Ortadoğu’nun bin bir karmaşık bağla emperyalist planlara bağlanmış siyasal ortamında bir ulusal kurtuluş mücadelesine girişmiş bulunan PKK, Apo’nun “Silah Bırakma” olarak adlandırılan açıklamasıyla yeni ve denetlenmesi hayli güç bir belirsizlikler ortamına girmiş bulunuyor. Fakat belirsizlik, yalnızca PKK’nın günü ve geleceği ile sınırlı değildir; belirsizlik ve gerilim, bugün Ortadoğu’nun özellikle İran ve Irak üzerinde düğümlenen genel bunalımının da başlıca niteliğidir.
Ortadoğu’da herhangi bir devrimci hareketin, bölgede egemen devletler kadar emperyalistlerin çeşitli klik ve taraflarının da karıştığı bir sürece girmemesi ve attığı her ileri adımın yalnızca bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren sonuçlar doğurmaması mümkün değildir. Bu yüzden bugün PKK’nın geldiği nokta, yalnızca PKK’nın taktiklerinde bir değişme olarak değil, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, başlıca emperyalistlerin ve bölge devletlerinin son derece hareketli ve çatışmalı bir döneme hazırlanmalarıyla ilgili ve büyük ölçüde PKK’nın dışında gerçekleşen ilişkilerin sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu noktada devrimci bir hareketin diplomasi yolunu kullanırken ve taktiklerini seçerken başvuracağı ilkelerin ve kıstasların hatırlanması önem kazanıyor.
Bu yazımızda, genel bir durum analizi çerçevesinde PKK’nın son tavrını değerlendirmeye çalışacağız.
EMPERYALİZMİN SİLAHSIZLANDIRMA VE ENTEGRASYON POLİTİKASI VE PKK’NIN SON AÇIKLAMASI
1980 yılından itibaren, ulusal kurtuluşu savaşlarına karşı ABD’nin politikalarında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Carter zamanında başlayıp Reagan yönetimi sırasında geniş bir uygulama alanı bulan yeni taktik, “kirli araçlardan kurtulma ve güler-yüzle satın alma” olarak özetleniyordu. Buna göre, üç kıtadaki devrimci hareketlere ve ulusal kurtuluş savaşını başarıyla tamamlamış ülkelere karşı, bir yıkım ve şiddet politikasının yanı sıra, ağırlıklı olarak diplomatik ilişkileri geliştirme ve uzlaşma yolları açma çizgisi izlenmeye başlandı. Devrimci muhalefetin güçlü ve kamuoyu tepkisinin emperyalizm ve işbirlikçileri açısından tehlikeli boyutlarda olduğu belli başlı ülkelerde, faşist diktatörlüklere “barışçıl” bir biçimde “demokrasiye geçiş” planları önerilirken, diğer taraftan da, bu plan çerçevesinde devrimci hareketler silahsızlandırılmış ve “demokratik platforma” çekilmişlerdir. Genellikle, teşhir ve tecrit ölmüş kişisel diktatörlüklerin yerine, emperyalizmle uyumlu bir işbirliğini yürütebilecek ve halk nezdinde görece itibar sahibi olan sosyal demokrat yönetimler getirilmiş, böylece, aynı anda, silahlı devrim hareketlerinin kitle tabanı daraltılmış, gerilla hareketinin ajitasyon değeri olan hedefleri küçültülürken, silahsızlanma koşuluyla “siyasal çözüm” yolları açık tutulmuştur. ABD ve diğer emperyalistler, “yeni sömürgecilik” siyasetinde, önemli bir aşama yaparak, bastıramadıkları veya yenilgiye uğratamadıkları ulusal kurtuluş savaşlarını da sistem içine alma ve kapitalizm sınırları içinde kaldığı sürece, bu hareketleri meşru görme ve bir biçimde onlarla uzlaşma yoluna girmişlerdir. En gelişmiş halini Nikaragua’da bulan bu yeni politika, zafere ulaşmış ulusal devrimlerin, süreç içinde ABD müttefiki ya da bağımlısı “bağımsız ve demokratik” ülkelere dönüşebileceği öngörüsüne dayanmaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı önderliğinden yoksun olan ve sosyalizme yönelmeyen ulusal kurtuluş hareketlerinin, emperyalizm için tehlike teşkil etmeyeceği gerçeğinden hareketle, milliyetçi hareketlere karşı daha “esnek” bir tutum benimsenmiştir.
Kuşkusuz, bu süreçlerin niteliğini, devrim önderliğinin sınıf karakteri kadar belirleyen ve etkileyen bir başka faktör yoktur. Söz konusu devrimin sınıf niteliği, diğer bütün etkenlerden daha güçlü bir biçimde, emperyalistlerin bölgeye ve devrimin gelişme eğilimlerine müdahale biçimini belirlemektedir.
Bölge devletlerinin ve emperyalizmin tutumu, devrimin bir proleter devrimi olarak gelinmesi karşısında farklı, burjuva karakterde olması karşısında farklı olmakta, emperyalizm, ulusal kurtuluş cephesi içinde burjuva-uzlaşmacı eğilimlerin hâkim hale gelmesi için çaba harcamakta, taraf tutmaktadır.
Günümüz koşullarında, bölge devletlerinin ve emperyalistlerin tutumu, sistem içi imkânların önünü açmak, belirlenmiş karşılıklı menfaatler çerçevesini netleştirmek ve geleceğe dönük planları fazla riske sokmayan bir gelişme olasılığının rahatlığı içinde yürütmek olacaktır.
Kuşkusuz, bu gelişmede, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerini doğal müttefiki olarak gören bir proleter devrimi süreciyle paralel gelişmiyor olmasının da payı vardır. Proletarya devrimlerinin güçlü bir tehdit oluşturmadığı ve ulusal kurtuluş savaşlarına ilham vermekten uzak kaldığı bir dönemde, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva-kapitalist sınırlar içinde kalması, kendi içlerinde de proleter eğilimlerin zayıflaması kolaylaşmıştır.
Filipinler, El Salvador, Şili, Brezilya, vb. ülkeler, geçtiğimiz on yıl içinde, teşhir olmuş faşist diktatörlüklerin yerine “yeni ve demokratik çehreli yönetimlerin” getirilmesi, silahlı devrimci örgütlerin ise, genel af, legalleşme imkânlarının sağlanması vs. yoluyla “demokratik platformlara” çekilip etkisizleştirilmesi taktiklerinin uygulandığı ülkeler olmuşlardır.
Buna paralel olarak, bütün dünyada, isyancı hareketlere ve silahlı örgütlere yardım eden devletlere karşı değişik biçimlerde darbeler vurulmuş, bir bakıma emperyalizm yeryüzünde şiddet kullanma ‘tekeli’ni ele geçirme savaşı vererek bunu büyük ölçüde kazanmıştır: Libya, Irak, Suriye, Küba, Cezayir, her biri değişik biçimlerde vurulmuş, etkisizleştirilmiş ve şiddeti başlıca politik araç olarak kullanan birçok örgüt, kendilerini değişik çıkarlar uğruna destekleyen bu ülkelerin yardımından mahrum bırakılmıştır.
Aynı zamanda, değişik bölgelerdeki en gerici devletler, görece kendi adlarına davranma eğilimi gösterenlerin, ya da devrimci olanların üzerine sürülmüş, başlıca direnme odakları ve muhalefet kaynakları kurutulmaya çalışılmıştır. Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Angola ve Mozambik’e saldırıları, İsrail’in Lübnan’ı işgali (Suriye ve FKÖ’nün yenilmesi, prestij ve güven kaybetmesi. ABD planlarının parçası haline gelmesi), gibi. Böylece hegemonya savaşında, ABD, bütün tarihi içinde en yüksek düzeye ulaşmış bulunmaktadır.
ABD’nin güncel hedefi Ortadoğu’dur. Yukarıda özetlediğimiz genel strateji bakımından Ortadoğu, yeterince işlenmiş ve gözetilen hedeflere tam olarak ulaşılmış olmaktan uzaktır. Ortadoğu, halen çetin problemlerle yüklüdür ve ABD emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” kavramı ekseninde yapmak istediklerine karşı pürüzler ve engeller vardır. Bu aşamada, geçen sayımızda “İran Problemi?” başlıklı yazımızda incelendiği üzere, özel hedef İran’dır. Bu özel hedefin “altyapısını, Irak’taki düzenlemeler ve Türkiye’nin kendisine verilecek rolü üstlenmeye hazırlanması gibi yan problemler oluşturmaktadır.
Bu açıdan bakılınca, PKK’nın “geçici ve tek taraflı” ateşkes ilanının aslında emperyalist hazırlıklar cümlesinin ayrıntıya ilişkin bir parçası olarak anlam kazandığı söylenebilir. Üzerinde ayrıca durulması gereken güncel durum şudur: Başta ABD olmak üzere, bölgeye ilişkin olarak kapsamlı ve uzun vadeli hesapları olan başlıca emperyalist güçlerin, şu anda kaybedecek fazla zamanlan yoktur. Bir başka deyişle, Ortadoğu işleri bakımından, ABD’nin stabilizasyon sorununu hızla çözmesi gerekmektedir. Son iki yıldır bölgede tam bir “tek kutupluluk” rahatlığı yaşayan ABD, Rusya Federasyonu’ndaki son gelişmeleri (“Komünistlerin” yeniden iktidara gelme olasılığını) dikkate alarak, Irak’ın bölünmesini kesinleştirmek, Suriye’yi kesin olarak kendi tarafına çekerek İsrail’i bölgede daha rahat hareket edecek bir konuma getirmek ve İran hakkındaki planlarını uygulamaya sokmak için elini çabuk tutmak istiyor. Türkiye’nin Kürt sorununa, Özal’ın ifade ettiği biçimde acil, kalıcı ve “geniş açılı” bir çözüm getirmesi gereği, bu zaman sıkışması içinde öne çıkmış bulunuyor.
ABD’nin Kürt politikasının Ortadoğu’daki iki sözcüsü durumunda bulunan Özal ve Talabani’nin, PKK’nın son tavrında en etkili rolde bulunuyor olması, kararın PKK’nın mücadeleye ilişkin tercihlerinden ve devrimci bir politikaya dayanan bir diplomasinin gereklerinden değil, emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmaktan kaynaklandığını söyleyebilmek için zemin hazırlıyor.
Bununla birlikte, gerek Kürt ulusal uyanış ve mücadelesinin boyutları, özellikle de bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal hayatı üzerindeki son derece önemli etkisi ve gerekse PKK’nın bu olay içindeki belirleyici rolü göz önünde tutulunca, büyük dünya karmaşası içinde bir ayrıntı teşkil eden bu karar, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde ve bölgedeki diğer devrimci hareketler üzerinde, önemli sonuçlar doğuracak olan bir dönemeci temsil etmektedir.
TEK TARAFLI ATEŞKES KARARININ İLK SONUÇLARI VE MUHTEMEL GELİŞMELER
Şu anda, Newroz kutlamalarıyla birlikte elde edilen ilk izlenimler, PKK’nın açıklamasının “barış ve silah bırakma” olarak anlaşıldığı ve bunun da genel olarak halkın geri eğilimlerine denk düşen bir “rahatlama” yarattığı yolundadır. Açıklama, bütün Kürt reformistleri, Kürt burjuva klikleri ve uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından coşkuyla karşılanmış, “barışçı siyasal muhalefet” çizgisi ve buna paralel reform paketi, bir anda güç kazanmış ve öne çıkmıştır. Bu gerileme, Çekiç Güç destekçisi Kemal Burkay’ın da, Apo’yla imzalanan resmi protokol aracılığıyla Özal-Talabani kombinezonunun unsuru olarak sürece sokulmasıyla iyice pekişmiştir. Aynı şekilde, Türk gericiliği de, “konuyu hassasiyet ve ciddiyetle ele almak” gerektiğinden dem vurmaya, fırsatı değerlendirmek için çaba göstermek için çağrılar çıkarmaya başlamıştır. “İspanya tipi çözüm” umudan belirtilmiş, hatta Apo’ya bir parlamenter olarak bakabilmenin alıştırmaları dahi yapılabilmiştir. Açıkçası, Apo’ya, eğer kendisi sistem içi çözümlere yönelirse, sistemin kendisini reddetmeyeceğine dair açık senetler verilebilmiştir. PKK önderi ise, bütün bu gülünçlükleri ciddiye alarak, “Önce federasyon fikrine bir alışsınlar, Federe bir mecliste milletvekili olabilirim” diyebilmiştir.
Olayın sansasyonel görüntüsü, içeriğin üzerini örtmüştür. Gerçekten, bunca gürültü bir yana itilerek, son kararın nasıl bir taktik ve hangi dayanakları kullanan bir diplomasi olduğu açıkça ve devrimci tarzda tartışılmalıdır.
Öcalan, basına yaptığı çeşitli açıklamalar içinde, “yorgunluk”, “kan ve şiddetin yol açtığı tahribat” gibi kavramlara yer vererek, geri ve yılgınlık ifade eden eğilimi genelleştirmiş ve tutumunun başlıca gerekçesi olarak böyle bir moral- gerilemenin yansımasına yol açmıştır. Bu bir üslup hatası olmaktan çok, PKK önderliğinin başka (din, sosyalizm, milliyetçilik gibi) konularda da kendisini gösteren “geri eğilimlere göre ideoloji ve politika oluşturma” genel çizgisinin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bu, genel emperyalist ilişkiler zinciri içinde yer tutmak özelliğinin yanı sıra, bir ikinci geriliktir.
Özetle söylenecek olursa, emperyalist sıkıştırma ve halkın geri eğilimleri tarafından belirlenen bu “taktik” ve bunun uygulanmasına ilişkin diplomasi yollarının Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilerletici bir katkısının olabileceğini söyleyebilmek, son derece safça bir iyi niyete ya da açıkça işbirlikçiliğe denk düşecektir. Şu andan itibaren, PKK, Özgürlük Dünyası’nın çeşitli yazılarında birçok defa belirtilen bir sürecin çetin girdabına girmiş bulunmaktadır. Bu girdap, artık PKK’nın olduğu kadar, Kürt halkının da geleceğini kesin bir biçimde belirleyecek olan siyasal sınıf mücadelesi sürecidir. Önümüzdeki günlerin getireceği gelişmeler, PKK’yı siyasal bakımdan ciddi bir hesaplaşmaya sürükleyecek ve bu Kürt halk hareketinin sınıfsal bakımdan netleşmesi sürecine denk düşecektir.
KÜRT ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ ÖNDERLİĞİNİN BELİRSİZLİKLERİ
PKK, bağımsız ve demokratik bir Kürdistan sloganından, federasyona kadar değişen çeşitli stratejik sloganları, değişen taktik hedefler gibi ileri sürmüş, bu da yalnızca halkın savaşa katılma ve kararlılıkla bir hedefe doğru yürüme azminin önüne engel oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda, PKK’nın kendi içinde tutarlı ve kararlı politikalar belirlemesini de imkânsız kılmıştır. Sonuçta, bölge üzerinde tam bir kararlılıkla plan yapan tarafın, yani emperyalizmin genel hedefleriyle çakışan bir yola girmekten kaçılamamıştır.
Geçmişte, her ulusal kurtuluş hareketi, Asya, Afrika ya da Latin Amerika’da, kendisini bir biçimde ama mutlak bir surette sosyalizm hedefiyle tanımlardı. Bu, gerçekte, ulusal kurtuluş hareketlerinin başında bulunan örgütlerin ve liderlerin kişisel tercihlerinden ziyade, emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyordu ve dünyadaki genel eğilim tarafından destekleniyordu. PKK’nın pragmatist önderliği, sınıf karakterinin esas olarak yoksul köylülük ve kent küçük burjuvazisi (esnaf ve aydınlar) tarafından belirlendiği koşullarda, dünyadaki sosyalizm aleyhtarı gelişmelerden de derinlemesine etkilenerek, sosyalizmi ancak tartışmak için telaffuz etmiştir. Değil kapitalizme karşı mücadele şiarları, feodal ağalık kurumuna karşı mücadele bile, PKK için “lüks” sayılmıştır.
Marksizm-Leninizm hakkındaki her parlak söz, ideolojik tercihler ve günlük politikalar tarafından iptal edilmiştir.
Şu anda gelinen noktada, diplomasinin, devrimci bir araç olarak değil, bir uzlaşmalar zincirinin örülmesine götüren yolu döşemek için kullanılmasının kaynağında da bu yatmaktadır.
DEVRİMCİ BİR DİPLOMASİNİN İLKELERİ VE KAYNAKLARI
Devrimci kurtuluş hareketinin, diplomasi silahını kullanmaksızın gelişmesini beklemek, savaşın bölge devletleriyle ya da emperyalistlerle zaman zaman uzlaşmalar, anlaşmalar yapılmaksızın yürütülebileceğini ummak tamamen hayalciliktir.
Ama burada önemli olan, nasıl ve ne için bir diplomasi sorusunun “Bolşevik tarzda” cevaplandırılmasıdır. Mücadelenin bir devrimle taçlanmasının bir zorunluluk olarak görüldüğü her durumda, başka yol yoktur. Ama devrim yerine reformcu uzlaşmalar yolu seçilmişse, mücadelenin nihai biçimi, sistem içinde bir yer olarak baştan kabul edilmişse, “Bolşevik tarzının” da gereği ve önemi yoktur.
-Kökleri İşçi Sınıfında Olan Bir Kararlılık
Bu ilke, basitçe anlaşıldığında, her türden uzlaşmanın reddi sonucu çıkarılabilir. Oysa temel anlamı, işçi sınıfının nihai hedeflerini gözeten bir taktikler dizisini, uzlaşmaları da içermek üzere, hayata geçirebilmektir. Bunun için ilk koşul, işçi sınıfının da, burjuvazi kadar silahlanabilmiş olması, bir başka deyişle silahı elde tutuyor olmasıdır. 1924 yılında Lenin, uluslararası durumu özetleyen bir konuşmasında şunları söylüyordu: “Bugün, egemenlik için elde silah açıkça mücadele eden güçler arasında -yani bir yanda burjuva toplumu, uluslararası burjuvazi; öbür yanda ise Sovyetler Birliği arasında- belirli bir denge, tartışma götürmez bir biçimde kurulmuş bulunmaktadır.”
“Bugün biz, açık ve seçik bir biçimde çizilmiş bir yol üzerinde bulunuyoruz. Başarımızı bütün dünya hükümetlerine, her ne kadar bunlardan bir kısmı hâlâ bizimle aynı masaya oturmak istemediklerini gevelemekle iseler de kabul ettirdik. Onlar geveleyedursun, ekonomik İlişkilerin ardı sıra diplomatik ilişkiler de kurulacaktır. Bu zorunluluğa karşı çıkan her devlet olayların gerisinde kalma ve belli birtakım temel noktalarda dezavantajlı duruma düşme tehlikesini göze alıyor demektir.”
Burada, diplomatik ilişkilerin merkezinde bulunan başlıca öge, Sovyetler Birliği’nin kendi politik ve ideolojik tutumundan, geleceğe ilişkin başlıca hedeflerinden hiç bir ödün vermeksizin, kendisiyle ilişkinin zorunluluğunu kabul ettirmiş olmasıdır. Öyle ki, bu ilişki, Sovyetler Birliği’nin değişmesiyle, kendisini burjuvazi tarafından kabul edilir bir duruma sokmasıyla değil, aksine, burjuva hükümetlerin onun varlığını kabul etmek zorunda kalmaları, bir anlamda onların “değişmesi” üzerine inşa edilmektedir. Lenin’in kendine olan güveninin kaynağında ise, İç Savaş’tan zaferle çıkmış işçi sınıfının temsilcisi olmak, bir askeri basanlar dizisinin üzerinde konuşuyor olmak vardır.
-İlkelerde Ödün Vermeyen Bir Esneklik
Kesin bir sınıf karakteri üzerinde inşa edilen diplomasinin temel ilkelerini devrim ve sosyalizm davasının sürekliliği oluşturur. Atılan her adımın, özel olarak ülke işçi sınıfının, genel olarak da dünya proletaryasının çıkarlarını gözetmesi, ya da en azından bu çıkarlara kalıcı ve giderilemez zararlar vermeyecek biçimde atılması gerekmektedir. Kuşkusuz ortada bir anlaşma varsa, bunun karşı tarafın çıkarlarını da içeriyor olması kaçınılmazdır. Devrimci sosyalist diplomasi, karşı tarafın sağlayacağı avantajlarla, proletaryanın verebilecekleri arasında bir denge bulunmasını ve karşı tarafın elde edeceklerinin de proletaryanın çıkarları hanesine yazılabilmesini özenle gözetmiştir.
Stalin, Amerikalı işçilere yaptığı bir konuşmada bu konuyu şöyle ele almıştı:
“Çeşitli alet ve aygıtlar, ham maddeler ve örneğin metalürjide yarı mamul ürünler gereklidir bize; kapitalistler de mallarına pazar bulma amacındadırlar. İşte size kusursuz bir anlaşma zemini. … Diplomatik ilişkiler alanına ilişkin olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz rahatça. Biz barış politikası gülmekteyiz ve burjuva devletlerle karşılıklı saldırmazlık paktları imzalamaya hazırız. … Cenova Konferansı sırasında bütün dünyaya açıkça bildirdiğimiz bir konu üzerinde, sürekli orduların hepten dağıtılması konusu üzerinde arlık ısrar etmeksizin, bir genel silahsızlanma anlaşması yapmaya hazır bulunuyoruz. İşte size, bu kez de diplomatik alanda bir anlaşma zemini.”
Sovyet Cumhuriyetinin temel talebi, bütün devletlerin ordularının tümüyle dağıtılması iken, bunun güncel bir talep olmaktan çıkartılarak, yerine tamamen pratik ve uygulanabilir, bir genel silahsızlanma anlaşmasının geçirilmesi, ilkelerden ödün verilmeksizin bir anlaşma zeminin açılmasına önemli bir örnek olarak bugün de değerini koruyor.
– Anlaşmalarda Burjuvazinin Çelişkilerinden Yararlanmayı ve Ayrışmaları Derinleştirmeyi Gözetmek:
Eğer devrimci bir örgüt (parti, ordu, devlet vb.) burjuvaziyle yaptığı anlaşmalarda, kendi varlığını güçlendirecek, karşı tarafın çelişkilerini derinleştirecek ve saflarını karıştıracak özellikler yaratamıyor, aksine kendi safları karışıyor, kendi iç çelişkileri büyüyor ve derinleşiyorsa, bu türden bir “diplomasi” devrimci değildir. Karşı tarafın güçlenmesine, kendisinin güç kaybetmesine yol açan böyle bir uzlaşmanın, eninde sonunda teslimiyete yol açacağını söylemek kehanet olmaz.
Almanya’da bir proleter devrimin beklendiği dönemde, Sovyet Diplomasisi, hem sosyalist devletin çıkarlarını hem de Alman devriminin gelişmesinin çıkarlarını dikkate alan bir plan uygulamaya çalışmıştır. Böylece hem Avrupa’da süre-giden istikrarsızlıktan azami ölçüde korunmak, hem de Alman devrimine yönelecek bir uluslararası bastırma girişiminin önüne engel koymak isteniyordu. Sovyet diplomasisi, tek başına bunu başarabilme koşullarını bulamadı. Ama Alman devriminin yenilgisinin Sovyetler Birliğinin de yok edilmesi sonucuna dönüşmesini ve ekonomik ve siyasi bunalımın yarattığı tahribatın Sovyetler Birliği’ne yansımasını önledi. Bunu, Burjuva hükümetlerle, ayrı ayrı anlaşmalar imzalamayı deneyerek, birleşik ve tek programlı bir burjuva cephesinin doğmasını önleyerek başardı.
Son PKK açıklamasının başlattığı süreç, özellikle bu ilke açısından tümüyle ters sonuçlar doğurmuş görünmektedir. “Ateşkes”, karşı tarafın saflarını değil, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin saflarını karıştırmıştır. Diğer yandan, aynı döneme rastlayan anlaşma protokolleri, karşı-devrim saflarında bir bölünmeye dayanmamış, aksine, PKK’nın bu saflar içinde kendisinin kabul edilebilir olmaya çalışmasını ifade etmiştir. ABD cephesinin unsurları olan Talabani, Barzani, Burkay, Özal kombinezonu güçlenirken, PKK, bunun içinde kendisine yer bulmaya girişmiştir.
Bundan daha vahimi, PKK, kendisinin esas gücü olan halk kitlelerini bu kombinezonun politikalarına yöneltmiş, kendi temel varlığını, karşı tarafın oyununa sokmuştur.
PKK’nın silah kullanma alanını daraltması, Hizbullah’a karşı eylemleri durduracağını açıklamasıyla başladı. Çeşitli yayın sokanlarında, önce “Hizbul-kontra” ile “Hizbullah” arasında ayrım bulunduğunun yazılmasıyla başlayan “mütareke girişimi”, bu, bölge çapındaki faşist-dinci örgütün düşman listesinden silinmesiyle sonuçlandı. Bu olay, PKK’nın çatışma alanlarını daraltma taktiği olarak değerlendirildi: bugün gelinen noktada, olayın gerçekte genel olarak gerilimi düşürme ve silahlı eylem alanını tasfiye etme sürecinin başlangıcını oluşturduğu söylenebilir, Bu girişimin de, devrimci diplomasi açısından herhangi bir kazanç sağlamadığı açıktır. Aksine, Kürdistan’daki karşı-devrimci odakların güç kazanmasına, kitle tabanını genişletmesine ve devletin etkinliğinin artmasına yol açtığı görülebiliyor.
SONUÇ
PKK, Newroz öncesi yaptığı açıklamada, tek taraflı “Ateşkes”in, bir süre için geçerli olduğunu da eklemişti. Şu andaki veriler, bu kararın geçici ya da sürekli olmasının önemli olmadığını, telaffuz edilen “bırakma”nın, genel çerçevesinin Ortadoğu’nun özel koşullarıyla ve özellikle de ABD politikalarıyla ilgili olduğunu gösteriyor,
Bu aşamada, Kürt halk kitlelerinin durumuyla PKK’nın mücadele yolu hakkındaki tercihleri arasında bir uyum bulunup bulunmadığını tespit etmek önem kazanmaktadır. Son Newroz kutlamalarında görülen farklı eğilimler, Kürt halk yığınları içinde, biri uzlaşmayı arayan ve devlet ve ekonomi sistemi içinde kendisine bir yer istemekten öte talebi bulunmayan mülk sahibi sınıflarla bunların temsilcilerinin oluşturduğu; diğeri ise devrim, bağımsızlık ve sosyalizm kavramlarını kavgalarının bayrağına yazmış bulunan Kürt yoksul emekçileri ve gençlerinin oluşturduğu iki ana eğilim bulunduğunu açığa çıkarmıştır,
Türk basını, siyasi partileri ve hükümet temsilcileri, birinci kesimin tümüyle Kürt halkının eğilimini temsil ettiği ve PKK’nın bu eğilime teslim olduğu izlenimini yaymaya özel önem vermişlerdir. Newroz’un “barış içinde ve şenliklerle kutlanan geleneksel bir gün” olması, “siyasete alet edilmemesi” gibi tanımlar, bu kesimin tercihidir ve devletin beklentilerine uygun düşmektedir.
Newroz’u her şeye rağmen, sloganlarla, bayraklarla, savaş çağrılarıyla kutlayanlar, yani “Ateşkes”i “silah bırakma” olarak değil, devam edecek olan mücadelenin bir ara evresi olarak görmek isteyenler, kendi hedeflerini emperyalistlerin amaçlarından ayırt etmesini de bilecek olanlardır.
Nisan 1993