1993 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının, konfederasyonların üst yöneticilerinin ve sendika bürokratlarının birbirinden çok farklı bir 1 Mayıs düşündüklerini ortaya koydu. Çağlayan ve Pendik’teki iki ayrı 1 Mayıs’ın anlamı, Türk-İş ve DİSK’in niyetleri; her iki mitinge katılanların hangi mitinge niçin katıldıklarının gerekçeleri vb. elbette daha bir zaman tartışılacaktır.
Ama 1 Mayıs’ın uzun yıllar sonra ilk kez böylesi kitlesel ve çeşitli siyasi eğilimlerin oldukça özgür bir biçimde katıldığı bir gün olması devrimci-demokrat ve eskiden devrimci saflardayken, bugün reformculuğa savrulmuş siyasi grupların slogan ve pankart fetişizmini açıkça ortaya çıkarmasına da bir vesile oldu. Çağlayandaki 1 Mayıs gösterisi: Sağanak yağmura rağmen 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen işçiler, taleplerini haykırarak Abidei Hürriyet Meydanı’na doğru ilerliyorlar. Pankartlarında kimi taleplerini ifade eden sloganlar yazılı. Kimisi “İşçi Kıyımına Hayır!”, kimisi “Özelleştirmeye, Ekonomik Sosyal Konseye Hayır!”, kimisi “İş-Ekmek-Özgürlük”, kimisi “Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı” vb. yazmış pankartlarına. Mütevazı, ama kimi eksikliklerine karşın, işçi ve emekçiler günün anlamına uygun taleplerini slogan haline getirmişler.
Alana girenler arasında işçi ve emekçi kortejlerinden başka kortejler de vardı. Bunlar devrimci-demokrat siyasi grupların kortejleriydi. Bu kortejleri işçi kortejlerinden ayıran en önemli özellik, taşıdıkları pankartların “görkemi” ve işçilerin acil taleplerine hemen hiç yer verilmemesiydi. Her birinin arkasında pankartların görkemiyle çelişen küçük gruplar(Örneğin bu görkemli pankartlardan birisinin arkasındaki tüm “kitle” sadece 11 kişiydi), “Yaşasın 1 Mayıs” ve kendilerin öven sloganlar rutin bir biçimde haykıran bu gruplar için, dünya adeta kendilerinden ibaretti. 1 Mayıs da, işçi sınıfının mücadele günü değil, bu grupların “tanıtım” günüydü sanki! İşçilerin haykırdığı talepler bu gruplara gelince kesiliyor, sloganların tüm alana yayılması önleniyordu. Ya da, niyetleri bu olmasa da, “Yaşasın… Hareketi”, “Yaşasın… Örgütü” sloganları işçilerin taleplerine seçenekmiş gibi bağırılıyordu.
Pendik mitinginde de durum çok farklı değildi. DİSK Ye bağlı sendikalar görkemli pankartlarla katılmışlardı, ama bu pankartların arkasında işçiler yoktu. Bu alanda 1 Mayıs kutlamasına katılan gruplardaki pankart sevdası, Abidei Hürriyet Meydanındaki siyasi grupları da aşıyordu. Sınıf hareketini hor gören, ya da sadece yazılarında sınıfa “önem veren” gruplar, kendi adlarını dev pankartlara yazmışlar, adeta bez ve pankart sopalarının ölçü ve dayanırlıklarını zorlamışlardı. Bu alanda, sadece kamu sendikaları kendi taleplerini pankartlarda ifade etmeye çalışmıştı ve meydanda da en büyük kalabalığı onlar oluşturuyordu.
Her iki mitingde de, siyasi grupların pankart fetişizmi ile dramatik bir benzerlik gösteren “işçi”, daha doğrusu sendika kortejleri de vardı. Özellikle Türk-İş’in Türk Metal, Tek Gıda, Tes-İş, Şeker-İş (pankartın arkasında sadece 15 kişi vardı; sendikanın üye sayısı ise 50 bin dolayında.), Çimse-İş, Teksif gibi aşırı sağcı, faşist sendikacıların yönetimde bulunduğu sendikalar da; üye sayılarıyla tam bir çelişki teşkil eden küçük “tören kıtaları”yla 1 Mayıs’a “katıldılar”. Sloganları ise, “İşte İşçi, işte Sendika”, “En Büyük Türkiye”, “Yaşasın… Sendikası” gibi, 1 Mayıs ve işçi sınıfının talepleriyle uzak yakın ilgisi olmayan, sadece kendilerini öven, reklâma dayalı sloganlardı.
Kortejlerde en görkemli pankartlar, profesyonel bir afiş-reklâm kuruluşuna yazdırıldığı besbelli olan (bir uzman kuruluşa yazdırılmamışsa bile özenle yazılmış) sendikaların ya da örgüt ve dergi adının yazılı olduğu pankartlardı.
Kitle mücadelelerinde işçilerin görkemli pankartlarla taleplerini ifade etmesi elbette yanlış değildir. Sendikaların ya da örgütlerin adı da görkemli pankartlara yazılabilir, ama aynı itina sınıfın talepleri için de gösteriliyorsa anlamlıdır. Dahası pankart arkasındaki kitlenin görkemini yansıtıyorsa pankartın görkemine kimsenin pek bir diyeceği olamaz. On binlerce üyesi olan bir sendika, bir kaç yüz üyesini gösteriye katmış, ya da katabilmişse bu kusurunu görkemli pankartlarla kapatmaya kalkması sadece suçunun büyüklüğünü gösterir. Görkemli pankartlara da ancak gülünebilir. Benzer durum kimi dergi çevreleri ve “örgütler” için geçerlidir. Kendi adlan yazılmış koskoca pankart arkasında 10-100 kişilik gruplarla gösteriye katılınmışsa, her yerden görülecek kadar büyük pankartlar taşımak kamuoyunu aldatmaktan öte pek bir anlama sahip olamazlar. Hele bu gruplar sınıf taleplerini es geçerken, kendi alâmetifarikası olmadan öte anlamı olmayan sloganları rutin bir biçimde haykırarak kendi sesine hayran oluyorsa, yığınların gözünde klinik bir vaka olmanın ötesine geçemezler.
Gerek dünya işçi sınıfı mücadelesi içinde, gerekse ülkemizdeki kitle mücadelesi içinde örgüt, dergi adlarının pankartlara yazılmasının bir anlamı vardır. Ama bu, o andaki durumla uygun bir biçimde olmalıdır. Örneğin, en az kitleye sahip bir siyasi çevrenin görkemli pankartlarla boy göstermesi, hele bunu kendi yayın organlarında abartarak anlatması en azından gerçeği bilenler tarafından ciddiye alınamaz.
VE SLOGAN
Pankart ve slogan bütün dünyada kitle mücadelelerinin vazgeçilmez iki unsuru olagelmişlerdir. Yığınlar bazen taleplerini, bazen öfkelerini ya da sevinçlerini pankartlarına dökmüşler; istemlerini, herkes için anlaşılabilir, basit ama özlü sözcüklerle ifade etmişlerdir. 1789 Fransız İhtilalinin Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik sloganı, Fransız ihtilalcilerini ve emekçilerini birleştiren ve krallığa son veren yığınların ateşleyicisi olarak kalmamış, bütün kıta Avrupası’nda monarşileri sarsıp yerle bir eden devrimlerin adeta sihirli anahtarı olmuştur. “Ekmek-Barış-Özgürlük!”, koskoca Ekim Devriminin sloganı olarak milyonlarca Rus işçi ve köylüsünü ayağa kaldıran sınırsız bir güce sahip manivela gibi, köhnemiş Rus çarlığı ve otokrasiyi alaşağı etmiş, bütün Avrupa’da savaşa karşı güçleri birleştirme işlevini yerine getirmiştir. Ama aynı sözcüklerle ifade edilen “Ekmek-Barış-Özgürlük!” sloganı Türk-İş ve DİSK’in sloganı olarak ne yığınları ayağı kaldırmakta, ne de düzene muhalif herkesi birleştirici bir işlev yapmaktadır. Tersine; uzlaşmacılığın, burjuvazi ve gericilikle işbirliğin sloganı olarak hiç kıpırdamamanın, tepki göstermemenin sloganı durumuna gelmiştir. Çünkü Rus Devrimi’nin sloganı olarak “Ekmek” açlıktan kırılan milyonlarca Rus işçi ve köylüsünün en acil istemiydi; “Barış”, yıllardır süren emperyalist savaşta yakınlarını yitiren, burjuvaziden başka herkesi sefalete, işsizliğe, yokluğa iten Avrupa ve Rus emekçilerinin ortak ve en vazgeçilmez istemiyken, o koşullarda “Barış” burjuvaziye karşı savaşmakla eş anlamlıydı.
Çünkü savaş yanlısı olan burjuvaziydi. Bu yüzden de “Barış”, emperyalist savaşa karşı savaş, aynı anlama gelmek üzere işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşı demekti. “Özgürlük” ise; Rus köylüleri için feodal boyunduruktan kurtulmak, özgürleşmek anlamına gelirken proletarya için ise; örgütlenme özgürlüğü ve demokrasi demekti. Kısacası özgürlük mücadelesi feodalizme ve gericiliğe karşı savaş anlamına geliyordu.
Türk-İş’in “Ekmek-Barış-Özgürlük” sloganı ise; Ekmek, karın doyurmak, Barış burjuvaziyle işçi sınıfı arasında sınıf barışı; Özgürlük ise, burjuva parlamentosunun görüntü olarak da olsa varlığı ile sınırlıdır.
Ekimi devriminin sloganı olarak “Ekmek-Barış-Özgürlük!” proletarya ve köylülük için, yeni bir dünya için eski düzeni yıkma savaşı anlamına geliyordu. Türk-İş’in sloganı olarak ise; düzeni korumayı, ama belki iyileştirilmeler yapmayı önermekten ibarettir. Bu yüzden de, Rus devriminde bütün devrimci güçleri toparlayıp geniş emekçi yığınları mücadeleye çağırmayı ifade eden slogan, aynı sözcüklerden ibaret olmasına karşın, bugün Türk-İş’te, düzen yanlılarını birleştiren bir işlev yerine getiriyor.
Demek ki bir slogan, kitle mücadelesinde, zamana göre ve atanların slogana kazandırdıkları içeriğe göre devrimci ya da gerici bir rol oynuyor. Örneğin “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganı, emperyalist savaş koşullarında atıldığı zaman savaşa karşı olmayı içerdiği halde, emperyalist bir savaşın olmadığı koşullarda sınıflar-arası barışı ifade eden gericiliğin en koyusu olan bir tutuma karşılık gelebilir. Örneğin bugün sıkça ve keskin devrimci geçinenlerin de pek ağzından düşürmediği “Kirli Savaşa Hayır!” sloganı ulusal kurutuluş mücadelesi için savaşanları da “kirli savaşın” tarafı olarak ilan eden, soruna sınıfsal değil hümanist yaklaşımdan kaynaklanan bir tutumu ifade etmektedir. Bu haliyle pek insani görünse de, yaşamın ve mücadelenin gerçekleriyle uygun düşmeyen, bu nedenle de gericiliğe hizmet eden bir slogan olmaktadır. Çünkü Kürtlerin ve Kürdistan’ın statüsü değişmedikçe, savaşın durması demek bu statükonun tanınmasından başka bir şey değildir, ya da savaşsız da, bugünkü statükonun değişip Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kazabileceği hayalini yaymaktır ki; her ikisi de gericiliğe hizmet anlamına gelmektedir.
Sloganın hangi zamanda atıldığı kadar, nasıl bir içeriğe sahip olduğu, atanların ona nasıl bir içerik kazandırdığı da önemlidir. 1917’de, “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganı Bolşevik değil de Menşevik bir içerik kazanmış olsaydı, kuşkusuz ki, ne yığınları savaşa karşı ayaklandırabilir, ne de çarlığı alaşağı eden yığınlara yol gösterici olabilirdi.
Türk-İş ve DİSK’in “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganının başına getirdiği budur. Hem yanlış bir zamanda hem de yanlış bir içerikte “Barış”ı öne çıkarmasıdır. Kazandırılan içerik ise yukarıda da ifade edildiği gibi tümüyle sınıflar-arası barış ve uzlaşmacılıktır. Bu yüzden de, işçi yığınlarını burjuvazi karşısında birleştirip mücadeleye çekme duygu ve düşüncesini yaygınlaştıran bir slogan değildir “Ekmek Barış Özgürlük!”
Son yılların kitlesel eylemlerinde ve özellikle de ’93 1 Mayıs’ında da açık bir biçimde görüldüğü gibi, bugün “İş-Ekmek-Özgürlük” sloganı ve onun değişik biçimleri yığınları birleştiren ve bugünkü sınıf hareketinin talepleriyle uygunluk gösteren bir slogandır. Çünkü Türk-İş ve DİSK’in “Ekmek-Barış-Özgürlük!” sloganına kazandırdıkları uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi içeriğe karşın, “İş-Ekmek-Özgürlük!” sloganı burjuvazi ve gericiliğe karşı uzlaşmacılığı değil mücadeleyi, reformculuğu değil devrimi ifade etmektedir. Bu yüzden de Türk İş’in resmi sloganı olmasına karşın, Türk-İş üyesi işçiler, “Ekmek-Barış-Özgürlük!”ü değil “İş-Ekmek-Özgürlük!” sloganını haykırmayı tercin etmişlerdir.
Kısacası sloganlar her zaman ve her yerde kitle mücadelesi için çok önemlidir. Ama asıl olan slogan değil sloganın içeriğidir ve içerik yığın mücadelesinin talepleriyle uygunsa, yani kitlelerin o anki taleplerini doğru ifade ediyorsa, kaçınılmaz olarak yaygınla; şıp, yığınlara mal olacaktır.
Elbette bir kitle gösterisindeki bütün sloganlar, yığınların acil taleplerini ifade eden sloganlardan ibaret değildir. Örneğin, “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm!” gibi sınıfın uzak taleplerim ifade eden sloganlar da kitle gösterilerinde her zaman yer almaktadır, alacaktır da. Ama bunun daha çok sınıfın ileri unsurları tarafından itibar görecek bir slogan olduğu da unutulmamalıdır. Bu yüzden de, uzak talepleri daha çok öne çıkararak acil talepleri küçümsemek, radikal görünme sevdası, elbette ki sınıf hareketinin gelişme seyrini ve sınıf hareketi içinde sloganın yerini anlamamaktır. Dahası proletaryanın nihai(uzak) taleplerini acil taleplerinin alternatifi gibi göstermek, örneğin “işçi Kıyımına Hayır, Özelleştirmeye Hayır!” sloganını küçümsemek, onun yerine “Kahrolsun Kapitalizm, Yaşasın Sosyalizm!”i geçirmeye çalışmak, açıktır ki; bütün keskinliğine karşın saf idealizmdir. Elbette, “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm” her zaman kitle mücadelesi içinde bir propaganda sloganı olarak kullanılacaktır ama bütün acil taleplerin önüne geçerek yığınları birleştirici ve onlara mücadeleye sevk edici özelliği tüm yığına mal olduğu dönemde olacaktır, ama bu artık “devrimci durum”dur. Bu koşulda, yani devrimci durumun olgunlaştığı koşullarda “işçi Kıyımına Hayır!” vb. sloganlar reformcuların, düzen savunucularının sloganı olacaktır. Bu yüzden de gerçekten yığınları ayağa kaldıran sloganlar, sendikaların, parti ya da örgütlerin bürolarında, “reklâm metini yazarlarının” ya da yöneticilerinin sübjektif niyetlerine bağlı olarak uydurulan sloganlar değil, bizzat kitle mücadelesi içinden çıkan, belki sınıfın nabzını tutan parti ve sendikalar tarafından mükemmelleştirilen, içeriği doldurulan sloganlar olmuştur.
Bir siyasi önderliğin ya da sendikacıların, işçilerin haykırdığı belirli talepleri ifade eden, çarpıcı, kolayca yayılabilecek bir slogan bulmaya çalışması elbette doğru ve gereklidir, Ama sınıfın ihtiyaç ve taleplerinden bağımsız olarak, herkesin kolayca atabileceği, şu şu kapsamda bir slogan bulmaya çalışılması elbette boş bir çabadır. Ama ille de “ben sübjektif isteklerimi sınıfa dayatırım” diyenler için en doğrusu bir profesyonel reklâm ajansına başvurmak olacaktır!
Değişik siyasi grupların, sendika ve konfederasyonların slogan konusundaki kafa karışıklıkları sendika, örgüt ve dergi adlarının kitle mücadelesi içinde kullanılışında da görülmektedir.
Miting ve gösterilerde, en görkemli pankartların sendika, örgüt ve dergi adlarına “adanmış” olması ilginç olduğu kadar sınıftan kopukluğun da ifadesidir.
Siyasi çevreler, sınıftan yana olduğunu düşünen örgütler için bir kitle gösterisinde bulunmanın iki amacı olabilir. Birincisi, yığın hareketini desteklemek ve onu olumlu yönde etkilemeye çalışmak, ikincisi ise; örgütü yığınlara “tanıtmak”tır.
Yığın hareketini desteklemek, yığına yeni kitleler katarak desteklemekle olabileceği gibi, taleplerin yaygınlaşmasına yardımcı olmak ve eylemin niteliğinin gelişmesine katkıda bulunmak biçiminde de olabilir. Örgüt ya da siyasi çevrenin kendiside düşeni yerine getirebilmesi için her şeyden önce dönemi ve yığın hareketinin özelliklerini iyi tahlil etmiş, uygun talepleri saptamış olması gerekir. Önderlik sorunu da ancak böyle bir yaklaşım içinde anlam kazanır; laf olmaktan çıkıp gerçek olmaya yönelir.
“Örgüt”ün kendisini tanıtma sorununa gelince; her şeyden önce kitle mücadelesi ye onun sorunlarından ayrı olarak örgütün kendisini tanıtması gibi bir şey, mücadeleye ciddi yaklaşan hiç bir örgüt için söz konusu olamaz. Çünkü devrimci bir örgütün yığınlar içinde tanınıp, saygı görmesi, söylediklerinin dikkate alınması ancak onun sınıf hareketi ve taleplerine gösterdiği ilgi, bu ilginin “edebiyat” ötesine geçerek mücadelenin sorunlarına getirdiği çözüm ve sınıf mücadelesine yaklaşımıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu yüzden de sınıfın taleplerini gözetmeden Örgüt ve dergi adları ne kadar büyük pankartlara yazılırsa yazılsın, “Yaşasın… Örgütü”, “Yaşasın… Hareketi” diye ne kadar çok bağırılırsa bağırılsın, bunlar örgütün yığınlarla birleşmesine yardımcı olmayacaktır. Nitekim en azından son 20 yılın deneyimi de bunun böyle olduğunu göstermektedir.
’93 1 Mayıs’ında yaşananlar göz önüne alındığında; dergi çevreleri kendi adlarının, örgütlerinin reklâmını yapmış, ek olarak sadece sınıfın nihai taleplerini ifade eden pankartlar taşıyarak “üstlerine düşeni” yerine getirmişlerdir. 1 Mayıs’a bu yaklaşımlarıyla, sınıfın acil taleplerini küçümsediklerini, dahası sınıfla birleşmek gibi bir dertlerinin olmadığını göstermişlerdir.
Sendikalar ve Türk-İş üst yönetimi asıl olarak “Yaşasın 1 Mayıs”a takılıp kalmışlar, tespit ettikleri acil talepleri bile pankart ve sloganlarla ifade etmekten uzak durmuşlardır. Bu alanda Çağlayan ve diğer kentlerde yapılan gösterilerde eksiklik ileri işçiler ve ilerici sınıftan yana sendikacılar tarafından doldurulmuştur, “İş Ekmek Özgürlük, Kahrolsun Faşist Diktatörlük”ken, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak”, “Yaşasın devrim Yaşasın Sosyalizm”e, “İşçi kıyımına Son”dan, “İşçi Memur El ele Genel Greve”, “Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi”ne kadar değişik sloganlar sınıf partisinin etkisiyle çeşitli kortejlerde pankart ve slogan olarak ifade edilebilmiştir. Ne var ki; sendikaların 1 Mayıs’ı anlam ve önemine layık bir biçimde kutlamaktan kaçınması, sınıfın acil taleplerinin bütün kortejlerde yeterince ifade edilmesini engellemiştir.
Bütün eksiklerine ve zaaflarına, konfederasyonların bölme, dergi çevreleri ve devrimci-demokratların pankart ve slogan fetişizmine karşın ’93 1 Mayıs’ı kazanılmış bir 1 Mayıs’tır. En önemlisi de ’94 1 Mayıs’ının daha adına layık olacağının da ipuçlarını vermiştir. Yeter ki, ortaya çıkan zaaflardan gereken dersler çıkarılmış olsun.
Haziran 1993