Uruguay’ın en büyük devrimci hareketi Tupamaro’nun önderlerinden M. Rosencof’un Türkiye’de bulunduğu süre içinde yaptığı basın toplantılarını izleyen ve söyleşilerine katılan Nuray Sancar ve Aydın Çubukçu’nun izlenimlerini sunuyoruz.
Uruguay’da yaklaşık yirmi yıl önce başlattığı gerilla mücadelesiyle adını duyuran Tupamaro örgütünün liderlerinden Maurucio Roşencof geçen ay Türkiye’ye geldi. İstanbul’da kaldığı yirmi gün zarfında; 1972’deki askeri darbeyle önderlerinin ve kadrolarının Uruguay’daki kışlalarda rehin olarak tutulmaları nedeniyle önemli bir darbe yiyerek faaliyetini durdurmak zorunda kalan hareketin 1985 yılındaki salıverilmelerden sonra başlatılan “reorganizasyon”unu ve Tupamaro’ların faşizmin zindanlarında geçirdikleri 13 yılın birikimini ve geçmiş mücadele deneylerini aktarmak için bir dizi toplantıya katıldı ve Türkiyeli devrimcilerle, görüş alışverişinde bulundu.
Yaptığı silahlı eylemlerle, cezaevi baskınları ve kitlesel firarlarla efsaneleşen hareket, adını, 1781 yılında Peru’da sömürgeciliğe karşı isyan başlatan İnka’lı halk önderi Tupac Amaru’dan aldı. Yüz yıl boyunca sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin simgesi olan Tupac Amaru, İspanyol sömürgecileri tarafından ele geçirildikten sonra yoğun işkencelerden geçirilmiş, Ağzından “Tanıdığım iki kişi var, biri siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum” yanıtından başka tek bir söz alamayan işkenceciler onun önce dilini kesmişler sonra da kollarından ve ayaklarından dört ayrı ata bağlayarak vücudunu dört parçaya bölüp her bir parçasını halka göz dağı vermek amacıyla Latin Amerika’nın bir merkezine asmışlardı.
Bütün bunlara karşın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verilen mücadele durdurulamamış ve Latin Amerika’nın damarlarında akan mücadele Bolivar’da, Jose Artigas’da, Che Gııevara’da ve Tupamaro örgütünün unutulmaz lideri Raul Sendic’de cisimleşip milyonlarca Latin yoksul köylüsünü, kent proleterini ve bunların çevresinde yer alan diğer ulusal güçleri ayağa kaldırmıştı.
TUPAMARO’NUN KURULUŞU YE MÜCADELESİ
Tupamaro örgütü, Küba’da bir zafer kazanarak popülerleşen ve ondan sonra ’60’lı yılların dünyasını bu popülariteyle sarsan gerilla mücadele yöntemlerinin Latin Amerika ülkelerinin kendine özgü karakterlerini üzerinde taşıyan Uruguay’da anti-emperyalist içerikli ulusal bir devrim projesini gerçekleştirmeyi hedefleyerek kuruldu. Kurucusu Raul Sendic’ti.
Sendic’in yakın arkadaşı Rosencof, o dönemi şöyle anlatıyordu:
“Tupamaro, Brezilya sınırındaki ormanlarda çok kötü koşullarda çalışan işçilerin bir ayaklanma sırasında silah depolarını basarak silahlı mücadeleye başlamaları sırasında kendi başlangıç ilkelerini buldu. Örgüt 60’lı yıllarda doğdu. Şekerkamışı tarlalarında çalışan işçilerin mücadelesinden doğan kitlesel sendikal hareket ve toprak işgalleri sırasında, örgüt bütün ülkeye yayılan bu devasa sendikal hareketin üzerinde yükseldi. Örgütümüzün kurucusu Raul Sendic’ti. Raul’u 1956’dan beri tanıyordum. O, o zamanlar Sosyalist Parti’nin icra komitesi üyesiydi ben de Komünist Parti’nin yayın organı redaktörüydüm. Toprak işçilerinin Montevideo’yu hedefleyen 600 kilometrelik yürüyüşü sırasında temel kitlesini ve örgütlenme ilkelerini geliştiren Tupamaro örgütünün kurulmasından, ölünceye kadar hep birlikte olduk.”
Bu uzun işçi yürüyüşü sırasında, Rosencof ve Sendic, birlikteydiler. Hareketin doğuş ve gelişmesi konusunda ilginç ipuçları veren bir olayı Rosencof şöyle anlatıyor:
“Yürüyüşçü işçilerle birlikte, bir gece dağlarda kamp kurduk. Ateşler yakıldı, Raul ve ben, bir ağacın altına oturarak onları seyretmeye başladık. Heyecan verici bir manzaraydı. Ben, ‘bir orduya benziyor’ dedim. Çok az konuşan Raul, ‘evet, bu bir ordudur’ dedi.”
Tupamaro örgütü, silahlı mücadeleyi temel almış bir cephe hareketiydi. Rosencof, Tupamaro için, özellikle bu terimi kullanıyordu. “Bir parti değil, bir harekettir Tupamaro”. Bu hareket saflarında yoksul tarım işçilerinden ve kent proleterlerinden başlamak üzere, rahiplere, generallere kadar değişik sınıf ve katmanlardan çok sayıda insan, Komünist ve Sosyalist partiden, liberal burjuva partilerden gelen kadrolar bulunuyordu. Uruguay’ın mevcut rejimine muhalif olan bütün ulusal güçler geniş bir cephe içinde buluşmuş, Tupamaro hareketi de bu cephe içinde yer almıştı.
Cephenin bu olağanüstü geniş katılımlı yapısını anlayabilmek için, Latin Amerika’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele geleneklerine göz atmakta yarar var.
Tupamaro’nun terminolojisinde önemli bir yer tutan “Ulusal güçler” kavramı, sömürgeciliğin ve emperyalizmin doğrudan ilişkileri çerçevesinde yer almayan bütün sınıf ve katmanları ifade eden bir kavramdır. Özel olarak sömürgeciliğin, tamamen bir dış güç olarak, ülkeye silah kuvvetiyle ve yağmalamak amacıyla geldiği koşullarda, ulusun hemen hemen tamamının maddi çıkarlarıyla çatışan bir konumda bulunuyordu. Yöneticiler, sömürgeciler tarafından atanıyordu ve yönetim kademesi, tümüyle sömürgeci ülkenin yurttaşlarından oluşuyordu. Silahlı kuvvetler ve kolluk gücü de yabancılardan oluşmaktaydı. Ticaret ve bankacılık faaliyetleri de, hemen hemen tümü üretici konumunda kalan yerli halkın dışındaki unsurlar aracılığıyla yürütülüyordu. Çoğu sömürge ülkelerde, modern sınıflar oluşmamıştı ve geleneksel kültürel yapılar içinde ifadesini bulan “ulusal kimlik”, klasik sınıf karşıtlığından yoksun bulunulan ortamda, parçalanmadan kalabiliyordu. Bu genel durum, XX. yüzyılda da, İspanyol, Portekiz sömürgeciliğine karşı ve sonra da Amerikan emperyalizmine karşı mücadelelerde, etkisini gösterdi. Ancak, Amerikan emperyalizmi, eski sömürgeci yöntemlerden farklı olarak, gelişen ve derinleşen sınıf ayrımlarına dayanan bir uygulamayla, “milli devlet” içinde kendi işbirlikçilerinin iktidarını yaratmaya ve ticaret, sanayi ve bankacılıkta da, yerli hâkim sınıfların unsurlarını kullanmaya başladı. Bununla birlikte, gerek her Latin Amerika ülkesindeki ordu içinde, gerekse halkın üzerinde önemli bir etkisi bulunan rahipler arasında, devrimci halk hareketinin destek bulmasını uzun süre önleyemedi. Latin Amerika’da yerli halk arasından çıkan din adamlarının üzerinde, yaratılmalarında ve yönetilmelerinde başlıca rol oynadıkları köylü komünlerinin geleneği ve sömürgecilere karşı mücadelelerinin izleri, devrimci bir kalkışmanın yaşandığı bütün o yıllar boyunca önemli ölçüde canlıydı.
Bu özellikler, kıta çapındaki sosyal ve ekonomik koşullarla birleşince, halk hareketinin kendine özgü nitelikleri de beliriyordu.
TOPRAK VE FİNANS OLİGARŞİSİNE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELENİN KOŞULLARI VE UNSURLARI
Latin Amerika ülkelerindeki devrimci mücadelenin, bu bölgenin geçmişindeki özgünlükleri temel alınarak oluşturulmuş programının özeti Che Guevara tarafından yapılan bir tahlilde “Bir devrim için Latin Amerika’nın objektif koşulları oluşmuştur ve bu, emperyalizmin ve her ülkede büyük toprak sahiplerinin egemenliğidir.” sözleriyle ifade edilmişti.
Rosencof, kendi ülkesindeki durumun, bütün Latin Amerika’nın temel özelliklerinin bir parçası olduğunu belirterek, şunları söylüyordu:
“Uruguay’da ülke yüzölçümünün üçte biri, üç yüz ailenin mülkiyetindedir. 25-30-40 bin hektarlık çiftlikler vardır. Toprak sorunu ülkemizin en önemli sorunudur. İkinci sorun bankalarla ilgilidir. 42 banka kuruluşundan 37’si yabancıdır. Bizim için bankaların kamulaştırılması temeldir. Şu bakımdan temeldir: gelişmenin kredilerini bankalar sağlar. Biz endüstri sermayesini kabul ediyoruz; üretici kapitali kabul ediyoruz. Sanayici ve üretici bankaları da bu nedenle kabul ediyoruz. Fakat spekülasyon bankalarını hayır.”
Genel olarak sömürgeci ilişkilerin etkilerini taşımaya devam eden toprak-kır ilişkilerinde, büyük ölçekli araziler üzerinde gerçekleştirilen tarım, feodalizmle büyük kapitalist çiftlik işletmelerinin bir bileşimidir. Latin Amerika’ya özgü meyve ve (şekerkamışı, kauçuk, orman ürünleri gibi) sanayi bitkileri, Latifundia adı verilen bu çiftliklerde üretilir. Latifundia’lar, uluslararası tekellerin üretim ve pazarlama ağı içinde yer alırlar ve her ülkede emperyalizme bağımlı siyasi iktidarın temellerini temsil eder. Rosencof’un işaret ettiği gibi, her ülkede, üretime elverişli toprakların çok büyük bir bölümü, nüfusun çok küçük bir azınlığını temsil eden Latifundia sahiplerinin elindedir. Latin Amerika’da siyasi iktidarın sınıfsal temelini belirtmek için kullanılan “oligarşi” terimi, “komprador burjuvazi” ile birlikte bu sınıfı kapsamaktadır.
Latifundialarda çalışan işçiler ve topraksız köylüler, Latin Amerika’nın devrimci geleneklerini temsil eden geniş kitleler oluştururlar. Nitekim Tupamaroların kuruluşunda ve güçlenip yaygınlaşmasında, şekerkamışı tarlalarında ve ormanlarda çalışan bu kitlenin belirleyici rol oynaması, bu bakımdan bir tesadüf değildir.
Rosencof a göre, Uruguay’ın ve genel olarak Latin Amerika devriminin objektif koşullarını, ülkedeki toprakların büyük bir bölümünün mülkiyetinin bir kaç ailenin elinde bulunması ve yabancı sermaye egemenliği oluşturur. Bu tespitten hareket eden Tupamaro’nun devrim programını da, yabancı sermayeyle ve büyük toprak sahipleriyle hesaplaşan bir milli kapitalizm hedefi belirler.
Rosencofun sözlerinde de “milli kapitalizm” kavramının temel alındığı bir demokratik devrim programının izleri görülmektedir. Sermayeyi, üretici ve spekülatif olarak ayıran ve birincisine “ülke çıkarları açısından” olumlu rol yükleyen bu çözümleme, genel olarak bütün Latin Amerika devrimci hareketlerinde olduğu gibi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten tüm örgütlerde küçük farklılıklar bir yana bırakılırsa, genel olarak kabul edilmiş bir program unsuruydu. Özellikle Maoculuğun ve Sovyet revizyonizmi kaynaklı “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin etkisi, bütün dünyada, devrimci hareketlere, demokratik devrimde milli kapitalizmin emperyalizme karşı müttefik olarak değerlendirilmesi, devrimden sonra da korunması ve geliştirilmesi düşüncesini yerleştirmiş bulunuyordu.
GERİLLA MÜCADELESİ VE SÜBJEKTİF FAKTÖR
Bu, ulusal sanayi ve ulusal sermaye gelişimini hedefleyen devrim programının ufkunun kaçınılmaz olarak reformlarla sınırlanacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü, Tupamaro’lar, içlerinde Rosencof gibi komünist gelenekten gelen önderlerin ve tabanlarındaki işçi kitlesinin etkisiyle, “sosyalizm” hedefine zaman zaman vurgu yapsalar da, sonuçta, bugün olduğu gibi, sistem içi çözümlerle de yetinebilecek bir eğilime girebiliyorlar.
Ancak bu bir yana, bu ülkelerin özgün koşullarında ortaya çıkarak sonradan dünyanın diğer ülkelerindeki pek çok devrimci akımı etkileyen silahlı mücadele kavramı da, büyük ölçüde sisteme ilişkin bu küçük burjuva analizden kaynaklanıyordu. Devrimin objektif etkenlerini, ülkenin emperyalizmle ilişkileriyle sınırlayan Latin Amerika küçük burjuva devrimciliği, sübjektif etkenler konusunda da, kişisel özellikleri öne çıkaran bir anlayışı geliştirdiler.
Rosencof, bu anlayışı açık bir biçimde dile getirdiği konuşmasında, şu örneği verdi:
“Sovyet devrimini Lenin olmadan, Çin devrimini Mao olmadan düşünmek çok zordur. Castro da Küba için önemliydi. Küba’da devrimin sübjektif unsuru, Castro’dur. Bu kadar da değil, Fidel Castro, Latin Amerika’nın sübjektif etkeniydi. O, Meksika’da, İspanyollara karşı verilen mücadeleye katılan 80 kişiyi hazırlayarak, bir Türk gemicisinin boğazı geçmeyi bile göze alamayacağı bir gemiye binerek yola çıkıyor. Bu 80 kişiden sadece 12’si sağ kalıyor, kalanlar da 12 kişi kaldıklarını uzun süre bilmiyorlar çünkü her biri bir yere dağılmış. Küba devrimini bu on iki kişi organize etti. ”
Daha önce Türkiye’de çok tartışılmış olan bu konuyu, Uruguaylı devrimci, kendi hareketlerine temel olan yönüyle yorumluyor. “Silahlı propaganda” kavramıyla, devrimde sübjektif faktör konusunun böyle yorumlanması birbirine uygundur. Ne var ki, bu, konunun Marksist tarzda ele almışından tamamen farklıdır. Fokoculuk veya Carlos Marigella’nın formüle ettiği biçimiyle şehir gerillası eylemleri, Tupamarolar’da tipik örneğini bulduğu gibi, bir yandan sübjektif etkenin kişileştirilmesine, diğer yandan da parti kavramının reddedilmesine yol açmaktadır.
Rosencof’un aşağıdaki sözleri, yalnızca parti kavramına değil, genel olarak örgüt fikrine karşı da bir çekingenliği dile getirmektedir:
“Bir militan önce ülkesindeki adaletsizliklerle karşılaşır ve bu adaletsizlikleri değiştirmek için eyleme geçmek ister, tik farkına varacağı şey bunu tek başına yapamayacağıdır. Bu militan, ya varolan bir örgüte girer ya da kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla yeni bir örgüt kurar. Bu da bir karmaşa çıkarır. Kendi örgütünün gerçekleri, değiştirmek istediği gerçeklerin önüne geçer. Eğer kendi örgütünün öncü olduğunu düşünürse; ben alçak gönüllülükle şunu söyleyeyim ki, bu yöntemle adil olmayan hiçbir gerçeği değiştiremez, diğer örgütlerle de işbirliğine gidemez. Biz, başta da söylediğim gibi kavramların peşinde değiliz. Uruguay halkının öncüsü biz değiliz. Bizim ülkemizde de diğer ülkelerde olduğu gibi Komünist Partisi işçi sınıfının öncüsü olduğu biçiminde militanlarını eğitirdi. Ben bunu büyük bir saygıyla karşılarım. Çünkü babam, büyük bir Bolşevik’ti ve ben de Komünist Partisi’nde eğitimimi aldım. Onlarla tartıştığımız zaman şunu söylerdik: ” Evet birliği istiyorsunuz, ama kurulacak birliğin sizin tarafınızdan yönlendirilmesini istiyorsunuz. Ben size birlik yapalım ama ben emir vereceğim deseydim, siz kabul eder miydiniz, bu birlik olur muydu? Kimin haklı olduğunu kimin öncü olduğunu, hayat belirlesin, halk belirlesin.”
Hiç kuşkusuz, Rosencof’un son sözleri doğrudur. Sonuçta, kimin öncü olacağına karar verecek olan, hayattır ve halktır. Ama devrimde hangi sınıfın öncü rolü oynayacağı, her şeyden önce, pratikten de önce, teorinin bir sorunudur. Devrimin genel gelişme eğilimlerim ve nihai hedefini, sosyalizm açısından yorumlayan her siyasi parti, bu devrim demokratik ve anti-emperyalist nitelikte bir halk devrimi de olsa, eğer sonuçta sosyalizmi hedefliyorsa, işçi sınıfının öncülüğü konusunda bir kuşku taşımamalıdır. Bu çözümleme, devrimin sosyal ve siyasal karakteriyle ilgilidir. Bundan sonrası, bir Komünist Parti için, bu teorik öngörüye uygun bir gelişme sağlayabilmek için çalışmaktan ibarettir. Doğal olarak, işçi sınıfının öncülüğünde devrim öngören bir parti, bu sınıfın siyasi partisinin Kendisi olduğu inancını taşıyorsa, devrimde öncülüğünü de iddiasının bir parçası halinde savunacaktır. Rosencof, bu konumlanışla, ittifaklar içindeki ilişkilerin olası sorunlarını birbirine özdeşlemektedir. Hiç bir ittifak, bir emir komuta ilişkisi içinde kurulamaz. Bu doğrudur. Hiçbir örgüt, birlikte cephe oluşturduğu bir diğer örgütün öncülüğünü kabul etmek zorunda da değildir. Bu da doğrudur. Ama bütün bunlar, Komünist Partisi’nin işçi sınıfının örgütü olduğu ve işçi sınıfının da devrimde öncülüğünün sosyalizm için bir koşul olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu noktada, Rosencof un çizdiği tablonun, aslında kendi örgüt ve mücadele anlayışını yansıttığını görebiliriz. Titizlikle, kendilerinin bir parti olmadığını söylemeleri ve herhangi bir sınıfı değil, Uruguay halkının tümünü temsil ettiklerini söylemeleri, sınıf partileriyle sınıf partisi anlayışıyla aralarında bir çizgi çekmeyi zorunlu kılmaktadır.
Mauricio Rosencof, askeri diktatörlüğün yıkılmasında Tupamaro mücadelesinin etkisi konusunda iyimser olmamak gerektiğini söylüyor.
“Halkın mücadelesi ile yıkıldığım söylemekten mutluluk duyardık ama öyle olsaydı şimdi iktidarda halk olurdu. Uruguay diktatörlüğü uluslararası bankacılar tarafından yıkılmıştır” diyordu. Burada gözden kaçan nokta, yalnızca Tupamaro’nun ya da Rosencof’un alçakgönüllülüğüyle açıklanamaz. O, böyle söylese de, Uruguay mücadelesi hakkında bilgi sahibi olan bir Marksist açısından, diktatörlüğün biçim değiştirmesinin altında yatan gerçek neden, halkın uzun süre içinde, alçala yüksele devam eden mücadelesidir. Uruguay diktatörlüğünün “uluslararası bankacılar” tarafından yıkıldığını söylemekle, Uruguay halkının mücadelesinin aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu görmemek aynı şeydir. “Uluslararası bankacılardın, ya da emperyalizmin, Uruguay’daki siyasi rejimin tıkandığını ve eski yöntemlerle yönetme olanağının kalmadığını görmeleri, kendilerine hizmet edebilecek yeni bir siyasi iktidarın kurulması ve yeni, halkın tepkisini en aza indirecek yöntemlerle iktidar olması, Uruguay halkının mücadelesinden doğmadıysa, nereden doğmuş olabilir?
TUPAMARO’NUN SAĞLADIĞI BİRLİK
Tupamaro hareketinin geniş bir yelpaze içindeki ulusal güçleri, dışarıdan bakıldığında anlaşılması zor bir “birlik” içinde bir arada tutmasının nedenleri vardı. Rosencof kendisine defalarca bu sorunun sorulduğunu, 1985’te tutukluluklarına son verildikten sonra bu birliği nasıl koruduklarını insanların hep merak ettiklerini söyleyerek açıklıyordu:
“Çok önemli bir ilkemiz vardı; Bizans tartışmalarına girmemek. Maocu Devrimci Komünist Partisi mensuplarıyla yaptığım bir tartışmayı hatırlıyorum. Tartışmada iki Tupamarolu iki de partiden yoldaş vardı. Bu gizli bir toplantıydı. Ben, tartışma boyunca, önümdeki kâğıda, onların kaç kez ‘Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ dediklerini not ettim. Bütün sayfa doldu. Yoldaşlar, ( bir saat kırk beş dakika konuştuktan sonra, nihayet bir kaç küçük pratik öneride bulunup bize sordular ‘ne düşünüyorsunuz?’ Ben bir tek cevap verdim. ‘Neden bu söylediklerinizi birlikte yapmıyoruz!” Asıl önemli olan, sayfalar dolduran sloganlar değildi; çünkü biz onlarla Lenin’in mi, Mao’nun mu haklı olduğunu tartışmıyorduk. Eğer silahlı mücadeleden yanaysanız, tamam; o zaman bir hapishanenin ele geçirilmesini planlayalım, ya da eğer sendikal mücadeleden yanaysanız ona da tamam; o zaman güçlü olduğunuz sendikada bir grev düzenleyelim. Ama kimse bize gelip demesin ki, birlikte bir silahlı eylem yapmak ya da sendikal mücadele yapabilmek için o partinin görüşlerini paylaşmanız zorunludur, Mao Zedung’un düşüncelerini kabul etmeniz zorunludur!”
Tupamaro hareketine bir cephe örgütü karakteri kazandırarak bu birliğin sürdürülmesinde temel olarak alınan “Söz ayırır, eylem birleştirir” ilkesi, ideolojik ve politik ayrımların önemli olmadığı anlayışına dayanıyordu. Bir halk hareketinin, özellikle de ulusal nitelikleri ağır basan bir halk muhalefetinin, kendi içinde sınıf farklıklarından doğan farklı örgütler halinde bölünmesi doğaldır. Önemli olan, bütün bu farklılıkları, pratik bir demokratik program ekseninde birleştirebilmek, fakat bütün görüş ayrılıklarının devam ettiğini bilerek eylemi birlikte yürütebilmenin olanaklarını açmaktır. Mauricio Rosencof’un ve bu ilkeyi sık sık tekrarlayan Tupamaro önderlerinin ifadelerinde kolay anlaşılacak bir alaycılık vardır. Uruguaylı Maocularla ilgili olarak verdiği örnekte diğer bütün ülkelerde de tipik olan bir olayı aktarmaktadır. Rosencof, gizlilik koşullarında yapılan böyle bir toplantıda, bir saat kırk beş dakika boyunca, Mao Zedung düşüncesinden söz edilmesini komik bulmakta da haklıdır. Ama bu rahatsızlığın kaynağında, ulusalcı bir tutum olan, sınıf ayrımlarının üstünü örtme eğilimi vardır. “Söz ayırır” şeklindeki bir yargı ise, gün gelir, devrimci güçler arasında yasakçılığa dönüşme potansiyelini kaçınılmaz olarak içinde barındırır.
Tupamaro hareketi “silahlı mücadeleyi temel alan” bir örgüttü ve silahlı eylemler içinde yer almamış kimselerin örgütün lider kadrosunda yer alamayacaklarını hükme bağlamıştı. Rosencof, “Masa başında oturan birinin, bir militanı silahlı eyleme göndermeye hakkı yoktur” diyor bu konuda: ;Ama hareketin içerdiği ulusal güçler arasında düzenin küçük reformlarla onarılması, devrimin barışçıl yöntemlerle yapılması gibi programları savunan farklı politik gruplar ve partiler de vardı. Bu örgütlerle birlikte mücadele anlayışları, onayladıkları eylem biçimleri tartışılmaksızın ittifak kurmak biçimindeydi.
“Bir diktatörlüğe karşı verilen mücadelede, ulusal kurtuluş için ya da sosyalizm için yapılan mücadelede her türlü mücadele şekli aynı ölçüde önemlidir. Polise taş-atan bir öğrenci, bir devrimciyi evinde saklayan bir Hıristiyan, işkenceye direnen ya da silahlı mücadeleye katılan militan; bunların hepsi önemlidir, bunlardan biri eksik olursa mücadele başarılı olamaz.”
Gerçekte, bir devrimci hareket, koşullara uygun olarak, değişik mücadele biçimlerini ustaca kullanmayı bilmelidir. Barışçıl mücadele biçimlerinden silahlı biçimlere kadar her yöntem, onun cephaneliğinin değişik bölümlerinde kullanılmaya hazır beklemelidir. O örgütün değişik mücadele alanlarında ustalaşmış, farklı yeteneklere sahip militanları arasında planlı bir işbölümü de bulunmalıdır. Bunların, mücadele açısından sadece yararı vardır. Ancak, Rosencof, kendi hareketleri türünden yapılar içindeki ideolojik ve siyasi bakımdan ortaya çıkacak ayrılıkları da, aynı türden bir işbölümü gibi değerlendiriyor. Örneğin, eğer ikisi de iyi savaşıyorsa, onun açısından bir komünistle bir Hıristiyan demokrat arasında fark yoktur. Dolayısıyla, Tupamaro’nun sağlamış olduğu birlik, net bir siyasi ve ideolojik birlik temelinden yoksundur. Rosencof, gururla şunları söylüyor:
“Hiçbir zaman diğer hiçbir sol örgüte saldırmadık ve onu eleştirmedik Çünkü şuna inanıyorduk ki, düşman karşı taraftaydı ve solda başka bir örgüt bizi eleştiriyorsa bunu onların sorunu olarak gördük.”
Bu, son derece basit bir “iş” ve “laf’ kıyaslaması değildir. Siyasi mücadelenin eğer net bir sınıfsal içeriği varsa, onu diğer sınıfların örgütlerinden ve görüşlerinden ayıran özellikler de net ve kesindir. Bu, ister istemez, teorik ve ideolojik bir tartışmayı, eleştiriyi ve özeleştiriyi gerektirir. Bunlardan kaçınmanın sağladığı birlik görüntüsü de sağlam değildir.
Sonuçta, üstü örtülmüş ya da önemsenmemiş her eleştiri, her tartışma konusu, eylem birliklerinin olanaksız hale geldiği bir patlama noktasına ulaşabilecektir.
LATİN AMERİKA DEVRİMCİLİĞİ VE SOSYALİZM
Marksizm açısından eleştirilebilecek birçok özellik taşıyan Tupamaro hareketi, bazı bakımlardan da, dünya devrimci hareketinin geleceği hakkındaki umutların diri tutulabilmesine ışık yakıyor. Rosencof, ileri yaşına ve uzun süren hapislik hayatına rağmen, içinde taşıdığı devrim ateşini yüzünde ve hareketlerinde yansıtıyor. Sosyalizm ideallerine ve yoldaşlara bağlılık, güçlü enternasyonal duyarlılık gibi özellikleri, her sözünde hissediliyor.
“Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü” ile ilgili sorularla dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de karşılaştığını anlattıktan sonra, başından geçen bir olayı aktardı:
“Dünyanın pek çok ülkesinden Komünist Parti’li yoldaşlar, Montevideo’daki çalışmalarımızı incelemek üzere bizi ziyarete geliyorlar. Fakat hepsinin en çok sorduğu soru, bu konuya ilişkindir. Onlara, Uruguay’da açlıktan ölen çocukların haritasını açıyorum ve bırakın Sovyetleri, siz bana bu konuda ne önereceksiniz, onu söyleyin diyorum. “
Bu sözlerde, bir yandan, “söz böler, eylem birleştirir” sloganının yansımasını görüyoruz, bir yandan da, dünyadaki “komünist” partilerin içinde bulundukları acı durumu. Revizyonizm, Rusya’da kapitalizmin restorasyonu sürecinin açık hale gelmesi karşısında, bütün dünyada kendi temellerini kaybetmiş bulunuyor. Başarıyla mücadele eden hareket ve partilerin teorik ve pratik mücadelesinden öğrenmek yerine, kendi yaralarına merhem istemeye devam ediyorlar. Rosencof’un tutumu, Tupamaro’nun bu yıkılıştan etkilenmediğini gösteriyor.
“Sosyalist bloğun yıkılması kuşkusuz sosyalizm için mücadele eden tüm örgütleri şu veya bu şekilde etkilemiştir. Benim özellikle sözünü ettiğim Sovyetler Birliği’dir. Çünkü halk demokrasisi ülkeleri hiçbir zaman sosyalist olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi Uruguay’da, en çok etkisini gösterebileceği yerde göstermiştir. Bu, Uruguay Komünist Partisi’dir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi çizgisini izleyen komünist partisinin bunalımlarını ve Troçkist partilerin bunalımını genelleştirip genişletmemek gerekir. Bizim mücadelemiz Sovyetlerden bağımsız olduğu için olaylardan etkilenmemiştir. Uruguay Komünist Partisi ise çok acı, çok büyük bir oportünizme düşerek utanç içinde parçalandı. Bağımsız olmadıkları için Sovyetlerle ilgili yalanları sürekli olarak tekrar ettiler ve bir süre sonra ayakta duramaz hale geldiler.”
Rosencof, kendilerine ilham kaynağı olan Küba’nın şu anda zor durumda bulunduğunu, ama halkın sosyalizme sahip çıkacağına güvendiğini anlatırken, olumsuz koşullarda bile, Uruguay ve Latin Amerika devriminin yoluna devam edeceğine inandığını belirtiyor.
TUPAMARO İKTİDARI ALTINDA MONTEVİDEO
“Hapishanenin 20 km. çevresinde müthiş bir kalabalık vardı. Yaklaşık 120 bin kişi olduğu söylendi. Bu sayıyı bir gazete yorumcusu vermiştir. Yaklaşık 1 milyon nüfusu olan bir kentte bu azımsanmayacak bir rakamdı. İnsanların ellerinde çeşitli bayraklar vardı. Bu bayraklar yalnız değişik partilerin bayrakları değildi ve aynı zamanda futbolun çok önemli olduğu bir ülkede bazı gruplar ellerinde futbol takımlarının bayraklarıyla gelmişlerdi. Son gece örgütün yöneticilerini ve öldürme, yaralama suçundan mahkûm olanları bir yerde toplamışlardı; toplam 45 kişiydik. Montevideo’nun merkezinde olan bir hapishanedeydik. Orada kaldığımız tek geceydi, ertesi gün salıverilecektik. Bütün gece halkın bağrışlarını duyuyorduk. ‘Tupo kardeşlerimiz sizi bekliyoruz.’
Halk şunu biliyordu ki, her alanda mücadele eden örgüt Tupamaro örgütü olmuştur. Bu yüzden, yalnız ailelerimiz ve Tupamaro militanları karşılamadı. İşte bir futbol birliği gibi, kendisini ulusal folklorun, ulusal birliğin ve bütünün bir parçası olarak gören herkes karşılamıştır. Bu şunu gösterir ki, Tupamaro’nun kitleler üzerindeki etkinliği, örgütün bünyesini çok aşmıştır.”
Askeri darbe döneminin sona ermesinden sonra salıverilen 45 Tupamaro militanı evlerine dağılmayarak mensupları arasında Tupamaro yoldaşlarının bulunduğu bir Fransisken kilisesine geçtiler. Burada tartışarak örgütün reorganizasyonuyla ilgili kriterleri tespit etmeyi amaçlıyorlardı. Onları, dünyadaki olan bitenlerden hiçbir haber almadan hapishanede geçirdikleri on üç yıl boyunca unutmayan ve dönüşlerini bekleyen binlerce Uruguaylı bekliyor ve Tupamaro örgütünün efsaneleşmiş liderlerinin eliyle yeniden canlandırılmasına tanık olmak üzere sabırsızlanıyordu. Fransisken kilisesinde günlerce süren sert tartışmalar yaşandı. Tupamarolar bu tartışmaları belirli ilkelerde anlaşarak sonuçlandırdılar. Hemen yeniden organize olmak için faaliyete geçeceklerdi.
Örgütün yeniden eski önderleri tarafından organize edilmesi prensibi üzerinde sağlanan anlaşma üzerine yeni mücadele programı belirlendi. Tupamarolar şimdi ağırlıklı olarak yasal mücadele vereceklerdi.
Bugün, Tupamaro ne yapıyor ve başkentte kazandığı Belediye seçimlerini nasıl değerlendiriyor?
“Bir hükümet programımız vardır. Gerçekçi olunduğu zaman, demokratik, parlamenter bir sistem içinde uygulanabilecek bir hükümet programıdır bu. Bu programın son amacı sosyalist bir topluma varmak olmakla beraber temel yapıları değiştirme özelliği yoktur. Başkent Montevideo’nun yönetimini elimize geçirdik. Halk Montevideo’nun yerel yönetimine katılmak suretiyle kendi kendini yönetme konusunda eğitilmektedir. En çok tartıştığımız konu, merkezileştirme sorunudur. Montevideo’yu 19 bölgeye ayırdık. Herkesin merkeze kendi bölgelerinin yönetimini aktarmasını amaçlayan 18 komisyon kurduk. Bölgenin bütün sorunlarını kendi katılımlarıyla semtler çözmektedirler. Örneğin su sorunu, elektrik sorunu, asayiş sorunu gibi. Böylece sorunlar yalnız cephe militanlarının sorunları olmaktan çıkıyor, o semtte yaşayanların sorunu haline geliyor. Cephe hükümeti yalnız cephe militanlarının hükümeti değildir, tüm yurttaşların hükümetidir. İşte bu nedenle cephe hızla gelişebiliyor. Herkesin katılımını sağlamakla oluyor, bu da. Amacımız halkı hazırlamak, halkın arasından devlet adamları yetiştirmek. Genelde devrimci organizasyonların ihmal ettiği bir şey bu. Bu söylediklerimizden Tupamaroların silahlı mücadeleyi bir kenara bıraktıkları düşünülmesin. Şili’de olduğu gibi olabilecek en kötü şeylere de hazırlanıyoruz. Diktatörlüklere karşı mücadele etmek silahla mümkündür.”
Rosencof, aynı zamanda: “Biz iki ayağımızla yürümeyi öğreniyoruz. Önceleri yalnızca silahlı eylemi biliyorduk ve seke seke yürüdük; şimdi artık parlamenter mücadeleyi de biliyoruz ve bu bize, eski bildiklerimizi unutturmuyor” diyor. Gerektiğinde tekrar silahlı mücadeleye dönebileceklerini ima ediyor.
Rosencof, ardında güçlü bir etki ye dostça duygular bırakarak, ülkesine döndü. Türkiyeli devrimciler, bu yiğit militanla düşünceleri her konuda aynı olmasa da, onunla tartışmış, dünya devriminin sorunları üzerine konuşmuş, onun estirdiği coşku dolu mücadeleci rüzgârı paylaşmış olmanın anısını saygı ve sevinçle taşıyacaklar.
Kasım 1993