları bakımından onların çıkarlarını savunmayı hiçbir şekilde üstlenmiyoruz. Böyle bir şey yok. “İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendisinin bir hareketi olmalıdır” ve bu nedenle sosyal-demokrasi yalnızca proletaryanın çıkarlarını -doğrudan doğruya ve tümüyle- temsil eder ve yalnızca onun sınıf hareketi ile sağlam organik birlik için çalışır. Günümüzün toplumunda yer alan bütün öteki sınıflar, yürürlükteki toplumsal düzenin kurumlarının muhafazasından yanadırlar. Sosyal demokrasinin, ancak belli durumlarda ve somut ve kesin olarak belirlenmiş koşullarda bu sınıfların çıkarlarını üstlenmesinin nedeni budur, örneğin onun burjuvaziye karşı savaşımında, küçük köylüler de dahil olmak üzere küçük üreticiler sınıfı gerici bir sınıftır. Ve bu nedenle “küçük ölçekli çiftçiliği ve küçük mülkiyeli kapitalizmin saldırısından korumak suretiyle köylülüğü kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin gereksiz yere geciktirilmesi olacaktır-, köylülüğü, kapitalizmde bile zengin olmanın olanaklı olduğu hayalleriyle aldatmak anlamına gelecektir-, emekçi sınıfları birbirinden ayırmak ve çoğunluğun zararına olmak üzere azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak anlamına gelecektir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 13 M)
O halde köylülükle proletaryanın ittifakını olanaklı kılan nedir? Bu sorunun iki dönemli yanıtı vardır. Birinci olarak, feodalizm kalıntılarına karşı mücadelede, köylülüğün toprak ve özgürlük mücadelesi ilerici bir mücadeledir. Yani, meta üretimine dayalı küçük köylü mülkiyeti, kapalı ekonomi ilişkileri içindeki feodal üretim ilişkilerine göre ileriyi ve gelişmeyi ifade eder. Bu yüzden, Marx, Engels, Lenin ve Stalin, köylülüğün “burjuva demokratik devrimdeki rolü” konusuna önemle değinmişler, anti-feodal harekette köylülüğün rolünü küçümsemenin devrimi olanaksız kılacağım sık sık belirtmişlerdir. Meta ekonomisini ve kapitalizmi temsil eden mülk sahibi köylülüğün, (zengini ve yoksuluyla “bütün” köylülüğün) feodalizme karşı desteklenmesi feodalizme karşı mücadelede Marksist taktiğin özünü oluşturur.
“Bürokrata ve toprak beyine karşı verilen savaşım, bütün köylülerle birlikte, hatta hali-vakti yerinde köylülerle ve orta köylülerle birlikte yürütülebilir. Ve yürütülmektedir. Öte yandan, burjuvaziye karşı savaşım ancak kır proletaryası ile birlikte ve bundan dolayı da hali-vakti yerinde olan köylülere karşı tutarlı bir biçimde yürütülebilir.” (Lenin, age., S. 166)
Görüldüğü gibi artık zenginler ve yoksullar arasındaki irade birliği ortadan kalkmıştır. İşte bu noktada proletarya ile köylülük ittifakının yeni bir süreci başlamıştır ki bu da; proletaryanın, köylülüğün yoksul, yarı-proleter kesimleri ile birlikte; kentte ve kırda sermaye düzenine karşı ortak mücadelesi ve sosyalizmin inşası sürecindeki ittifaklarıdır.
Büyük sanayinin, iç ve dış ticaretin proletaryanın elinde toplanması, gelişen üretici güçler ve kent ile kırın emekçi kesimleri arasında kurulan sağlıklı ilişkiler sonucu, orta köylülük de bu sürece bağlı olarak sosyalizme yandaş hale getirilebilir. Bunun için orta köylülüğe karşı akılcı bir politika izlenmesi, devlet eliyle kurulacak örnek ortak kooperatif işletmeleri, kolektif çiftlikler aracılığıyla toplumda ortak mülkiyetin daha avantajlı ve verimli olduğunu göstermelidirler. Yani, ideolojik eğitinle de desteklenen bir şekilde, üretici güçlerin gelişmesi, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarının azamisiyle giderilmesi açısından, sosyalist kolektif üretim ilişkilerinin, bireysel üretimden daha üstün olduğu pratik olarak da ortaya konulmalıdır.
Engels, bütün bu anlattıklarımızı şu şekilde ifade ediyor:
“Küçük topraklar üzerinde çalışan köylülere, kapitalist üretimin üstünlüğü karşısında, onları bireysel mülk ve işletmelerin sahipleri olarak koruyacağımız vaadinde bulunamayız. Onlara sadece, onların mülkiyet ilişkilerine, onların isteğine karşı, kaba güç yardımıyla karışmayacağımızı vaat edebiliriz. Ayrıca, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerinin küçük köylülere karşı savaşımının daha bu günden itibaren daha dürüst araçlarla yürütülmesi ve bugünkü dolaysız soygun ve dolandırıcılığın olanak ölçüsünde engellenebilmesi için, elimizden geleni de yapabiliriz. Bu, ancak bazı ayrıksın durumlarda başarılı olacaktır. Gelişmiş kapitalist üretim biçimi içinde, dürüstlüğün nerede bilip dolandırıcılığın nerede başlayacağını kimse bilemez. Ama kamu erkliğinin aldatılan ya da aldanan yanda olup olmadığına göre, işler her zaman birbirinden çok başka olacaktır. Ve biz kesinlikle küçük köylüden yana olacağız; yazgısını daha katlanabilir kılmak, eğer aklı yatmışsa kooperatife geçişini kolaylaştırmak ve hatta eğer aklı yatmamışsa, ona kendi küçücük toprak parçasının sahibi olarak düşünme zamanı bırakmak için, elden gelen her şeyi yapacağız.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. S. 426)
“Öyleyse partiye de, köylülere de, niyetimizin küçük toprak mülkiyetini sürekli bir biçimde korumak olduğu izlenimini uyandıran açıklamalarda bulunmaktan daha kötü bir hizmette bulunamayız… Tersine, partimizin ödevi, köylülere, kapitalizm iktidarda olduğu sürece, o mutsuz durumlarını durup dinlenmeden açıklamak; küçük mülkiyetlerini, küçük mülkiyet olarak korumasının kesinkes olanaksız olduğunu, büyük kapitalist üretimin, tıpkı bit demiryolunun bir el arabasını ezdiği gibi, onların o güçsüz ve günü geçmiş küçük işletmeleri üzerinden geçmesinin kaçınılmaz bulunduğunu onlara göstermektir. Eğer böyle davranırsak kaçınılmaz iktisadi gelişme yönünde davranmış olacağız ve bu gelişme, küçük köylülere, sözlerimizin doğruluğunu göstermiş olacak.” (Engels, age., S. 427)
Öyleyse orta köylüye karşı tavır sorununa şöyle yaklaşabiliriz: Saldırılanınızı esas olarak burjuvaziye yönelttiğimiz dönemde, orta köylüyü tarafsızlaştırma, sosyalizmin ekonomik inşası sürecinde ise iknaya dayalı bir şekilde orta köylüyü kazanma ve onunla kolektif mülkiyete yönlendirmeyi esas alan bir ittifak. Zengin köylülüğe karşı izlenecek yol ise, ihtiyacı ve kendine bakabileceği kadar bir toprak dışındaki mülkiyetini kamulaştırma, siyasal olarak yaratabileceği sorunlara karşı ise uyanık davranılarak, bunlar üzerinde diktatörlük uygulamaktır.
Demek ki, köylülüğe karşı tavır, feodalizme karşı köylülüğün “bütün kesimleri” ile ittifak iken, mücadelenin sivri ucu sermayeye karşı yöneldiğinde, yoksul ve sömürücü olmayan kesimleriyle; zengin ve sömürücü kesimlerine karşı ittifak olarak dönüşmektedir. Genel olarak köylüler karşısındaki Marksist-Leninist tutum budur.
AYDINLAR, MEMURLAR, ÜCRETLİ DİĞER EMEKÇİ KESİMLER İÇİN
Kapitalizmin gelişmesi, sürekli olarak kentsel nüfusun kırsal nüfusa oranla artmasına, bir yandan da kır ve köy yaşamında kapitalist ilişkilerin eskiye oranla gittikçe daha egemen bir hale gelmesine yol açmaktadır. Kapitalist egemenliğin ve ilişkilerin derinlemesine gelişip yaygınlaşması, gerek devletin, gerekse kapitalist şirketlerin ülke genelinde gitgide daha fazla yönetici, uzman, bürokrat ve hizmetli ihtiyacına yol açmaktadır. Kapitalist gelişmeye, memur sayısında görece bir artışın eşlik ettiği görülmektedir. Uzmanlara ve memurlara duyulan bu ihtiyaç, onları proletarya karşısında ayrıcalıklı bir konuma getirir. Ancak kapitalizm bununla yetinmez. Bir yönüyle, kafa emeği ile kol emeğini, devlet memuru ile işçiyi karşı karşıya getiren ve birincilere aynalık tanıyan burjuvazi, diğer yandan da, uzmanları sanatçıyı, bilim adamını, memuru, aydını “işçileştirir”, ücretli hizmetkârları durumuna sokar. Bunu iki türlü yapar. Bir yandan bütün üretim araçları ve üretim nesneleri üzerinde sermayesi ile sınırsız egemenliğini kurar, yalnızca fabrikalarda değil, okullar, bilim ve kültür kuruluşları, laboratuarlar, gazete ve matbaalar vb. zihinsel üretim alanının da üzerinde bir tekel oluşturur. İkinci olarak ise, buralarda ihtiyacının da üzerinde “okumuş hizmetkâr” yetiştirerek, hem bunlar arasından en işine yararlarını seçip kullanır, hem de tıpkı proletaryaya yaptığı gibi, sürekli bir “okumuş işsizler ordusu” ile onları kendilerine daha iyi ve daha ucuza hizmet etmeye zorlar. Öğretmen, sağlıkçı, maliye çalışanları, çeşitli devlet ve özel sektör hizmetlileri, bir yandan düşük ücretler ve geçim sıkıntıları ile diğer yandan ise gerici baskılar, sürgün ve kıyımlarla birlikte yaşam savaşı verirler. Aydınların büyük bir kesimi özgürce üretememe ve düşüncelerini açıkça ifade edememenin sıkıntısı ile bunalırlar. Bilim adamları, aç kalmamak için istedikleri alanlarda değil, “işveren”lerinin istedikleri alanda “bilimsel” çalışma yapmak, zorunda bırakılırlar. Sanat ve bilim, özgürleşme ve insanlığa hizmet alanından çıkar. Böylesi bir dünyada, aydınlar ve bilim adamları sanatçılar arasından birçok demokratik tepki ve muhalefet kapitalizme karşı yükselir. Ancak yine de küçük-burjuva yaşam tarzı ve kapitalizmin kırıntıları ile sağlanan ayrıcalıklar sonucu, aydın kesiminde düzenle bağlarını sürdürme, ondan tümüyle kopamama eğilimini de sürekli diri tutar. Memurlar içinde proletaryaya en yakın kesimleri öğretmenler (özellikle ilk ve ortaöğrenimdekiler), sağlıkçılar gibi kesimler oluşturur. Bunlar, mülkiyet ilişkileri ve yaşam standartları bakımından hemen bütün ülkelerde burjuvaziden çok proletaryaya yakındırlar. Sadece demokrasi mücadelesinde değil, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde de saflarından kitlesel bir destek ve katılım yaratırlar. Aydın kesimin özel bir kesitini oluşturan öğrenci gençlik, kapitalizmin ufkunu karartması “diplomalı işsizler ordusu” yaratması ve gençliğe yalnızca karanlık bir gelecek ve çözümsüzlük vaat etmesiyle, muazzam bir “anti-kapitalist” potansiyeli bağrında taşır. Proletarya ve onun öncüsü olan komünistler bu muazzam potansiyeli devrim ve sosyalizm için özel bir örgütlenme içinde (Komünist gençlik örgütlenmesi) değerlendirir ve gençliğin enerjisini ve fedakârlığını saflarına emerler. Bu, sürekli diri ve savaşkan bir parti örgütü olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Memurların, yönetici ve bürokratların üst kesimleri, burjuvazi ve devlete daha yakın kesimleri oluştururlar. Bunlar, bulundukları iş alanlarında çoğu kez devletin (ve polisin) birer ajanı gibi de faaliyet gösterirler.
ULUSAL HAREKET İÇİN
Çokuluslu kapitalist devlet sınırlan içinde, gelişen ulusal hareket, devrimin ve proletarya hareketinin bir müttefiki olarak düşünülmelidir. Çünkü her iki hareket de kendisine hedef olarak kapitalist devleti dize getirmeyi almaktadır. Ulusların kaderlerini tayin hakkının tavizsiz savunucusu olan devrimci proletarya hareketi, diğer yandan ortak düşman olan kapitalist devlet karşı bütün proleterlerin tek bir proletarya partisinde, bütün ezilenlerin de birleşik bir cephe içinde omuz omuza savaşacakları örgütlülükleri yaratmaya çalışır. Devrimci proletarya hareketi ve komünistler, ulusların işgal, ilhak, soykırım ve asimilasyonlarla yok edilmek istendiği, buna karşın ulusal bir direniş ve ayaklanmanın başlatıldığı koşullarda ikiyüzlü burjuva aydınları gibi “ezen ulus milliyetçiliğine de ezilen ulus milliyetçiliğine de karşıyız” diyerek zorbalık ve katliamların alçakça gizlenmiş destekçileri olamazlar. Başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacağı bilinci ile proletarya, ulusların kardeşçe birliğine giden yolun ulusların özgürce kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmasından geçtiği ve ezen ulus burjuvazisine karşı anti-kapitalist ve anti-şovenist mücadeleyi yükselterek başarıya ulaşabileceğini, halkların gönüllü birliğine götüren başkaca bir yol olmadığını bilerek hareket eder. Ezilen ulusun ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki burjuva etkinlik ve eğilimlere karşı mücadele etme, ulusal harekete sınıf önderliğini taşıma, ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalizmin bir köprüsü haline getirme görevi ise ezilen ulusun proleterleri ve komünistlerinin tarihsel ödevidir.
***
Son olarak devrimci ittifak biçimleri üzerinde duralım. Her toplumsal sürecin kendine özgü nesnel koşulları, çoğu kez kendiliğinden ittifaklar ve eylem birliklerini yaratmaktadır. Devrimci ittifaklar denildiğinde ilk akla gelmesi gereken, işte bu nesnel koşullar üzerinde yükselen sınıfların ve onları temsil eden siyasal birlikler ve partilerin ittifaklarıdır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken şudur: İttifak sorununda esas alınması gereken, ortak sınıf düşmanlarına karşı, devrimden çıkarı olan sınıfların mevzilendirilmesidir. Sınıflar adına hareket ettiklerini söyleyen parti ya da grupların ittifakı ise, ancak bu gruplar gerçekten temsil ettiklerini iddia ettikleri sınıflarla asgari düzeyde de olsa bir bağ kurabilmiş olmaları ve sınıflar mücadelesinde belli bir yer işgal ediyor olabilmeleri koşullarında bir anlam ifade eder. Ayrıca sınıfların ittifakı her zaman partilerin ittifakını zorunlu kılmadığı gibi, çoğu kez her sınıfın doğrudan kendisini temsil eden partileri ile ittifak cephesinde yer almadığı da bilinen bir şeydir.
“Sınıfların “ittifakı” hiçbir zaman, ne suda bu güçlü partinin var olduğunu varsayar, ne de genellikle herhangi bir particiliği tanır. Bu, sınıf konusunun partiler konusuyla karıştırılması gibi bir şeydir. Söz konusu olan, sınıfların “ittifakı” asla ne var olan burjuva partilerinden birinin köylülüğe hâkim olması, ne de köylülüğün bağımsız, güçlü bir parti oluşturması demektir. Teorik olarak bu durum apaçıktır, çünkü birincisi, köylülük her hangi bir parti örgütlemeye özellikle az yatkındır, ikincisi ise, köylü partilerinin oluşturulması burjuva devrimleri içinde son derece güç ve uzun bir süreçtir, öyle ki, “güçlü ve bağımsız” bir parti, olsa olsa ancak devrim bitmek üzereyken doğabilir.” (Lenin, Yar Yay: Leninizm’in Düşmanı Troçkizm Derlemesi, 1976, S. 47)
Köylülüğün güçlü ve kitlesel bir örgütlenme ile işçi sınıfı ile uzun süreli ittifakının örneği olarak
Bulgaristan Çiftçi Birliği ile Komünist Partisinin ittifakı gösterilebilir. Arnavutluk devriminde ise proletarya dışında hiçbir sınıf devrime kendi sınıf partileri ile katılmamış, Arnavutluk köylülüğü, şehir küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvazi Arnavutluk Komünist Partisi önderliğinde ve ulusal kurtuluş cephesi içinde birleşerek işgalcilere ve yerli gericiliğe karşı savaşmışlardır. Her ülkenin tarihsel ve sosyal-sınıfsal evrimi, o ülkenin sınıfsal ve siyasal çözümlerini içinde barındırmaktadır. Her ülke devrimi kendi özgül yolundan zafere ulaşacaktır. Komünistlerin taktiklerini belirleyen de bu yüzden hazır devrim reçeteleri değil, nesnel sürecin somut siyasal tahlilleridir.
Devrimde hegemonya sorununa da değinerek yazımızı noktalayalım.
Hegemonya sorunu, sınıfların tarihsel rolleri yetenekleri ve örgütlülük düzeylerine bağlı olmakla birlikte, her zaman pratik düzlemde birebir eşleme ile karşılaşmıyoruz. Yani, proletarya ve partisinin, bütün tarihsel misyonuna ve çağa damgasını vuracak olan sınıf olma özelliğine rağmen, belirli tarihsel koşullarda ve birçok nesnel ve öznel neden ile önderlik görevini yeterince yapamadığı gözlenebilir. Birçok kez gözlenmiştir de. Kimse ben öncüyüm dediği için öncü olmaz ve salt bunu söylediği için kimse onun peşine takılmaz. Devrimde hegemonya sorunu da aynen bunun gibi, haklılık ve teorik doğruluk sorunu değil, pratiğin sorunudur.
Lenin’le bitirelim:
“Hegemonya fikrini bir gerçek haline getiren şey, bütün tutarsız (burjuva) demokratların tutarlı tek demokrat (proleter)larca desteklenmesidir. Hegemonyayı bir uzlaşma, karşılıklı anlaşma ve kelimelere dökülmüş bir mesele olarak gören tek grup küçük-burjuva madrabazlarıdır. Proleter görüş açısından bir savaşta hegemonya en enerjik çarpışana, düşmana darbe indirme fırsatını hiç kaçırmayana, söz ile eylemi birbirini tutana, yani demokratik güçlerin lideri olana, yarım kalmış her siyaseti eleştirene geçer.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 15)
Mart 1993