Turgut Özal’ın ölümü, özellikle “yeni düzenci”, “yeni Osmanlıcı” … 2. Cumhuriyetçiler tarafından sistemin bir köşe taşının düşmesi şeklinde değerlendirildi. “Dinozorlar’ları silkeleyip dökmeye yönelik sarsıntının sinyali olmuştu Özal’ın ani ölümü. Siyasal açıdan yeniden yapılanma sürecine giren Türkiye, yaşasaydı kuracağı “yeni” partisiyle bu süreci sürükleyecek olan Özal çekip gidince, deprem yaşamaktaydı. Deprem önüne gelen “eskiyi” götürecekti. Öksüz kalanlar Özal’ın ağıdını böyle yakıyorlardı. Ancak fikirleri geniş bir kesim ve doğrusunu söylemek gerekirse, hemen tüm bir medya tarafından paylaşılmaktaydı. Rüzgâr oldukça güçlü estirilmekteydi ve hemen kimse cesaret edip “dinozorlar”ı savunmaya, “yenilenme”ye itiraz etmeye kalkışamıyordu. Ve kuşkusuz bir “yenilenme” değil aldatma türüyle karşı karşıya olunduğunu söyleyen kimseye rastlanmıyordu. Yeni başbakan adayı bayanın milliyetçiliği ve yeni kabineye milliyetçi “MHP kökenler”i alacak oluşuna tepki vermeye eğilim gösteren SHP içindeki “çatlak sesler” anında “muhafazakâr” damgasını yiyorlardı. İş öyle hal almıştı ki, bu “muhafazakâr” suçlamasını yapanlar arasında örneğin, basının en muhafazakâr kalemlerinden olan Rauf Tamer bile bulunuyordu. Üstelik bu suçlama, bayan başbakan adayı kendisini, diğer sıfatların yanı sıra “çağdaş muhafazakârlıkla tanımlarken yapılmaktaydı. Sapla saman özenle birbirine karıştırılmaktaydı.
Özal’dan sonra Demirel cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu ve seçildi. Doğrusu hakkıydı! “Kötü niyetli” birileri bunu “kaçış” olarak yorumlasa da kimse kulak asmadı ve hemen ardından medya saldırısı başladı: “Değişim”, “yenilenme.” Tansu Çiller ortaya atıldı; “yenilikçi”ydi, değiştirici”ydi, kuşkusuz milliyetçiydi!
Başbakanlığa aday oluncaya dek Tansu Hanım Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’ydı ama hiçbir şeyi değiştirememişti. Enflasyonun hali malumdu, belediyelerin maaş ödeyemez halleri kronikleşmişti ve bir de yapılanlar vardı: İşsizlik tırmanıştaydı ve tensikatlar teşvik edilmekteydi, işsizlik sigortasını Çiller engellemekteydi, memur emeklileri artık aspirini bile parayla almaktaydı, “yeşil kart”ın mucidi Demirel’in “benim emeklisine” bir aspirini bile çok görmüştü. “anahtar”lar yine mucidinin elinde kalmıştı, ancak zaman zaman Süleyman Bey’in cumhurbaşkanlığına seçtirilmesi örneğinde olduğu gibi SHP tarafından kullanılmaktaydı: “500 gün” ekonomik yönüyle tam bir fiyaskoydu. Şimdi fiyaskodan başarı ve “değişim” ve elbette “yenilik” üreyecekti! Medya ciddi ciddi iddiada bulundu. Medya derse olurdu!
Bakanlığı döneminde Çiller’in elini tutmuşlardı, istediklerini yapamamıştı. Açıklamalar, başta 2. Cumhuriyetçiler olmak üzere medya kalemşorları ve yorumcularından geliyordu. SHP özelleştirmelere karşı direnmişti. İnönü’nün genel başkanlığa bir kez daha aday olmayacağını açıklaması bu nedenle iyi karşılandı. O da bir “dinozor” değil miydi!? Ve zaman yitirilmeden bir başka “yenilikçi” iş bitiricinin, eski Hür Düşünce Kulübü (AP yandaşı) ve Kent-Koop’tan gelme Ankara Belediye Başkanı Karayalçın SHP’ye başkan olarak propaganda edilmeye başlandı. Gençti ve Çiller kadar olmasa da “güzel”di!
İkinci Çiller engelcisi Demirel’den ise zaten kurtulunmuştu, medya şimdilik cumhurbaşkanlığını “kızak” olarak görme eğilimindeydi. “Dinozor” olmayan bir cevher, cumhurbaşkanı değil, başkan oluncaya kadar. Çiller, SHP ile yeni bir koalisyona mahkûmdu; ANAP’la rekabeti sürdürmeye soyunmuş ya da soyundurulmuştu, Refah’la birlikte hükümet kuramazdı, “yenilikçilik” edebiyatının sıfırı tüketmesi anlamına gelebilirdi, en yatkın ve yakın göründüğü MHP ile birlik ise sayısal yetersizlik duvarına çarpıyordu. Üstelik SHP gibi “solcu” ve “demokrat” bir parti ile koalisyonun kazandırdıkları ihmale gelmezdi. Hem böylelikle burjuvazinin iki “ana” akımının birliğiyle kucaklayıcılık şansı yakalanmış oluyordu. Diğer alternatif erken seçimdi; ancak Çiller ve DYP’nin Mesut Yılmaz ve ANAP’a karşı, her şeye rağmen bir derlenip toparlanmaya ihtiyacı olduğu kanısı hâkimdi. ANAP yükselişteydi ve medyatik saldırının bir erken seçimde ANAP’ın üstesinden gelmeye yeteceği garantisini kimse veremezdi; iyi eğitilmiş Çiller, propagandayla kimlere karşı oynanıp kimlere karşı oynanmamak gerektiğini bilecek kadar akıllıydı.
Ancak, SHP ile koalisyonun da sakıncaları yok değildi. SHP’den özeleştirmelere karşı sesler yükseliyordu. Sonun başlangıcını çoktan yaşayıp uzun süredir inişe geçmiş olan SHP’nin “oy” ve “taban” kaygıları önemli bir boyut oluşturmaktaydı. Gerçi aşağısı sakal, yukarısı bıyık durumuna gelmiş, tuttuğu değneğin iki ucu da pislik içindeki SHP’nin yapacak çok şeyi var görünmüyordu. Ne pazarlık ne de bunun için yaptırım gücü vardı; ensesine vurulmadan lokması ağzından alınacak denizanası yumuşaklığı kıvamına gelmişti. Bütünüyle ikbal çetesine dönüşmüş haliyle elinde tuttuğu iktidar olanaklarından vazgeçmesi olanaksızlaşmış bir görünüm veriyor, her istenene ‘tamam’ deme noktasına gelmiş bulunuyordu. ’80 öncesinin “koltuk değneği” sosyal demokrasi kendini aşarak suç ortağı konumunu benimsemişti. Değişik bir adım atabilme olasılığı tartışma konusu bile edilmiyordu. Her şeye ‘evet’ diyecekti; Çiller, Demirel’le İnönü arasında cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla yapılan “pazarlık”a da sadakat görüntüsü çizerek SHP ile anlaşmaya yöneldi. Yapılacak olan oydu, biliyordu; iktidar süresince ANAP’a yönelik ataklar yapacak ve ardından seçime gidecekti.
“DEĞİŞİM” VE “YENİLENME” NEREDEN AKLA GELDİ?
Türkiye tıkanma noktasına gelmişti. Belki birkaç yıl önce çöküntüye kurban giden Sovyetler Birliği denli bir tükenmişlik içinde değildi henüz, sistem oradaki gibi canhıraş gürültülerle çatırdama durumunda bulunmuyordu, ancak paralellik kurulabilecek çizgiye de oturmuştu. Kolayca akla geldi: Gorbaçov, “değişim” ve “yenilenme” sloganlarıyla ortaya atılmamış mıydı? Yunanistan’da Papandreau, İspanya’da ilk seçim “zaferi”nde Gonzales, Arjantin’de “El Turco” aynı sloganlarla iktidara gelmemişler miydi? Örnekler yararlanmak içindi. Ama bir de ekonomistleri, siyaset ve sosyal psikologlarıyla dev bir uzmanlar grubu Çiller’i antrene edip taktik vermekteydiler.
Kriz içindeki sermaye değişiklik istemekteydi; esas “değişimci” tekellerdi. Kuşku yok, onların “değişim”i kendilerine göreydi; ancak tekellerin çıkış yolu arayışı içinde olduğu kesindi. Hiçbir işleri iyi gitmiyordu. Hızla “istedikleri gibi yönetemez” duruma sürüklenmekteydiler. Ya da hatta şimdiden bu durumdaydılar. Ekonomisiyle, maliyesiyle kapitalist sistem berbat durumdaydı.
KİT’ler, belediyeler, çiftlik ve arpalık oluşlarının hakkını vermek üzere tamamen “kambur” durumundaydılar. İlk kuruluş yıllarında yeterli sermayeye sahip olmayan burjuvalarımız için biçilmiş kaftan olan KİT’ler, sağladıkları alt yapı olanaklarıyla artık tekelci sermaye için kâr vadeden kuruluşlardı. Üstelik “yeni dünya düzeni” özel şirketler temelinde kuruluyordu, bir “yeni düzen” ve ona uyumlanma baskısı da vardı. IMF bu konuda durmadan çağrı mektupları yolluyor, özelleştirme öngörüyordu. Freidmancılık moda akım olmaktan tamamen olmasa da çıkmıştı; ama enflasyonun bir türlü önü alınamıyordu. Enflasyon içinde büyüme, iyiydi, hoştu ama çift rakamların son sınırındaki enflasyon da fazla geliyor, maliyet zorluklarına neden oluyordu. Kredi olarak para çok pahalı, yatırım için ise para sermaye sıkıntısı had safhadaydı. Uzun süre para ve arsa spekülasyonu ve devlet olanaklarının arpalık olarak kullanılması ile uğraşan sermaye, bu alandaki kârlardan hoşnuttu, ancak bunun açmazı tırmandırmaktan başka sonuç vermeyeceği de deneylerle bilinmekteydi. İç ve dış borç, önemli değildi, borç yiğidin kamçısıydı ama yükseliş eğrisiyle tehlike sinyalleri verir olmuştu. Sürekli açık veren bütçe ve yüksek kamu harcamaları, bir yandan enflasyonu körüklerken diğer yandan da ancak borçlanma ve zamlar yoluyla karşılanır durumdan bir türlü kurtulamıyordu. Özal’ın yavrusu KDV vergi açıklarını kapatmaya yetmemiş, işçi ve memurların vergi yükünün artırılmasıyla yeterli gelir sağlanamamıştı. Orta sınıfın vergi kaçırmasının engellenmesi gerekiyordu. Ve üstelik işçiler, memurlar dağıtılması gereken örgütlülükleriyle, kesilmesi gereken sesleriyle olur olmaz yer ve zamanlarda muhalefet etmekteydiler. İşten atmalar, iş güvenliği, düşük ücretler ve sosyal haklarla yeni toplu sözleşmeler, SSK prim ve ödemeleri, emeklilik ödentileri, engellenemeyen ve çözüm de bulunamayan işçilerin seslerini yükselttikleri başlıca konular arasındaydı.
Sermayenin, önemli sorunlarla yüz yüze olduğu iç pazarı düzene koyup genişletme ihtiyacı yanında, çözüm arayışında dış pazarlar da önemli bir yer tutuyor ve hatta temel bir yönelimini oluşturuyor. Burada “yeni dünya düzeni” ile uyum belirleyicidir ve sermayenin özellikle Türkî pazarlara yönelimi, Amerikan dış pazar saldırısının bir türevi ve aynı zamanda bir bileşeni olarak beliriyor. Ama yine bu noktada sorun siyasal boyuta sıçrıyor. Diğer tüm konularda olduğu gibi.
Ve zaten sermayenin krizi, içinde bulunduğu istikrarsızlık, yalnızca ekonomik ve mali alanla sınırlı değildi. Burjuva siyaset denizi, tarihsel olarak bitmişliğinin ötesine geçme eğilimindeydi. Deniz, neredeyse pratik siyaset açısından da tükenmekteydi. Burjuva içeriğiyle olsun hemen hiçbir siyaset üretilememekte, üretilen ya da Batı’dan kopya çekilen özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırma gibileri ise ciddi hoşnutsuzluklar biriktirmekte ve sosyal patlamalar tehdidini içermekteydi. Siyaset, sadece Türkiye’de değil, kopya çekilen Batı’da da tükenme noktasındaydı. Olanca propagandaya karşın kapitalist ekonomi tarihsel iflasını her adımda açığa vurmaktaydı ve bu maddeden çıkar umulacak, çözüm sağlayacak siyasetler üremesi olanağı bulunmuyordu. Kapitalist madde ancak pislik, kokuşmuşluk, iğrençlikler üretiyor, yeni keşif mayalar ise ancak demagoji ve sahtekar propagandalara cevaz verebiliyordu. Kâr kaygısıyla, revizyonizmin tam çöküşünden sonra “sosyal devlet” içerikli uygulamalar ve bu yönlü siyasetlerden çoktan vazgeçilmiş ve sermayenin cephe hattı öylesine bir noktada kurulmuştu ki, artık toplumsal çöküntüye yol açmadan ileri adım atacak hal de pek kalmamış, ancak burjuvazi sisteminin istikrarını bir türlü ilan edememişti. Saldırısını en son noktalara kadar vardıran sermaye, buna rağmen çözüm arayışındaydı. Dev kampanyalara konu edilen “sosyalizmin iflası” edebiyatı, aslında kapitalizmin iflasını gizlemeye yönelikti ve ne denli tersi iddia edilirse edilsin, kapitalizmin dikiş tutmaz durumu, en başta sermayenin kendisine iflah olmazlığını her adımında hatırlatıyordu. Ekonomi bitince, ideoloji bitmişti, siyaset bitmişti, iş sadece yaldızlarla idare edilmekteydi.
“Sosyal devlet”, “sosyal adalet”, “insan hakları”, “kalkınma” vb. gibi unsurlarıyla burjuva siyaseti; kapitalizmin ebediliğine, bireycilik yüceltisine, “hür dünya” aldatmacasına dayandırılmaya çalışılan bir dizi burjuva ideolojik biçimlenmeler artık propaganda değeri bile taşımaz olmuş, çünkü kitleleri sürüklemede yeteneksizliği belirginleşmiştir. Avrupa ülkelerinde bile yıllar süren uyku halinden sonra sessizliğini bozan işçileri etkileme gücünü yitirdiği görülen burjuva ideolojik ve siyasal aldatıcılık Türkiye’de ise, benzeri gelişmemişlik koşullarında görüldüğü gibi, tam bir çıkmaz içindedir. Hâlâ, çeşitli “yenilik sunuşlarıyla ezilenleri şöyle ya da böyle oyalıyorsa, bu, “yeniliklerin bir umut oluşturmasından değil, sosyalist alternatifin kitleselleştirilmesindeki yetersizliktendir. O kadar böyledir ki, eylemci tersane işçileri, içlerinde dindarlığı tartışılmaz olanlar dâhil, E-5’i kesip yürürlerken, hükümeti kurmak üzere yeni görevlendirilmiş “yenilikçi” Çiller’i “Ana-baba dediler, hakkımızı yediler” sloganıyla karşılamışlar, daha başbakan olarak “icraat”ını görmeye ihtiyaç duymadan, baştan “not”larını açıklamışlardır. Bu; sosyalist siyasallaşmaya kuşkusuz gerekseme göstermekle birlikte, şu ya da bu siyasetçi ve “yenilik” olarak sunulsa da şu ya da bu burjuva siyaseti karşısına alan bir not vermenin ötesinde, kapitalizme duyulan güvensizlik ve sistemin geçersizliğinin ilanından başka bir şey değildir.
Kapitalist sistem ve konumuzu oluşturan onun Türkiye boyutu, o denli işçi ve emekçilere güven vermekten uzaktır, o denli kriz ve istikrarsızlık içinde debelenmektedir ki, ancak “ilerici”, “yeni”den yana, “değişimci” ve hatta Dalan’ın, eskiden Özal’ın ve şimdi biraz ürkekçe de olsa Çiller’in (o, “ak devrim” diyor!) yaptığı gibi “devrimci” sıfatlarının kullanımıyla kitleleri etkilemeye oynamaktadır.
Daha yakın tarihlere kadar “sol”, özel olarak da sosyal demokrat tarzı aldatıcı yöntemler olarak bilinen hemen her şey, sermayenin saldırı hattının neredeyse en uç noktalara kadar ilerletilmiş cephe boylarında kurulması ama buna rağmen saldırı ihtiyacının duyuluyor olması ve bu koşullarda ezilen ve yönetilenlerin dizginlenebilir ve “eskisi gibi yönetilme”yi kabul eder olmaktan çıkma eğilimi taşımalarıyla karakterize olan konjonktürde artık sermayenin tüm parti ve akımlarınca kullanılır olmuştur. Sermaye ve işçi ve emekçiler cephelerinin, üst düzeyde gelişmiş Kürt direnişi tarafından da şiddetlendirilmek üzere belirginleşen birbirleri karşısındaki nesnel durumu, sermaye partilerine fazlaca seçme hakkı tanımadan onları birbirleriyle benzeşmeye yöneltmiştir.
Hareket iki yönlüdür. Muhafazakâr eğilimli sağ, faşist partiler, kitlesel hoşnutsuzluğu emici, aldatıcı “sol”, “değişimci”, “yenilikçi” imaj ihtiyacı içine girer ve ezilenlerin olumlu karşıladığı değerleri kullanma yoluna giderken reformcu eğilimli “sol”, sosyal demokrat partiler ise uzlaştırıcı yöntemlerden bastırma, ezme yöntemlerini, terörün açık kullanılışını benimsemeye hızlı bir kayış içine girmişlerdir. Sağ, artık içini kendi gericiliğine hizmet edecek malzeme ile doldurup gerici amaçlarına yönlendirdiği bir dizi olumlu değer ve sloganı, imaj ve vitrin kaygısıyla kullanmaya yöneldiğinde sosyal demokrasinin farklı ve sol görünüm vermek üzere yararlandığı özel malzeme stoku tükenmiş ve bu tür “sol” kendisini sağdan ayırt edemez olmuştur. Bunda ikinci önemli etken, “sosyalizm” ve genel olarak “sol”un alternatif olmaktan çıktığı, hatta “öldüğü” propagandif kampanyasına güç ve olanaklar katarak çöküntüye uğrayan Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist sistemin yıkılışının “sol”a yüklediği krizdir. Bu, kuşkusuz “sol”un görüntüsüne, “sol” görüntü ile iş yapmaya çalışanlara yüklenmiş bir krizdir; ancak Sovyetler Birliği’ndeki çöküntü ile birlikte görünüşte “solculuk”la zevahiri kurtarmaya çalışanları, yol açtığı bir dizi sonuç da hesaba katılırsa silahsızlandırdığı kesindir. Çöküntünün en başta gelen sonuçlarından olan sermayenin “sosyal devlet”, “sosyalize kapitalizm” politikası ve buna nesnel dayanak oluşturan bir takım “sosyal ödenti” ve sübvansiyonlardan vazgeçmesi, bu nesnellikten türetilen sınıf işbirliği ve uyumu, sosyal barış ve uzlaştırıcı diğer politikaları ile sosyal demokrasiyi silahsız ve moralsiz bıraktığı gibi, sermayenin yeni yönelimine uyumlanma zorunda bırakmış, bu ise onu yalnızca politika değil görünüm de değiştirmeye sürüklemiştir.
Yalnız Türkiye değil Avrupa, hatta dünya sosyal demokrasisinin içine girdiği muhafazakârlık ve faşizmle benzeşme eğilimi sermaye partilerinin yönteme ve görüntüye ilişkin farklılıklarını da yitirmeleri anlamına gelmek üzere gelişen bir süreç oluşturmakta, süreç kimi ülkelerde az kimilerinde çok gelişkin haliyle kendisini ortaya koymaktadır.
Eskiden örneğin devlet sektörüne önem vererek devletle özel sektörün birliğinden oluşan “karma ekonomi” vurgusu yapan görünüşteki “sol”, şimdi “serbest piyasa ekonomisi” ve “özel teşebbüs”ü hareket noktası edinen politikalar üretme peşindedir ve yine örneğin Zonguldak Taş Kömürü İşletmeleri ve hatta Sümerbank’ın kapatılmasına varan “özelci”likleri hazmetmiş, PTT’nin ve genel olarak KİT’lerin özelleştirilmesine en azından “boyun eğmiş” görünümdedir. Baykal CHP’si bu “boyun eğme”yi bir “eğiklik” olmaktan çıkarıp ona bilinçli, seçilmiş bir görüntü verme ve teorik temellerini yaratma peşindedir. SHP ise daha çok kapkaççı tarzda “tamam, böyle” ya da “çağın gereği” yorumlarıyla işi geçiştirmeye yönelmiş, “özerkleştirme” direnişini de hızla aşmıştır. “İktidar olanaklarından ne kadar süre yararlanırsak kârdır” anlayışını, onun “politikaları”na yön verici temel etken durumundadır.
Öte yandan yine aynı nedenlerle siyaset yöntemlerini de değiştirme yoluna giren sosyal demokrasi, Amerikan “yeni düzeni” ve sermayenin konjonktürel ihtiyaçlarını “yenilenmesinin çıkış noktası yapmıştır. Çekiç Güç ve Olağanüstü Hal karşıtlığından yandaşlığına “yenilenen” SHP, Kürdistan’da ve işçi hareketi karşısında reformcu yaklaşım ve yöntemlerini terk etmiş, Kürt hareketi karşısında açık terörcülüğe, işçi hareketi karşısında ise uzlaştırıcılık zemini oluşturabilecek sarı sendikacılık gibi araç kullanımlarını bile gereksiz gören ezip geçiciliğe, zor ve bastırıcılığa soyunmuş, sermaye ve faşizmin tüm saldırganlığını ortağı DYP ile birlikte yürütür ve suçu birlikte üstlenir konuma sıçramıştır. Bu yönelimi yok oluşa gidişinin kabulü anlamına da gelmektedir kuşkusuz.
Dünya, siyaset örgütlenmesi ve tarzı olarak Amerikan “iki partili” sistemine gitmektedir. Yalnızca görünüşte birbirinden farklı iki partiden birinin gidip diğerinin geldiği, “iktidar yıpranması”nın tahterevalli yöntemiyle giderildiği imaja dayalı sistem… SHP’nin girdiği yok oluş yolunda bu sistem için ömrünün pek vefa etmeyeceği söylenebilse de, dünya, böyle bir “farksızlığın farkları” ya da imaj ve vitrin farklarının belirleyiciliği dönemine girmiştir. Burjuva siyaset dünyasındaki krizin ekonomik alandaki krizle yakından bağlantılı nedeni ve sonucu budur. Alternatifsizlik ve çözümsüzlük ve farkların silinmesine götürmüş ve siyasetin, salt görüntü ve imajlar aracılığıyla, yürütülen içi boş kampanyası ve şenliklere dönüşmüş ve kapitalist reklâmcılık sektörünün bir yönünü oluşturur olmuştur.
NEDEN VE NASIL BİR “DEĞİŞİM”?
Çiller “efsanesi”nin yaratılmasında bunu bütün yönleriyle görmek mümkündür.
“Yeni düzen”in, baş patronu Amerikan emperyalizminin ve Türk sermayesinin ihtiyaçları bellidir. Ancak bu ihtiyaçlar, Kürdistan’da dökülen onca kana ve işçi ve emekçilere yönelik saldırının bir adım sonrasının kanla oyun oynamaya gelip dayanmasına rağmen karşılanabilir olmaktan uzaktır. Yöneten egemenler bir içinden çıkılmazlık içinde dönüp durmakta ve bugünkü çakışsızlıklarını sürdürmekten başka şey yapamayıp değişik ve durumlarını düzeltici politikalar var edememektedir. “Değişim” ve “yenilenme” sloganları, bu nedenle, yalnızca bugünkü durumdan hoşnut olmayan ve hızla bilinçli ya da bilinçsiz düzenden kopma eğilimine girerek gerçekten bir değişiklik isteyen işçi ve emekçiler açısından çekici olmakla kalmamakta, irili ufaklı sermayedarlar açısından da anlamlı olmaktadır.
Çiller “Değişim”cilik ve “yenilikçiliği” başlıca emekçi kitlelerin tepkilerini emmeye yönelik bir aldatıcılık olarak ortaya çıkmıştır; ancak bu yönüyle kısa sürede çöküntüye uğramaya yazgılıdır. Olumlu değiştirici içerikten yoksun Çiller “efsanesi” daha ilk adımlarında emekçi kitlelerden tecride gidecektir, hatta işin başında, olanca kampanyaya karşın önemli bir sürükleyicilik yeteneğinde olmadığını ortaya koymaktadır. Zonguldak’a, TKİ’ye, Sümerbank’a… ama özellikle Zonguldak’a özelleştirme-kapatma-erken emeklilik saldırısını başlattığında yalnızca tecrit olmakla kurtulamaz bir duruma düşmesi ihtimali hiç de az değildir. Ancak bu tür bir saldırının işçi ve emekçiler açısından yine de bir “yenilik” anlamına geleceği söylenmektedir. “Yenilik”, çoktandır yürütülmekte olan özelleştirme saldırganlığının sürdürülmesi yönüyle değil, ama boyutlanıp isyan ettirici karaktere bürünmesiyle yaşanacaktır. Çiller, sermayenin bu saldırısını, işçilerin ona katlanmasını ve isyanlarını büyük ölçekli ifadeye yönelmemesini sağlayarak organize edebilirse, “yenilikçilik” ve “değişimcilik”i burjuvazi açısından bir ölçüde başarılı olacaktır. Burjuvazinin bugünkü ihtiyaçlarının asgarisini bu aldatıcılık başarısı oluşturmaktadır. O nedenle “efsane” aldatıcılık başarısını yakalamak üzere pompalandıkça pompalanmakta; “yenilikçilik”in yanı sıra prim yapacağı düşünülen kadınlık, güzellik gibi tüm Çiller hasletleri işçi ve emekçilerin isyanını engelleyici zırh olarak propaganda edilmektedir.
Bugün tüm burjuva partilerinin öngördükleri, programlarına aldıkları sözü edilen saldırının sürdürülmesidir. Demirel saldırının isyan engellenerek yürütülmesini daha geleneksel yöntemlerle denemiş ama şişirilen “baba” imajı hızla erimiştir. Tüm çelişkilerin aşırı gerilme içinde olduğu koşullarda zaman acımasız olmakta, tükenişler kısa sürelere sığmaktadır.
NEDEN ÇİLLER VE “MODERNİZM”İN ANLAMI
“Baba”nın tükenişi, “sol” SHP’nin tükenmişlikten kurtuluşu tükenişe sarılmakta aradığı SHP-DYP koalisyonuna bağlanan umutların ve SHP dolayısıyla oluşturulan “demokratizm” beklentilerinin çözülüşü, bir başka gelenekçi Mesut Yılmaz ve ANAP’ın yine “gençlik”, “yenilik” yollu propagandasını ve buradan kaynaklanan yükselişini gündeme getirmişti.
Ancak Özal’ın Demirel’e bahşettiği talih Yılmaz ve ANAP’ın talihsizliği olmuş görünüyor. Çiller’de daha fazla propaganda malzemesi bulan, üstelik temsili yeteneğin ötesinde onu içinden birisi olarak bağrına basan sermaye, “kaderin cilvesi” sonrasında tüm reklâm sektörünü Çiller için harekete geçirdi. ABD ve Batı, Amerikan eğitimli, Amerikan yaşam ve düşünme tarzıyla yetişmiş, öyle yaşayıp düşünen Çiller’i, reklâma yatkın tüm yönleriyle yaldızlayarak lanse etmek faaliyetine baş aktörler olarak katıldılar. Artık “yeni düzen” ve ona yönelik politikalara sonradan uyum sağlayacak yöneticilere ve yoktu; Amerikan tarzı ve düzeni ve onun gereklerini kendi çıkarları olarak kalbinde ve gönlünde hisseden, elitten bir burjuva olarak sermayenin ihtiyaçlarından başka her şeyi değersiz ve alınır-satılır eşya gören siyasetçiler devri başlamıştı artık. Özal yol açıcıydı; Çillerle aynı yolda yürünecekti. Ekonomik yaşamın Yuppie’leri siyasette de ortaya çıkmaktaydı. Burjuva “çağdaşlığı” ve “modernizm”in anlamı buydu.
“İlericilik”le uzaktan yakından ilgisi olmayan bu “modernizm”, sermayenin çıplak çıkarlarının, her şeyi, tüm değerleri metalaştıran burjuva yaklaşımla savunulmasından başka bir şey değildir. Artık siyasete, geleneksel ilişkiler ve düşünme biçimleri, kalıntılarıyla bile olsa yön verir olmaktan çıkmakta, örneğin “çobanlık” ve “köylülük” övgü ve övünmesi yerine açıktan Amerikancılık, Özal’ın hediyesi “iş bitiricilik” ve “para”nın yol göstericiliği dolaysızca geçmektedir. Kuşkusuz, özellikle “eski solcu” propagandistler, gelenekçiliğin yerini bu tür bir “modernizm”in almasında “çağdaş” ve ilerici bir gelişme bulup destekliyorlar. Tekelci kapitalizmin tarihsel tükenişi, çürümüşlüğü ve ilericilikle ilişkisini yalnızca ileriye ve geleceğe ait olan her şeye düşmanlıktan ibaret oluşunu bulandırmaya yönelik bu çaba tükenmişliğin bir başka kanıtını sunmaktan öte bir anlam taşımıyor. Yeni hiç bir şey üretmeyen çıkmaz içinde “çağdaşlık” ancak “eski solcunun diline yakışıyor; gericiliğin temel kaynağı tekellerin çıkarlarını en azından zedelemeyen türden “ilericilik” yalnızca işçi ve emekçi düşmanlığının “ilericilik” ambalajı içinde satılmaya çalışılması olabiliyor.
Kadının güzelliği ve daha çok da çıplaklığıyla cinsel sömürü aracı olarak metalaştırıldığı reklâm sektöründe yine bir “sarışın”ın bu kez sermaye saldırganlığının ambalajı olarak, siyaset için metalaştırılmasında ne tür bir “ilericilik” bulunabilir? Kendisini bilinçli şekilde meta olarak sunan bir siyasetçiden ne tür bir “yenilikçilik” beklenebilir?
Kapitalizm hâlâ şöyle ya da böyle üretici güçleri geliştirebiliyor. Gelişmenin hiç olmaması toplumun taşlaşması demektir. Ancak şu da kesin ki emperyalizm dönemine girişiyle birlikte, tekellerin serbest rekabetin yerini alışıyla yalnız pazarların, kaynakların, üretim ve fiyatların denetimi ve dikte edilişi başlamamış; kapitalizm, başta üretim alanı olmak üzere var ettiği bütün ilişkilerle üretici güçlerin gelişmesini engeller ve gericiliği yayar olmuştur. Tek örnek yeterlidir. Zonguldak’ta ithal edilen milyarlarca liralık makineler üretime uygulanmamaktadır, çürümeye terkedilmiştir; ama Çiller’in, sadece onun da değil, onu öncelemek üzere başta Sabah ve Milliyet olmak üzere medyanın önemli bir çabası Zonguldak ocaklarının kapatılmasına yöneliktir. Gerekçe, “zarar ediyor” şeklinde gösterilmektedir.
Sarışınıyla “ilericilik” görünümü çizme -çünkü emekçilerin ilerici özlemlerini karşılamak durumundaki kapitalizm gelişmenin, ilerlemenin en başta gelen engelidir; bunu gizlemeye çalışmaktadır. Tüm vitrin, ambalaj çabası ve imaj üretiminin temel amacı buradan geliyor. Tükenmiş kapitalizm imajlarla ömrünü sürdürmeye uğraşmaktadır.
Oluşturulan tüketim toplumu ve tüketimin yönlendirilişi, reklâm sektörü ve onun temel bir ihtiyacı olarak ambalaj sanayisinin kazandığı bunca önem, kapitalist çürümüşlüğün bir ifadesi olarak sonunda siyaset alanına da sirayet etmezlik edemezdi. Önce ABD’de; kapitalist “icatlar”ın başını çeken bu önder ülkede uygulamaya sokulan siyaset tarzı her yere yayılmaktadır. Türkiye açısından bu tarzın bir eksiği kalmıştır: “Başkanlık sistemi.” Altyapısı, iller yasası, polis ve jandarma yasasıyla, “süper valiler”! ve eyalet sistemiyle hazırlanmakta olan bu “sistemi” yakında yaşamaya başlayacağımızı, kâhinliğe hiç gerek olmadan öngörmek mümkündür. Tekelci ekonominin dikte ettiriciliği yanında çelişmelerle köşeye sıkıştırılmış parlamentoyu artık asma yaprağı kadar bile değerli görünmeyen ve çoktandır MGK’nın eline geçmiş tek elden yönetim, yasal Amerikancı siyaset Yuppie’si başkanına ihtiyacı zorlamaktadır. Şimdilik açık Kanun Hükmünde Kararnameler, MGK ve bürokrasi prenslerinin öne çıkmasıyla kapatılmaya çalışılmaktadır; ancak “modern” görünümlü, yönetsel mekanizmanın çalışmasını hızlandırıp “cesur” kararların çabuk alınıp uygulanmasını sağlayacak, devletin legal ve illegal sektörlerinin koordinasyonunu merkezileştirecek bir “başkan” ihtiyacı kendisini dayatmaktadır.
“MODERNİZM”, ÇİLLER VE TÜRKİYE
Çiller’in şansının uzun vadeli olmayacağı, gerçekler kalkış noktası edinilince görülüyor. “Çıkışsızlığın çıkışı” olma talihsizliği Çiller’indir ve bir dizi köşe yazarı Çiller’in “iktidarda yıpranmış” bir partinin başkanlığına gelmesinin ötesinde, hükümet etmeye devam edecek ve dolaysıyla sermayenin bugünkü çıkmazında harcanacak olmasına hayıflanıyor. Herkesin gördüğü ama ezici çoğunluğun söylemediği gerçek bu. Çiller’in, sadece onun değil, başkasının da, sermayenin şansı yok görünür gelecekte.
Ancak yalnız bu da değil. Çiller, muhafazakâr, faşist bir partinin, oy tabanı daha çok kırsala dayanan, gelenekçiliğin tüm etkilerinin yansıdığı DYP’nin başında bir yönüyle de “Müslüman mahallesinde salyangoz satma” durumundadır. Bu sermayenin de bir dezavantajını oluşturuyor. “Modernlik”, “değişim”, “kadın başbakan” bir yandan kulağa hoş geliyor ve çekici bir imaj oluşturuyor. Türkiye epeyce kapitalistleşti. Ancak geleneksel üretim ilişkileri büyük ölçüde çözülmüş olsa da, bir bütün olarak üst yapı, bilinç, alışkanlıklar, yaşam tarzı, değerler daha yavaş ve geriden gelerek değişiyor. Kapitalist “modernizm” gelenekçi bağlardan, etkilerden kolay kurtulamıyor. Yol açıcı Özal’ın bile kasaba tüccarı görüntüsü hatırlarda. Çoğu burjuva henüz arabeskle ruhunu doyurma durumunda. Yine Özal örnek alınırsa, takunyasını henüz tümden terk etmemiş; hâlâ mümin, namazını orucunu ihmal etmiyor. “İlerici” görünümle meta olarak oynamak daha kolay ama ezan, bayrak gibi geleneksel değerler ancak din siyaseti ve şovenizmi yaparak metalaştırılabiliyor. Her şeyin bir fiyatının olduğu temel yaklaşımına sahip Özal bile ne “ver kurtul” dediği Kıbrıs’ı verebilmiş ne de şovenizmin gücünü gördüğünde “Kürtçe TV”de ısrar edebilmişti. Şimdi dindar olmayan Çiller’in bir yol bulup cuma namazları gösterisi yaptığına tanık olacağız. Baştan itibaren “modernizmi”ni ezan-cami-bayrak edebiyatıyla birleştirdiğine, “modernlik”inin bir ayağının gelenekçilikte olduğuna tanığız. “Başkanlık” yönelimiyle ve SHP itirazlarıyla destekçisi aşırı gelenekçi ve faşistleri dışta tutarak yetkiyi tamamen elinde toplamaya girişti. Kuşkusuz sermayenin modernizmi faşizmi dışlamıyor, tersine faşizmin ta kedisidir; ancak bir de görünüm var. Faşizmin eski yanılsamayla MHP ve Ayvaz Gökdemir gibi eski MHP’lilerle özdeşleştirildiği SHP itirazını hesaba katmada olsun “tek şefliği”ni tehlikeye sokacak isimleri Bakan yapmamasında olsun tavırları şimdiden gelenekçi tepkilere de yol açtı, açacak.
Tansu Hanım, yalnız işçi ve emekçileri aldatma açısından değil, istikrarsızlık içindeki sermaye ve genel olarak gericiliği birleştirme açısından da talihsiz. Madde ve gerçeğin söylediği başka, medyanınki başka.
Temmuz 1993