Son 10-15 yıldır, kapitalizmin bütün çıkmazlarına özelleştirmenin tek çare olarak sunulduğu bir dönem yaşanıyor. Ekonomiden eğitime, ‘güvenlik’ten sağlığa kapitalizmin her tıkanıklığına özelleştirme reçetesi yazılıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerden, özellikle İngiltere ve ABD’den başlatılan kampanya, geri kalmış ülkeler ile Doğu Avrupa ve Rusya’da özelleştirmenin fetişleştirilmesiyle sürmektedir.”
Kapitalist ülkelerde, 1929 Büyük Ekonomik Buhranı sonrasında yaygınlaşan ekonomiye devlet müdahalesi ve ekonominin belli başlı dallarında devletin yatırımlara yönelmesiyle birlikte bu alanda devletin ağırlığı hayli artmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise; sosyalizm karşısında kapitalist ülkeler eğitim, sağlık, sigorta gibi kamuya yönelik hizmetlerde yoğun yatırımların yanı sıra temel sanayinin yeniden kurulmasında önemli rol oynamak zorunda kalmıştı.
Geri kalmış ülkelerde ise; emperyalist sömürü ve özel sermayenin en kestirme yoldan en çok karı sağlama isteği, bunun sonucu olarak sanayiye yatırım yerine emperyalist tekellerin acenteliğine soyunması karşısında devlet yatırımları, ulusal sanayinin sadece temeli değil, neredeyse bütünü olmuştu.
1970’lerin ikinci yarısından itibaren, SB’nde sosyalizmin geriye dönüşünün meyveleri toplanmış, sosyalizmin prestij kaybettiği, gözle görülür hale gelmişti. Öte yandan kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketi, 1960’lardan itibaren hayli geri bir noktaya itilmişti. Dahası ‘60’lann sonunda kapitalizmin derinleşmeye başlayan bunalımı, ‘73 petrol bunalımıyla iyice su yüzüne çıkmış, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ve Japonya’da çöküş belirtileri kendisini göstermişti. Kısacası uluslararası burjuvazi ve emperyalist hükümetler için bir yandan sistemi aklayacak, öte yandan da krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkacak politikalar geliştirilmesi bir zorunluluktu ve koşullar da çok uygundu. Kampanya’nın ideolojik önderliğini dünya kapitalizminin en başındaki ABD üstlendi. Uygulama ise; krizden en çok etkilenen İngiltere’de, Teatcher hükümeti tarafından başlatıldı.
Öne sürülen tez ve motifler, büyük sermayenin öz çıkarlarıyla tam bir uygunluk içinde olduğu için kampanya, ileri-geri, bütün kapitalist ülkelerdeki büyük sermaye tarafından benimsendi. Burjuva ve emperyalist propaganda merkezleri, tam bir işbirliği içinde, emekçileri bunaltan enflasyondan işsizliğe, üretimdeki daralmadan kamu hizmetlerinin tıkanmasına kadar kapitalizmin yol açtığı bütün sorunları, ekonomi içindeki kamu kuruluşlarının ağırlığına bağlayarak, özelleştirilmeyi bütün dertlerin devası olarak öne sürdüler.
Türkiye’de de kampanya, aşağı yukarı öteki ülkelerle eşzamanlı olarak, 1970’lerin ortalarından itibaren başlatıldı. Burjuvazinin en örgütlü, en saldırgan kesimini oluşturan Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS), bu kampanyanın başını çekti. İhracatın tıkanması, enflasyon, işsizlik, yatırımların daralması gibi krizin görünür olgularının tümünün nedeni olarak Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) sürekli ‘zarar etmesi’ gösterildi.
24 Ocak kararları olarak bilinen önlemler toplamı büyük burjuvazinin istemlerinin çerçevesini çizdi. Ama Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin boyutları bu programın uygulaması önünde başlıca engeli oluşturuyordu. Bu yüzden de ‘sivil hükümet’ 24 Ocak kararlarını ilan etmenin ötesinde, ciddi girişimler yapamadı. 12 Eylül, 24 Ocak kararlarının uygulanabileceği siyasal ve sosyal ortamı oluşturdu. 1983’dcn itibaren ise; özelleştirme, ekonomiyi ‘iyileştirme’ vaadiyle işbaşına gelen bütün hükümetlerin başlıca sloganı oldu.
Başlangıçta sadece ANAP’ın programında vurgulanan özelleştirme, giderek bütün burjuva partilerinin seçim bildirgelerinde başköşeye olurdu. Öyle ki; ülkede devletçiğin simgesi olmuş CHP’nin mirasçısı olmakla övünen SHP bile, muhalefetteyken özelleştirmeye karşı çıkarak puan toplamaya çalışırken, koalisyon ortağı olduğunda, önce özerkleştirmeci, sonra da açıkça özelleştirmeci oldu.
DEVLETÇİLİK Mİ-ÖZELCİLİK Mİ?
Türkiye’de; 1950’li yıllara kadar, gıda, maden, metal, tekstil, ulaşım, kimya vb. dallarda başlıca sanayi kuruluşları devlet tarafından kurulmuştu. Özel sektör ise; esas olarak emperyalist tekellerin temsilciliği ve devlet tarafından kurulmuş sanayi kuruluşlarının ürettiği malların pazarlamasını yapan bir sektör olarak vardı.
Kamu kuruluşları, Cumhuriyet sonrasında çok zor koşullarda işçi ve emekçilerin büyük fedakârlıkları sonucu yapılan tasarruflar ve genç SB’nin yardımlarıyla kurulmuştu. Öte yandan ülkenin ilk önemli sanayi kuruluşları olması, uzun yıllar, sanayi denince, akla KİT’lerin gelmesi, halkta bu kuruluşlara karşı gizemli bir saygı uyandırıyordu. Bu yüzden de KİT’ler çalışanlar ve diğer emekçilerin gözünde kendi malları gibi görülüyordu. Bu yaklaşım, geleneksel ‘devlet baba’ anlayışıyla birleşince kamu kuruluşları, halk ve ilerici aydınlar için, bir yanılsamanın ürünü de olsa, kapitalizm dışı, sömürü aracı olmayan kuruluşlardı. Bu durumun sonucu olarak, ‘70’li yılların sonuna kadar devletçilik ilericilikle, devrimcilikle ve hatta sosyalizmle eş tutuldu.
‘80’li yıllarda ise durum tam tersine döndü. Emperyalist propaganda odaklarından estirilen rüzgâr, yerli işbirlikçileri tarafından iyice körüklendi. Önce burjuvazinin ‘karma ekonomi’ yanlıları ikna edildi. Arkasından aydınlar, liberalizmin ekonomik demokrasi olduğu, ekonomik demokrasinin kaçınılmaz olarak siyasi demokrasiyle tamamlanacağı masalı arkasında özelleştirmeciliğe kazanıldı.
Kürt sorununun öne çıkmasıyla yeniden gündeme gelen 1920-1980 arası Kemalist politikalara tepki, burjuva propaganda odaklar tarafından ustaca yönlendirilerek, bu politikaların ekonomideki devletçiliğin sonucu olduğu düşüncesi propaganda edildi. Sağlam bir Marksist temelden yoksun çeşitli ‘sosyalist’ çevreler de burjuva propagandasının etkisi altında kalarak, ya ‘devletçiliğe’ karşı özelleştirmenin savunucusu oldular, ya da özelleştirmeye karşı hayırhah bir tavır takındılar. Özelleştirmelere karşı çıkmak despotik diktatörlüğü savunmakla eş tutulur oldu.
Özelleştirme politikalarının, dünya ölçüsünde ve Türkiye’de en önemli yanıyla işçi haklarına saldırı olduğu, kazanılmış pek çok hakkın gaspının yolunu açtığı, açacağı açıkça ortada olduğu halde sendikalar bile özelleştirmeye karşı ciddi tutum alamadılar, almadılar. Özellikle burjuva kökenli sendika uzmanları (ki sendikaların politikalarını belirlemede bunların önemli bir rol oynadıkları bir gerçek), daha bir kaç yıl önce özelleştirmeye karşı çıkanları bile giderek çark edip, özelleştirme savunucusu oldular. Onları sendikacılar izledi. Sendikacıların pek çoğu, özelleştirmenin utangaç savunuculuğu olan ‘özerkleştirme’ yanlısı oldular.
Sonuçta özelleştirmeye karşı çıkanlar, devrimci-demokrat kimi çevreler, Marksistler ve tamamen farklı gerekçelerle artık anti-emperyalizm diye bir derdi kalmamış Kemalizm artıklarından ibaret kaldı. Ama son zamanlarda devrimci-demokrat çevreler içinde bazı eğilimlerin, özellikle “Üreten biziz yöneten de biz olacağız!” sloganı savunucularının, özelleştirmenin bir ön adımı olan ‘özerkleştirme’yi savunmaya koyuldukları ibretle izleniyor.
ANTİ-EMPERYALİZM, DEVLETÇİLİK, ÖZELLEŞTİRME
Ortaya çıktığı tarihsel dönem ve koşullar göz önüne alındığında özelleştirme, uluslararası planda işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların kazanırlarına karşı girişilmiş, uluslararası emperyalizmin bir saldırışıdır. Çünkü belli başlı kapitalist ülkelerde kamu yatırımları ve kamu hizmetlerinin yaygınlaştırılması, bu ülkelerin sosyalizmin yayılması karşısında bir set olarak inşa edildiği, emekçilere burjuvazinin kimi tavizler vermek zorunda kaldığı koşullarda gerçekleşmişti. Devlet, sanayinin çeşitli dallarına yaptığı yatırımlarla ekonomiyi güçlendirirken emekçilere de, işsizlik sigortasından sağlık sigortasına, parasız eğitim vb. diğer sosyal hizmetleri genişletmek zorunda kalmıştı.
‘70’li yıllarda ise; sosyalizmin prestij yitirmesi ve işçi sınıfı hareketinin büyük kapitalist ülkelerde önemli ölçüde düzen sınırları içine çekilmesi kapitalizm için tarihsel bir fırsat olmuştu. Fırsatı değerlendiren uluslararası burjuvazi, elindeki tüm olanaklarla, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye girişmişti. Önce verimsiz çalıştığı, eski teknoloji kullandığı, aşırı istihdam olduğu vb, gerekçelerle kamu işletmelerini parçalamaya, özel şirketlere satmaya, hatta İngiltere’de kömür madenlerinde olduğu gibi işletmeleri tümden kapatmaya yöneldi. Başlangıçta özelleştirmeler ekonomik verilerde olumlu sonuçlar veriyor gibi göründüyse de, giderek sorunun özel ya da kamu sorunu olmayıp bizzat kapitalizmin kendi özelliklerinden kaynaklandığı anlaşıldı. Örneğin Teatcher hükümeti ilk yıllarında başarılı göründü,- ama aradan geçen on yıl içinde gelip dayandığı yer, ilk başladığı noktadan fazla ileri değildi. Bu yüzden Teatcher istifa ederek vaziyeti kurtarmaya çalıştı. ABD için de durum çok farklı olmadı. Dünya ölçüsünde özelleştirmenin, serbest rekabetin, özel girişimciliğin erdeminin baş savunucusu olan Reagan’cılık iflas etti. ABD, yeniden korumacılığa, kamu yatırımlarına ağırlık vermeye yönelmek zorunda kaldı.
Dönemin işçi ve emekçiler için getirdiği ise; yaşama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, işsizlik, ekonominin daha da kötüleşmesi, enflasyonun yeniden yükselmesi oldu. Eğitim, sağlık hizmetleri önemli ölçüde kısıtlandı. Sürekli tasarruftan söz eden hükümetler tasarruf yapacak tek alan olarak eğitim, sağlık, sigorta gibi emekçilere yönelik kamu hizmetlerinden tasarruf edebildiler. Bunun sonucu ise; bu alanda çalışanların işsiz kalması yanı sıra, tüm emekçilerin, bu hizmetlerden yararlanmasının sınırlanması oldu.
Öte yandan özelleştirme, pazar ekonomisi ya da serbest rekabetçilik adı altında yaygınlaştırılan ekonomik düzen, emperyalist yeni dünya düzeninin ekonomik temeli olarak biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Ve emperyalist yeni düzenin ancak böyle bir ekonomik bütünleşme içinde istikrara kavuşacağı emperyalist ideologların başlıca tezlerinden birisidir.
Demek ki; her şeyden önce özelleştirme programı, birer birer ülkelerin burjuvazilerinin ihtiyacının bir sonucu değil, bir bütün olarak emperyalist sistemin reorganize programının bir parçasıdır. Bu yüzden de özelleştirmeye karşı çıkmak emperyalist yeni dünya düzenine, uluslararası burjuvazinin yeniden yapılanma programına karşı çıkmaktır. Ya da başka bir söyleyişle, Kemalistlerin yaptığı gibi emperyalizme karşı çıkmadan, özelleştirmeye karşı çıkmanın anlamlı bir yanı yoktur. Çünkü özelleştirme, günümüz emperyalizminin dünyada kurmak istediği ekonomik düzenin en önemli unsurlarından birisidir.
Türkiye’de ise; özelleştirmenin etkileri çok daha derin olmaktadır ve özelleştirme genişledikçe bu etki daha da çok derinleşecektir. Çünkü Türkiye’de KİT’lerin kuruluşu ve kurulduğu koşullar gelişmiş kapitalist ülkelerden oldukça farklıdır. Her şeyden önce Türkiye’de KİT’ler, emperyalist sermayeyle değil SB’nin yardımıyla kurulmuş, emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığın bir unsuru olarak işlev görmüşlerdir. Başka bir söyleyişle KİT’ler, emperyalist sermayenin bir uzantısı olarak değil, ulusal sanayinin temeli olarak kurulmuşlardır. Zamanla hükümetlerin politikaları değişmiş, ülke kaynakları emperyalizme peşkeş çekilmiş, ülke ekonomisi emperyalist finans kurumlarının denetimine girmiş olmasına karşın KİT’ler nispeten daha ulusal kurumlar olarak sürmüştür.
Son yarım yüzyıl içinde kamu kuruluşları, hangi ülkede olursa olsun, uluslararası sermayenin ülkelere girişini ve her alanda serbestçe yatırım yapmasını önleyici bir rol oynamışlardır. Emperyalist sermayenin, son atılımı sırasında kamu kuruluşlarını baş düşman ilan etmesinin nedeni budur. Türkiye’de kamu kuruluşlarının genel ekonomi içinde ağırlığı düşünüldüğünde, büyük sermaye çevrelerinin ve onların partilerinin özelleştirmeyi ön plana çıkarmalarının amacı daha iyi anlaşılır. “Serbest pazar”, “serbest rekabet”, “liberal ekonomi” gibi kavramların, tekelciliğin zirvesine çıktığı bir çağda, öne çıkarılıp fetişleştirilmesinin nedeni budur.
Kısacası, Kamu İktisadi Teşekkülleri, emperyalist sermayenin sanayinin bütün dallarında ülkede cirit atmasını önleyen kuruluşlar olarak görülmektedir. Bu yüzden de özelleştirme, emperyalist sermayenin yatırım yapmasının ön koşulu olarak öne sürülmektedir. Sadece bu nedenle bile özelleştirmeye karşı çıkmak anti-emperyalist bir tutumdur. Ama dahası var: Başlangıçta, KİT’leri çalışanlara satacağız, sermayeyi tabana yayarak ekonomik demokrasiyi gerçekleştireceğiz diye yola çıkıldı. Ama bu bir demagojiydi; blok satışlara gidildi. Ne var ki yerli kapitalistler, KİT’leri alabilme imkanı yoktu ve yapılabilen bütün satışlar yabancı tekellere yapıldı. Böylece, ülkenin en temel ve stratejik sanayi dalları doğrudan emperyalist tekellerin eline terk edildi. Elbette ki Türkiye’deki tekelci sermaye uluslararası sermayenin bir parçasıdır ve KİT’ler de uluslararası sermeye tarafından dolaylı bir biçimde denetlenmektedir. Ama özelleştirmeyle birlikte, kuruluşların yabancı tekellere satılmasıyla özelleşen kuruluşlar, dolaysız olarak emperyalist sermayenin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla üretimden istihdama kadar her şey uluslararası tekellerin en çok kar ilkesine göre belirlenecektir. Bu nedenledir ki; Türkiye’de KİT’lerin özelleştirmesine karşı çıkmak dolaylı değil, dolaysız bir anti-emperyalist mücadele görevidir.
İddialardan birisi de şudur: Kamu kuruluşları, gerek kapasite açısından gerekse kamu kuruluşu olmasının avantajlarını kullanarak kendi üretim dallarında “tekel” oluşturmakta, bu yüzden de “özel”, “tekelci olmayan sermaye” bu alanlarda yatırım yapma imkanı bulamamaktadır.
Bu iddiada gerçek olan sadece kamu kuruluşlarının, kamu kuruluşu olmaktan gelen avantajları ve bazılarının kendi üretim dallarında “tekel” olmalarıdır. Ama, kamu kuruluşları karşısında “tekelci olmayan” bir sermayenin olduğu, tümüyle demagojidir. Çünkü; kamu kuruluşlarının özelleştirilmesini savunan sermaye çevreleri yerli ve yabancı tekelci sermaye gruplarıdır. İstenen, uluslararası sermayenin, ülkelerde hiç bir engel tanımadan dolaşması için toprağın uygun hale getirilmesidir.
Türkiye’de son yıllarda yapılan özelleştirmeler, bu niyetleri herkesin görebileceği kadar açığa çıkarmıştır. Fransızlara satılan 5 çimento fabrikasında da açıkça görüldüğü gibi, Fransız firması, Çitosan’dan çok daha geniş bir çimento üretim kapasitesine sahip uluslararası bir çimento tekelidir. Dahası bu firma, devraldığı fabrikalardaki işçilerin yarısını çıkarıp, işçi başına günlük üretimi 800 kilogramdan 3000 kilograma çıkardığı halde, ikiye, üçe katlanan artık değerden ne işçilere ek bir pay vermiştir, ne de çimento fiyatlarını düşürmeye yönelmiştir, tersine, diğer çimento üreticileriyle el altından anlaşarak çimento fiyatlarının sürekli artmasını sağlamıştır. Üretimdeki artıştan ne çimento tüketicileri, ne de işçiler yararlanmış, tek karlı çıkan kuruluş Fransız çimento tekeli olmuştur.
Arkasına uluslararası sermayeyi alan Türk tekelci sermaye çevreleri ve onların her yerdeki sözcüleri; özelleştirmeyi savunurken, kamu kuruluşlarının olanaklarının har vurup harman savrulmasını, partilerin arpalığına dönüştürülmesini, bu kuruluşların zararlarının bütçeden, halktan toplanan vergilerle sübvanse edilmelerini örnek göstermekte; özelleştirilirse, devletin bu yükten kurtulacağını, toplanan vergilerin daha gerekli alanlarda kullanılacağını iddia etmektedirler. Bir zamanların Marksistleri, ilericileri, aydınları da ilk bakışta son derece haklı görünen bu iddiadan kalkarak özelleştirmeye destek sunmaktadırlar.
Evet, ilk bakışta bu iddia pek mantıklı görünmektedir. Gerçekten de, Türkiye’de KİT’ler, hükümetlerin, partilerin, bir takım ‘hatırlı’ çevrelerin çiftliği olarak kullanılmaktadır. Zarar edişlerinin nedenlerinden birisi, belki de en önemlisi budur. Ama bu, sadece mantıksal olarak, bütün diğer ilişkilerden soyutlandığı zaman böyledir. Oysa yaşam kuru mantık ilkeleriyle açıklanamaz; her olgu, ancak bütün öteki olgularla ilişkisi içerisinde anlamlıdır. KİT olgusu da, kapitalizmin yasaları, ortaya çıktığı ekonomik, sosyal ve siyasal konjonktürde anlam kazanabilir.
Bu ülkede KİT’ler ciddi bir sanayinin olmadığı koşullarda, toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılamak için, işçi ve emekçilerden kesilen vergilerle ulusal sanayinin temeli olarak kurulmuşlardır. Ama daha kuruluşlarından itibaren, bir yandan burjuva politikacıların arpalığı olmuş, bir yandan özel sermayedarlara, en kolay yoldan en çok kar edecekleri olanakları sağlama ‘görevi’ üslenmişlerdir. KİT’lerin ürettiği ana ve ara mallar, özel şirketlere maliyet fiyatının altında satılarak özel sermayenin kardan öte vurgun yapma olanağı sağlanmıştır. Öte yandan burjuva partileri, kendi adamlarını yönetim kurullarına atayarak, KİT’lerde kadrolaşarak, militanları için istihdam yeri olarak kullanarak bu kuruluşları zarara sürüklemişlerdir.
Kısacası KİT’ler, kuruluşundan bu yana, burjuvazi ve onun siyasi partileri tarafından yağmalanmıştır. Adeta bir altın yumurtlayan tavuk gibi kullanılan KİT’ler, büyük sermayeye servet edinme kaynağı olmuştur. Bugün ise; sermaye artık yumurtayla yetinmek istememekte, tavuğu tümden yemek için KİT’lerin özelleştirmesini istemektedir. Çünkü KİT’ler, tekelci burjuvazinin tavuklarının yumurtalarının pazarını daraltmaktadır ve özelleştirilirse; KİT’leri de kendi tavukları arasına katacaktır. Böylece, başkasının ürettiği altın yumurtadan pay almak yerine tavuğa sahip olarak yumurtayı da tümüyle kendi mülkü haline getirecektir. Bütün, “devlete yük olma”, “halktan alınan vergilerin KİT’lerin açıklarının kapatılmasında kullanılması”, “ulusal ekonominin zarardan kurtarılması” iddiaları arkasındaki somut gerçek, tekelci burjuvazinin çıkarlarıdır.
Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında, özelleştirmeye ilişkin çıkan yazılarda da ayrıntılarına değinildiği gibi; KİT’lerin zarar etmesinin arkasında, bu işletmelerin mülkiyetinin kamuda olması değil, devlet, hükümetler ve burjuva partilerin bu işletmeleri arpalık olarak kullanması ve özel sermaye tarafından yağmalanması yatmaktadır. Yani KİT’lerin zarar etmesinden yakınanlar, onları satmak isteyenler, bizzat KİT’leri zarara sürükleyenlerdir. Bu açık gerçek de gösteriyor ki; özelleştirmede amaç ulusal ekonomiye katkı, KİT’leri daha rantabl çalıştırmak değil, tekelci sermayeye daha büyük çıkarlar sağlamaktır.
Devletin, hükümetin, çeşitli burjuva partilerin, her türden yolu kullanarak büyük burjuvazinin karına kar katmak varlık nedenleridir. Dahası bunlar; ekonomik, siyasi, toplumsal düzenin korunup kollanmasının başlıca araçlarıdır. Bu çerçeveden yaklaşıldığında; KİT’ler için söylenen “arpalık olarak kullanılma”, “siyasi çıkarlara göre istihdam”, “yolsuzluklar”, vb. burjuva devletin tüm faaliyet alanlarında da geçerlidir. İç ve dış güvenlikten adalet dağıtımına, sağlık ve eğitimden basın yayına, kültür-sanattan ahlaka, ticarete her alanda adam kayırma, yolsuzluk, rüşvet, kişiye, sınıflara, farklı ulus ve milliyetlere farklı davranma burjuva toplum düzeninin doğasında vardır. Yani KİT’lerde olup bilenler asla bir istisna değildir; tersine varolan düzenin yasa ve yasasızlığının KİT’lere yansımasıdır. Bu yüzden de, KİT’lerde olup bitenden rahatsız olduğunu iddia edenler eğer gerçekten samimi ve tutarlılarsa; sadece KİT’lerde, tüm ekonomide, siyasette, toplumsal yaşamın her alanında yolsuzlukları, üçkâğıtçılığı, savurganlığı, adam kayırmayı vb. kaldırmayı, tek sözle kapitalizme, kapitalist düzene karşı mücadeleyi de benimsemek zorundadırlar. Aksi halde, sadece KİT’lerde, körlerin bile gördüğü gerçeklerden kalkarak, uluslararası emperyalizmin dünya ölçüsünde yürüttüğü özelleştirme propagandasına katkıda bulunmak ne ilericiliktir, ne de bir zekâ belirtisidir. Nitekim Türkiye’deki özelleştirme faaliyetinde de açıkça görüldüğü gibi, özelleştirilen kuruluşlar zarar eden değil kar eden kuruluşlardır. Hali hazırda özelleştirmek için yapılan hazırlıklar da, bu kuruluşların karlı hale getirildikten sonra satılması biçimindedir. Ve bu durumda da, özelleştirmenin en ikna edici nedeni olarak öne sürülen, “Bu kuruluşlar zarar ettiği için satılacaktır.” iddiası tümüyle havada kalmaktadır. Fransızlara satılan 5 Çimento fabrikası Türkiye’nin en karlı kuruluşlarıydı. Örneğin PTT’de özelleştirmede ön sıraya alınan telefon bölümü, PTT’nin kar eden tek bölümüdür. Sağlık ve eğitim alanı özel sektör için tatlı kar kaynağı olduğu için bu alanda özel sektör teşvik edilmekte, sağlık ve sigorta hizmetleri özele devredilmeye çalışılmaktadır.
Son 15 yıldır özelleştirme propagandasının ve uygulamasının başını çeken İngiltere, ABD, Fransa ve İsveç gibi ülkelerde, özelleştirmenin, kapitalizmin bunalımının emekçilerin üstüne yıkılmasının en geçerli yöntemlerinden biri olduğu anlaşılmış olup, özelleştirmelere karşı gelişen toplumsal tepki özelleştirme programlarını sekteye uğratmaya başlamıştır. Buna karşın IMF, Dünya Bankası ve öteki emperyalist finans çevrelerinin desteğini de arkasına alan Türk tekelci burjuvazisi ve hükümeti, kamu kurumlarını neredeyse üste para vererek özelleştirecek kadar gayretli bir özelleştirme kampanyası yürütmektedir. Bu kampanya, sadece emekçiler üstünde değil, özelleştirmeye karşı çıkan kimi eskiden ‘aşırı’ devletçi görüşlere sahip reformcu çevreler ve ilerici, devrimci-demokrat kesimler üstünde de bir baskı yaratarak, onların yalpalamasına yol açmaktadır. Bu baskının bir sonucu olarak bu çevreler, özelleştirmelere cepheden karşı çıkmak yerine, “Özelleştirmeye hayır, özerkleştirmeye evet!” sloganını öne sürerek zevahiri kurtarmaya çalışmaktadırlar.
ÖZELLEŞTİRME Mİ, ÖZERKLEŞİRME Mİ TARTIŞMASI?
Türkiye’de özelleştirmenin başını MESS çekti. Sonra TİSK, TOBB bu kampanyaya katıldı.
ANAP, özelleştirmenin siyasi partiler alanında militan savunuculuğunu üstlendi, giderek öteki burjuva partileri de kervana katıldı.
SHP, koalisyon hükümetine katılıncaya kadar, özelleştirmeye karşı çıktı; işçi ve emekçilerden özelleştirmeye karşı çıkarak oy topladı. Ama işverenlerle yapılan toplantılarda da özelleştirmeye karşı olmadığının sinyallerini veriyordu; bu tutumu koalisyon hükümeti programında özerkleştirme olarak yansıdı. DYP de bu konuda çok farklı bir çizgide değildi. Çünkü ANAP hükümeti bütün çabasına karşın özelleştirmede ciddi bir adım atamamıştı. ANAP KİT’leri, özel sermayenin ilgisini çekecek kadar rehabilite edememiş, yok pahasına özelleştirdiği TUSAŞ gibi kuruluşların satışı da mahkemelerden geri dönmüştü. Bu yüzden de DYP, iki aşamalı bir özelleştirme yöntemi benimsemişti. Birinci adım, özerkleştirmeydi. Bu adımda KİT yönetimi hükümetten alınıp profesyonel yöneticilere verilecek, bu yöneticiler her tür “siyasi kaygıdan uzak” olarak KİT’i kara geçirecek, sonra da kuruluş satılacaktı. Bu amaçla oluşturulan Kamu İdaresi Özerkleştirme ve Özelleştirme Kurumu olağanüstü yetkilerle donatıldı.
Hükümet özerkleştirmeyi niçin yaptığını çok iyi biliyordu. Bu yüzden de SHP’nin özelleştirmeci değil özerkleştirmeci görünerek zevahiri kurtarması dışında özerkleştirmenin bir anamı yoktu. Ve özelleştirmenin her derde deva olacağı propagandası aralıksız sürdürüldü. Kapitalist çevreler, onların iletişim organlarında köşe tutmuş sözcüleri, hükümeti özelleştirmeyi yavaş yapmakla suçlayarak baskı altında tutmayı sürdürdüler. Ama bu hükümet tarafından da kullanılan özerkleştirme kavramı, burjuvaziden gelen baskılarla bunalan ve bir çıkış yolu arayan eski devrimci-demokrat çevreler ve açıkça özelleştirmeyi savunmaya cesaret edemeyen sendikacı çevrelerinde de rağbet gördü. Tansu Çiller’in açıkça; “Önce özerkleştirip sonra özelleştireceğiz!” demesine karşın bu çevreler, özerkleştirmeyi özelleştirmenin bir alternatifi olarak benimseyip savunmaya koyuldular. Özellikle eski Devrimci Yol (DY) çevresi, geçmişteki bu türden reformcu görüşlerinin nişanesi olarak her yerde gündemde tuttuğu “Üreten biziz yöneten de biz olacağız” sloganına uygun bir zemin teşkil edeceğini düşündüğü özerkleştirmeyi teorileştirmeye yöneldi.
Özerkleştirme kavramı, ikinci enternasyonalcilerin ve Titocuların geliştirdiği bir kavram ve uygulama. Yugoslavya deneyinde, ‘özyönetim’ olarak adlandırılan bu uygulama işletme mülkiyetinin çalışanlara devredildiği, dolayısıyla da işletme yönetiminin çalışanlarda olduğu bir özel kapitalizmdir. Yani işletmenin mülkiyeti kamu mülkiyeti değildir. Bunun özel kapitalist mülkiyetten farkı her çalışanın ortak olduğu “kolektif kapitalist” bir mülkiyet olmasıdır. Bu kolektif kapitalist mülkiyet biçimi Titocular tarafından hem gerçek kolektif mülkiyet olan kamu mülkiyetine dayanan sosyalizme, hem de klasik kapitalist işetmeye karşı bir alternatif olarak sunulmuştur. Ve Yugoslavya’nın özel koşullarında uygulanmıştır.
Açıkça anlaşılacağı gibi, Yugoslav özyönetiminde üretim, her işletmedeki işçilerin en azından öteki işletmelerdeki işçilerle, her işletmenin diğer işletmelerle rekabetine dayanır. Öte yandan bu sistemde işçi, işçi olmaktan çıkmış mülk sahibi olmuştur. Dolayısıyla da, bu sistemin adı Yugoslav sosyalizmi olarak bilinmesine karşın, gerçekte bu bir Yugoslav kapitalizmiydi. Çünkü sistemin temelinde kolektivizm değil parçalanmış da olsa mülk sahipliği vardı. Ve her türden burjuva, küçük burjuva sosyalizm anlayışlarıyla modern sosyalizmi, Marksist sosyalizmi ayıran temel fark da burada, mülkiyetin çalışanlarda mı yoksa kamuda mı olacağı idi. Marksist sosyalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin kamuda olmasını savunarak, kooperatifçi, küçük burjuva sosyalizminden ayrılıyordu. Günümüz özerkleştirmecileri içinde en ileri olanlar, işte bu Titocu sosyalizm anlayışından feyiz alıyorlar; ama Titocular kadar bile gerçekçi olamadıklarından onu, Tito ve Titocular gibi kendi özel koşullarında değil de, bugün özelciliğin özellikle öne çıkarıldığı koşullarda uygulayacaklarını sanıyorlar.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde, kapitalizmi yıkmadan da, işçilerin işletmeleri denetleyip yönettiklerinin örnekleri vardır, ama bu çok özel koşullarda olanaklı olmuştur. Özellikle işçilerin kapitalist işletmeleri denetimi, kapitalist devletle yapılan bir pazarlık sonucu olarak değil, işçilerin işletmeleri işgal ederek kendi güçleriyle uyguladıkları bir fiili durum olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de işletme yönetimlerinin işçilere devri talebi, kapitalistlerin bu işletmeleri işletmekte acze düştüğü, işletme otoritesini yitirdiği, ya da işletme sahibi olmayı topluma karşı kullandığı kriz dönemlerinde öne sürülen bir talep olmuştur. Üstelik burada, özel ya da kamu sektörü ayırımı yapılmamış, tersine daha çok özel işletmeler bu talebin hedefi olmuşlardır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinden bazı örnekler vermek konunun anlaşılması bakımından yararlı olacaktır.
İlk örneğimiz Rus devriminden: 1917 Şubat Devrimi sonrasında; işçi sınıfı işçi Sovyetleri aracılığı ile siyasal iktidara ortaktır. Burjuvazi mülkten tecrit edilememiştir, ama işçi sınıfı mücadelesini de kontrol edememektedir. Burjuvazinin ekonomik iktidarını da sınırlamak isteyen Bolşevik Partisi, işletmelerin işçiler tarafından denetlenmesini savunur. Burjuvazinin mülkiyetine dokunulmamaktadır ama kapitalist, işletmenin yönetiminden dışlanmıştır. Taktiğin amacı, burjuvazinin ekonomik egemenliğini sınırlamaktır. Ancak, bu talebin öne sürüldüğü 1917 Nisan’ından kısa bir süre sonra, Temmuz’da burjuvazi, işçi sınıfı ve Bolşevik Partisi’ne karşı saldırıya geçtiğinde artık bu taktik gereksiz hale gelir. İşletmelerde işçi denetiminin yerini “Bütün iktidar Sovyetlere!” sloganı alır. Çünkü burjuvazi ve gericilik saldırarak, işçi sınıfı ile iktidarı bölüşmek niyetinde olmadığını göstermiştir.
İkinci örneğimiz İtalya’dan: 1920 yılı Ağustos’unda işverenlerin 1920 Martında Torino işçilerinin eylemleriyle başlayıp İtalya’nın belli başlı sanayi merkezlerini kapsayan mücadelesini kırmayı amaçlayan lokavta karşı, Milano’lu işçiler, fabrikaları işgal ederek yanıt verdiler. Ve yaklaşık iki ay süreyle fabrikalar işçilerin denetimi altında üretime devam etti. Sonunda burjuvazi, Roma ve İtalya’nın değişik bölgelerinden getirdiği asker ve polislerle Milano’yu yeniden zapt etmek zorunda kaldı.
Milano’da, fabrikaların işçi denetimine girmesi, o günlerde İtalya’da sürmekte olan sınıf mücadelesinin boyutlarıyla doğrudan ilgilidir. O yıllarda işçi sınıfı Üçüncü Enternasyonal’e bağlı İtalyan Komünist Partisi tarafından yönetilmektedir. Burjuvazi ise; giderek daha çok Mussolini’nin faşist partisine yaklaşmakta, yükselen işçi sınıfı mücadelesine karşı her vesile ile politik bir tavır almaktadır. Her işçi talebine karşı birleşmiş kapitalistler lokavtla yanıt vermektedir. Öte yandan köylüler de eylem içindedir ve işçi sınıfı mücadelesiyle paralel bir yükseliş içindedir köylülerin toprak işgalleri. Bu koşullarda 1920 Martı’nda Torino’da başlayan işçi eylemleri, yaz aylarında bütün İtalya’ya yayılmıştı. Grevler, genel grevler birbirini izledi. Burjuvazi ise, bu eylemleri lokavtla, işçi çıkarma ve polisiye önlemlerle yanıtladı. Bu koşullarda, Milano işçilerinin fabrikaları işgal ederek üretime devam etmesi, bütün İtalya’yı kapsayan işçi eyleminin zirvesi olarak ortaya çıktı.
Üçüncü örneğimiz, Fransa’daki Halk Cephesi Hükümeti dönemiyle ilgili: Fransa’daki faşist yükselişe karşı, Komintern’in taktiğine uygun olarak, FKP faşizme karşı olan öteki partilerle, 1936 seçimlerine “Halk Cephesi” olarak katılır. Ve seçimlerden sonra Halk Cephesi hükümetine Komünist Partisi de ortak olur. Dolayısıyla işçi sınıfı zayıf bir biçimde de olsa iktidar ortağı olur. Fransız burjuvazisinin Hitler’cilerle işbirliği içindeki kesimleri üretimi engellemek için işletmelerde mülk sahibi olmaktan yararlanırlar. Bu koşullarda işçiler, fabrikaları işgal ederek, fabrika yönetimlerine el koyarlar. Üretimin planlanmasından istihdama kadar her şey işçiler tarafından düzenlenir. Fransız Burjuvazisinin Hitler’le işbirliği ve Frankocular’a yardımı engellenir. Üretim, halkın ve demokratik Fransa’nın ihtiyaçlarına göre düzenlenmeye çalışılır. Faşistlerin üretimi ve fabrikaları sabote etme girişimleri işçiler tarafından boşa çıkarılır. Faşizme karşı olan işletme sahipleri yönetimlerden uzaklaştıramaz ama faşizme karşı kapitalistler işçilerin denetimi altında fabrikalarını çalıştırırlar. Benzer biçimde, işçilerin işletmeleri denetlemeleri 2. Dünya savaşı sonrasında, 1945-1947 Fransa’sında da oldukça yaygın bir biçimde görülür.
Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz üç örnekten de görüldüğü gibi; işçi sınıfının mücadele tarihinde, kapitalizm koşullarında işletmelerin yönetiminde etkili olmalarının bazı ortak özellikleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz;
1) İşçi denetimi sırasında işçiler mülkiyete sahip olmamakta, ancak üretimden istihdama işletmeyi ilgilendiren tüm konularda karar alıp uygulamaya sokmaktadırlar.
2) İşletmelerde işçi denetimi, olağan koşullarda değil, kapitalizmin krizinin derinleştiği, bir başka söyleyişle kapitalistlerin üretimi örgütlemek ve denetlemekte yetersiz kaldığı, ya da üretim araçlarına sahip olmayı tüm toplum aleyhine kullanmaya yöneldiği (örneğin sık sık lokavta başvurmak, faşist güçlerin politikasına destek vermek için işletmeleri kullanmak gibi) koşullarda başvurulan bir mücadele biçimidir.
3) İşletmelerde işçi denetimi ile özerkleştirmenin hiç bir ilgisi yoktur. Özerkleştirme, Titocu ‘özyönetim’den, hükümetin uygulamaya sokmaya çalıştığı gibi, işletmelerin hükümetin denetiminden çıkarılıp profesyonel yöneticilerin denetimine verilmesi vb. değişik biçimlerde olabiliyor. Hatta bazı koşullarda, özerk işletmelerde sendikalara da yönetimde yer verildiği olmaktadır. Ama burada belirleyici olan profesyonel yöneticilerdir. Elbette bu uygulamaların işletmelerin işçi denetiminde olmasıyla hiç bir ilgisi yoktur.
Demek ki; işletmelerde işçi denetimi; bugün, “Üreten biziz yöneten biz olacağız.”‘sloganının savunucularının sandığı gibi boş bir laf olarak, her zaman öne sürülen bir slogan değildir. Tersine çok özel koşullarda, kapitalistlerin işletmeleri yönetemez hale geldikleri, başka bir söyleyişle işçi mücadelesinin işletme yönetimlerini devralacak kadar yüksek bir düzeye ulaştığı koşullarda öne sürülecek bir eylem sloganıdır. Kaldı ki; bu sloganın savunucuları, işçilerin fabrika yönetimine katılmalarını, bugün çağdaş sendikacılık savunucularında, ya da Japon sendikacılık yanlılarında olduğu gibi, işçilerin kapitalist işletmelerde, patronlarla birlikte yer alması yoluyla üretim ve yönetme deneyimi sahibi olmasını savunmaktadırlar. Daha doğrusu onlar için işçilerin yönetime katılması, sınıf hareketinin devrime doğru bir atılım için işletme yönetimlerinin basamak olarak kullanılması değil, tersine burjuvaziyle uzlaşma içinde varılan, işçinin kapitalizme yabancılaşmasını törpülemeyi amaçlayan reformcu bir yaklaşımdır.
Bütün bu söylenenlerden şu sonuç çıkar: Her şeyden önce özelleştirmenin alternatifi özerkleştirme değildir. Özerkleştirme, uygulama tarzı nasıl olursa olsun, işletmelerin kapitalistler tarafından yönetiminin bir biçimidir. Hükümetin öne sürdüğü ve sendika çevreleri ile kimi ilerici çevrelerin savunduğu özerkleştirme ise; özelleştirmeye “yumuşak” geçiş sağlayan bir araçtan başka bir şey değildir Bu durumda özerkleştirmeyi, özelleştirmenin alternatifi olduğunu savunmak, özelleştirmeyi savunanlara destek vermek anlamına gelir.
Özelleştirmenin, iki seçeneği olabilir. Koşullara göre devletleştirme ya da işletmelerde işçi denetimi savunulabilir. Kuşkusuz ki; devletçilik ve özelcilik her ikisi de kapitalizmdir ve kapitalist işletmeler, kapitalizmin bunalımının derinleşmesinin derecesine göre bir noktadan sonra tıkanırlar. Bunalımlardan kurtulmanın, kapitalist bunalımın üretici güçleri tahrip etmesinin engellenmesinin tek yolu kapitalizme son vermektir, sosyalizmdir. Ama koşullar henüz kapitalizmi tümden ortadan kaldıracak kadar olgunlaşmamışsa, proletarya batan özel kapitalist işletmelerin devletleştirilmesini ya da sınıf hareketinin boyutlarına göre, kapitalist işletmelerin işçi denetimine alınmasını talep edebilir.
Bugün gündemde olan devlet politikası devletleştirme değil özelleştirmedir. Bu yüzden de, sorun kamu mülkiyetinde olan işletmelerin özelleştirilmesi ve özerkleştirilmesine karşı çıkmak, işletmelerin kamu mülkiyetinde kalmasını savunmaktır. Elbette KİT’lerin hükümet ve burjuva partilerin arpalığı olmasına, işçi haklarının gasp edilmesine karşı mücadele edilmelidir. Ama bugünkü yönetimiyle KİT’lerin işçi ve emekçilerin çıkarlarına uygun işleyen, ülkenin emperyalist denetimden çıkmasının dayanakları olan kurumlar olması beklenemez. KİT’lerin böyle bir rol oynayabilmesi ancak bu kuruluşların işçi denetimine girmesiyle olanaklıdır.
Ama bugün bu sloganın atılmasının koşullan henüz yoktur. Ancak, kimi sendikalarda ve işçi yığınları arasında KİT’lerin özelleştirilmesine karşı oluşan kıpırdanma genellik kazandığında; hükümet ve burjuvazinin saldırısına karşı işçi tepkisi bir güç olmaya başladığı (bu saldırıyı püskürtecek bir hareketlilik ortaya çıktığı) koşullarda, bu işletmelerin işçi denetimine geçmesi talebi öne sürülebilir, sürülmelidir de.
Bugün, işçi sınıfının ve özelleştirmeden zarar gören emekçilerin ve tüm devrimci, anti-emperyalist güçlerin konuya ilişkin sloganı “Özelleştirmeye ve Özerkleştirmeye Hayır!” olmak zorundadır.
Nisan 1993