“Maastricht” anlaşması, 1993 yılıyla birlikte yürürlüğe girdi. AT üyesi İngiltere ve Danimarka’nın hâlihazırda onaylamadığı bu anlaşmayla birlikte, “Avrupa Devleti”nin oluşumu yönünde önemli adımların atıldığı ileri sürülüyor. Ama nedense, üye ülkelerin hemen hiçbiri Maastricht Anlaşması’ndan memnun değil. Almanya gibi ülkeler, “Avrupa Devleti”nin oluşturulması amacını hedefleyen bu anlaşmayı yetersiz buluyor. İngiltere ve Danimarka gibi ülkeler ise, günümüz şartlarında Maastricht anlaşmasına tam uyumun koşullarının oluşmadığını ileri sürüyor.
Gerçekten bir “Avrupa Devleti” oluşuyor mu? Bunun simgesi Maastricht anlaşması mı? Bu soruya hem evet hem de hayır cevabı verilebilir. Bilindiği gibi, “Avrupa Devleti” görüşleri ve bu amaca yönelik teorik düşünceler, ilk olarak 1. Emperyalist Savaş’ın hemen öncesi ve sonrasında gündeme gelmişti. Bu görüşün en hararetli savunucusu Kautskydi. Kautsky, keskinleşen emperyalistler-arası çelişkinin, yeni bir dünya savaşını gündeme getirdiği anlarda, finans kapitalin gelişmesinin, Avrupa Devleti’ni doğuracağım “çok uluslu bir Avrupa Devleti”nin oluşumunun, emperyalistler-arası çelişkiyi yok edeceğini ve dolayısıyla emperyalistler-arası savaşı da sona erdireceğini öne sürmekteydi. Uluslararası tekelci kapitalizmin gelişiminin teorik olarak bir dünya ve Avrupa devletinin oluşumuna yol açacağı doğru bir görüştü. Ama kapitalizmin buna savaşsız ve krizsiz varamayacağı ise diğer bir gerçekti. Kapitalizmin, kıtalar ve dünya çapında bir devletin kurulmasına yol açmadan önce, proletarya tarafından yok edilebileceği gerçeği, teorik değil, aynı zamanda pratik bir sorundu. O dönemin Kautsky ütopyasının gerçekleşmesinin sübjektif ve objektif koşullan henüz olgunlaşmamıştır. Kautskynin görüşlerinin gerçekleşmesi bir yana, Avrupa kıtasında başlayan ve dünyaya yayılan emperyalistler-arası 2. Dünya Savaşı, başta tüm Avrupa olmak üzere, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’yı içine alarak, büyük bir yıkıma neden oldu.
2. Emperyalist Savaş sonrası arzulanan ve hedeflenen Avrupa ülkeleri arasındaki birliğin yerini, Amerikan emperyalizminin hegemonyası aldı. Savaştan en az zararla çıkan ve savaş sonucu ülkesinde yıkımla karşılaşmayan Birleşik Amerika Devleti ve sermayesi, Avrupa’yı avucunun içine almıştı.
Amerika, sosyalizmin gelişip genişlemesinden korkuya kapılan Avrupa kapitalizminin koruyucusu kesildi. O dönemde nükleer silahlara sahip olan Amerikan “Sovyet tehdidi” bahanesiyle, sermayesinin yanı sıra, askeri güçlerini de Avrupa ülkelerine yerleştirdi. Amerika sermayesinin Avrupa’ya akışı, Avrupa kapitalizmini canlandırdı ve üretici güçler hızla ve derinlemesine gelişme gösterdi. Bu gelişme, Avrupa ülkelerinin, “bağımsız emperyalist ülkeler” olarak yeniden dünya pazarlarında boy gösterme sevdasıyla harekete geçmelerine yol açıyordu. Amerikan emperyalistleri, Avrupa’daki bu gelişmelerden rahatsız olmalarına rağmen Avrupalıların, Sovyet tehdidi karşısında, “Amerika’nın nükleer şemsiyesi”nin dışına çıkamayacaklarından emindi. Avrupa kapitalizmi, siyasi ve ekonomik olarak, bağımsız hareket etmeyi arzularken, “Sovyet tehdidi”, onları, Amerikan güdümünden ayrılmamaya zorluyordu.
1957 yılında Roma Anlaşmasına imza atan 5 ülke tarafından, “Avrupa Ekonomik Topluluğu” oluşumunun ilk adımları atıldı. Bu gelişmeyi, 1959 yılında General de Gaulle’ün “Avrupa Birliği’ni oluşturma hareketi takip etti. De Gaulle, ABD emperyalizminin Batı-Avrupa ülkeleri üzerindeki baskısı karşısında, o dönemde Sovyet Bloğu’na dâhil Doğu Avrupa ülkelerini de kapsayacak tarzda, “Atlantik’ten-Urallar’a kadar” sloganıyla, “Avrupa Birliği” fikrini ortaya attı. De Gaulle’ün “Avrupa Birliği” İngiltere tarafından ret edilirken, Batı Almanya tarafından destekleniyordu. Çünkü Sovyetlerin etkisindeki Avrupa ülkelerini, tekrar kapitalist devletler haline getirerek, “güçlü kapitalist bir Avrupa” kurmanın peşindeydi. De Gaulle’ün Avrupa Birliği görüşleri, ABD emperyalistleriyle çatışmaya girmesine vesile oldu. Nitekim De Gaulle, bir yandan Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çekerken, diğer yandan ABD’nin dışında Sovyetlerle ilişkiye giriyordu. Fakat Sovyetlerle Batı Bloğu arasındaki çatışmanın keskinleşmesi, 1960’lardan itibaren, Sovyetlerin hegemonyacı politikası, De Gaulle sonrası Fransız yönetiminin politikasını değiştirdi. ABD ile olan çatışmanın yumuşatılması sonucu, “Avrupa Birliği” (bir dönem) “Avrupa Ekonomik Topluluğu” statüsüyle kaldı.
1957 yılında, Roma anlaşmasıyla oluşturulan “Avrupa Ekonomik Topluluğu”, üye olmayan Avrupa ülkelerine kapısını açık tutarken, diğer yandan ekonomik birlik, siyasi ve sosyal birliğin de zeminini oluşturuyordu. Bu gelişme, ABD emperyalizmini öylesine zannedildiği ölçüde rahatsız etmiyordu. Çünkü Avrupa ekonomisi, ABD sermayesinin etki alanı içindeydi. Diğer yandan AET’nin Doğu Avrupa ülkelerini etkilemesi, onları yanlarına çekme çabası “Sovyet Bloğu”nu zayıflatabiliyordu. Doğu Avrupa ülkeleriyle AET arasında başlatılan ekonomik işbirliği, ABD tarafından desteklendi. AET 1970’lerde esasta burjuva ülkelerindeki fonksiyonuna sahip olmayan “Avrupa Parlamentosu”nu oluşturdu. Üye ülkelerde yapılan seçimlerle oluşturulan Avrupa Parlamentosu “Avrupa Devleti”nin yasama organının statüsüne sahip değildi, sadece AET’ye üye ülkelerin hükümetlerinin oluşturduğu yürütme organına tavsiye niteliğinde görüş ve kararlar iletmekle yetkiliydi.
“AVRUPA BİRLİĞİ’NİN OLUŞMAYA BAŞLAMASI”
AET’yi oluşturan 12 üye ülke, AET yerine AT (Avrupa Topluluğu) ismini alarak, yeni bir safhaya girmiş durumda. Amaçlarının bir “Avrupa Devleti” oluşturmak olduğunu söylüyorlar. “Avrupa Birliği”, “Avrupa Devleti” oluşturmak olduğunu söylüyorlar, “Avrupa Birliği”, ekonomik birliğin ötesine geçip, toplumsal ve siyasal bütünleşmeyi hedefler tarzda ilerliyor. Özellikle Sovyetlerin dağılması, Doğu Bloğu’na bağlı ülkelerin sözde “bağımsız” kapitalist ülkeler haline gelmesi, “Avrupa Birliği”ne yönelik çabaları hızlandırdı.
“Avrupa Birliği” sloganıyla Batı Avrupa kapitalizmi, Doğu Avrupa pazarlarında (bir an önce) tam egemenliğini pekiştireceğini düşünüyordu. Varşova Paktı’nın dağılmasını takiben Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Sovyetlerle ABD’nin başını çektiği iki blok arasındaki çelişkinin ortadan kalkması, Batılı emperyalistler-arası çelişkiyi ön plana getirdi. Kapitalizmin kronikleşen krizi, Doğu Avrupa ve eski Sovyet pazarlarının (Batı kapitalizmine muhtaç bir tarzda) uluslararası sermayeye tam anlamıyla açılmasının, kapitalizmi krizden kurtaracağı ve yeni bir sıçramalı gelişme sürecine başlanacağı düşünülüyor. “Komünizm öldü, yasasın kapitalizm” sloganıyla yeri göğü inleten tekelci sermaye ve onun politik temsilcileri (çok kısa bir süre sonra), artık yeterince güvenle konuşamıyorlar.
Sovyet sisteminin dağılmasından önce, ABD ve İngiltere’ye göre sıçramalı ve “istikrarlı” bir gelişme gösteren Almanya ve Japonya dahil, ekonomik durgunluk sürecine giriverdi. Özellikle Doğu Almanya’yı Gorbaçov’dan satın alan Batı Almanya’nın, birleşik ve “üçlü” Almanya’nın oluşumuyla, sıçramalı bir gelişme göstererek, dünya pazarına hızlı bir tarzda yayılıp, dünyaya egemen olacağı ileri sürülüyor. Hitler’in silahlarla yapamadığının, Alman markı sayesinde gerçekleşebileceği iddia ediliyor ve buna ait söylevlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ama ne var ki, gerçekler çok geçmeden bir şamar gibi bu iddia sahiplerinin yüzünde patladı. Alman kapitalizmi atağa kalkacağına, durgunluk ve gerileme Sürecine girdi. Özellikle de ABD ve İngiliz sermayesi ve devleti tarafından daha fazla engellerle karşı karşıya bırakıldı. “Güçlü bir Almanya’nın yeniden egemenlik peşinde koşacağını düşünen ABD, İngiltere’yi de yanına çekerek, Almanya’nın önünü kesmeye çalışıyor. Bu koşullarda Alman devleti, AT üyesi ülkeler alanında, birliğini, giderek, her alanda ve Avrupa Devleti’nin oluşumunu hedefleyerek geliştirmenin yoğun çabası içindedir. Giderek “AT”yi yeni üyelerle genişletmeye çalışıyor. Avusturya, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre gibi ülkeleri “AT”ye girmeleri için yoğun çaba harcarken, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Baltık ülkeleri, Romanya ve Bulgaristan’la sıkı ilişkiye giriyor. Bu ülkelerin gelecekte “AT”a üye olmalarını sağlamayı amaçlıyor, Tabii ki, bunlara eski Yugoslavya’dan bağımsızlığını kazanan Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Arnavutluk’u da ilave etmek istiyor. Batı Alman emperyalistlerinin bu yoğun çabasının esas dayanağı, başta Fransa olmak üzere (İngiltere ve Danimarka’nın dışındaki) diğer AT üyesi ülkeler. “Avrupa Birliği”ne yönelik Alman emperyalistlerinin yoğun çabası, özellikle ABD ve İngiliz emperyalizminin karşı tepkisi ile durdurulmaya çalışılmaktadır. Bugün oluşturulmuş ve geliştirilmesine yönelinmiş “Avrupa Birliği”, günümüzde emperyalistler-arası çelişkinin odak noktalarından en önemlisini teşkil ediyor. Alman emperyalistleri özellikle Japon ve Amerikan sermayesinin ihraç mallarının Avrupa pazarlarına girmesini, “Avrupa Topluluğu’na dayanarak önlemek istiyor. Çünkü günümüz koşullarında Alman emperyalistlerinin en önemli rakipleri, Japonya ve ABD’dir. Özellikle ABD, AT’ın gelişmesini, Almanya’nın bu alandaki egemenliğini baltalamak arzusuyla, AT’a üye ülkeler arasındaki çelişkiyi kışkırtmaya ve Alman emperyalizmini izole etmeye çalışmaktadır.
AT üyeleri arasında Maastricht toplantısı, bu koşullarda gerçekleşti. Maastricht toplantısı öncesi, AT’ta, “tamam mı devam mı?” sorusu gündeme gelmiş, tartışmalar yoğunlaşmıştı. ABD ve onun yakın taraftarları, Maastricht toplantısıyla, Avrupa Topluluğunun dağılmasını dahi bekleyebiliyorlardı. Oysa 1957 Roma Anlaşmasıyla, 1991 Maastricht toplantısının yapılışına kadar geçen süreçte, Avrupa Ekonomik Birliği ve Avrupa Topluluğu önemli mesafeler almıştı. Özellikle Avrupa sermayesinin giderek gelişen iç içeliği ve işbölümü, Avrupa Topluluğu’nun kolayca dağılmasını imkânsız kılıyordu. Maastricht toplantısından önce, Almanya’nın sloganı, AT’a gönülsüz olarak üye olan İngiltere’ye rağmen, Avrupa Topluluğu’na devam idi. Maastricht toplantısından kim galip çıkacaktı? İngiltere mi, yoksa Almanya mı? Körfez krizi ve Fransa’nın birden bire yön değiştirip ABD ve İngiltere’nin yanında yer alması, Alman emperyalistlerini zor durumda bırakmış, başlangıçta Irak’a karşı hayırhah tavrını değiştirmeye zorlamıştı. Tekrar ABD ve İngiltere ile sıkı ilişkiye giren Fransa’nın, Maastricht toplantısında İngiltere ile birlikte hareket edebileceği düşünülmekteydi. Oysa ABD’nin Avrupa’daki egemenliğine baş kaldıran ve “Ural’dan Atlantik’e kadar Avrupa Birliği” fikrini ortaya koyan Fransa idi. Almanya üzerinde bir kontrolü ve sıkı işbirliği vardı. Eski düşmanlıkları unutacak kadar aralarındaki ilişki sıkılaşmış ve güçlenmişti. NATO’ya rağmen, Almanya ve Fransa arasında ordu birliği oluşturulmaya başlandı bile. Almanya sermayesi ve devleti, Fransa’yı, ABD ve İngiltere’ye kaptırmamak için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırmış gibi hareket edebiliyor. Fransız frankı her değer kaybedişte yanı başında Alman Merkez Bankası bulunuyor.
Ama güçlenen Almanya’dan çekinenlerin içinde Fransa eia var. Bunun için Maastricht toplantısında Fransa, Almanlarla birliğin temelinde Almanların daha ileri gitmesini de engelleyecek bir orta yol politikası izledi. Bunun için Maastricht anlaşmasıyla Alman emperyalistleri, “Avrupa Topluluğu’na yönelik amaçlarını istedikleri oranda gerçekleştirmediler. Buna rağmen, Maastricht anlaşmasıyla “Avrupa Topluluğu’nun gelişmesinden memnun oldular.
Maastricht anlaşması, üyeler arasında ekonomik işbirliğinin daha da sıkılaştırılmasından ziyade, siyasal, hukuki ve sosyal birliğinin gelişmesine yöneliktir. Çünkü bu anlaşmayla, AT üyeleri arasında can alıcı ve yeni ekonomik kaynaşmayı sağlayacak esasa ilişkin sorunlar yer almadı. Üye ülkeler arası sınırların ve gümrüğün kalkması, özünde önemli bir adım teşkil etmiyor. Çünkü sınırlar sözde ortadan kalkıyor. AT üyeleri arasında gümrük ise, çoğu mallarda zaten yoktu. Buna çok az “yenileri” eklendi. Almanların Maastricht’le ilgili en önemli eleştirileri, her konuda bir dizi istisna getirildiği ve bürokratik işlemlerin haddinden fazla yoğunlaştırıldığıdır. Örneğin, AT ülkeleri arasında sınırların ortadan kalktığı, hiçbir kontrolün olmadığı, AT üyesi ülke vatandaşlarının istedikleri her ülkede çalışma-oturma-iş bulma hakları olduğu 340 milyonluk yeni bir ülke istiyor, Almanya AT’ın Japonya ve ABD’ye karşı rekabette güçlü çıkabilecek bir konuma eriştiği ileri sürülmesine rağmen, bu iddialar tam gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Çünkü Maastricht anlaşmasını henüz onaylamayan İngiltere ve Danimarka, bu anlaşmayı yürürlüğe sokmuyor. Yani, ne kişilere ne de mallara kontrolsüz geçiş hakkı tanıyor, İngiltere ve Danimarka, Maastricht anlaşmasını onaylasalar bile, anlaşmada yer alan istisna maddelerine göre yine sınırlarını, AT üyesi ülke vatandaşlarına ve mallarına karşı da korumaya devam edecekler. Bu ülkelere karşı da sınır kontrollerini sürdürecekler. Kısacası, AT’a üye ülke vatandaşları bu ülkelere pasaportsuz giremeyecekler. Her türlü sigorta işlemi, yine anlaşma öncesi statüsünde kalacak. Örneğin, bir İspanya vatandaşı AT’ın diğer ülkelerinde çalıştığı zaman, gerek emeklilik, gerek işsizlik, gerekse sağlık vb, konularda eskiden olduğu gibi İspanya’daki sigorta ilişkilerini sürdürecek. Bu konuda tüm AT ülkelerini kapsayacak ortak bir statünün oluşturulmasına çalışılmadı. Tabii ki, bundan en fazla zararı gören AT’ın fakir ülkeleri denilen İspanya, Portekiz ve Yunanistan ve İrlanda vatandaşlarıdır. Çünkü diğer, gelişmiş AT’ye üye ülkelere göre daha güçsüz ve korunmasız sigorta statülerine sahiptirler. Bu alanda da diğer AT ülkesi vatandaşlarıyla aynı konuma gelmeleri söz konusu değildir.
Diğer ülkelerden gelen mallar, AT’ye ait hangi ülkelerin sınırlarından içeri giriyorsa, var olan gümrük vergisini o ülke alacak ve yine AT üyeleri arasında da hâlihazırda gümrüğe tabi malların gümrüğünü, malların girdiği ülke alacak. Tabii ki vergi statüsünde en küçük bir değişiklik yok. Eskiden olduğu gibi AT’ye üye her devlet çeşitli vergileri yine kendisi toplayacak. Hangi ülkeden mal alınıyorsa, malın satın alındığı ülke, aynı zamanda katma değer vergisi de alacak. Bilindiği gibi, AT üyesi ülkelerde katma değer vergisi oranlan farklıdır. Bu farklılık değişmiyor. Örneğin tıpla ilgili aletler ve diğer malzemelerin AT ülkeleri arasındaki alım ve satımlarının vergilendirilmesi, eskiden olduğu statüsüyle işlem görüyor ye değişmiyor. Sözde tek “Avrupa Devleti”ne doğru yol almıyor. Sermaye ve burjuvalar arası ilişkiler daha da serbestleştirilirken, halklar için sınırlamalar alabildiğine sürdürülüyor, örneğin, tıp alanında herhangi bir gelişme gösteren İngiltere, Almanya gibi ülkelerde tedavi olmak iste yen bir Yunan vatandaşı, eskiden olduğu gibi, bu ülkelerin sağlık sigortalarından yararlanamıyor, ilaçlarını örneğin Alman vatandaşları gibi daha ucuz satın alamıyor. Aksine Maastricht anlaşması öncesinde olduğu gibi önemli bir hastalığın tedavisi yine kendine çok pahalıya mal olabilir ve yine tıp dalında geliştirilmiş bir aletin üretildiği ülkeden satın alınması, o ülkenin almakta olduğu aşırı kârı ödeyerek (eskiden olduğu gibi) ancak mümkün olabiliyor. Bu söylediklerimiz sadece tıp dalında değil, meslekle ilgili her konuyu içermektedir, özellikle bilimsel araştırmalarla ilgili malzemeleri, geliştirilmiş teknolojiyle ilgili araçları, vb. diğer bir AT ülkesinin satın alması halinde, satın alan ülke, aşırı kârı gözeten katma değer vergisini de ödemek sorundadır. Ve bu malların çıkışı gümrüğe tabidir. Ama banka sermayesi ve bankalar, AT’ye üye ülkelerin her yerinde serbestçe şube açabilir ve serbestçe dolaşabilir. Maastricht anlaşması, güçlü bankaların önündeki en küçük engeli kaldırarak, serbest dolaşımı sağladı.
‘YENİ BİR AŞAMA MI?”
Geçen süre AET’nin ve AT ülkelerini oluşturan, bunlara önderlik eden Avrupa’nın güçlü emperyalist ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya’nın Avrupa’ya egemen olmayı bir yana bırakıp, gelişen üretim sonucu bir kıta devletine doğru yol almadıklarını gösteriyor. Aksine “Avrupa Birliği” Avrupa’ya kimin egemen olacağı mücadelesinin zeminini oluşturmaya devam ediyor. Örneğin Maastricht anlaşması, “sınırlar kalktı”, “Avrupa Devleti yolunda ilerliyoruz” denildiği dönemde, nedense (!) AT’ye ait ortak bir dış politika belirleyemiyor. Avrupa’nın bu üç eski emperyalist devleti ulusal menfaatleri gereği, ayrı politikalar izliyor ve kendi egemenlikleri peşinde koşuyorlar. Bu üç ülkenin emperyalist sermayesi hem birbirleriyle, hem de ABD ve Japon sermayesiyle rekabet ederek, Avrupa’nın ve dünyanın herhangi bir yerindeki pazarı ele geçirme politikalarını, buna göre oluşturmaya çalışıyor. Birinin girdiği ekonomik krizden, üretimdeki durgunluktan bir diğeri yararlanıyor. Böylesine çatışmaların sürdüğü süreçte, tam olmasa da sınırlar kalkıyor, çeşitli alanlardaki birlikler de yine gelişiyor. Çalkantılı, çelişkili bir AT, yeni üyelerle genişlemeye devam edebiliyor. Daha doğrusu, hem çatışma, hem birliğin bir arada yürütüldüğü bir döneme girilmiş durumda.
Tüm bunların yanı sıra, özellikle Almanya ve Fransa’da, milliyetçilik ve faşizm yeniden dirilip güç topluyor. “Yabancı düşmanlığı” perdesi arkasına gizlenen, bu milliyetçiliğin ve faşizmin amacı, Avrupa ve dünya pazarlarına yeniden egemen olmaktır. Nitekim bunlar, AT ve Maastricht anlaşmasına şiddetli tarzda karşılar. Özellikle Almanya’nın birliğinden sonra gerici Alman hükümeti ve partileri, en güçlü ekonomiye sahip olan Almanya’nın, her alanda söz sahibi olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunun adına da, “Almanya’nın yeni politik çizgisi” diyorlar.
Saldırganlığın ve yayılmacılığın, emperyalistler-arası çelişkinin şiddetlenmesiyle, kapitalizmin yeni ekonomik krizi de devam ediyor. Oysa 1986 yılında AT komisyonlarının araştırması, sınırların ortadan kalkacağı, AT’la ilgili olarak çok iyimser rakamlar veriyordu. 340 milyonluk bir pazarın oluşumuyla, AT ülkelerinde yıllık vergilerin 350-500 milyar DM’ye varan vergi kayıplarıyla birlikte, yüzde 4,5 oranında bir kalkınmanın gerçekleşeceği, yüzde 7 kalkınma oranına varılacağı hesaplanıyor; bir yandan da enflasyon oranının daha da düşürülebileceği, 6 milyonun üzerinde yeni işyerleri açılacağı ileri sürülüyordu. Oysa bunun tam tersi gerçekleşiyor. Şimdi ortalama yüzde 0,9 ile yüzde 0,7 arasında bir kalkınma ve yüzde 0,2 / yüzde 0,7 arasında yeni işyerlerinin ortaya çıkacağı, enflasyon oranının ise, yüzde 3,1’den yüzde 6,1’lere tırmanacağı ileri sürülmektedir. Diğer yandan ise, şimdilik İtalya hariç tutularak, tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü gözleniyor. “Güçlü Alman” ekonomisinin ne zaman durgunluk döneminden çıkacağı ise tahmin dahi edilemiyor.
“AT PARA BİRLİĞİ”
AT’ın tek para birimine nasıl geçeceğine ilişkin görüşlerin incelenmesinden önce, bugünkü “Para Birliği”ne bir göz atmak gerekiyor. Maastricht anlaşması 1993 başında, henüz yürürlüğe girmeden önce, AT ülkelerinde bir para sorunu patlak verdi. İngiltere ve İtalya AT para birliğinden ayrılmak zorunda kaldı. İtalya ve İngiltere’nin AT para birliğinden ayrılmalarının nedeni olarak, Alman Merkez Bankası ve güçlü Alman bankalarının uyguladıkları kredi-faiz oranının yüksekliği gösterilmiştir. Alman Ekonomi Bakanı Sosyal Hıristiyan Parti “CSU”nun Strauss’tan sonraki başkanı Theo Waigel ve Alman Merkez Bankası şefi Hilmar Kopper, Almanya’daki banka faiz oranlarının yüksekliğinin sebebi olarak, enflasyonla mücadeleyi gösteriyorlar. Türkiye’de olduğu gibi. Banka kredilerinin faiz oranlarının düşürülmesinin enflasyona yol açacağı iddiası gibi görüşlerle gerçekler ters yüz edilmek isteniyor. AT’ye üye ülkelerin paralarının günlük kurları, ECU (yaklaşık olarak 1 ECU 2 Alman markına eşit) ismi verilen bir ortak para birimine tabidir. Buna göre kur ayarlanmalarına gidilmektedir. Bu yolla sözde AT’ye bağlı ülkelerin paralarının dolara bağımlılıkları zayıflayacak ve uzun senelerdir bir istikrara kavuşmayan dolara bağımlılıktan kurtulunacaktır. Aslında bu yöntemle, dolara bağımlılığın yerini, istikrarlı, her geçen gün dünya pazarlarında güçlenen DM’ye bağımlılık alıyor. Avrupa’da baş gösteren ekonomik kriz döneminde, Almanlar, bunu diğer üye ülkelerin aleyhine, kendilerinin lehine kullanmaya başlamışlardı. AT’da kısa bir süre önce yaşanan para krizi öncesi, bilindiği gibi ABD ve Japonya’da borsa ve para krizi yaşandı. Bu kriz dalgasının çok geçmeden Avrupa’ya da yayılması bekleniyordu. İtalya ve İngiltere’nin AT para biriminden ayrılmalarından önce, Fransa da dâhil olmak üzere uyguladıkları yüksek faiz, bu bankaların kârını aşırı ölçüde artırdığı gibi, Almanların ihraç mallarında, diğer ülkelerin aleyhine büyük kâr elde edilmesini sağladı. “AT” ve “Avrupa Devleti” fikirlerinin ateşli savunucusu Alman sermayesi, sıra aşırı kâr konusuna gelince; “birliğin, demokrasi ve insan haklarının” tam olarak yürürlüğe girdiği Avrupa’yı hemen bir yana atıp, “böyle devam ederseniz AT dağılır” gibi görüşleri anlamamazlıktan gelerek, aşırı kârının (en küçük bir oranda olsa dahi) azalmasına göz yummuyor. Ye “önde gelen AT değil, Almanya’nın menfaatidir” diyebiliyor. Böylesine fütursuzca hareket etmesinin nedeni, devam edip gelen “Avrupa’nın Birliği” sürecinde, İngiltere hariç diğer At üyesi ülkelerin ekonomisini, maliyesini, kendi güçlü ekonomisine (bazılarını tabii ki kısmen) bağımlı hale getirmesidir.
Örneğin, İtalya, Alman ekonomisine sıkı bir şekilde bağımlı olan AT üyelerinden biridir. İtalya, Alman bankalarındaki yüksek faiz oranlarının sonucunda kısa dönemde döviz rezervlerinde büyük bir erimeyle karşılaştı. Çünkü İtalya’nın sattığının ucuz, aldığının pahalı oluşu, onu döviz darboğazına itmişti. Bunun için diğer ülkelerden, özellikle Almanya’dan borç para istemek zorunda kaldı. Ve para birimi olan Liret’in değerini düşürdü. Deutsche Bank önderliğinde 30 bankanın konsorsiyumuyla İtalya’ya borç para verilmeye başlandı. Şartlarına gelince, bunlar, Avrupa Birliğinin şanına! yakışmayacak ağırlıktadır. İtalya’ya 11 Ocak 1993’te 4 milyar DM borç verildi. Ve İtalya 1993’te tekrar 13-15 milyar dolar borç istiyor. Bunun için İtalyan hükümeti, Deutsche Bank’ın önderlik ettiği finans kuruluşlarının baskısıyla, bütçesinden tasarruf yapacağına dair planı ve önüne sunulan modernleştirme, sektörlerindeki özelleştirme düzenlemelerini parlamentosuna onaylattı. Taahhüt edilen paranın faizi ise, yüzde 7,3 ile yüzde 7,5 arasındadır, Başka ülkelerden yüksek miktarda borca muhtaç duruma gelen İtalyan hükümeti, devlet borçları için faiz değerlerini, 1 milyar 800 milyon DM kadar düşürüyor. Kısacası; borçlarına karşılık İtalyan hükümeti 12 ile 15 milyar DM arasında bir “tasarrufa” gitmeye zorlandı. lMF’nin Türkiye ekonomisinin çıkmaza girdiği dönemdeki borçları için öne sürdüğü koşulların benzerlerinin, İtalya’ya esasta Alman sermayesi tarafından dayatılmasına şaşmamak gerekiyor. Alman emperyalistlerinin tek düşüncesi aşırı kârları ceplerine atmanın yollarını bulmaktır. Sözde Alman bankalarının faizi yüksek tutmasının nedeni, “Almanya”nın enflasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır. Oysa Almanya’nın ekonomik gerçekleri bu söyleneni yalanlıyor. Çünkü fiyat artışları ne aşırı ve sıçramalı bir yükselme gösteriyor, ne de ileride artacağına dair bir işaret var.
Alman ekonomisi bir durgunluk içince, İhraç mallarının miktarında azalma gözüküyor. Özellikle, otomobil, çelik, kömür sektörleri büyük oranda işçi çıkarmanın yollarını arıyorlar. Doğu Almanya’da “özelleştirme” ve “modernleştirme” adı altında milyonlarca işçi, işinden atıldı. Hükümet, bu işsizlere, Batı Almanya’ya göre düşük işsizlik paraları ödüyor. Alman Emperyalistleri, güçlü ekonomilerine dayanarak, girdikleri ekonomik krizin yükünü AT’ın diğer ülkelerinin sırtına yıkmaya çalışmakta.
Bunun için faiz oranlarını düşürmeye yanaşmıyorlar. Böylece sattıkları mallan pahalıya, aldıkları malları daha ucuza elde ediyorlar. Onların en önemli avantajı, diğer AT ülkelerinin üretimlerini devam ettirecek en temel malların üreticisi olmalarıdır. Bundan ötürü AT’ın diğer ülkeleri, “Doğu Almanya’nın finansmanını bizim sırtımızdan çıkarıyorsunuz” diye Almanya’yı suçluyorlar.
AT üyelerini böylesine kıskaca alan Almanya, kendine en önemli rakip gördüğü Japonya ve ABD’ye karşı AT birliğini savunuyor. Japonya ve ABD mallarına boykot uygulanmasını teşvik ediyor. Ama bu konuda istenen sonuçlar alınamamıştır. Aynı durum Avrupa Merkez Bankası, AT Para Birimi olan ECU’la ilgili de sürüyor. Henüz Avrupa Merkez Bankası, bağımsız olmadığı gibi ECU’da AT üye ülkelerinin hükümetlerinden ve Merkez Bankalarından bağımsız ve ekonominin ve Borsa’daki kur ayarlamalarının kendiliğinden oluşturduğu bir değere sahip değil. Avrupa’da paraların değerini dolara göre saptamanın yerini alması düşünülen bu para birimi (ECU), henüz gereken fonksiyonunu oynamadığı gibi, AT üyelerini kendine bağımlı kılmaktan uzaktır. AT üyelerini dolara bağımlılıktan kurtaramıyor. Sonra AT Para Birimi ECU’ya göre, üye ülkelerin paralarının değeri (tabii ki, Avrupa Bankası tarafından) ayarlanıyor. Aslında böylesine bir AT Para Birimi’nin savunucusu İngiltere idi. Amacı serbest borsalarda doların yerini almaya başlayan, dolara göre istikrarlı ve güçlü bir konumda olan Alman markına, diğer AT’a üye ülkelerin paralarının bağımlı hale gelmesini engellemekti. Serbest borsalarda markın değerinin birim konumuna erişmesine meydan vermemekti. İngiliz hükümetinin ECU’ya bağlı olmaktan çıkmasını Almanlar, bu hükümetin borsaya karşı yenilgisi olarak nitelendiriyorlar. Yani Alman markının gücünü engelleme çabalarının boşa çıktığını söylemek istiyorlar.
AVRUPA DEVLETİ’NİN PARA BİRİMİNİN NASIL OLACAĞI KONUSUNDA DÜŞÜNCELER
AT’a bağlı ülkelerin tümünde ortak bir paranın kullanılması, bugünkü üye ülkelerin paralarının piyasadan kaldırılması savunulmaktadır. Bunun nasıl olacağına dair görüşler sadece teoride kalmaktan ileri gidemiyor. Çünkü bir tek para biriminin tüm AT’a bağlı ülkelerde geçerli olması, ulusal bankaların, ulusal finans kuruluşlarının ortadan kalkmasına ve tüm ekonominin bir merkezde toplanmasına bağlıdır. Böylesi bir ekonomik sistem, ancak “Avrupa Devleti” tarafından yürütülebilir. Oysa bugünkü Avrupa’daki gelişme henüz bunun epeyce uzağındadır. Hangi emperyalist sermayenin Avrupa’ya tam egemen olacağı çatışmasının sürdüğü dönemde, AT’a üye ülkelerin yakın süreçte tek para sistemine geçemeyecekleri bellidir.
AT’da tek bir para biriminin egemen olmasını savunan Alman emperyalistleridir. Öne sürdükleri görüşlerin başında, Avrupa Bankası’nın tüm mali işlerinin topluluk içerisinde düzenlemesi ve bu konuda tek yetkili kılınması gelmektedir. Önde gelen Alman tekellerinin temsilcileri ve’ politikacıları, Avrupa Bankası’nın süreç içerisinde AT üyesi ülkelerin Merkez Bankalarının yerine geçecek tarzda gelişmesini savunuyorlar. Böylece, AT’ın daha fazla bütünleşeceğini, tek bir kapitalist sisteme kavuşacağını öne sürüyorlar. Aslında bu görüşler, DM’nin ve Alman emperyalist sermayesinin, Avrupa Topluluğu’nda tam egemenliğini amaçlamaktan öte bir anlam taşımıyor. Çünkü AT, esasında, ekonominin gelişmesinin doğal bir sonucu olarak değil, çoğu yerde siyasi nedenlerden, Avrupa dışı gelişmiş kapitalist ülkelerin rekabeti karşısında, Avrupa pazarlarını savunma, özellikle Avrupa pazarlarını ABD ve Japonya’ya kaptırmama içgüdüsünün esaslan üzerinde oluşmuştur.
Sonuç olarak AT aslında, Alman emperyalizminin Avrupa pazarlarına egemen olmasından başka bir şey ifade etmiyor. Almanya dışındaki özellikle fakir ülkeler denilen; İspanya, Yunanistan, Portekiz, İrlanda bir bakıma da İtalya pazar olmuş, Almanya ortak!
Şubat 1993