Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın TKP içinde, teorik ve ideolojik bir muhalefeti temsil eden ve strateji-taktik konularında ayrıntılı öneriler ve görüşler içeren toplu yazıları, “YOL” genel başlığı altında toplanmıştı. “YOL”, hem partiye, izlemesi gereken genel çizgi önerisi anlamına geliyordu, hem de “devrimin yolu” deyimine bir göndermeydi.
Yazımızın bu bölümünde, “YOL”un, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı, pratik siyasi hayatında götürdüğü son noktayı inceleyeceğiz.
Teoride savunulan pek çok doğru, önerilerin içeriğinde bulunan devrimci öğeler, bir dönem için muhalefet konumunda bulunurken ileri sürülen taktik ve stratejik atılım talepleri, eninde sonunda kendilerinin pratikte sınanacakları bir zamana kadar görünüşte taşıdıkları devrimciliği koruyabilirler. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, kendi içlerinde de önemli zaaflar taşıyan öneri ve eleştirileri bir ölçüde içerdikleri devrimci özellikleri ve işçi sınıfını esas almaya özen gösteren tavrım gitgide kaybetmiş ve sonunda, genel ve sistemli TKP revizyonizminin sınırları içinde bu sistemin bir parçası haline gelerek, kendine özgülüğünü de kaybedip proletaryanın eylemini ve komünizmin hedeflerini esas almayan bir küçük burjuva darbeciliğine dönüşmüştür.
Bu noktadan geriye doğru gidildiğinde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ulaştığı siyasi sonuçların geçmişteki teorik çalışmalarında ve eleştirilerinde de kendisini gösteren ve genel içerikleri bakımından Marksist sınıf mücadelesi teorisine aykırı tespitlerinde temellerini bulduğunu görebiliriz. Bu tespitlerin ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sınıf mücadelesi teorisi karşısındaki durumunun açığa çıktığı alan, doğrudan doğruya devlet ve onun kurumları karsısında takındığı teorik ve pratik tutumdur.
KIVILCIMLI’NIN TEORİK ANALİZİNDE TÜRK ORDUSUNUN YERİ
Hiç kuşkusuz, bugün Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı, hayatının son günlerindeki eğilimleri ve eylemleri bakımından değerlendirirken, özellikle o günün koşullarında taşıdığı ruh halini göz önünde tutmak zorunludur.
Ömrünün son günlerinde, tuttuğu güncesine şunları yazıyor:
“Gece her yarım saatte bir kıvrandırıcı ağrılarla uyanıp sabaha dek taşındım. … Dayanılmaz ağrılar her şeyi unutturuyor. Ne zalim hastalıkmış bu kanser? … Onun kötümserliği altında intiharı bile düşündüğüm oluyor. Başkalarının ve kendimin başına bela olacağıma, sükunetle çeker giderim şu dünyadan. …”
“TKP kanseri, ondan beter çıktı… Bu politik kanserimiz, bütün kanamalarıyla savaşı yavaşlatmış ve en sonra bugünkü soysuzlaşmaya dayanmıştır.”
Gerek kendi militan hayatıyla, gerekse bütün ömrünü uğruna hizmetle geçirmeye çalıştığı Partisinin iç hayatıyla olan hesaplaşmasını sürdürürken, bir yandan da, o anda ne yapması gerektiğini tartışır. Bu arada, ömrünün son on gününde, gerek fiziksel olarak, gerekse ruhsal bakımdan, yukarıdaki satırlarına da yansıyan büyük bir yıkıntı ve umutsuzluk içinde bulunduğu bir sırada, Berlin’den iki mektup yazar,
Mektuplarından biri, idam cezası istemiyle yargılanmak üzere kendisi hakkında tevkif müzekkeresi çıkarmış bulunan Sıkıyönetim Mahkemesinedir.
Kıvılcımlı, mektubunda, Türkiye’den kaçmadığını, kendisine yurt dışına çıkış izni verilmediği için Halit Aksungur adına düzenlenmiş kimlikle tedavi görmek için yurtdışına çıktığını, Türk Ordusunun adaletine hesap vermekten kaçınmayacağını, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne teslim olmak istediğini, bunun için dönüş hazırlıklarını sürdürdüğünü ve hastalığının kendisine bir parça ayakta kalabilme izni vermesini beklediğini yazıyordu.
Bütün polis işkencelerinden alnının akıyla çıkmakla haklı olarak övünen, uzlaşmazlığı ve kavgacılığı ile TKP kadroları içinde nam salmış bulunan bu yaşlı militanın siyasi hayatının, maddi hayatından önce son bulmasına yol açan bu teslimiyet mektubu, Türk basınında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm haberiyle birlikte yayınlandı.
İkinci mektup ise, Brejnev’e, 30 Eylül 1971 tarihinde yazılmıştır. Kendisinin “Sosyalist ülkelere” sokulmayışını protesto ve şikâyet eden bu mektubuna açık ve pratik bir cevap alarak, “Sosyalist Blok”un bütün ülkelerinden, kendi deyimiyle, “kapı dışarı edilmiş” ve sonunda Yugoslavya’ya sığınmış, orada 11 Ekim 1971’de ölmüştür. Hemen hemen aynı anda, biri bütün ömrü boyunca mücadele ettiği sosyalist ideallerin kalbi olarak gördüğü Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Sekreterine, diğeri de mücadelesinin hedefinde duran burjuvazinin devletinin bir kurumuna, iki mektup…
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya bu trajik sonu hazırlayan tarihi ve siyasi nesnel süreçlerin yanında, kendi teorik ürününün de rolü bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye’nin siyasi tarihinde darbelerin yeri Ye anlamını, Türkiye solu, ilk kez 12 Mart sonrasında ciddi olarak tartıştı ve geçmişe oranla, askeri darbeler karşısında daha net bir tavır geliştirmek için 12 Eylül zulmünün kendisine sunduğu geniş malzemeden yararlanabildi.
Bu iki tecrübeyi göz önünde tutan siyasi değerlendirmeler açısından, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın mektubu, ilk elde ve soyut olarak açık bir teslimiyet mektubu olarak görünecektir. Fakat Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın genel teorik yaklaşımı göz önünde tutulduğunda, onun, Brejnev’den adalet isterken taşıdığı açıklık ve içtenlikle, Türk ordusundan da adalet isteyebileceği görülecektir. Böylece, söz konusu mektup, siyasi ahlak bakımından yargılamaya konu olacak bir belge olmaktan çok, bir teorik yaklaşımın ulaştığı son nokta olarak anlam kazanacaktır.
“İKİNCİ KUVAYI MİLIİYECİLİĞİMİZ”
27 Mayıs Askeri Darbesi, Dr.Hikmet Kıvılcımlı için, İkinci Kurtuluş Savaşı’na uzanan bir yoldu. (Bkz: 27 Mayıs, Yön’ün Yönü, Devletçiliğimiz, s.80) Ya da; “27 Mayıs, geleneksel ilmiyemizin (üniversitenin) yaptığı bilimsel ve gidimsel kışkırtma üzerine, seyfiyemizin (ordumuzun) kılıcını ortaya atmasıydı.” (agy)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bunların yanı sıra, özellikle 27 Mayıs sonrasında bir tür solculuk işareti olmaya başlayan “devletçilik” savunusunu yapanlara karşı, kavramın sınıf içeriğini açıklar ve eleştirirken, devlet ve sınıf hâkimiyeti ilişkisi üzerinde Marksizm’in temel ilkelerini ve tezlerini de savunur: “Devrimin birinci sorunu, şu ya da bu doktrin ya da parola değil, iktidar sorunudur. İktidar kişi işi de değildir. İktidardaki Kişi, hangi sosyal sınıf eğilimindeyse, devlet de, devletçilik de tüm o sosyal sınıfın egemenlik aracı olur.” (age s. 80) “Sosyal sınıf pusulasını şaşıran kimsenin siyasetten konu açması, dilinin altında bir şey saklamıyorsa, iflah olmaz toyluğun sırıtmasıdır.
“Modern toplumun kapitalist üretim temel üzerinde başlıca sosyal sınıflar: 1- Kapitalist sınıfı, 2- İşçi sınıfıdır.” (age. s.95) Kıvılcımlı, gerek Yön dergisi etrafında etkinlik gösteren, gerekse genel olarak 27 Mayıs’ın “ilericiliği” hakkında kanı yerleştiren çevrelere karşı kendi konumunu açıklamaya çalışırken, daima bu kıstasları öne sürer. Devletçi sosyalizm” sloganıyla politika yapan “ilericiliği” eleştirirken, Marksizm’in temel tezlerine dayanır. Bu biraz da, onlarla aynı kavram cephaneliğini kullanıyor olmasından kaynaklanan bir kaygının ürünüdür. Örneğin, Yön dergisi, “İkinci Kurtuluş Savaşı”ndan söz etmektedir, Kıvılcımlı da; Yön dergisi “Kuvayı milliye seferberliği” sloganını kullanmaktadır, Kıvılcımlı ise, Vatan Partisi tüzüğünde, “Mübarek İktisadi Kuvayı Milliye seferberliği” terimini kullanmıştır. O, bu benzerliği, kendisi tarafından konulmuş ilkelerin tahrif edilmesi çabası olarak görür ve “devletçi sosyalistlerin bu slogan ve terimleri kullanmasının, “düşünce ve davranışları bulandırmak” amacına dönük olduğunu söyler.
Fakat, gerçekte Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu kavramlara verdiği içerik, ya da o dönemde yaşanan olaylara yakıştırdığı yorum, Marksizm’le ne kadar uyuşmaktadır? Kendisinin Özenle vurgulamaya çalıştığı farklılık, gerçekten var mıdır? “Devletçi Sosyalistler”le kendi görüşleri arasına köklü ve sınıf farklılığı olarak açıklanabilecek ciddi bir karşıtlık var mıdır?
Hikmet Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs değerlendirmelerinde, bir bakıma “hayıflanma” denilebilecek bir saptama önemli yer tutmaktadır. Ona göre, eğer darbeci subaylar, işçi sınıfına dayansalardı veya başlıca destekçileri olarak bu sınıfı gözeten bir politika izleselerdi, 27 Mayıs, sosyalizm yolunda ilerleyebilir, en azından bir demokratik devrim karakteri kazanabilirdi!
“Devrimci, Kendisine Sırça saraylar kurup çevresini yedi kat polis ve silahlı adamlarla sararak da sağ kalır, çarıksızlarla bir arada yasayarak, kalk sevgisinden örülmüş zırhlar içinde de… Ancak kendi ülküsüne en elverişli sosyal sınıfı seçmek, Hasan Sabbah’ın Kan Kalesi içinde nefsini güvence altına almaktan çok daha garantilidir. Kişi için garantili olmasa bile, dava için garantilidir.
“27 Mayıs, bu noktada yanılmıştır.
…
“11 Mayıs devrimcileri, sabah namazından sonra kimseyi sokağa çıkartmayacaklarına, halka güvenebilir, çarıklı köylünün yanına gitmenin bütün yollarını açabilirlerdi.
“Hırpani işçilerin örgütlerini, Amerika’dan, milyon sağlayan sendika gangsterlerinden kurtarabilirlerdi. Ekonomik kurtuluş savasının manivelası gibi kullanabilirlerdi. Rızkını zor çıkaran küçük memuru, aydını, sermayeye haraç vermek üzere tasarruf bonosu ile yaralamayabilirlerdi.”
İşte, “Yön”cülüğe yöneltilen bütün eleştirilerin, devletçilik üzerine tekrarlanın duran Marksist önermelerin hepsinin bir yana atıldığı, unutulduğu, geçersiz kılındığı nokta burasıdır. Dr. H. Kıvılcımlı, sınıf pusulası, derlet ve devrim teorisi, gibi “şaşmaz devrimci doğruları”, bir kenara bırakarak, 27 Mayıs askeri darbesini gerçekleştiren subaylardan, demokratik bir halk devriminin gerçekleştirebileceği bir programın uygulanmasını bekleyebilmekte, bunun koşulu olarak da, darbeci ordunun “çarıklı köylülere, hırpani işçilere” dayanmayı seçmesinin yeterli olacağını düşünmektedir.
Bu nokta, aynı zamanda, onun değişik teorik ve pratik yanlama kargı mücadele ettiği TKP’nin ve ömrünün sonunda derin açmazlarını keyfetmeye başladığı Sovyet revizyonizminin temel tezleriyle buluştuğu noktadır. O, bir yandan, o dönemde bütün Ortadoğu, Afrika ve Asya Ülkeleri İçin SSCB-KP’nin yaygınlaştırdığı “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin kılavuzluğunda bu sonuçlara ulaşmaktadır, diğer yandan, bizzat kendisine ait olan “Tarih tezinin sonuçlarını dile getirmektedir.
27 MAYIS GERÇEĞİ
Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı döneminde, özellikle 1957 yılından sonra, ağır bir siyasi ve ekonomik baskı altına alınan halk yığınlarının muhalefeti, esas olarak İsmet İnönü’nün liderliğini yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi ekseninde toparlanmıştı. “Tek Parti, Tek Şef’ faşizminin bütün anılarının halk hafızasında canlılığını korumasına karşın, DP döneminde de faşizmin temel ekonomik ve siyasal pratiğinde değişen bir şeyin olmaması, üstelik bu uygulamaların İsmet İnönü’yü şahsen de hedef alan bir “açık diktatörlük” görüntüsü kazanması, DP iktidarına karşı CHP önderliğindeki muhalefetin kitleselleşmesine, kitle gösterileriyle dile getirilmesine zemin hazırlamış, vesile teşkil etmişti. Elbette, gerek muhalefetin içeriği gerekse bu muhalefete biçim ve yön veren siyasal hareketin genel karakteri ve sınıfsal özü, DP’nin uyguladığı politikaların içeriğinden, DP’nin genel karakterinden ve sınıfsal özünden farklı değildi. Komprador tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının egemen olduğu Parti yapıları ve bütün pratik politikalarıyla, bu iki parti, birbirinin tamamen aynısı olarak şekillenmişti. Bir farkla ki, CHP, “Kurtuluş Savaşını yöneten ve devleti kuran parti” olmak gibi, devlet bürokrasisi içinde en etkili ve güçlü olma konumunu sürdürürken, DP, “sivil iktidar” görünümünü taşıyordu. Her iki parti de, Amerikan emperyalizmine bağlılıkta ve komünizm düşmanlığında bir diğerinden geride kalmıyor, işçi sınıfı ve köylülüğe karşı politikaların yaratılması ve uygulanmasında aralarında hiç bir fark bulunmuyordu.
DP iktidarı döneminde, enflasyonist ekonomi politikasının sonucu olarak, “köylünün ve işçinin cebi para gördü” propagandasını görünüşte haklı çıkaracak bir genel durum yaşanmış, yollar, limanlar, barajlar gibi üretim araçlarına yapılan yatırımlarda artış görülmüştür. Bu iki gelişme, emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin gerçekleştirilebilmesi için zorunlu olan ekonomik politikaların sonucuydu. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan emperyalizmi ile girişilen ilişkilerin yeni ve çok yüksek boyutu, hangi parti siyasi iktidarı elinde tutuyor olursa olsun, aynı yolu izlemeyi zorunlu kılıyordu. Bu politikaların görünüşte sağladığı “ekonomik kalkınma” izlenimi, DP ve onun başbakanı Adnan Menderes için, geniş halk yığınlarında sempati doğmasına yol açmıştır. Ne var ki, izlenen ekonomi politikasının görece kısa bir vadede yol açtığı refah aldanması sona ermiş ve derin bir yoksullaşma süreci başlamıştı. Buna karşı gelişen muhalefetin siyasal ifade kazanmasının önüne geçmeyi amaçlayan uygulamalar, bu arada şiddetli anti-komünizm, örgütlenme yasağı, basın üzerindeki şiddetli sansür, genel bir “hürriyet mücadelesi” kavramını da beraberinde geliştiriyordu. Bu noktada, CHP uygulanan yasaklamaların başlıca hedefi gibi görünme şansını da kullanarak, “Hürriyet mücadelesinin önderi” imajına sahip çıktı. Aynı dönemde, ağır illegalite koşullarında mücadeleyi ilerletemeyen ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle “beyanname dağıtma-tevkifat-beyanname dağıtma-tevkifat döngüsü”nden ötesini başaramayan TKP, Doğu Almanya’dan yayın yapan “Bizim Radyo” dışında sesini duyuramıyor, örgütlü bir sınıf mücadelesinin gereklerinin hiç birini yapmıyordu. “Bizim Radyo”nun yayınları ise, sınıf mücadelesinin örgütlü gücünün bir parçası halinde sürdürülmediği için, eninde sonunda CHP’nin propagandasına dönüşüyor, CHP’nin muhalefetinin güçlendirilmesine hizmet ediyordu.
Ekonomik ve siyasi bunalımı kendi siyasal hedefleriyle birleştirmeye başlayan CHP’nin kapatılmak istenmesi ve TBMM’de buna ilişkin bir soruşturma komisyonunun kurularak çalışmaya başlaması, CHP’nin kendi arkasında toplanan bütün muhalefeti eyleme sürüklemesine yol açtı. Bu dönemde, özellikle üniversite gençliğinin enerjisini ve muhalif niteliğini harekete geçirme başarısı, genel olarak kamuoyunda, bütün ülkenin ve halkın DP iktidarına karşı ayaklanma içinde olduğu görüntüsünü güçlendirdi.
27 Mayıs darbesi, bir yandan bu hareketliliği kendileri için bir çıkış noktası olarak gören ve bütün programları soyut olarak “vatanı kurtarmak” diye özetlenebilen ve aslında iktidarı DP’den alıp CHP’ye devretmekten ibaret olan genç subayların girişimi ile başlamış, esas olarak bu görüntüden korkuya kapılan emperyalizmin planlarının gerçekleştiği bir “devlet operasyonu” olarak devam edip nitelik kazanmıştır.
Bu operasyonunun başlıca iki hedefi vardır: Birincisi, kontrolden çıkmakta olan işçi ve halk muhalefetini sistemin kanalları içine oturtmak, bunun için belli bir “demokratikleşme” programı uygulayarak sendikal örgütlenme ve grev hakkının tanınması da dahil işçilere “nefes alma yollarını açmak”; ikincisi ordu içinde baş veren eğilimleri denetim altına alarak, örnekleri Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde görülen ve esas olarak Sovyetler Birliği’nin hegemonyasının yayılmasına yarayan “ilerici askeri darbeler” zincirinin yeni bir halka kazanmasını önlemek.
Bir devlet ve emperyalizm operasyonu olarak 27 Mayıs, bu bakımdan kendi gerici/karşı-devrimci hedefleri doğrultusunda başarılı olmuştur; ama yer aldığı tarihsel kesit ve bir halk muhalefetinin dalgası önünde gerçekleşmiş olmasının sonuçları, emperyalizm ve tekelci burjuvazi açısından uzun vadeli problemler de yaratmıştır. Bu operasyon, kendi başlıca hedeflerine doğru ilerlerken, her şeyden önce, halk muhalefetinin başlıca şiarlarını “resmen kabul etmiş” görünmekten de kaçınamazdı. Bu yüzden, 27 Mayıs Anayasası denilen siyasi belge, “halkla yapılmış bir uzlaşma” gibi görünür. Toprak reformu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, toplusözleşmeli-grevli sendikaların kurulması, DP iktidarına karşı ayağa kalkan yığınların başlıca talepleriydi ve DP’ye karşı yapılan bir hareketin bu talepleri görmezlikten gelmesi imkânı yoktu. Bu taleplerin Anayasa düzeyinde ifade edilebilmiş olması da, 27 Mayıs’a verilen aydın desteğinin bir sonucuydu. DP iktidarı ile üniversiteler arasında meydana gelen kopukluk ve karşıtlık, “Özerk Üniversite” sloganı altında birleşen üniversitelere, başlıca Anayasa Profesörlerine “Anayasa’yı yapma yetkisi” verilmesini kolaylaştırmıştır. Bu da, üniversite öğrencilerinin mücadelesinde sloganlaşan kimi taleplerin Anayasa’ya girmesinin kapısını açmıştır. Ne var ki, söz konusu Anayasa, daima bir gösteriş belgesi olarak kalmış, özellikle “demokratik hak ve özgürlükler getirdiği” söylenen maddeleri, Türk Ceza Kanunu’nun pratik işlerliğe sahip ve hiç de göstermelik olmayan gücüyle geçersiz kılınmıştır. Ancak, söz konusu hak ve özgürlüklerin göstermelik de olsa anayasa düzeyinde ifade edilmiş olmaları, egemen sınıflar açısından, Devletin temel niteliği hakkında daima rahatsızlık yaratan bir çelişmeyi ifade etmiş, egemen sınıflar ve yüksek devlet bürokrasisi, 1961 Anayasası’nın değiştirilmesi talebini daima gündemde tutmuş, bunu başarmak için de iki askeri darbenin, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin gücünden yararlanmıştır.
27 Mayıs Anayasası’na “ilerici ve demokratik” görünümünü veren, onun ortaya çıkışında rol oynayan halk kitlelerinin muhalefet şiarlarının Anayasa’ya yansımış olmasıdır. Ne var ki, Anayasa’da yer alan bu maddeler, hiç bir zaman devletin esas karakterinde demokratikleşme yönünde bir değişikliğe karşılık düşmemiş, aksine, 27 Mayıs Anayasasının, devlet örgütlenme şemasında o zamana kadar yer almayan bazı yeni faşist kurumların oluşturulmasına ve devlet mekanizmasının yönetilen kitleler aleyhine pekiştirilmesine zemin hazırlayan yönleri, daima en geniş ve etkili biçimde hayata geçirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, Çift Meclisli Parlamento (“Okumuşlar meclisi”- Senato), gibi, burjuva demokratik seçim ilkesinin dahi sonuçlarını ortadan kaldıran kurumlar, Ordu’nun darbe yapma hakkı bulunduğunu açıkça ifade eden Giriş Bölümü, faşist diktatörlüğün biçimsel eksikliklerinin giderilmesi yönünde açık katkılar getirmiş, sonraki darbelerin burjuva siyaset zemininde meşruiyet kazanmasını kolaylaştırmıştır.
Bütün bu özellikler, özellikle DP dönemi faşizminin ağır baskısından kurtulma duygusu içindeki yığınlar ve aydınlar tarafından görülememiş, daha çok görünürde sağlanmış bulunan hak ve özgürlüklerin, 27 Mayıs darbesinin karakteri olarak algılanmasına yol açmıştır. Örneğin, grev ve lokavt yasasının çıkışında, grev hakkı için yıllardır mücadele eden ve sonunda yüz binlerce katılımla büyük Saraçhane gösterisini gerçekleştiren işçi sınıfının gücü ve etkisi görülmemiş, aynı zamanda bu yasanın burjuvaziye lokavt saldırısı için hak tanıdığı göz ardı edilmiş ve bu yasanın yapılması ve Anayasa’ya dayandırılması, başlıca bir “27 Mayıs hareketinin getirdiği demokratik kazanç”, “Ordunun öncülük ettiği ilerici adım” olarak değerlendirilerek olumlanmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da, bütün teorik çalışmasında dilinden düşürmediği “işçi sınıfı” kavramının, bu konuyu ele alışta bir işe yaramadığı görülecektir. Ona göre, 27 Mayıs “ilericiliğinin” başlıca sebebi “Ordu”nun “tarihsel gelenekleri”dir. O, Anayasa’nın “hak ve özgürlükler getiren” maddelerinin arkasında, halkın ve işçi
sınıfının baskısının yarattığı gerilemeyi değil, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin “tarihsel geleneklerini” görmektedir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı açısından Ordunun 27 Mayıs’taki “ilerici” rolü, rastlantısal ve geçici bir özellik değildir. 12 Mart Askeri darbesinden hemen önceki bir dönemde yayınlanan “Halk Savaşının Planları” adlı kitabında, bu görüşünü şöyle ifade etmektedir:
“Türkiye tarihinde hemen her devrim, ordu tarafından yapılmıştır.”
“Ordu: hep düzenlice ileri devrimci aksiyon vurucu gücü olmuştur ve olmaktadır.”
“Ortada, geri ülkelerin ekonomik ve sosyal gidişimde çıkmaza girmiş sınıf ilişki-çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp zembereğinden boşandıran bir gerçek Vurucu Güç vardır.
“Bu vurucu güç, Türkiye’nin yakın tarihinde, olumlu modern gelişim yönünde etkin oldu ve oluyor. Bir avuç finans-kapital kodamanı, Antika tefeci bezirgân sınıfı ile el ele verip memleketi korkunç bir sömürü ile satmaya kalkıştı mıydı, vurucu güçlerimiz halk’tan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor. O zaman, Finans-Kapital+Tefeci Bezirgan ittifakı tezine karşı gelenekçil ileri vurucu güçlerin halkla ittifakı anti-tezi gerçekleşiyor.” (age. s. 187)
Kolayca görülebileceği gibi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Ordu’yu, “Finans-kapital, tefeci bezirgân” ittifakı olarak gördüğü egemen sınıfların dışında, hatta karşısında görmektedir. Öyle ki, ordu, egemen sınıfların karşısında olmakla da kalmıyor, bu karşı duruşu, “balkın yanında” yer alarak pekiştiriyor! Bizim, yani halkın, “vurucu gücümüz” oluyor!
Silahlı Kuvvetlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihinde tuttuğu yer, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle açık olarak görülmüş, bu tarihi dönemeçlerden sonra, Türkiye’de hemen hemen hiç kimse, “Ordunun ilerici rolü, halktan yanalığı” gibi teorileri ileri sürmeye cesaret edememiştir. Ne var ki, özellikle DP faşizmine karşı yükselen halk muhalefetinin “doğal müttefiki” gibi görünen 27 Mayıs askeri darbesinin sonrasında, bir yandan da halkın ve işçi sınıfının gücüne inançsızlıktan kaynaklanan aydınca bir yaklaşımla, ordunun toplumsal hayattaki yeri ve konumu üzerine yanıltıcı ve yanlış pek çok görüş, Marksizm’in sınıf mücadelesi teorisi ve devlet teorisi ile çelişip çelişmediğine bakılmasızın, “sosyalistler” ve “komünistler” tarafından da ileri sürülebilmiştir. Bu görüşlerin özellikle TKP geleneğinden gelen aydınlarca ileri sürülmesinde, halkın ve işçi sınıfının hareketine güvenmek ve onun üzerine hesap yapmaktan çok, egemen sınıflar arasındaki çelişmelere ve egemen sınıf kliklerinden birine bel bağlama alışkanlığının rolü belirleyicidir. Bu anlayış, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yukarıda aktardığımız sözlerine açık bir biçimde yansımaktadır. Her şeyden önce, Dr. H. Kıvılcımlı, sınıf mücadelesinin sonuçlarından ve bu mücadeleye yol açan kapitalist çelişkilerin dönüştürücü gücünden emin değildir. Tarihin ilerleyişini, nesnel-maddi süreçlerin ilerleyişi haline getiren bu hareket, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın analizinde, bir “vurucu güç” hareketine indirgenmektedir. Dolayısıyla, sosyal hareketin ve sınıflar çelişkisinin tarihsel zorunluluklardan doğduğu gerçeği bir yana itilmekte, yukarıdan bir askeri darbe ile çözülecek bir sorun olarak görülmektedir. Yukarıda aktardığımız değerlendirme de bunun bir sonucudur: “27 Mayıs devrimcileri, sabah namazından sonra kimseyi sokağa çıkartmayacaklarına, halka güvenebilir, çarıklı köylünün yanına gitmenin bütün yollarını açabilirlerdi.
“Hırpani işçilerin örgütlerini, Amerika’dan, milyon sağlayan sendika gangsterlerinden kurtarabilirlerdi. Ekonomik kurtuluş savaşının manivelası gibi kullanabilirlerdi. Rızkını zor çıkaran küçük memuru, aydını, sermayeye haraç vermek üzere tasarruf bonosu ile yaralamayabilirlerdi.”
Kuşkusuz, buradaki tespit, “vurucu güç” kavramıyla da çelişmektedir. Eğer ordu, gerçekten halkın vurucu gücüyse, neden bir de ayrıca halkın yanına gitmesi için özel bir politikayla donanması gereksin? Dr. Hikmet Kıvılcımlının askeri hareketin, bir “ekonomik kurtuluş savaşı” başlatmak istediğinden emin olduğunu görüyoruz. Ama ordu, bu hareketi halk adına yaptığını bilmemektedir! Kıvılcımlı, bu noktada, orduya aslında kendisinin halkın vurucu gücü olduğunu anlatmayı misyon edinmektedir.
Bir başka yerde, Dr. H. Kıvılcımlı, ordunun bir sosyal sınıf olmadığını ama sosyal devrimlerde vurucu güç olarak rol oynayacağını söyler. Böylece, bir yandan, devlet örgütünün bir parçası, giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumu olan ordu, gerçekten olduğu gibi gösterilir: bir sosyal sınıf değildir. Ama Kıvılcımlı, bunu özel bir amaçla söyler: gerçekte bir sosyal sınıf olmayış özelliği, sınıflardan bağımsızlık anlamı kazanır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ordunun bir sosyal sınıf olmadığı gerçeğinden, onun sınıfların dışında ve üstünde bir yerde durduğu sonucunu çıkarır. Ama öte yandan, bir sosyal devrimin vurucu gücü olarak mutlak bir rolle donatılır. Bunun nedenini, Dr. Hikmet şöyle açıklar: “Türkiye’ye Osmanlı göreneklerinden kalma en önemli ve en orijinal gerçekliğimizdir bu.”
Ordu, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarından yıkılışına kadar geçen altı yüz yıl boyunca, bu geleneğe göre yaşamış, Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da bu özelliği değişmemiş, geçen elli yıl boyunca gene o ilk niteliklerinin devamı olarak yaşamıştır!
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ordunun ve kurum olarak devletin egemen sınıflarla ilişkisine dair Leninist teoriyi bilmez değildir. Fakat buna rağmen, bu kadar ağır bir gafı yapabilmektedir. Çünkü Dr. Hikmet Kıvılcımlı için belirleyici olan, Marksizm-Leninizm’in temel tezleri ve teorisi değildir. O, kendi geliştirdiği tarih yorumunu ve tarih tezini bunlardan daha belirleyici görmektedir.
“TARİH, DEVRİM, SOSYALİZM”DE SINIFSIZ DEVLET, SINIF MÜCADELESİZ TARİH
Dr. H. Kıvılcımlı’nın temel eseri, “Tarih Devrim ve Sosyalizm”, onun cezaevinde geçirdiği yılların en önemli ürünlerinden birisidir. Bu eser, Türkiye gerçeğini anlamak, Türkiye’ye özgü devrim yolunu tespit etmek ve gündelik politikalara ışık tutmak üzere düşünülmüş bir “başlangıç tezleri” toplamıdır. Gerek partinin iç işleyişine, gerekse taktik ve strateji sorunlarına ilişkin bütün tartışmalarda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın mantığını, çıkış noktasını ve iddialarının odaklaştığı noktayı tayin eden, bu eserde ileri sürmüş olduğu tezlerdir. Eser, evrenin oluşumunu, güneş sisteminin ve bu sistem içinde dünyanın oluşumunu özetleyen ve özellikle de yeryüzünün jeolojik evrimini belirli “devrim aşamalarıyla” açıklamaya yönelen uzunca bir bölümle başlar.
Daha sonraki bölümlerde, yeryüzünün oluşumu ile toplumların oluşum ve gelişim süreçleri arasında yapılacak analojiler için bu bölüm giriş özelliği taşımaktadır. Daha sonra, vahşet çağı ve barbarlık üzerine ileri sürülecek olan tezler, yeryüzünün oluşumuyla benzerlikler içinde anlatılacaktır.
Kitabın konumuz bakımından en önemli bölümü, barbarlık döneminde, toplumsal örgütlenmenin esasını teşkil eden “askeri demokrasinin ve Barbarlık çağında yaşayan toplumların sahip olduğu ahlâkın incelendiği bölümdür, Bu noktada, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, aslında Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde incelediği bir olguyu, tarihten derlediği örneklerle kaleme almanın ötesine geçmiş değildir.
Orijinal tez ve yandaşlarınca “Marksizm’e katkı” olarak reklam edilen teze göre ise, köleci devletler ve uygarlıklar, kendi iç çelişmeleri sonucunda değil, dış bir güç oluşturan barbar yığınları tarafından yıkılırlar. Barbarlar, böylece tarihte devrimci bir rol oynarlar. Barbar örgütlenmesi, devletin var olduğu, ama sınıfların ve baskının bulunmadığı bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Toplumda tam bir barış hüküm sürmektedir, devletin ordusu, kendisini halk için feda etmeye hazır bir kuruluştur ve aslında halkın kendisinden başka bir şey değildir. Padişah da, ordu gibi, halkın emrindedir. (Tarih, Devrim, Sosyalizm, s.185-37)
Barbalığa yapılan bu övgüler, bu toplumsal örgütlenme biçiminin bazı özelliklerinin abartılmasına dayanır. Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti ordularına yakıştırılan devrimci gelenek de, bu abartılmış özelliklerin temel karakteristikler gibi gösterilmesine dayandırılır.
Bu bir yana, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşuna esas teşkil eden kurumlaşmalar da, barbarlık özelliklerinin bir devamı değildin Osmanlı İmparatorluğuna giden süreçte, göçebe özellikleri ve barbarlık döneminin özellikleri çoktan yitirilmiş bulunuyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bütün bilimsel eğitimine, Marksizm’le olan ilişkisine rağmen, Namık Kemal’in “Cihangirane bir devlet yarattık bir aşiretten” şeklindeki mısraında ifade edilen içi boş övünmeyi doğru kabul etmiş gibidir.
OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNE TEZLER:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyete dayanmıyordu ve dolayısıyla bu mülkiyetin yaratabileceği sınıflardan ve sınıf çatışmalarından da uzaktaydı. Bu sözler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yalnızca barbarlık dönemine ilişkin olarak olumlu özellikler bulup yüceltmekle kalmadığını, kıtalararası bir imparatorluk olarak örgütlenen Osmanlı devletinin de, yüceltilmesi-ne kadar uzandığını göstermektedir.
Gerçekte Osmanlı İmparatorluğu, çağındaki bütün diğer imparatorluklar gibi, üretim ve yönetim işlevlerinin sınıflara bölünmüş toplumsal yapılar üzerinde gerçekleştiği bir siyasal örgütlenmeydi. Bu imparatorluk, daha kuruluş aşamasında, her şeyden önce, yakın iktisadi ve siyasi ilişkiler içinde bulunduğu Bizans İmparatorluğu’nun temel kuruluş biçimlerinden etkilenmiş, toprak üzerinde özel mülkiyetin gelişmesine, toplumun feodalleşmesine, feodal ilişkiler üzerinde keskinleşen sınıf çatışmalarının derinleşmesine karşılık düşen bir kuruluş süreci geçirmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süre içindeki değişmeler ve gelişmeler bir yana, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna zemin hazırlayan daha başlangıçtaki ilişkiler bile, yeterince sınıf karşıtlığı içeriyordu. Osmanlı Devletinin büyümesi ve sınırlarını genişletmesi, aynı zamanda devletin temel nizamının, yani merkezi feodalitenin, gelişip güçlenmesi anlamına geliyordu.
Bu kuruluş, aynı zamanda, bir hanedanın etrafında şekillenmiş bulunan yönetici sınıfın, silah tekelini de elinde tuttuğu, bir DEVLET organizasyonudur. Silah tekelini İfade eden kuruluş ise, doğrudan doğruya “ORDU”dur. Dolayısıyla, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir halk ordusu olarak tahayyül ettiği bu kurum, bir devlet olarak örgütlenmenin temel mantığı gereği, bir sınıf çatışmasının ürünü olarak anlam bulmuş ve halka-halklara karşı bir ezme ve sömürü organı halinde gelişmiştir. Osmanlı ordusunun, bu haliyle göçebe toplum savaşçılığının, “askeri demokrasi” geleneğinin bir devamı olduğunu kabul etmeye imkân yoktur. Çünkü göçebe toplumlarda ve onun siyasi biçimi olan askeri demokraside, topluluğun tümü, kadınlar dâhil, silahlanmış durumdadır. Bu tür topluluklarda, silahsız birey, ancak cezalandırılmış ve tecrit edilmiş bir topluluk üyesidir, ya da çocuk veya yaşlıdır. Halkın tümünün silahlı olduğu bu toplum biçiminde, silah tekelinin belli bir zümre ya da sınıfın örgütlü gücün elinde olması söz konusu değildir. Ordu ile halk aynıdır. Dolayısıyla, ordunun gelenekleri ile halkın gelenekleri arasında, ordunun çıkarlarıyla halkın çıkarları arasında herhangi bir farklılaşma bulunamaz. Oysa Osmanlı toplumunda, halk ve ordu arasında, tam ve kesin bir kopuş bulunuyordu ve Osmanlı ordusu, kurumlaşmış sınıf egemenliğinin bir aracı olarak rol oynuyordu.
En azından, Osmanlı devletinin göçebe Türkmen topluluklarına karşı açtığı savaş, bu kurumla göçebe toplulukların gelenekleri ve kurumlarıyla Osmanlı imparatorluğunun kurumları ve gelenekleri arasında bir uçurum bulunduğunu görmeye yetebilir. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diye haykıran göçebe Türkmen Dadaloğlu’nun, kendisine düşman gördüğü padişah, herhalde, göçebe geleneklerini sürdüren bir padişah değildi.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, söz konusu çalışmasını TKP yönetici kadrolarına tartışmak üzere sunduğu zaman, Parti Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’den, “Eyvah, Dr. Hikmet yoksa Nazi teorisine mi kayıyor? Aman dikkat!” gibi bir tepki aldığını anlatmaktadır. (Bkz. “Kim Suçlamış? s.27) Gerçekten de, bu tezin sonucunda varılabilecek noktalardan birine, Alman Nazizmi, kendi içinde varmış bulunuyordu. Nazizm, Alman ordusunun, Germen kabile savaşçılarının devamı olduğunu ileri sürüyor, efsanevi barbar savaşçılarıyla kendi mekanize tümenleri arasında bir gelenek bağı kuruyordu. Şefik Hüsnü, belki de Doktor’un sürekli muhalif konumundan hareket ederek, tezlere karşı olumsuz tavır takınmıştır; ama sonuçta tespiti büyük ölçüde haklı endişeleri ifade etmektedir.
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ORDUSUNA GENEL YAKLAŞIM
Kıvılcımlı’nın Osmanlı Devlet kuruluşu ve bunun sınıf ilişkileri bakımından yeri hakkında söyledikleriyle bu devlete ait ordu kurumu hakkındaki analizi birbiriyle tutarlıdır. Gerçekten eğer Osmanlı devleti, “Fatih’in son çağına dek”, sınıf ayrılıklarının bir ürünü değilse, ordu da sınıflar-üstü bir konumda bulunacaktır. Bu tez, yanlış olmakla birlikte, kendi içinde mantıksal bakımdan tutarsız değildir.
Ne var ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı toplumunun daha sonraki dönemleri ve Cumhuriyet dönemi için ordunun toplumsal konumunu belirlerken, aynı ölçüyü kullanmaz. Osmanlı İmparatorluğu, bir dönemden sonra, onun için “derebeyi devlet”tir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, devletin burjuvazinin, “finans-kapital ve tefeci bezirgân ittifakının” devleti olduğunu söyler. Bu devletin, işçi sınıfının ve emekçi halkın üzerinde bir baskı aygıtı olduğunu açıkça belirtir. Bizzat Kendisi, keskin sınıf mücadelesi ortamında boy vermiş bir partinin militanı olarak yaşamakta, sınıf mücadelesi ortamında, kendi görüşünce, proletaryanın safında çarpışmaktadır. Devlet, Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, artık “sınıfları lafla değil, fiilen kaldıran” dirlik düzeninin devleti değildir. “Devlet, kıskıvrak, finans kapitale bağlıydı.” (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, s. 60.) O halde, bu devletin kurumlarından sınıflar mücadelesinde herhangi bir biçimde, genel olarak halktan yana olmak bir yana, tarafsızlık beklemek bile, tutarlı olmayacaktır. Ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu durumda bile, devleti, gerçekte tarafsız olması gerekirken burjuvazi tarafından yolu saptırılmış bir kurum olarak değerlendirir. Ve özellikle de ordu, devletten ayrı özel bir kurum olarak ele alınır. “Çıkmaza girmiş devletin yapabileceği tek şey, sermayeyi silahla korumaktı. … İşçi sınıfına karşı silahlı kuvvetler yürütüldü.” (age. s. 60)
1960 yılı 27 Mayıs’ında ise, Dr. H. Kıvılcımlı için ordu, hangi sınıfa dayanarak devrim yapacağını bilemediği için yolunu şaşırmış bir devrimciler grubudur. Ona hangi sınıfla birleşmesi gerektiğinin anlatılması gerekir; değil mi ki, ordu, halka hizmet ve büyük reform yapmak istemektedir, ona, işçi sınıfıyla birleşmesi gerektiği gösterilirse eğer, “vurucu güç” olarak görevini yerine getirebilir: “Kendisine: gel kardeşim, sınıflı toplumun kişi olarak her insanı az çok aşağılık kompleksiyle hastadır. Burjuvalar da hastadırlar. Ama sosyal sınıf olarak davrandılar mı, birbirlerini kıracaklarına sınıf bilinciyle birleşirler ve toplumda kendilerine halka karşı yardımcı güçler ararlar ve bulurlar.
“Halk da, o sizin tasavvur ettiğiniz gibi yuvarlak ve her tanesi aynı bir yumurta yığını değildir. Halk içinde burjuvaziye karşı modern ve bilinçli olabilen bir sınıf vardır: işçi sınıfı.
“Eğer gerçekten ‘halka hizmet’ ve ‘büyük reform1 götürülecekse, o işçi sınıfının manivelasına sarılmaktan başka çıkar yol yoktur denilse, ne karşılık alınır?”
Kukusuz, Dr. H. Kıvılcımlı’nın umduğu cevap alınamazdı. O, bir bakıma, ordunun böyle bir çağrıyı kendisine ulaştıran, o bilinci kendisine götüren kişiye (partiye) “iyi ki söyledin, ben de bunu arıyordum” diyerek hemen peşinden gelebileceğine safça inanıyordu.
“Çağımızın zulme karşı çapı, atla deve değildir. ‘Mısırdaki sağır sultan’ (Binbaşı Abdünnasır) bile duymuştur. O Sosyalizmdir. Yeryüzünden, melun zalimi kaldırmanın adına, 19. yüzyıldan beri sosyalizm denmiştir.
“Sosyalizmin bilimi çoktan yapılmıştır. Ancak bizim ‘aslanlar’, işin bilimini derinleştirecek ne olanaklara ne zamana sahiptirler. Başkan yaptıkları Gürsel Paşa’ya: “Türkiye’ye bir sosyalist parti gereklidir’ dedirtebilmişlerdi. Kim yapacaktı bunu? Belli değildi.” (27 Mayıs… s. 144)
Öte yandan, aynı Gürsel Paşa, Türkiye çapında “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin fahri genel başkanı olarak konuşabiliyor, en gerici sloganları rahatça tekrarlıyordu. Dr. Hikmet’in bu çelişkileri doğru çözebilmesi için gerekli koşullar, bizzat kendi teorisi tarafından yok edilmiş bulunuyordu. Ancak belli bir devrimci sosyal sınıfın hareketinin üzerinde yükselir ve dolaysız olarak onun örgütlü mücadelesinin bir parçası halinde harekete katılırlarsa devrimci rol oynayabilecek olan ordudaki devrimci- demokrat, hatta komünist subayların tek tek varlığını, ordunun tümünün ve kurumsal özelliği sayan teori, on dan devrimci atılım beklemekten kurtulamazdı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, aynı sistemli hatayı, 12 Mart darbesi karşısında da tekrarladı. Kendisiyle ilişkide olan devrimci genç subayları, ordunun tümünü temsil ediyorlarmış gibi algıladı. Daha ötesi, onların devrimciliğini, sosyalizme yönelmiş olmalarını, ülke ve dünya koşullarıyla değil, ordunun devrimci bir geleneğe sahip olmasıyla açıklamaya girişti. Bu yüzden, 12 Mart Muhtırası verildiğinde, bu askeri darbe hareketini, burjuvazinin meclisi olarak gördüğü ve kendisinden herhangi ciddi bir çözüm doğmayacağına inandığı TBMM’ye karşı bir hareket olarak değerlendirdi ve destekledi.
KAPİTALİST OLMAYAN YOLDAN KALKINMA YOLU TEORİSİ
Doktor Hikmet’i yanıltan ikinci teorik etki, kaynağı Sovyet Revizyonizmi olan “Kapitalist Olmayan Yoldan Kalkınma” kavramı ekseninde formüle edilen genel tutum ve diplomasiydi. Sovyetler Birliği, Amerikan emperyalizminin kendisini güneyden İslam ülkeleri ile pekiştirilmiş bir gerici yönetimler kuşağı ile yalıtma çabasına karşılık, aynı coğrafya üzerinde, kendisine yakın rejimler kurmak üzere faaliyet gösteriyordu. Bir yandan, özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da, askeri darbeler planlıyor, krallıklara karşı yoğunlaşmış halk muhalefetini kendisine temel alacak yeni siyasal girişimleri yaratmaya çalışıyordu. Bu çabalarda ve girişimlerde, Sovyetler Birliği, geleneksel Komünist Partilere ve onların örgütleyebileceği sosyal muhalefet güçlerine, isçi sınıfına değil, ordu içindeki küçük rütbeli subay hareketlerine eğiliyor ve onlara destek yeriyor, yeni siyasi oluşumları bu güçler aracılığıyla oluşturmaya yöneliyordu. Genellikle, emperyalizmle olan bağlarını eski sömürge ilişkileri içinde oluşturulmuş bulunan kurumlar aracılığıyla sürdüren bu ülkelerde hâkim olan krallıklar, şahlıklar, şeyhlikler, halklarıyla kendileri arasında derin uçurumlar bulunan rejimler halinde çürüyorlar ve kendi içlerinden çıkacak “kurtarıcı” milliyetçi hareketlen tahrik ediyorlardı. İşbirlikçi yönetimlere karşı milliyetçi hareketlerin, emperyalistlerle ilişkileri tam olarak koparmadan ama esas olarak kendi sömürgecilerine karşı yürüttükleri mücadele, bu ülkelerde, genellikle ordu içindeki genç subayların önderliğinde ya da desteğinde gelişiyordu. Sovyetler Birliği, anti-sömürgeci, anti-emperyalist milliyetçi hareketleri, ABD’nin kendisine karşı kurmaya çalıştığı “Yeşil Kuşak”ı parçalamanın ve kendisine bir ölçüde bağlı rejimlerin kurulmasının aracı olarak değerlendirmek amacıyla, bu hareketlere ilişkin olarak bir de genel teori geliştirdi. “Kapitalist Olmayan Yoldan Kalkınma” denilen bu siyasal model, özellikle Ortadoğu’daki çeşitli Arap ülkelerindeki BAAS (BİRLEŞİK ARAP SOSYALİST PARTİSİ) hareketinde ifadesini bulan milliyetçi programları desteklemek ve Sovyetler Birliği’ne bağlı kılmak amacını güdüyordu. Sözde, bu yol “kapitalizmin sakıncalarından” arınmış, ama sosyalist de olmayan bir “ara biçim” öneriyordu. Ekonomide devletçiliğin ağır bastığı bir karma model uygulanacaktı, tarımda toprak reformu yapılacak, makineleşme ve sulama programları gerçekleştirilecek, sağlık, eğitim reformları başlatılacaktı. Bütün bunlar, genel bir “Üçüncü dünya kalkınma modeli” kavramı içinde sunuluyordu ve emperyalizmin, yeni-sömürgeciliğin uzun yıllar baskısı altında kalmış ülkeler için, özellikle bu ülkelerde fiili yönetimi henüz ellerine geçirmiş milli burjuvazi için çekici yönler taşıyordu.
Kuşkusuz, bu modelin “kapitalist olmayan” adını taşımasının gerçekle bir ilişkisi yoktu. Model, her bakımdan bir kapitalist programa dayanıyor, daha doğrusu, söz konusu ülkelerin az gelişmiş kapitalizmlerini geliştirmekten, milli burjuvalarını palazlandırmadan öte bir amaç taşımıyordu.
Askeri rejimler altında kapitalizm geliştirilirken, batılı emperyalistlerin siyasi ve ekonomik etkisini de sınırlamaya yönelik bu programın, esas olarak Sovyetler Birliği’nin siyasal etkisini güçlendirmek, kendisine yöneltilen kuşatmayı kırmak amaçlarını taşıdığı açıktır.
Sovyet ideologları, bu konuda art arda yayınlar yapmışlar, konuyu teorize etmişlerdir:
“Geri bir toplumda ordu, ulusu sağlamlaştırıcı bir unsur haline gelir. Özel durumunun bilincinde olan ordu, öncü ve tarihi görev taşıyıcı rolünü geliştirmeye başlar. Ondan sonra yüksek hakem ve bütün ulusun sembolü olarak sosyal sınıflar üstü tek güç olma görevini de üzerine alacağı ikinci aşamaya sadece bir adım kalır.”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu tezlerden beslenen görüşünü bir yazısında şöyle açıklıyordu:
“En gerici ordu bile, iktidara gelince, finans kapitali devletleştiriyor… iktidarda kalmak için ne yapacak? Nereden gelir temin edecek? İster istemez ilerici bir rol oynuyor… Dünya ve ülke şartları onları buna itiyor.”
TKP ve onun temel siyasi tezlerini hiç bir zaman komünizm esaslı bir eleştiriden geçirmemiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, 27 Mayıs Askeri darbesinden bu modele uygun sonuçlar bekledikleri, denetimleri altında olmayan bu hareketi kendi planları içine çekmeye çalıştıkları görülüyor.
Dr, Hikmet’in, 27 Mayıs’ın hemen ertesinde kaleme aldığı “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz- Ekonomik Kurtuluş Savaşımız” başlıklı broşürü tamamen bu hedefe yöneliktir ve herhangi bir programdan yoksun bulunduklarını düşündüğü darbecileri etkileyerek onları demokratik bir mevziiye çekme isteğini taşımaktadır. Fakat bunu yaparken, kendi temel görüşlerinden vazgeçmeyi, Marksizm-Leninizm’den kopmayı, işçi sınıfını ve emekçi halkı dışarıdan ve darbeler eliyle kurtarılacak bir yığın halinde düşünmeyi içine sindirmesi gerekmiştir.
SONUÇ
Ama bundan da trajik olanı, onun hayatının sonunda, bütün bu teorik çerçeveyle çelişmeyen, hatta bunun mantıksal sonucu diyebileceğimiz bir tavırla, Sıkıyönetim Komutanlığına bir teslimiyet mektubu yazmış olmasıdır. Onun tarih teziyle başlayıp, Sovyet Revizyonizminin “Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu” teorisinde kendisine genel bir pratik çerçeve bulan tarihsel uzlaşmacılığı, onun geçmişinde saygıyla anılmayı hak etmiş bütün mücadele anlarını karartmaya yetmiştir, örgütçülüğü, teorik birikimi ve verimi, direngen ve savaşçı kişiliği, bağından beri teorisinde karanlık bir leke gibi duran “Türk Ordusunun devrimci geleneği” kavramına kurban gitmiştir. Bu derslerle dolu büyük hayatın gösterdiği temel gerçek, herhalde şöyle özetlenebilir: Sınıf mücadelesinin uzun ve güçlüklerle dolu yolunda, ister bir parti olsun, isterse bir militan, büyük başarılar, direnişler ve kavgalar ve verimli bir teorik yaşam geçirmiş olsa da, tarihîn yangısı karşısında, bütün bunların ulaştığı en son noktayla anılırlar.
Bir devrimci, eninde sonunda, en güçlü ve en devrimci yanlan kadar değil, kırılmasının ve dağılmasının gerçekleştiği son nokta kadar, kendi en zayıf halkası kadar devrimcidir.
Haziran 1993