“Örnek Ülke” Japonya’nın Öteki Yüzü

2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistem, sosyalizm karşısında hala yaşama gücü taşıdığını göstermek için iki ülkenin başarılarını ön plana çıkardı: Almanya ve Japonya.
Kapitalizmin propagandacıları ve ideologları, Alman ve Japon mucizesinden, her vesile ile söz etmeyi alışkanlık haline getirdiler. Almanya’nın geçmiş sanayi birikimi ve savaş sonrası hızla toparlanmasının nedenleri Batı dünyası ve bu dünyanın sıkı ilişki içinde bulunduğu ülke aydınları, ilerici ve devrimci çevreleri için bir giz taşımıyordu. Bu yüzden de kapitalizmin ideologları “Alman mucizesi”ni daha çok Alman ulusunun disiplinli çalışma alışkanlığı ve yenilgiye karşı gösterdiği tepkiyle açıklamaya çalışan bir yol izlediler. Eğer diğer ülkeler de, Almanlar gibi disiplinli çalışır, sınıfsal çıkar yerine “ulusal çıkarlarını” koyarlarsa Almanya gibi bir sanayi devi olabilirler görüşü ağırlıkla işlendi. Sosyalizmin yayılması karşısında bütün kapitalist dünya tarafından bir set, bir koçbaşı inşa etmek için Almanya’ya akıl almaz yardımlar yapıldığı, daha da önemlisi Alman ve yabancı işçilerin aşırı sömürüsü temelinde bir “mucize” yaratıldığı gözlerden saklanmaya çalışıldı Ama Almanya, Avrupa’nın göbeğinde, ne olup bittiği bakan gözlerden kolayca saklanamayacak bir politik ve ekonomik coğrafyada bulunuyordu. Bu yüzden de “Alman mucizesi”nin gizemli bir yanı yoktu.
Japonya’ya gelince; 19. yüzyılın ortalarına kadar bütün dünyaya kapalı kalmış, Uzakdoğu’daki bu adalar ülkesi; tarihi, kültürü, sosyal yaşantısı, gelenek-görenekleri, dinsel inanış ve siyasal sistemiyle adeta bir gizler ülkesiydi. Dev kapitalist iletişim aygıtları tarafından biçimlendirilen dünya kamuoyu için kanlı ve vahşi bir savaş geleneği olan, samurayları, kamikazeleri (kutsal rüzgâr), geyşaları, dev sumo güreşçileri, karatecileri, garip gelenekleri, mantık dışı toplumsal normları, “Güneşin Oğlu” denilen tanrısal nitelikler taşıyan bir imparatorları ve “verdiği hiç bir sözde durmayan” hükümetleri olan, insanların zekâ düzeyinin batılılara göre daha geri, küçük adalara sıkışmış, kendi ülkesini şin-koku-şugi (tanrıların toprağı) olarak gören milyonlarca ufak tefek, çekik gözlü insanın sıkış tıkış yaşadığı bir ülkeydi.
İşte böyle gariplik ve bilinmezliklerle dolu bu ülke, 2. Dünya Savaşı’nda yakılıp yıkılmış ve bir Amerikan sömürgesine dönüşmüşken, yıkımın üstünden daha 20 yıl bile geçmeden dünyanın sayılı sanayi ülkelerden biri durumuna gelerek sosyalizmin ve anti-emperyalist muadelelerin kıskacında bocalayan kapitalist dünya için diğer ülkelere örnek gösterilecek bir model oldu,
Japonya’nın kendine has konumu kapitalist propaganda merkezlerine iki olanağı birden tanıdı. Birincisi yukarıda sözünü ettiğimiz, kapitalizmin hala gelişme dinamiği taşıdığı konusundaki propagandaya malzeme sağladı; ikincisi ise tutucu, milliyetçi çevrelerin, feodal kalıntılarla kapitalist ilişkilerin bir arada, barış içinde
yaşamasının toplumsal ve sanayi gelişme için daha elverişli olduğu konusunda da propagandalarına zemin hazırladı. Sorunun bu yanı, örneğin Türkiye’de, gerici-dinci çevreler için malzeme olmuş, Japonların kendi din, kültür ve geleneklerini hiç bozmadan batıyı aşan bir sanayi geliştirmeleri mümkün olmuşsa, bizde neden olmasın gibi tezlere “Japon mucizesi” dayanak edilmiştir. Bugün de, Japon sermayesinin Türkiye’ye artan bir hızla girmesine bağlı olarak, bu propaganda daha yüksek sesle sürdürülmektedir. Toplumsal gelişmeyi, değerin üretimi ve yeniden genişletilmiş üretimi üstüne değil de; din, gelenek, görenek gibi kurumlar üstüne kuranlara bir dayanak oluşturuyor bu tez. Çünkü onlara göre din, gelenek, kültür gibi kurumlar ekonomiden, ayrı, ondan bağımsız olarak vardırlar ve ekonomide kapitalist üretim egemen olduğu halde, ahlakta, dinde, kültürde eski değerler olduğu gibi korunabilir.
Gerçek elbette bambaşkadır. İnsan ihtiyaçlarının üretimindeki ilişkilerin ifadesi olan ekonomik ilişkiler bütünü, kaçınılmaz olarak, birer üst yapı kurumu olan din, ahlak, siyaset, kültür gibi kurumları da yavaş ya da hızlı bir biçimde kendisiyle uyumlu hale getirir. Nitekim Japonya’da da, üstteki örtü ortadan kaldırıldığında, “Japon geleneği”, “Japon ideolojisi”, “Japon kültürü”, “Japon siyasal sistemi” denilen kurumların bütünüyle bir avuç tekelin kurduğu mali oligarşinin ihtiyaçlarına göre değiştiğini, eski kurumların bazı durumlarda biçimini korusa bile içeriklerinin bütünüyle değiştiğini, kapitalist sisteme eklendiğini görürüz. Başına ‘Japon’ sözcüğü getirerek bir ‘kendine haslık imajı Yerilen kurumların diğer kapitalist ülkelerden farklılıklarının, herhangi iki kapitalist ülkeden daha derin olmadığını söylersek gerçeği ifade etmiş oluruz.
Emperyalist-kapitalist propaganda odakları ve iletişim tekellerinin, dünya kamuoyu önüne sundukları modern Japonya imajı, Tokyo’nun ışıklı gökdelenleri, hızlı trenler, kalabalık caddeler, uyumlu, sınıf farklarının pek hissedilmediği bir toplum görüntüsüdür. Ama bu, özellikle seçilmiş görüntülerin arkasında olup bitenler, bu şatafatlı imparatorluğun ne pahasına, kimin elleri ve alın teri üstünde yükseldiği hiç sorgulanmaz. Çünkü kapitalist sistemin yoksul dünyayı oyalamak için bir “Japon mucizesi”ne ihtiyacı vardır. Gerçi, son 10-15 yıldır, özellikle otomotiv, gemi, bankacılık ve elektronik sanayisi alanında batılı emperyalistlerle kıyasıya bir rekabete giren, “hasmane ticaret” yapmakla suçlanan Japonya, batılı emperyalistlere eskisi kadar (sempatik gelmemektedir. Ama bu düşmanlığa rağmen “Japon mucizesi” propagandası sürdürülmektedir.
Kısacası “Japon mucizesi”, Japon tekellerinin işçi ve emekçiler üstündeki aşırı sömürüsüne değil, Japon kapitalistlerinin becerisine, toplumun kendine has özelliklerine ve “Japon ideolojisi” adı verilen Japonya’ya has bir ideoloji(!)ye bağlanıyor.
Oysa soruna daha yakından bakıldığında,
“Japon mucizesi” denilen, Japonya’nın sanayi atılımının arkasında, hiç de olağanüstü, mucizevi nedenler yoktur. Tersine, Japonya da öteki kapitalist ülkeler gibi, bütünüyle bir emek sömürüsüne dayanan, kendine has koşullardan yararlanarak aşırı bir emek sömürüsü gerçekleştirerek bugünkü aşamaya gelmiş bir kapitalist ülkedir. Bu yüzden de burada, bu yazının elverdiği sınırlar İçinde, Japon ideolojisinin burjuva-emperyalist karakteri ve Japon tekellerinin Japon işçisini sömürmekte, herhangi bir kapitalist ülkedeki kapitalist tekellerden hiç de geri kalmayıp tersine daha ileri gittiklerini, “mucize”nin gerçek yaratıcılarının bu “mucize”nin nimetlerinden yararlanamadıklarını göstermeye çalışacağız.

“JAPON İDEOLOJİSİ”, IRKÇILIK, MİLİTARİZM VE ŞOVENİZMLE YOĞURULMÜŞ BÎR BURJUVA İDEOLOJİSİDİR
Japonya’da egemen düşüncenin, Japon toplumunu homojen, sınıfsız bir toplum olarak varsayması, burjuva ideolojisinden ayrı bir Japon ideolojisi sanısını uyandırmak isteyenlerin başlıca dayanağıdır.
Japon feodal ideolojisinin motiflerinden olan, ‘sadakat’, ‘uyum’, ya da klan döneminden kalma ve feodal köy ilişkileri içinde de yaşamış ‘grubun çıkarları için bireyi feda etme’ motifleri, 1920’lerden itibaren şirketlerin çıkarlarıyla birleştirilmiş, kapitalist tekellerin işçileri “evcilleştirmelerinin” aracı olarak kullanılmışlardır. İşçilerin, aile hayatları ve iş dışı yaşamlarının denetlenmesi, şirket yatakhanelerinin bir ‘kışla disiplini’ ile çalışmaları, şirketlerin daha çok kar etmeleri için değil, Japon kültürünün zorunlu bir uzantısı olduğu fikri işlenmeye çalışılmıştır. Japonların, elbette Japon emekçilerinin, olağanüstü bir monoton yaşam sürmeleri gerektiği, düzene itaat ve uyumluluk Japon geleneğinin olmazsa olmazı olarak propaganda edilir. Nasıl ki, bir Japon köy geleneği içinde topluluğun çıkarı için kendisini feda ediyorsa; bugün de çalıştığı şirket için kendini feda etmelidir düşüncesi kapitalist tekellerin sınıfı denetim altına almalarında dayanaklarından biridir. Japonya’nın basın, TV ve resmi eğitimi, bu nitelikleri bir eksiklik değil bir erdem olarak propaganda ediyor ve bu nitelikleri, kendi kültürlerinin, başka halkların kültürlerine karşı üstünlüğü olarak sunar.
Japonya’da bu kampanya, Japon halkının homojen, karşıt sınıf çıkarlarıyla bölünmemiş bir halk olduğu demagojisi üstüne oturur. Japonlar, ülkelerinde hiç bir azınlık olmamasından, aynı gruba dahil insanlar olarak yaşamalarından gurur duymak için eğitilirler. Ve bugün, ‘mucizeler yaratan’ Japonya’da, 3 milyon brakumin (feodal düzende toplum dışı sayılanların soyundan gelenler), bir milyon Koreli, Okiwana’lılar, Ainu’lular, Çinliler ve diğer yabancı soylardan yüz binlerce Japon vatandaşı “hesaba katılmayanlar” kategorisi içinde sayılmaktadır.
“Japon halkının homojenliği” iddiası, Japon hükümetleri için sadece “içe yönelik” bir propaganda da değildir. Nitekim 1980 yılında BM İnsan Hakları Komisyonuna verdiği raporda, Japon Hükümeti, Japonya’da azınlıkların varlığını inkâr ediyordu. Öte yandan Dışişleri Bakanlığı, 1985’te yayımladığı ‘Mavi Kitap’ adı verilen diplomatik raporda, Japonları büyük ekonomin başarılarından dolayı kutluyor ve başarılarını, Japon ırkının homojenliğine bağlıyordu. 1986’da Başbakan Nakasone, bir konuşmasında, ABD toplumunun, içinde barındırdığı zenci ve İspanyollar gibi azınlıklar nedeniyle Japonya’dan daha az zeki olduğunu iddia edecek kadar ileri gidince bu uluslararası bir skandala dönüştü; Dışişleri Bakanlığı, Nakasone’nin söylediklerini yalanladı. Ama Japon yöneticileri Japon halkının “ulusal gururunu’ kışkırtan tutum ve propagandaya hiç ara vermediler.
Japon tekellerinin başarısı ve aralarında derin uçurumlar bulunan sosyal sınıfların varlığı üstünde yükselen Japon toplumunu yöneten hükümetler için “Japon toplumunun homojenliği” vazgeçilmezdir. Çünkü yönetenler bununla, bir yandan “Japon ulusal gururunu” okşayıp milliyetçi, şoven duygulan ayağa kaldırırken, bir yandan da Japonlar arasında sınıf farklarının olmadığı, zengin Japonlarla yoksul Japonların arasındaki farkın önemsiz olduğu düşüncesini yaymanın zeminini yaratıyorlar. Bu tezden kalkılarak, Japonya’nın sadece “orta sınıftan oluşan ya da sınıfsız bir toplum olduğu düşüncesi öne çıkarılıyor. Böylece, egemen ve ezilen sınıflar aracındaki gerginlik, sınıf farklılıklarıyla değil. “Japon geleneklerine”, “Japon kültürünün gerektirdiği davranışlara” uyup uymamakla açıklana(!)biliyor.
Japonya üzerine hazırlanan bir tezde bu durum şöyle ifade ediliyor:
“Japonya’da ideoloji, vatandaşların beyinlerini entelektüel uyarıcılara karşı kapalı tutmak için kendi ideolojisinden temelde farklı olan fikirleri kısıtlar. Maaşlı memurlar ve üretim bandındaki işçiler, yaptıkları işleri, mistik şekilde bağlı oldukları yüksek bir kültür yüzünden böyle yaptıklarına inandırılmışlarsa ve ayrıca bunun mutlulukların kaynağı olduğu söylenmişse aykırı fikirlere daha az meyledeceklerdir. Daha da önemlisi, gazetelerde okudukları yazıların çoğu, onlara kişisel hayatlarından vazgeçip şirketlerine bağlanarak daha yüksek bir kadere hizmet ettiklerini tasdik ettikçe, entelektüel açıdan körleşeceklerdir.”
Homojen olduğu iddia edilen Japon toplumu, dünyanın egemen ve ezilen sınıfları arasında uçurumun en derin olduğu ülkesidir. Örneğin 1987’de, 250 milyon nüfuslu ABD’de 21 dolar milyarderi varken, 100 milyon nüfuslu Japonya’da 22 dolar milyarderi vardır. Japonya’da işsizlerin sayısının resmi rakamların iki katı olduğu, çok küçük bir azınlık dışında Japon işçisinin iş güvencesine sahip olmadığı da, ‘sınıfsız Japonya’nın bir başka gerçeğidir.
Japon sisteminin çekirdeği, dolaysız bir biçimde holdingler üstüne kurulmuş olup, insanlar dahil her şeyin holdinglerle birleşmiş olduğu varsayıldığından, ‘sınıf yok’ denilmektedir.
‘Sınıfsız bir toplum’, ‘şirket için bireyi feda etme’, ‘uyum’, ‘sadakat’, ‘Japon toplumunun azınlıkları barındırmaması’, ‘bütün halklardan daha üstün meziyetlere sahiplik’ motifleri, Kemalizm’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında öne çıkarılıp, günümüzde de sürdürülmeye çalışılan, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Hak yok vazife vardır’, ‘Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle’ motiflerine biçim ve içerik olarak pek benzediği ortadadır. Bu yüzden de, Japonya da bugün egemen olan ideolojiyi, sadece Japonya’ya has bir ideoloji saymak, salt bu nedenle bile, anlamsızdır. Kaldı ki; saf haliyle burjuva ideolojisi, sınıfların varlığını öngören ve burjuvazinin egemenliğini pekiştirmek için sınıflı toplumun ezeli ve ebediliğini onaylayan, sınıflı toplumlar içinde de en iyisinin kapitalist toplum olduğu varsayımına dayanan bir ideolojidir. Ama bu saf biçimiyle bir burjuva ideolojisi hiç bir kapitalist ülkede yoktur. İngiltere, Amerika ya da Fransa’da burjuva ideolojisi, bu toplumların tarihsel ve toplumsal özellikleri tarafından biçimlendirildiği gibi, ülkenin içinde bulunduğu koşullar ve burjuvazinin ihtiyacına göre de değişik unsurları öne çıkıp bambaşka bir görünüş kazanabilir. Örneğin, Amerika’da Mc Carty dönemindeki egemen ideoloji de, Lincoln dönemindeki egemen ideoloji de burjuva ideolojisidir. Ama burjuvazi, bu iki ayrı dönemdeki tarihsel koşullarda, kendi ihtiyacına göre, ideolojisindeki motiflerden bazılarını öne çıkarmıştır. Ya da, Hitler dönemi Almanya’sının egemen dünya görüşü ile bugünkü Almanya’nın egemen ideolojisi aynı burjuva ideolojisidir.
Ama aynı ideolojinin farklı yönleri öne çıktığı dönemlerdir bunlar. Uzağa gitmeye gerek yok; Türkiye’de bugün bile sınıfların varlığı resmen kabul edilmemektedir. 1980’lere kadar resmi devlet ideolojisi olarak Kemalizm savunuluyordu; bugün ise, Türk-İslam sentezi adı verilen bir ideolojik tutum resmi tutum oldu. Ama bunlar sadece biçimdir ve birbirine karşıt gibi gösterilen görüşlerin her ikisinin de özü burjuva ideolojisidir. Ya da her iki görüşe karşı olduğu iddia edilen sivil toplumculuk da burjuva ideolojisinin bir biçiminden başka bir şey değildir. Soruna biçimler açısından bakıldığında, tıpkı bir Japon ideolojisi gibi, bir İngiliz, Amerikan, Alman, Türk ya da Fransız ideolojisinden söz etmemek için hiç bir neden yoktur.
Demek ki; “Japon mucizesi”nin temel dayanaklarından biri olarak öne sürülen “Japon ideolojisi”nin, özü ve içeriği bakımından herhangi bir kapitalist ülkedeki burjuva ideolojisinden farkı yoktur. Burada farklı olan, bu ideolojinin emekçi sınıflara kabul ettirilmesinde gösterilen başarı olabilir. Japon kapitalistler, diğer belli başlı kapitalist ülkelerin kapitalistlerine göre kendi ideolojilerini işçi ve emekçilere daha çok kabul ettirmiş olabilirler. Elbette bu başarının arkasında, Japonya’da kapitalizmin gelişme koşullan, Japon toplumunun tarihsel oluşum sürecinin kendine has nedenleri; gelenek, görenek, kültürel hatta coğrafi konum bile rol oynamıştır. Ama bunların hiç birisi belirleyici rol oynayamazlar. Nitekim bu yazının son bölümünde göreceğimiz gibi, Japon işçi ve emekçilerinin “Japon ideolojisini ” benimsemesi öyle gönüllü bir biçimde, kolayca olmamıştır. İşçi sınıfının ‘uysallaştırılmasında’ ABD emperyalistleri ve Japon gericiliğinin tam bir işbirliği vardır.

“JAPON MUCİZESİNİN TEMELİ, JAPON İŞÇİ SINIFININ AŞIRI SÖMÜRÜLMESİNE DAYANIYOR
2. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Japonya sanayisi önemli ölçüde tahrip olmuş, genç insan nüfusu hırpalanmış bir ülkeydi. Üstelik ABD tarafından işgal edilmiş ve ağır bir savaş tazminatı altına sokulmuştu,”
Savaş sırasında Japonya, savaşın ihtiyaçlarını karşılamayı esas alan bir ekonomik örgütlenme içine girmişti. Kendine “Doğunun Işığı” rolünü biçen ve Asya’da “bir refah küresi” oluşturacağı iddiasıyla savaşa giren Japonya, 12 yaşından başlayarak çocukları ve kadınları fabrikalara sürdü. Genç işçiler tezgâh başından alınıp cepheye gönderildiğinden onların boşluğu çocuklar ve kadınlar tarafından dolduruldu. Maden ocaklarında da kadınlar çalıştırılıyordu. Kentlerde en temel ihtiyaç maddeleri bile yoktu. Karaborsa başını alıp gitmişti. Ama cephenin ihtiyaç duyduğu gemi, uçak, top vb. bol miktarda üretiliyordu. Japon endüstrisi kısa süre içinde, 15 uçak gemisi, 1115 denizaltı, kruvazör, ağır ve hafif zırhlı gemi, on bilerce uçak üretmişti. Ama yiyecek karneye bağlanmıştı,
Yenilginin kaçınılmazlığı hissedilmeye başlayınca, Japon kentleri birer ölü kente dönüştü. Eğlence yerleri, imalathaneler, barlar vb. kapandı.
Sonradan Ajans-France-Press’e dönüşecek” olan Havas ajansının muhabiri Robert Guillain. savaştan hemen sonraki Tokyo’nun halini şöyle anlatıyor:
“Bir gün Uneo istasyonunda inip elçiliğe gitmek istedim, 5 kilometrelik yolu yürümem gerekiyordu. Elçiliğin bulunduğu yöredeki küçük sokaklara, küçük evlerin sıkışmış olduğu Azabu mahallesi dolaylarında, bin kez yürüyerek gittiğim harabeye dönmüş mahallede yolumu kaybettim. Ayakta kalan hiç bir şey yoktu. Yokohama’ya gitmek istedim. Oraya varmak için bütün Tokyo’yu kuzeyden güneye geçmem gerekti. Ciple iki saatimi aldı bu iş ve ayakta kalmış tek bir bina görmedim. Her şey, kesinlikle her şey enkaz halindeydi.”
Savaştan hemen sonra Japonlar; kentleri, fabrikaları, yıkılmış ne varsa her şeyi yeniden kurmaya koyuldular. Ama bu öyle kolay olmadı. R. Guillain, savaştan yedi yıl sonra, 1952’de Japonya’daki çalışma koşullarını şöyle anlatıyordu:
“İnsanların tatil yapması söz konusu değildi. Pazar günleri de çalışılıyordu. Haftanın yedi günü işbaşı yapılıyordu. İş günleri çok, çok uzundu. İş gününün bitiş saati belirsizdi. Ancak 1959’dan sonra ayın iki pazarı tatil günü olarak kullanılmaya başlandı.”
Bu kısa anlatımdan da anlaşılacağı gibi, “Japon mucizesi”nin arkasında, ne iş-bilir Japon yöneticileri, ne de tekelci kapitalistlerin kanı ve teri vardı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi değer yaratan tek şey yoksul işçinin canlı emeğiydi. Onlardı, emperyalistlerin ve Japon militaristlerinin yakıp yıktığı bir ülkeden yeni bir ülke yaratanlar. Ancak, yeniden imarına başlanan ülkenin dış pazarlara açılması, komşularının talihsizliği ile olanaklı oldu. Önce Kore Savaşı, arkasından Vietnam Savaşı Japon ekonomisinin çarklarını yağladı.
Kore savaşının başlamasıyla, bir Amerikan sömürgesi durumundaki Japonya Amerika’nın
müttefiki durumuna geldi. Japonya, her şeyden önce Kore’de fiilen savaşan Amerikan ordusu ve SB’ne karşı bir uçak gemisi gibiydi. Ve ABD, Japonya’yla ilgili politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. Sonuçta, savaş mağlubu Japonya, bir eski düşman değil, komünizme karşı set oluşturacak yeni ve güçlü müttefik olarak desteklenmeye başlandı. Amerikan ve müttefik ordularının silah, araç, gereç ve diğer ihtiyaçlarının üretimi Japonya tarafından yapılmaya başlandığı gibi, savaş tazminatından bir daha hiç söz edilmedi. Böylece Japonya, ABD ile ticaret önceliğini ele geçirdiği ve teknoloji transferi konusunda da diğer ülkelerden daha avantajlı hale geldi.
Önce Kore, sonra da Vietnam savaşı Japonya için bulunmaz bir nimet oldu. Japon fabrikaları, ABD siparişlerini karşılamak için günün 24 saati çalışmak zorunda kaldılar. Kamyon, yedek parçalar, makine, tekstil, kömür, kitlesel silah üretimi vb. sanayinin her dalında Amerikan siparişleri Japonya’nın savaş öncesi üretim düzeyini kısa zamanda yakalamasının yolunu açtı.
Ağır sanayi ve kaliteli üretime yönelme, ’50’li yıllardan itibaren, “kalite çemberleri” denen bir yöntemin uygulanması, Japon sanayine avantaj tanıdı.
Bu koşullarda Japon ekonomisinin büyümesi hızla arttı, 1955-1965 arasında Japon ekonomisi yılda ortalama % 9.9 büyüdü. 1959-1961 arasında ulusal gelir iki kat arttı. Japonya 10 yıllık hedefini 6 yılda yakalamıştı.
Sadece rakamlarla uğraşanlar için veriler göz kamaştırıcıdır. Ama bu rakamların böyle katlanmasını gizemli güçlere mi, yoksa dünyanın en ağır koşullarında, özgürlüksüz, örgütsüz çalışmaya zorlanan işçilerin aşırı sömürüsüne mi bağlamak gerekir?
Burjuva propagandacıları ve ideologları, bir ülke ne kadar kalkınmışsa, sanayi gelişimi ne kadar yüksekse, işçi ve emekçilerin refah düzeyi ve demokrasinin nimetlerinden yararlanmasının da o kadar ileri düzeyde olacağını iddia ederler. Ama Japonya deneyi bu iddiayı yalanlıyor. Bu yüzden olacak, Japonya üzerine yazanlar, hep arkasında gizemli güçlerin bulunduğu imajını bırakan bir “mucize”den söz ederler. Ama bu mucize ve sözü edilen refahtan kimin yararlandığı üstünde pek durmak istemezler. Japonya’yı gidip görenler de, bir ezen ve ezilen sınıf olduğu hissini uyandırmayan egzotik hikâyeler uydururlar. Sanki gizli bir el Japon emekçilerinin durumlarının dünyadaki diğer emekçi ve işçiler tarafından bilinmesi engellemek için Japonya’nın diğer yüzünü örtmektedir. Çünkü o yüz olağanüstü çirkin ve gülücükler saçan görünen yüzü kızartacak kadar çağdışıdır.
Japonya’nın öteki yüzünde olup bitenleri anlamak için, Japon işçi ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarıyla, Japon sendikal hareketinin kısa tarihine ve bugünkü durumuna bir göz atmak bile yetecektir.

JAPON İSÇİ SINIFININ MÜCADELESİ VE BUGÜNKÜ DURUMU
Japonya’da işçi sınıfı hareketinin tarihi Türkiye ile bir paralellik gösterir.
Japonya’da ilk işçi hareketleri ve örgütlenmeleri 1838’de başlar. Ama bu örgütler çok cılız ve yerel örgütlenmelerdir. Sendika denebilecek, ulusal çapta ilk işçi örgütleri 1897’de kuruldu. Bu dönemde kurulan sendikalar içinde en başarılı olanları demiryolu işçilerinin sendikası oldu. Sınıfsal birliğe ve 5-6 bin üyeye sahip bu sendikalar, patronlar ve hükümeti ürkütür. Bu nedenle de, 1900 yılında çıkarılan Kamu Düzeni Yasasıyla tüm sendikalar polis denetimine açılır. Sendikalar yasaya tepki gösterir ve kimi sendikalar yeraltı faaliyetine yönelir.
Ne var ki, bu faaliyet sendikaları daraltıcı bir rol oynar. Boşluk, İngiliz kaynaklı “dost örgütler” aracılığıyla doldurulmaya çalışılır. Son derece uzlaşmacı, sendikacılığı işgücü eğitimine indirgeyen bu anlayış, bu örgütlenmeden çıkan SODEMEİ (Japon İşçi Federasyonu) aracılığı ile işçi sınıfı içine sokulur ve Japon işçi sınıfı hareketinin belası olur. SODEMEİ, 1921’de adı değiştirilerek “Nihan Roda Sodemei” olur, Üye sayısı 100 bini bulur; ama bu hala tarım dışında çalışanların sadece % 1’dir. Amerikan AFL kuruluşundan büyük ölçüde etkilenen bu sendika pek çok işçi grev ve direnişi yönetmesine karşın politikanın tümüyle dışında kalmaya özen göstermiştir. Bu yıllarda hükümet, bir yandan ILO’ya üye olurken, öte yandan sendikalara karşı yeni önlemler alır. Bu dönemi Japon isçileri “Havuç ve Sopa” dönemi olarak adlandırırlar. 1931 yılından itibaren sendikaların, özellikle sol eğilimli sendikaların üstünde asker ve polis baskısı artar. Ancak, bütün baskılara karşın 1936’lara kadar sendika ve sendikalı işçi sayısı hızlı bir artış gösterir. Sendika sayısı 993, sendikalı sayısı 450 bini bulur. Ne var ki, Japonya’da sendikalar çok gevşek, merkezi olmaktan uzak örgütler olarak şekillendiğinden güçlerini yeterince hissettirmezler. 1938’den itibaren militarizm ve faşizm iyice azgınlaşır. Japonya ILO’dan çekilir. Sendikalar giderek erir. 1940’da 49, 1943’de sadece 3 sendika ayakta kalmıştır. 1944’de ise hiç bir işçi sendikası kalmamıştır.
Tarımsal alanların
Sendikaların     Üyeler         dışındaki işgücünün
Yıllar         sayıları     (Bin olarak)     yüzdesi         Örgütlenme oranı
1944        0        0,0        0,0            0,0
1946        17266        4.925.6    30,5            41,5
1949        34688        6.655.5    35,0            55,8
1955        32012        6,285.9    24,9            35,6    37,8
1960        41561        7.66.6        24,6            32,2    33,8
1965        52879        10.146.9    28,0            34,9    36,1
1969        58812        11.248.6    27,4            35,2
(2. Dünya Savaşı’ndan 1969’a kadar Japonya’da sendika üyeliğinin gelişimi (Doç. Dr. A. Murat Demircioğlu, Dünya’da İşçi Sendikaları, s. 306, Basisen Eğitim ve Kültür Yayınları) )

Savaş sonrası ortamı, sendikaların kurulması için oldukça elverişli koşullar sunmuştu. Kısa sürede, çalışanların yarısı sendikalarda örgütlenmiş, 1946 Anayasasına grev bir hak olarak yerleştirilmişti. Gerçi Amerikan sendikalarının baskısı ile sendikalar: Marksist, ılımlı, anti-komünist sendikalar olarak bölünmüştü;
ama yine de oldukça faal bir sendikal yaşam hüküm sürüyordu. Savaştan sonra hızla artan sendika ve sendikalı işçi oranı 1949’den başlayarak düşmeye başladı.
Yukarıdaki kısa tarihsel özetten de anlaşılacağı gibi, yüzyılın basında kurulan sendikalar, Avrupa’daki sosyalist hareketten etkilenerek kurulan sendikalardı, Ne var ki; ne hükümet ne de patronlar sendikaların varlığına göz yumdular. Yine Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak, sendikalar baskı altına alınmış olmalarına
karşın, Japonya’da da 1905 ve 1920 yıllarında yoğun işçi hareketleri gözlendi. 1920 sonrasında varlığına izin verilen tek sendika SODEMEİ idi ve en iyi zamanında bile çalışanların % 8’inden çoğunu örgütlemeyi başaramamıştı.
Devlet ve tekeller, ’30’lardan itibaren sendikaları, Japon ulusunun bütünlüğünü yıkacak fikirlerin ve eylemin yatağı olarak görmeye başladılar ve sendikaları ezmek için acımasız bir tutum takındılar.
Daha 1020’lerde; büyük Japon tekelleri, firmaların işçilerin aileleri yerine geçecek kurumlar olduğu doğrultusunda propagandaya başlamışlardı. ’30’larda sendikaların tasfiyesi hareketi sırasında bu fikir, kampanyanın ana düşüncesi olarak işlenip yaygınlaştırıldı. Bu tutum Japon devletinin bir “aile devleti” olduğu fikrine de çok uygundu. 1938-40 arasında, polis ve tekellerin desteği ile kurulan ve sendikaların yerine geçirilmesi amaçlanan ‘İşçi ve Yönetim Konseyleri’, sendikaları ezmenin ve savaş kışkırtıcılığının aleti olarak işlev gördü.
1938 sonuna gelindiğinde 19 bin konsey kurulmuştu. “Milliyetçi Sanayi Dernekleri” (Sangyo Hokokukai) adı verilen konseylerin 3 milyon üyesi vardı. Hükümet, bütün resmi kurumlara ve tekellere, “Konseyler”le işbirliği için emir verdi. 1940 yılı sonunda bütün sanayi işçilerinin üçte ikisi konseylerin çatısı altında toplandı. Devlet politikalarını desteklemekte isteksiz davranan “konseyler”, polis ve tekellerin işbirliği ile hizaya getiriliyordu. 1941’e gelindiğinde, sendikalar konsey bünyesinde, yasal partiler ve gençlik kolları ise ‘imparatorluk İdaresi Yardım Derneği’ bünyesinde eritilmiş bulunuluyordu.
Bu faşist konsey hareketi, savaş sonrasının ılımlı sendikacılığının da temeli oldu, Çünkü savaştan kısa bir süre sonra “konseyler”in faşist bürokratları hükümet ve Amerikan İşgal Komutanlığı’nca aklanarak sendikaların içinde faaliyetleri desteklendi. Ve kısa sürede sendikalar bu faşist eskilerinin etkisine girdiler. Bunlar, savaş koşullarında uygulanan işçilerin şirket değiştirmemesi tutumunu yeni koşullarda uygulamaya sokarak “aile firma” düşüncesini yeniden öne çıkardılar. Firma değiştiren işçiler, sendikalar ve patronlar tarafından dışlandı, giderek bu anlayış bir alışkanlığa, geleneğe dönüştürüldü.
Japonya üzerine en kapsamlı araştırmalardan birisini yapan gazeteci Karel von Walferen, savaş sonrasının Japon Sendikacılığı için şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Emeğin konseyler ile reorganizasyonunda, büyük ölçüde Nazi Almanyası ile Mussolini’nin İtalya’sından esinlenilmişti. Aslında hareketin en dolaysız esinlenişi, ‘Nazi İşçi Programının ince bir tülle örtülmüş ifadesi’ olan öneriydi. Savaş öncesi Avrupa’sının faşist fikirleri, Japonya’nın bugünkü işçi-işveren ilişkilerinde hala mevcuttur. … Japonya teslim olduktan sonraki iki yıl içinde savaş öncesinin ılımlı SODOMEİ’si yeniden canlandırıldı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda, radikal anlaşmazlıklar sahnesinde avantajlı durumda olan komünistler, Sanbetsu Kaigi’yi kurarak, Sodomei’nin iki katı (1.6 milyon) üyeyi kendi yanlarına çektiler.” (Karel von Wolferen, Japon Gücünün Sırrı, s. 78, İş Bankası Yayınları)
Savaş dönemindeki aşırı baskı ve ‘konseyler’, Japon işçisini uysallaştıramamıştı. Savaştan hemen sonra işçi eylemleri Japonya’nın her yanında baş gösterdi. 1945 Ekiminde Yomiuri gazetesinin çalışanları şirkete el koyarak gazeteyi kendileri çıkarmaya giriştiler. 1947’de postacılar ülke çapında greve gitti. 1948’de, Toho film şirketi çalışanları 195 gün grev yaptı. 1946 ve 1952’de Toshiba firmasının işçilerinin 56 günlük grevleri Japonya’yı sarstı. 1947’deki genel grev ise, Amerikan İşgal Komutanlığı’nın grevi yasaklamasıyla önlenebildi. 1954 ise, maden ve çelik işçilerinin 63 gün süren grevleri dönemin belli başlı grevlerindendi.
Faşist Japonya’dan demokratik bir Japonya yaratmak iddiasıyla Japonya’yı işgal eden ABD, işçi hareketinin gelişmesi karşısında, Japon militaristleriyle aynı tutumu alarak grevleri yasaklama yoluna girdi. Devlet hizmetlerinde çalışanların grev yapması, yeni Anayasadaki açık hükme karşın bir yasayla yasaklandı. 1949’da ‘Kızıllardan Arınma’ kampanyası açılarak, komünistler ve sol sosyalistler resmi görevlerden azledildiler. Yerlerine eski dönemin faşist bürokratları atanarak Japonya’nın komünizme karşı bir set olarak inşasının temeli atıldı. Bu gelişmeye bağlı olarak, Çin Devrimi ve Kore Savaşı karşısında sıkışan ABD, Japonya’da ‘huzuru sağlamak’ için komünistlerin önderliğindeki sendikaları Japon tekelleri ve hükümetle işbirliği içinde ezdi.
Bazı büyük tekeller, grevleri kırmak için gangsterlerle anlaştılar. Grevleri önlemek ve sendikaları ezmek için Japon patronlar, Japon İşveren Kuruluşları Sendikası’nı kurarak, eski faşistlerle iş biriliği içinde işçi hareketiyle açıkça savaşa girdiler. Radikal sendikalar karşısına, patron-polis-gangster iş biriliğinde sarı sendikalar kurularak, işçiler bu sendikalara girmeye zorlandı. Sarı sendika üyelerine yükselme ve kıdem avantajları sağlanırken eski sendikalarında ısrar edenler bozguncular olarak işten çıkarıldı.
Savaş sonrası Japonya’sının sendikal hareketinin en önemli zaaflarından birisi de, “geçici işçi havuzu” ve taşeronluktu.
Geçici işçiler, aslında yıllardır aynı işletme de çalışan işçilerdi. Ama işletmeler bu işçilere ‘ömür boyu istihdam’ garantisi vermedikleri için ‘geçici’ sayılıyorlardı. Bunlar, kıdem zammı alamayan, çok düşük ücretli ama Japon işçi sınıfının beşte dördünü oluşturan kesimiydi. Sarı sendikalar, bu isçileri almıyorlardı. Küçük şirketler ise, varlıklarını sürdürmek için taşeron isçi çalıştırıyordu. Küçük krizlerde bile bu işçiler sokağa atılıyordu. Ama Japon ekonomisini aslında bu ‘geçici’ ve taşeron işçileri sırtlarında taşıyordu, çünkü Japonya, bu kesimlerdeki düşük ücrete dayanarak dış pazara açılıyordu. Nitekim Karel von Wolferen, “Taşeronluk sektöründeki işçiler etkin şekilde organize edilebilse, sistem ciddi olarak sarsılır.” yargısını dile getiriyordu.
İşverenler, işçileri kovma tehdidinin sendikalaşma önünde başlıca engel olduğunu 1920-30’larda fark etmişlerdi. Savaş sonrasının sefaleti içinde bu kozu iyi bir biçimde kullandılar. ‘Sadık’ işçileri ömür boyu istihdam ve kıdeme bağlı ikramiyelerle ödüllendirdiler. Hükümetin de desteğinde yürütülen bu kampanya güvenceye susamış savaş sonrası işçileri arasında teşvik edici bir etken olarak rol oynadı. Ve diğer baskıların yanı sıra bu girişim sendikaların çökmesi, kalanların da sarı sendikalara dönüşmesiyle sonuçlandı.
1950’de komünist sendika federasyonu, Sambetsu Kaigi kapatıldıktan sonra, işçi hareketinin liderliği Sohyo adlı “ılımlı” sendika federasyonuna geçmişti. Bu federasyon, anti-komünist, milliyetçi bir federasyondu. Ve bir dizi anti-komünist, milliyetçi eylemlerle işçi mücadelesini engelleyen bir rol oynadı.
Japonya’nın Gücünün Sırrı adlı kitabın yazarı, Japon sendikalarının şimdiki durumunu şöyle özetliyor:
1949’da % 55,8 olan sendikalaşma hızı 1986’da yüzde 28,2% düştü… Ilımlı sendikalar… üretimi azamiye çıkarmak için kampanyalara aktif olarak katılırlar. Ilımlı sendika liderleri yönetim ile yakın ilişki içindedir, çoğu daha ileriki bir safhada yöneticiler arasına katılarak, sendikada görev yaparken birlikte çalıştıkları astlarından itaat talep eder. Dolayısıyla yönetim ve organize işçiler arasında hiç bir anlaşmazlık yoktur. Milliyetçi sendikaların üyelerinin ‘ömür boyu istihdam’ haklarına bekçilik etmek ve zaten milli standartları olan ücret artışları yarıyıl ‘ikramiyelerine’ ilişkin alışılmış görüşmeler yapmak dışında pek işleri yoktur.”
Japon sendikal hareketinin, yukarıda özetlenen kısa geçmişinden de anlaşılacağı gibi, ‘uyum’, sadakat’, ‘kendisini firma için feda etme’ anlayışı, Japonların kendilerine has ideolojik, kültürel yapılarından kaynaklan bir tutum değildir. Tersine, Japon işçiler de, diğer ülkelerin işçileri gibi, özgürlükleri, daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadele eden işçilerdir. Ne var ki; bu mücadele Japon tekelleri ve hükümeti tarafından bastırılmış, sarı sendikacılar aracılığı ile işçi sınıfı, geçici bir süre için de olsa denetim altına alınmıştır. Burada bu denetimi kolaylaştıran, savaş sonrasının ortamı, Japon gelenekleri ve işçi sınıfının tarihsel oluşumuna ilişkin kimi etkilerden söz edilse bile, bunların belirleyici etkenler olmadığı, yukarıdaki özetten de açıkça anlaşılır.
Nitekim Karel von Wolferen de sınıfın ‘uysallaştırılması’nın öyle kolayca gerçekleşmediği kanısındadır.
“Sanayi holdinglerinin amaçlarına karşı olan bir işçi hareketinin işçileri teşkilatlamasına izin verilseydi, Japonya’nın bildiğimiz ekonomik sistemi gerçekleşemezdi. Genel inancın aksine, bunun tersi olabilirdi. Modern Japonya’nın en bilinen yanlarından biri olan işçi-işveren arasındaki uyumlu ilişki kendiliğinden ortaya çıkıvermedi. ‘Uyum’ sağlanana kadar pek çok sendika iflas ettirildi. Aslında, Japon toplumunun hiç bir önemli parçası savaş sonrası işçi hareketi kadar zor kullanılarak sisteme adapte edilmedi.” ( Karel von Wolferen, Japon Gücünün Sırrı, -s.76 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

JAPONYA KİMİN İÇİN CENNET, KİMİN İÇİN CEHENNEM?
Kapitalist medya ve öteki propaganda odakları, gizemli bir örtü altında tanıttıkları Japonya’yı, kendi yarattıkları sis perdesinden de yararlanarak, sınıf çelişki ve ayrıcalıklarının olmadığı, ya da önemsiz olduğu bir toplum olarak sunuyorlar. Bazen yarım yüzyıldan kısa bir sürede kişi başına ulusal gelirin sıfırdan 16 bin doları aşan bir düzeye yükselmesini kapitalizmin bir zaferi olarak kutsuyor, Japonya’yı göklere çıkarıyorlar, bazen de, batı için bir tehlike, “Japon şeytanı” propagandası yapıyorlar. Ama her durumda, Japonya’yı, bütünlüklü bir toplum olarak değerlendiriyorlar. Her gün erkenden kalkıp spor yapan, işçilerden önce işinin başına giden, evinde iyi bir aile babası olan, disiplinli, insani ilişkilerde ‘yumuşak’, iş ilişkisinde sert, çıkarcı, başarısızlığını harakiri yaparak ödeyen işadamı, grev, direniş yapmayan işçi, tekellerle bütünleşmiş, işyerinin çıkarını her şeyin önüne koyan sendikacılık (Japon sendikacılığı) ve bunların yarattığı ‘uyumlu’ ilişkiler bütünü, batılı kapitalistlere ulaşılması gereken hedef olarak sunuluyor. Az sayıdaki araştırmacı dışında, bu vitrinin arkasındaki, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmedik sınıflar-arası uçurum, aşırı sömürü görmezden geliniyor. Oysa Japonya da öteki kapitalist ülkeler gibi, sınıf karşıtlıklarına dayanan bir toplumsal sisteme sahiptir ve herhangi bir kapitalist ülkeye göre egemen ve ezilen sınıflar arasındaki uçurumun çok daha fazla olduğu bir ülkedir. Japon devleti de, öteki gelişmiş kapitalist ülke devletlerinden çok daha açık bir biçimde tekellerle bütünleşmiştir. Hatta Japonya üzerine ciddi araştırma yapan bütün araştırmacıların ortak kanı olarak ileri sürdükleri gibi, Japon devleti, hiç bir sosyal yanı olmayan, tekellerin bir üst konfederasyonu olarak örgütlenmiş bir devlettir. Bu yüzden de araştırmacılar, Japonya’ya JAPAN İNC. (Japon AŞ.) demekte bir sakınca görmüyorlar.
Bir dergi yazısı sınırları içinde yazılabilecek aşağıdaki gerçekler bile, Japonya’nın öteki yüzünün, vitrine hiç benzemediğini, bu ülkenin parlak vitrinin, asıl olarak, işçi sınıfının ezilmesi ve aşırı sömürülmesine dayandığını açıkça göstermektedir.
Japonya’da uzun yıllar kalıp gelişmeleri yakından izleyen Fransız gazeteci Pier-Antoine Donnet, bugün de terk edilmemiş olan Japon çalışma yaşamını şöyle özetliyor:
“Japonya, şirketler konusunda da girişimci ve sanayide devlet katkısına dayanan tek bir model oluşturdu; bu modele göre, memur, işçi ve bütün kadro, kuruma tümüyle bağlı kişilerden oluşturulacaktı. İşveren bir üretim hedefi oluşturduğunda, tüm personel, birlik ve beraberliğe dayanan bir tutumlu, saptanmış
amaca ulaşabilmek için tüm gücünü ortaya koydu. Sabahları, işbaşı öncesinde, şirket onuruna söylenen marş tüm personelin giydiği üniforma, idare tarafından zorunlu tutulan ek mesai saatleri, tatilsiz çalışma, meslek grupları halinde toplumsal faaliyet gibi. 1965’te yıllık ortalama işgünü saati 2400 idi.” (Japonya Dünyayı Satın Alıyor, sf.38)
Bırakalım işçiyi, ideolojik olarak köleleştirerek zapturapt altında tutmayı amaçlayan önlemleri, iş saatleri bakımından bile Japon işçisi, çağdışı bir çalışmaya zorlanıyordu. 1965’te Batılı kapitalist ülkelerde yıllık ortalama çalışma süresi 1668 saat dolayında iken Japon işçisi 2400 saat çalışmaya zorlanıyordu. Aşağıdaki tablo Japon tekellerinin aşırı sömürücü niteliğini daha çarpıcı gösterir:

Tablo 1
Çeşitli kapitalist ülkelerde yıllık ortalama çalışma süreleri
Japonya    İngiltere    ABD        Almanya    Fransa
1975    2043        1923        1888        1678        1830
1978    2137        1955        1924        1719        1772
1981    2146        1910        1888        1656        1717
1982    2136        1915        1841        1626        1683
1984    2180        1941        1934        1652        1649
Kaynak: Japon Sanayi Kuruluşları Konseyi

1988’de, yılda 2165 saat çalışarak bütün dünyada en uzun iş yılına sahip olan Japon işçiler tatil bakımından da en kısa süreye sahipler. 1989’da Japon işçiler yılda sadece 6,5 gün tatil kullanırken, 1990’da 7,1 gün tatil yapmışlar. Yasal bakımdan 3 hafta tatil hakkı olan işçiler, tatillerini kullanamamışlar. Oysa aynı yıllarda ABD işçileri 31, D. Alman isçileri ise 52 gün yıllık tatil yapmışlar.
Japonya’da iş saatleri, 1949-75 arasında bir miktar azalmış, ama 1975’ten itibaren yeniden bir artış dönemine girmiş. Resmi rakamlarda artış küçük olmasına karşın, kapitalistlerin zorunlu mesai ile çalışma sürelerini daha yukarılara çektikleri de araştırmacıların ortak görüşü. Hükümet de durumun böyle olduğunu kabul ediyor. Nitekim bu çalışma temposu, çalışanlar arasında yeni hastalıklara yol açmış. Karoşi denilen bir hastalık, sürmenaj, ani kalp ve beyin sektesine yol açıyor. Ve bu hastalığın daha çok ayda ortalama 100 saatin üstünde mesai yapan işçilerde görüldüğü saptanmış durumda. İstatistikler, yılda 500 Japon’un Karoşi vakası ile hastanelere başvurduğunu gösteriyor.
Japonya, kişi başına yıllık 16 bin doları aşan ulusal geliriyle dünya ülkeleri arasında en üst sıralarda bulunuyor Ama nüfusun önemli bir kesimini oluşturan ‘geçici isçiler’ (Japon işçilerinin beşte dördü bu statüde çalışıyor), gündelikçiler ve mevsimlik işçiler, günlük geçimlerini bile kurtaramıyorlar. Bu kesim çalışanları için günlük çalışma süresi Japonya ortalaması olan 10.5 saatin bile üstünde ve bu çalışma süresi, giderek artıyor. Bir buçuk milyon Japon hala belediyelerden yardım alarak geçiniyor. Bu rakam 1951’de 2 milyon dolayında idi.
Japon işçisi, gününün 16 saatini işyeri ve gidiş dönüş için harcar.
Konut, eğlence ve kültürel etkinlikler bakımından, gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında Japonya geri kalmış bir ülkedir, Japonya’da, yeni konut alanları (1988’de) diğer ülkelere göre 20 metrekare daha küçüktür. Konut sahipliği oranı da bir düşüş içindedir. Örneğin 1983’de Japonların % 62’si kendi evlerinin sahibiyken, 5 yıl sonra, 1988’de, bu oran % 61’e düşmüştür.
Japon emekçileri için eğlence, uzun iş saatlerinden sonra bir meyhanede kafa çekip eve sarhoş gitmekten ibarettir. Eve vardığında tekrar evden çıkıp işe gitmek için sadece 6 saati vardır.
Bir dünya haritasına bakıldığında, koca Asya kıtası tarafından Pasifik Okyanusuna doğru itilmiş birçok adadan meydana gelmiş bir tek Japonya vardır. Ama bu bir tek Japonya’da, öteki kapitalist ülkelerde olduğu gibi iki ayrı dünya vardır. Bu dünyalardan birisi, 22 dolar milyarderi ve bunların sahip olduğu, dünyanın dört bir yanına kol budak salmış tekellerin dünyası. Bu, Japonya’nın göz kamaştıran vitrinidir. Ama öte yanda, işçi sınıfının sadece 1/5’ini uzlaşmacı demenin bile durumlarını ifade etmeye yetmediği ünlü Japon sendikalarında örgütlü, geri kalan 4/5’i tümüyle örgütsüz, orta çağ koşullarında çalışmaya mahkûm edilmiş bir işçi sınıfının dünyası. Japon mucizesinin sırrı da bu milyonlarca işçinin aşırı sömürüsüne dayanıyor.
Koçların, Sabancıların Japonya’ya böylesine gıpta etmelerinin nedeni bundan başka bir şey olmasa gerek.

Mart 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑